Kitaplara İman
Kitaplara iman nedir? Peygamberlere inen suhuf ve kitaplar nelerdir? İlahi kitaplara inanmanın gerekliliği ve sağladığı faydalar...
Cenâb-ı Hak, ilk insan ve ilk peygamber Âdem -aleyhisselâm-’dan itibâren beşeriyete emir ve nehiylerini önce suhuflar hâlinde, sonra nesiller çoğalıp ictimâî meseleler arttıkça da kitaplar hâlinde göndermiştir. Suhuf ve kitapların hepsi, kendi dönemlerinin hak kitaplarıdır. Dolayısıyla kitaplara îman, onların Allah’tan indirildiği aslî şeklinedir.
PEYGAMBERLERE İNEN KİTAPLAR VE SAHİFELER
Rivâyetlere göre suhufların onu Âdem -aleyhisselâm-’a, ellisi Şit -aleyhisselâm-’a, otuzu İdris -aleyhisselâm-’a, son onu da İbrahim -aleyhisselâm-’a gönderilmiştir.[1]
Büyük kitaplardan Tevrât Mûsâ -aleyhisselâm-’a, Zebûr Dâvûd -aleyhisselâm-’a, İncîl Îsâ -aleyhisselâm-’a ve son olarak da Kur’ân-ı Kerîm Âlemlerin Efendisi Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e nâzil olmuştur.
İlâhî kitaplar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gönderdiği bir mektup gibidir. Beşerin hayatını düzenleyen ve ebedî saâdetinin reçetesini takdîm eden bu kitaplar Cenâb-ı Hakk’ın kelâm sıfatının beşer kelâmı ve idrâkine in’ikâsıdır. Dolayısıyla her biri verdiği mesajların yanında apayrı bir kelâm mûcizesidir.
Her gelen suhuf ve kitapta öz, yani îtikàdî meseleler aynıdır. İbâdet ve muâmelâta dâir hükümlerde toplumun yapısına göre bâzı farklılıklar olmuştur.
Kitap göndermek, Allah Teâlâ’nın üzerine vâcip değildir. Tamamıyla O’nun kullarına olan ilâhî bir lûtuf ve yardımıdır.
Kur'an-ı Kerim
İlâhî kitapların sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerîm, önceki bütün kitapları neshetmiş, yani hükmünü ortadan kaldırmıştır. Esasen zamanın seyri içinde hem değişen ve gelişen beşerî ihtiyaçlar hem de gaflet ve nefsâniyet erbâbının o kitaplara müdâhale ve tahrifleri de bunu gerekli kılmıştır.
Semâvî kitapların en büyük husûsiyeti, hiç şüphesiz ilâhî vahye istinâd etmeleridir. Ancak bugün bu vasıf, sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsus bir husûsiyet olarak kalmıştır. Zira diğer ilâhî kitaplar, peygamberlerinden sonra büyük bir beşerî tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve nihâyet insanların kaleme aldığı kitaplar hüviyetine bürünmüştür. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de bu durum olmuştur. Bununla birlikte «hıtâmuhû misk»[2] kabîlinden son olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî kitapların hepsini şâmil ve hepsinin en mükemmelidir. Son olmak itibârıyla da bizzat ilâhî muhâfaza altındadır.
a- Husûsiyetleri
Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e inzâl edilmiştir. Pekçok yönüyle mûcizedir. Kısım kısım indikçe hemen yazıya geçirilmiş ve ezberlenmiştir.
