"Kişinin Kendisini İlgilendirmeyen Şeyleri Terk Etmesi, Müslümanlığının Güzel Olmasındandır"

İbadet Hayatımız

Müslüman konuşurken nelere dikakt etmeli? Ehil olmadığımız konular hakkında konuşmanın zararları nelerdir? Hak dostları dilin keyfiyeti ile ilgili hangi nasihatlerde bulunuyorlar?

“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, Müslümanlığının güzel olmasındandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Zühd, 11)

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Söz ve konuşma, ancak Cenâb-ı Hakkʼın emrettiği ve Allâhʼın lâfız ve mânâ bakımından hatâya düşmekten koruduğu yerlerde ve sözlerini insanların ıslâhına sarf eden peygamberler, velîler ve müʼminlerden sâlih âlimler için câizdir.

Avâma, ibadet ve tâatle meşguliyetten başka bir şey gerekmez. Onların sıfât-ı ilâhiyye ve din işlerinin esrârına dâir soruları, saraydaki at bakıcısının sultanlara devlet işleriyle ilgili sual sormalarına benzer…

Onların bu konularda susup dillerine sahip olmaları, en mühim hususlardandır. Çünkü bu şekilde susmayı tercih etmek, günah ve hatâya düşmekten uzak, huzurlu bir yoldur…”[1]

İNSAN, EHİL OLMADIĞI HUSUSLARDA KONUŞMAMALI, HADDİNİ BİLMELİDİR

İnsan, ehil olmadığı hususlarda konuşmamalı, haddini bilmelidir. Aynı şekilde, vâkıf olmadığı mânevî mertebeler hakkında, yüksek perdeden ifadeler kullanmaktan kaçınmalı, bu hususta da kendini bilmelidir.

Seyr u sülûk yolunda mübtedîlerin yani daha yolun başındakilerin, müntehîler yani yolun sonuna yaklaşanlar gibi davranmaları ve sahip olmadıkları hâl ve makamlara ait sözler söylemeleri, son derece mahzurludur.

Meselâ hayatın gam ve sürûru, nazarlarında aynı hâle gelmiş bulunan râdıye mertebesindeki yüksek şahsiyetlerin hâlet-i rûhiyesine tercüman olan şu mısrâlar pek meşhurdur:

Hoştur bana Sen’den gelen,
Ya gonca gül yahut diken!
Ya hilʻat ü yahut kefen,
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş!

Söylenmesi dile kolay, fakat yaşanması hayli zor olan bu nevî sözleri, gerekli mânevî olgunluğa ulaşmadan, pervâsızca diline dolamak, mânen tehlikelidir. Zira bu takdirde, bu nevî ifadeler birer iddiâ mâhiyeti taşır ki, Cenâb-ı Hak, kulunun söylediği bu sözlerde samimî olup olmadığını imtihan ederse, pek çok kimsenin bu büyük sözlerin altında ezilip kalmasından korkulur!

Bunun içindir ki Mevlânâ Hazretleri, lüzumsuz ve mânâsız konuşmalardan uzak durmak gerektiğini ifade sadedinde; “Sözün maskarası olma!” îkâzında bulunmuştur.

Yine Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifadeleri ne kadar mânidardır:

“Allah yolunda ateşe girmek vardır. Lâkin ateşe atılmadan önce, kendinde İbrahimlik olup olmadığını araştır! Çünkü ateş seni değil, İbrahimleri tanır ve yakmaz!..”

Yani kalbî bakımdan ham ve noksan birinin, bir anlık coşkunlukla, mânâ semâsının yıldız şahsiyetlerindeki müstesnâ hâl ve tavırları, sun’î ve samimiyetsiz bir şekilde taklide kalkışması, mânen zarar görmesine sebebiyet verebilir.

TEVÂZU VE MAHVİYET İÇİNDE OLMAK

Mânevî zirvelere ulaşmış olan Hak dostları dahî, dâimâ tevâzu ve mahviyet içinde kalmışlardır. Ne kadar yüksek hâl ve makamlara ermiş olsalar da bunu ifşâ etmekten çekinmişlerdir.

Bu itibarla müʼmin, maddî-mânevî her hususta, evvelâ haddini bilmelidir. Nitekim ârif zâtlar; “Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” demişlerdir.

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak insana mahdut bir akıl vermiştir. Nasıl ki gözün görme, kulağın işitme sınırı varsa, aklın da bir idrak hududu vardır. Cenâb-ı Hak, bu hududun ötesindeki gaybî hakîkatlere kalben teslîm olmamızı emretmiştir.

Meselâ kader sırrı, akılla idrâk edilemez. Çünkü kaderi bütünüyle kavramak, akıl terazisinin kaldırabileceği bir husus değildir. Bunun içindir ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kadere îmân etmekle yetinmemizi emir buyurmuş, bu hususta yersiz münâkaşalardan menetmiştir. Öyle ki, kader hakkında tartışan bir gruba rastladıklarında onlara:

“Siz bununla mı emrolundunuz? Yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu meselede münâzara ettiklerinden (tartıştıklarından) dolayı helâk oldular. Sakın bu meseleyi münâkaşa etmeyiniz!” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kader, 1/2133)

İmâm Evzâî -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Allah, bir topluluğa şer murâd ederse, onlara gereksiz yere cedel (tartışma) kapısını açar ve onları sâlih amellerden alıkoyar.”

Dolayısıyla bir kulun; cüz’î irâdesinin dışında kaldığı için mesʼûl olmadığı, bilmediği veya kendisini alâkadar etmeyen hususlarda susması, konuşmasından daha hayırlıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de:

“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, Müslümanlığının güzel olmasındandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Zühd, 11)

Unutmayalım ki kıyâmet günü, dünya hayatımızda yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğimiz gibi, ağzımızdan çıkan bütün sözlerin de hesâbını vereceğiz. Dolayısıyla Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu beyânını da kendimize hayat düsturu edinmeliyiz:

“Âdemoğlunun, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak veya Allah Teâlâ’yı zikir[2] hâriç, bütün sözleri aleyhinedir, lehine değildir.” (Tirmizî, Zühd, 63/2412)]

Cenâb-ı Hak, rızâsı istikâmetinde bir kulluk hayatı yaşamayı, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. İlim, Amel, Seyr u Sülûk, (Hazırlayan: Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz) sf. 121-122, Erkam Yayınları, İstanbul 2015.

[2] Zikir, lafzatullâhın yalnızca dil ile tekrarından ibaret değildir. Zikrin belki de en kâmil tezâhürü; gözün gördüğü her şeyde kalbin Cenâb-ı Hakk’ı hatırlaması, böylece kalbin her an Allah ile beraberliğidir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2023 – Ocak, Sayı: 443