Kimin Tarafındayız?

Mühim olan hangi tarafta olduğumuz? Bu dünyadaki amellerimiz tartılırken “yemîn ashâbı”ndan mı, “şimâl ashâbı”ndan mı? Yani kitabımız sağ tarafımızdan ve önümüzden mi verilecek; arkamızdan ve solumuzdan mı? İşte asıl soru bu…

İnsan, meçhullerle kuşatılmış, âciz bir varlıktır.

İnsan bedenini tanımaz, vücudundaki pek çok organın, milyarlarca hücrenin nasıl hareket ettiğini, güçlerini, kabiliyetlerini, zaaf ve hastalıklarını bilemez.

İnsan ruhunu tanımaz; nereden geldiğini, nasıl canlılık verdiğini, bedenle ruhun arasında nasıl bir irtibat olduğunu ve nihayet rûhun, nasıl bedeni terk edeceğini ve sonsuzluğunu bilemez.

İnsan kendisini tanımaz. Nereden gelip nereye gittiğini, fazilet ve rezîletlerini bilemez.

İnsan, çevresini, insanları, dünyayı, kendisini kuşatan kâinâtı tanımaz.

BİLMEDİĞİNİ BİLMEK

Bu kadar cehâlet içinde, kendisini her şeyin merkezinde zanneder, her şeye hükmetmek, her şeyi idare etmek, her şeyi gönlünce değiştirmek, dönüştürmek ister. Bütün bunlar da insanın cehâleti içinde ne kadar katmerlendiğini, bilmediğini bile bilmediğini gösterir.

İnsanın ne denli çalışırsa çalışsın, bilemeyeceği şeyler de vardır bu kâinâtta… Rûh, kader, gayb, kıyametin ve kendi ölümünün vakti gibi… Rabbimiz, bunlara büyük bir sır perdesi örtmüş; dilediği kullara, dilediği miktarını açması dışında; bu ve benzeri “gayb ilminin hakikatini” kendi nezdinde bırakmıştır.

İnsanın örtülmüş bu hakikat okyanusundan, merak ve menfaat için bir şeyler çalmaya çalışması yeni değildir. Bu uğurda gözle görülmeyen bazı varlıklardan, meselâ cinlerden istifade etmesi de çok eskilere dayanır. Bazen insan, cinlerin ve şeytanların oyuncağı olur, bazen de kendi nefsinin hırs ve haset girdabı içinde kaybolur gider.

HER ŞEY İSTEDİĞİN GİBİ DEĞİL Mİ?

İnsanın en büyük zaaflarından bir tanesi, her şeyin istediği gibi olmasıdır. İnsan, bazen kendisini beğenmez, sahip olduklarını yetersiz görür; bazen de başkalarında olanlara göz diker. Kendisinde olmayan, başkalarında olan şeyler; onu âdeta delirtir. Onlara sahip olmak için gecesini-gündüzünü verir. Eğer yine de kendisi sahip olamıyorsa, bu sefer muhâtaplarında var olduğunu gördüğü o “güzellikleri” yok etmek için her şeyini seferber eder. Onlar yok oldukça, kendisi var olur sanki… Onlar yandıkça, kıvrandıkça mutlu olur ya da mutlu olduğunu zanneder.

Aslında hedeflediği, sahip olmak istediği, başkasında görüp de imrendiği şeyler; belki onun için başlı başına bir musîbettir, belâdır. Sabredebilse, şükredebilse, kanaat edebilse; belki içinde bulunduğu o mahrumiyet ve dertler; kendisi için serâpâ hayırdır, berekettir.

Ama insan bunu bilmez, bilmek istemez. Ulaşamadığı hedefler uğruna dününü, gününü ve yarınını mahveder. Hasetten, kıskançlıktan, türlü türlü hileler kurmak yüzünden bir türlü yüzü gülmez; içinin yangını dinmez. Bu yangın iç dünyasını yakıp kavurduğu gibi, günlük hayatını da enkaza dönüştürür. Âhiret hayatı ise çoktan perişan olmuştur.

İnsanın gaybe muttalî olmak için yalancı falcılara, kâhin ve medyumlara başvurması; onların tahminden öteye gitmeyen sözlerine bel bağlaması; bunun için de gözüyle gördüğü hayatı, realiteyi pas geçmesi ne kadar acınacak bir hâldir?

MÜHİM OLAN HANGİ TARAFTA OLDUĞUMUZ

İnsanın başkalarının gözyaşı ve felâketinde, saadet araması ne acıdır?!

Ancak imtihan dünyası… Şeytan niçin yaratılmışsa, hayrı yaratan Rabbimiz, şerri de niçin yaratmışsa; sihir de olacak, sihirbaz da… Falcı da olacak, ondan medet umanlar da… Değil mi ki, bu dünya imtihan dünyası; her renkten, her fıtrattan, her duygu ve düşünceden insanlar olacak… Ve Rabbimiz, hesap gününde, kimin ne niyetle neler yaptığını, şu kısacık ömrünü nerede ve nasıl tükettiğini herkese soracak…

Mühim olan hangi tarafta olduğumuz? Bu dünyadaki amellerimiz tartılırken “yemîn ashâbı”ndan mı, “şimâl ashâbı”ndan mı? Yani kitabımız sağ tarafımızdan ve önümüzden mi verilecek; arkamızdan ve solumuzdan mı? İşte asıl soru bu… Gerisi teferruat…

Kaynak: Melike Şahim, Şebnem Dergisi, 148. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.