İlk inen âyetler, “kalem”in ve “yazdığı satırlar”ın medh ü senâsına hasredilmiş ve nüzûl süreci boyunca “yazılmış olan bilgiler” mânâsına gelen “Kitâb” kelimesi üzerinde ısrarla durulmuştur.[3] Bu sebeple Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kur’ân’ı muhâfaza etmek için, ezberlenmesinin yanında yazılmasına da büyük bir ehemmiyet vermiştir.[4]
Kur’ân-ı Kerîm’in, müslümanların sıkça kıldığı namazlarda okunması şart kılınmış, namaz hâricinde okunup dinlenilmesi de ibadet kabul edilmiş ve onu okuyanlar için her harfine on sevap verileceği müjdelenmiştir.[5] Bunlara ilâveten Kur’ân-ı Kerîm, bütün müslümanların toplandığı Cuma hutbelerinde, sohbet meclislerinde ve birebir görüşmelerde de devamlı okunmuştur.[6] Bu durum onun en güzel şekilde muhâfaza edilerek bizlere tevâtürle nakledilmesini sağlamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in tilâvetiyle ibadet ediliyor olması, onun müslümanların hayatı ile iç içe olmasını ve günlük hayatın her safhasında yer almasını sağlamıştır. Böylece mü’minler, Allâh’ın kelâmıyla dâimâ birlikte olma şerefine nâil olmuşlardır. Yani Kur’ân-ı Kerîm, müslümanların hayatında dâimâ merkezî bir yere sahip olmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’in muhafazası için yazı ve ezbere ilâveten üçüncü bir usûl daha tatbik edilerek:
“İyi yetişmiş ve icâzet almış bir üstad huzûrunda tâlim görmek” şart koşulmuştur.[7]
Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle vaad buyurmuştur:
“O Zikr’i (Kur’ân’ı) Biz indirdik, onun koruyucusu da elbette Biz’iz!” (el-Hicr, 9)
Kur’ân-ı Kerîm, muhtelif hâdiseler ve ihtiyaçlar üzerine kısım kısım inmiştir. Peygamber Efendimiz’e bir vahiy geldiğinde, onu Kur’ân-ı Kerîm’in neresine koyacağı da bildiriliyordu. Efendimiz’in vefatı yaklaşıp vahiy sona erdiğinde Kur’ân-ı Kerîm de, muhteşem bir bütünlük ve insicam arz eden bir kitap hâlinde tamamlanmış oldu.
Kur’ân-ı Kerîm’in tertîbi ve mevzûları işleyişi, insanların kaleme aldığı eserlerin hiçbirine benzemez. Onun tamamen kendine mahsus bir yapısı vardır. Kur’ân-ı Kerîm sûrelere, sûreler de âyetlere ayrılarak, okuyup anlaşılması ve ezberlenmesi kolaylaştırılmıştır. Bu kolaylıkta, Kur’ân’ın mûcizevî belâğat, fesâhat ve insicâmının da tesiri vardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevâsını oluşturan mevzûlar, başından sonuna kadar yayılmıştır. Bu tertip şekli, tekrarların da katkısıyla Kur’ân’ı okuyan veya dinleyenlerin aynı anda birden çok mevzûyu gözden geçirmeleri, birçok irşad ve îkâza muhâtap olmaları ve çeşitlilik arz eden kendi hayatları ile Kur’ân’ın bu yapısı arasında paralellik görmeleri gibi muhtelif yönlerden daha tesirli, eğitici ve faydalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de farklı uzunluklarda 114 sûre bulunmaktadır. Her sûrenin âyet sayısı farklıdır.
b- Muhtevâsı
Kur’ân-ı Kerîm, bütün asırlara meydan okuyarak bir beyan mûcizesi hâlinde devam etmektedir. Onda bize bir kurtuluş reçetesi mâhiyetinde takdîm edilen temel hususlar kısaca şunlardır:
1. Âmentü (îman esasları), tevhid, Allâh’ın isimleri ve sıfatları, Allâh’ı lâyık olduğu şekliyle tanıtmak, âhiret ahvâli…
2. Amel-i sâlihler; ibadetler, muâmelât, ahlâk, insanların fiilleriyle ilgili hükümler, yani onların neleri yapması ve nelerden uzak durması îcâb ettiği husûsu…
3. İnsanın sûret yapısıyla alâkalı olarak yaratılış safhaları; dünya hayatı, nihâyetinde vefâtı vs… Sîret yapısıyla alâkalı olarak da nefse âit ham vasıflar ile rûha âit kâmil hasletler ve insanın ham vasıftan kâmil vasfa yükselebilmesi için nefs tezkiyesi ile kalp tasfiyesini nasıl gerçekleştireceği…
4. Kâinât manzûmesi; yedi kat semâ, Güneş, Ay, yıldızlar, bunların yaratılışları ve âkıbetleri, tabiat hâdiseleri, gölgenin uzayıp kısalması, yağmur, gece gündüz deverânı, yer ile gök arasında yaşayan varlıklar ve husûsiyetleri…
5. Târihî bilgiler; milletlerin müsbet ve menfî hâllerinin dünya ve âhiretteki durumları, ilâhî intikam tecellîleri, peygamberler ve kavimlerinin kıssalarındaki sayısız hisseler, geçmişten ibretler, hâdiselerin meydana geliş sebepleri ve neticeleri…
6. Bir taraftan ezel, diğer taraftan ebed iklîmine uzanan engin bir tefekkür ve tezekkür deryâsı... Tefekkürden tahassüse intikal…
Kur’ân-ı Kerîm, kalpte derin duyguların meydana gelmesine vesîle olur. Kalp âlemi inkişâf etmiş bir mü’min âyet-i kerîmelere bakarken, dipsiz bir kuyuya bakar gibi öyle derinlere dalar ki oradan nice engin mânâlar çıkarır.
İmâm Süyûtî gibi bâzı âlimler, insan zihninin ulaştığı ve ulaşacağı her türlü bilginin en azından öz olarak veya işaret yoluyla Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığını ifâde ederler. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
“Biz bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (el-En’âm, 38)
“Bu kitabı Sana her şey için bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (en-Nahl, 89)
Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, kıyâmete kadar insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir zenginliktedir. Prof. Dr. M. Hamîdullah bu hususta şöyle der:
“Kur’ân-ı Kerîm, zulme uğramış zayıf insanlardan teşekkül eden ilk İslâm toplumunun ihtiyaçlarına cevap verebildiği gibi Atlantik Okyanusu’ndan Pasifik Okyanusu’na kadar hâkimiyet kurduğu ve yeryüzünün tek ve muazzam bir devleti hâline geldiği devirde de İslâm câmiasının bütün ahlâkî ve hukûkî ihtiyaçlarını karşılamıştır. İşte bu câmia, inanç ve îtikadları, ibadetleri, ictimâî hayatı, sosyal kanunları ve diğer ihtiyaçları ile ilgili bütün bilgileri her zaman için bu kitapta bulabilmiştir.”[8]
c- Mûcize Oluşu
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i hem kendisinin hem de Peygamber Efendimiz’in doğruluğunu ispat eden bir mûcize kılmıştır. Bu sebeple onun mûcizevî yönleri saymakla bitmez.[9] O, kıyâmete kadar zamanı geldikçe esrârını fâş etmeye devam edecektir. Bugüne kadar idrâk edilebilen mûcizevî yönlerinin bir kısmı şöyledir:
- Kur’ân-ı Kerîm’in, bir benzerini meydana getirmeleri husûsunda bütün insanlara meydan okuması,
- Kur’ân-ı Kerîm’e karşı koyup onunla yarış etmeleri için birçok sebep olmasına ve buna şiddetle ihtiyaç duymalarına rağmen müşriklerin Kur’ân’a nazîre getiremeyişleri,
- Bilinen edebî şekillerden farklı olması,[10]
- Hiçbir beşerin ulaşamayacağı derecede belâğatin zirvesinde olan bir nazım, tertip ve telif güzelliğine sahip olması,
- Geçmişe ve geleceğe âit gaybî haberler ihtivâ etmesi ve bunların doğru çıkması,[11]
- Kur’ân-ı Kerîm’in kalplerde meydana getirdiği derûnî ve mânevî tesir. Kur’ân’dan başka hiçbir manzum ya da mensur söz, kulağa geldiğinde, korku ve dehşet hâlinde bile olsa, kalbe lezzet ve tatlılık vermez. Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediğinde ise gönüller huzur duyar ve kalpler açılır.[12] İnsan onun hazzını aldığında derinden sarsılır, içini huşû kaplar, tüyleri diken diken olur ve kalbi heyecanla çarpmaya başlar. Kur’ân, onun nefsi ile içinde gizlediği köklü inançları arasına girer. Allah Rasûlü’nün nice düşmanı vardır ki, onu öldürme niyetiyle gelmiş, Kur’ân’ı işitince hiç vakit geçirmeden ilk düşüncesinden vazgeçmiş, İslâm’a girmiş ve düşmanlığı dostluğa, küfrü îmâna dönüşmüştür.[13]
- Ümmî bir kimse vâsıtasıyla tebliğ edilmesi,[14]
- Mânâlarının doğruluğu,
- Lâfızlarındaki fesâhatin birbirini izlemesi,[15]
- Kur’ân’ın kendisine has mûsikîsi,
- Tarihi (nüzûlü, cem’i vs…),
- Lüzumsuz söz ve kelime bulunmaması,
- İlmî hakîkatleri ihtivâ etmesi…[16] İlmî hakîkatlerden bahsetme husûsunda Kur’ân-ı Kerîm hep önden gidiyor, ilim onu tasdîk ederek ardından tâkip ediyor. Astronomi, Emriyoloji, Tıp gibi ilim dallarıyla alâkalı hususlarda bunun pek çok misâli mevcuttur.
İmâm Süyûtî’ye göre, Kur’ân’ın mûcizevî yönleri çoktur ve sınırlandırılamaz. Kendisi bu hususta kaleme aldığı üç ciltlik eserinde otuz beş madde zikretmiştir.[17]
Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî yönlerini anlamak için geniş bir ilim, kültür ve belâğat kâbiliyetine ihtiyaç yoktur. Onu tefekkür ederek okuyan her insan, kültürü ve eğitimi ne olursa olsun, mûcizevî yapısını kolayca fark edebilir.[18] Onun, sonsuz kudret sahibi bir Yaratıcı’nın kelâmı olduğunu, bir beşer tarafından söylenemeyeceğini derhâl anlar.
1. Fesâhat ve Belâğati
Kur’ân-ı Kerîm’in indiği toplum, edebiyâtın zirvesinde idi. Panayırlarda herkesin huzûrunda belâğat ve fesâhat müsâbakaları yapılırdı. Toplum yediden yetmişe güzel söz ve şiirle meşgul olurdu. Buna rağmen bütün edebiyat ustaları, Kur’ân-ı Kerîm’in belâğat, fesâhat ve hârikulâde nazmı karşısında çaresizlikten kıvranmış, sükûtun derinliklerine gömülmek zorunda kalmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm onlara karşı defalarca meydan okudu, bütün yardımcılarını çağırıp Kur’ân’ın âyetlerine benzeyen bir söz getirmelerini istedi. Bu açık meydan okumaya rağmen, o gururuna düşkün, enâniyeti uğruna canını, malını ve bütün âilesini fedâ eden Araplar cevap veremediler.
Bir gün Mekke müşriklerinden Velîd bin Muğîre Peygamber Efendimiz’e gelmişti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona Kur’ân-ı Kerîm’den bâzı bölümler okudu. Velîd’in kalbi biraz İslâm’a yumuşamıştı. Onun bu hâlini haber alan Ebû Cehil, yanına geldi ve:
“–Amca, kavmin sana vermek üzere mal topluyor. Zira sen Muhammed’e gidip mal istemişsin!” dedi. Velîd:
“–Kureyş beni iyi bilir ki malı en çok olanlardan biriyim.” dedi. Ebû Cehil:
“–O hâlde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki senin onu inkâr ettiğini ve ondan hoşlanmadığını kavmin bilsin!” dedi. Velîd:
“–Ne söyleyeyim? Vallâhi, içinizde şiiri benden iyi bilen kimse yoktur, recezi[19], kasîdeyi benden daha iyi bilen yoktur. Vallâhi onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallâhi, onun söylediğinde bir tatlılık var, onun apayrı bir lezzeti var, bütün sözleri yıkıp geçiyor ve hepsinin üstüne çıkıyor, hiçbir söz onun üstüne çıkamıyor!” dedi.
Ebû Cehil ısrar etti:
“–Sen onun aleyhine bir şey söylemedikçe kavmin râzı olmayacak!” dedi. O da:
“–Bırak beni biraz düşüneyim!” dedi. Sonra da:
“–Bu nakledilen bir sihirdir.” diyebildi. (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 468)
Onun bu hâli, Kur’ân-ı Kerîm’de bütün canlılığı ile şöyle tasvir edilir:
“O düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı. Derken suratını astı, kaşlarını çattı. En sonunda kibrini yenemeyip sırt çevirdi: «Bu, nakledilen bir sihirdir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir.» dedi.” (el-Müddessir, 18-25)
Müslümanların sayısının hızla artması ve Hazret-i Hamza, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- gibi bahâdırların İslâm’a girmesi üzerine müşrikler iyice telâşa kapıldılar. Bir toplantı yaparak İslâm’ın yükselişine mânî olmak için çâreler düşündüler:
“−Muhammed’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehânette, şiirde en âlimimizi ona gönderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler.
Bu iş için Utbe bin Rebîa’yı seçerek Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce yapmış olduğu mal, makam, kadın gibi teklifleri, fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sözleri bitinceye kadar onu sessizce dinledi. Sonra da künyesiyle hitâb ederek:
“−Ebû’l-Velîd! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu. Utbe:
“–Evet!” deyince Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Şimdi de sen beni dinle!” buyurdu.
Besmele çekerek Fussilet Sûresi’ni okumaya başladı. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:
“−Ey Ebû’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdu.
Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, kendisini gören müşrikler:
“−Vallâhi Ebû’l-Velîd, gittiğinden çok farklı bir yüzle dönüyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler. Yanlarına vardığında heyecanla:
“−Ne oldu, anlatsana?” dediler. Utbe:
“−Vallâhi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:
«Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: Ben sizi, Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım ile îkâz ettim.»[20] dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tuttum. Durması için akrabâlığımızın hakkını ileri sürerek yemin ettim. Zira Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim için üzerimize azâb ineceğinden korktum.
Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! O’nu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer O’nu Araplar öldürürse, başkası vâsıtasıyla O’ndan kurtulmuş olursunuz. Şâyet O, Araplara hâkim olursa, O’nun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, O’nun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mes‘ûdu olursunuz!” dedi.
Kureyşliler:
“−Ebû’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:
“−Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın!” karşılığını verdi. (İbn-i Hişâm, I, 313-314; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112)
Hicretin 9. senesinde Medîne’ye her taraftan heyetler gelmeye başlamıştı. Bu esnâda, Benî Ukayl kabilesinden Ebû Harb bin Huveylid de, Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona Kur’ân-ı Kerîm okudu ve İslâm’ı anlattı. Kur’ân-ı Kerîm ve İslâm karşısında hayran kalan Ebû Harb:
“–Vallâhi Sen, ya Allâh’a, ya da Allâh’a kavuşana kavuşmuşsun! Sen öyle sözler söylüyorsun ki, doğrusu, biz onun gibi güzel bir söz hiç işitmedik...” dedi.[21]
Kur’ân-ı Kerîm nâzil olmadan evvel, edebiyat fuarlarında çok şiddetli fesâhat ve belâğat yarışmaları yapılıyordu. Buna rağmen hiç kimse; “Bir benzerini hazırlayıp da Kur’ân ile mücâdele edelim.” diyemedi. Bu meşhur edebiyatçılar, inen âyet-i kerîmelerin Hak’tan geldiğini vicdânen kabul ettikleri hâlde, sırf nefsâniyetleri sebebiyle reddediyorlardı. Kur’ân’ın Allâh’ın kitâbı olduğunu kabûl ediyorlar, fakat -hâşâ- Allâh’ın irâdesine ve takdîrine yanlışlık izâfe ediyorlardı. Onların, nefsâniyete bürünmüş akıllarınca, Kur’ân, zengin olmayan, yetim ve öksüz birine değil; ya Mekke’nin zenginlerinden Velîd bin Muğîre’ye ya da Tâif’in zenginlerinden Amr bin Umeyr’e indirilmeliydi. Nitekim Velîd bin Muğîre şöyle demişti:
“−Kureyş’in büyüğü ve efendisi olan ben, yahut Sakîf’in ulusu Amr bin Umeyr dururken, Kur’ân Muhammed’e mi inecek?!..” (İbn-i Hişâm, I, 385. Krş. ez-Zuhruf, 31)
Hâlbuki kulların Hak katındaki kıymeti, ne zenginlikle ne de soylulukladır; ancak takvâ iledir. Kaldı ki, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, soy cihetiyle de onların en şereflisi idi.
Meşhur Arap şâirlerinden ve ediplerinden Ebu’l-Alâ el-Maarrî, Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizeliği husûsunda şöyle der:
“İlhâda sapanlar, hidâyete kavuşanlar, orta hâlden ayrılanlar ve doğru yolu bulanlar, bütün bunların hepsi, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in getirdiği mûcizevî Kitâb’ın, her şeyi mağlup ettiğinde ittifak etmişlerdir… Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği bir âyet-i kerîme veya onun bir kısmı, her ne zaman en fasih bir sözün arasına konulacak olsa, bu âyet, karanlığın ortasında parlayan bir yıldız gibi kendini göstermektedir…”
Kur’ân’ın, tesirinden hiçbir şey kaybetmeden günümüze kadar gelen mûcizevî bir kitap olduğuna delil arandığında, tecrübe ve müşâhededen daha açık ve daha bağlayıcı bir delil bulmak mümkün değildir. Zira ilk nâzil olmaya başladığı günden zamanımıza kadar, Kur’ân’a meydan okuyabilen kimse çıkmamıştır. Böyle bir şeyi tecrübe etmek isteyenler de bütün insanlığın huzurunda rezil olarak kıyâmete kadar kendilerinden ayrılmayacak bir âr yüklenmişlerdir.[22]
2. Gaybdan Haber Vermesi
Kur’ân-ı Kerîm, gayba dâir pek çok haberler ve işaretler ihtivâ eder. Onda geçmişe, hâle ve geleceğe dâir işaretler, bilgiler ve atıflar mevcuttur.[23]
İnsanın ilk yaratılış sahnesini, burada cereyan eden hâdiseleri (Embriyoloji), önceki toplumları, onların hayat hikâyelerini, kendilerine gönderilen peygamberler ile münâsebetlerini anlatması, mâzîye âit gayb haberleridir.
Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyeti, sıfatları, fiilleri, melekler, cinler ve kabir âlemi, Cennet ve Cehennem ile alâkalı haberler, bilhassa ehl-i kitâb, münâfık ve müşriklerin içlerinden geçirdikleri hîle ve tuzaklar ile psikolojik yapılarını anlatan âyetler de nüzul zamanıyla alâkalı gaybî bilgilerdir.
Gayba dâir haberlerin en mühimleri ise, gelecekte cereyan edecek hâdiselerin bildirilmesidir. Bu haberlerin, aynen bildirildiği gibi tahakkuk ettiğini tarih de tasdik edince, Kur’ân-ı Kerîm’in, “Allâmu’l-Ğuyûb” yani gaybları tam olarak ve en iyi şekilde bilen Allah Teâlâ tarafından indirildiğinde şüphe kalmamıştır. Geleceğe dâir gaybî haberlerin bir kısmı şöyledir:
Firavun, ordusuyla Hazret-i Mûsâ’yı tâkip ederken deniz yarılmış, Mûsâ -aleyhisselâm- ve yanındakiler selâmetle karşıya geçmiş, Firavun ve askerleri de boğulmuştu. Firavun, Kızıldeniz’in girdaplarında boğulmak üzere iken mecbur kalarak îman halkasına tutunmak istedi. Allah Teâlâ ona şöyle buyurdu:
“Şimdi mi (îmân ediyorsun)?! Hâlbuki sen, bundan evvel isyân etmiş, dâimâ fesatçılardan olmuştun! (Ey Firavun!) Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak (karada yüksek bir yere atıp bozulmaktan) kurtaracağız ki, arkandan geleceklere bir ibret olasın! (Bununla beraber) insanlardan birçoğu, bizim âyetlerimizden cidden gâfildirler.” (Yûnus, 91-92)
Yakın bir zaman önce yapılan araştırmalarda Firavun’un cesedi bulundu. Şu anda bu ceset, secde vaziyetinde Londra’daki British Museum’da 94. salonda sergilenmektedir. Üzerinden binlerce sene geçmesine rağmen çürümemiş, insanlara ibret olması için Cenâb-ı Hak tarafından muhâfaza edilmiştir.
Hristiyan olan Rumlar ile mecûsî olan İranlılar arasında bir harp vukû bulmuş ve mecûsîler gâlip gelmişti. Bundan istifade etmek isteyen müşrikler, müslümanlara:
“–İlâhî kitap sâyesinde üstün geleceğinizi sanıyordunuz. İşte mecûsîler, Kitap ehli olan Rumları yendiler.” diyerek onların îman ve azimlerini kırmaya çalıştılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, müşriklere hüzün, mü’minlere sürur verecek olan şu âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu:
“Elif. Lâm. Mîm. Rumlar yenildi; en yakın yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra gâlip geleceklerdir, birkaç yıl içinde (3 ile 9 yıl arasında). İşler önceden de sonradan da Allâh’a âittir. O gün mü’minler Allâh’ın yardımıyla sevinirler. O mutlak gâliptir, merhamet ve ihsan sahibidir.” (er-Rûm, 1-5)
O sırada Rumlar öyle zayıf düşmüşlerdi ki, hiç kimse, bellerini kıran bu mağlûbiyetin ardından tekrar gâlip gelebileceklerine ihtimâl vermiyordu. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, kuvvetli bir te’kidle şöyle buyuruyordu:
“Bu, Allâh’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm, 6)
Nihayet Cenâb-ı Hak, vaadini gerçekleştirdi. Tarihçilerin ittifâkıyla dokuz seneden az bir zaman içinde Rumlar İranlılara gâlip geldiler. Aynı gün, müslümanlar da Bedir Gazvesi’nde müşriklere karşı zafer kazanıp sevindiler.[24] Bu da 4. ve 5. âyet-i kerîmelerde haber verilen ikinci bir mûcizeydi.
Yine Kur’ân-ı Kerîm, Bedir Savaşı’nda düşman ordusunun mağlup edileceğini[25], bir müddet sonra müslümanların muzaffer olup Mekke’yi fethedeceğini[26] haber verdi. Bunlar da aynen tahakkuk etti. Buna benzer daha pek çok misal mevcuttur.[27]
Peygamber Efendimiz’in, kendisi açısından gayb alanına giren bu tür haberleri vahye istinâd etmeden, önceden haber vermesi imkânsızdır. O hâlde Kur’ân-ı Kerîm Allâh’ın kelâmıdır ve bütün ifadeleri en doğrudur.
3. İlmî Keşiflere Işık Tutması
Esas maksadı insanı hidâyete erdirmek olan Kur’ân-ı Kerîm’in çok sayıdaki âyetinde, bilhassa tevhid akìdesine dikkat çekmek üzere tabiat ilimlerinin sahasına giren konularda verdiği özlü bilgilerin, daha sonra modern ilim tarafından da keşfedilmesi, onun ayrı bir mûcizevî yönünü teşkil etmektedir. Yani Kur’ân-ı Kerîm dâimâ önde gidiyor, ilim ise onu ardından tâkip ediyor.
Âyet-i kerîmede, ilmî araştırmalar yapan, Allâh’ın tabiata ve ictimâî hayata koymuş olduğu değişmez kanunları keşfetmeye çalışan âlimlerin, neticede Kur’ân’ın vahiy mahsulü bir kitap olduğunu görecekleri ifade edilir.[28] Diğer bir âyete göre[29] Kur’ân-ı Kerîm, ileride ortaya çıkacak bâzı bilgilere işaret ediyor. İnkârcılar ise Kur’ân’ın üslûbunu incelemeden ve geleceğe dâir verdiği haberlerin gerçekleşmesini beklemeden hemen körü körüne onu yalanlamaya kalkıyorlar.[30]
İlmî keşiflere ışık tutması, Kur’ân-ı Kerîm’in kıyâmete kadar bütün zaman ve mekânlarda devam edecek ayrı bir mûcizesidir. Kur’ân-ı Kerîm’in ihtişâmını, her seferinde yeniden ispat edip durmaktadır. Nitekim sürekli artarak devâm eden ilmî terakkîler, bu bilgileri devamlı teyid ve tasdik etmektedir. Misâl kabîlinden şunları zikredebiliriz:
Parmak izlerini inceleyen ilim dalı (Daktiloskopi), parmak uçlarının ömür boyunca hiç değişmeden aynı kaldığını; hiçbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkine benzemediğini ortaya koymuştur. Bu sebeple emniyet ve hukukta en güvenilir hüviyet tespiti, parmak iziyle yapılmaktadır. Bu hakîkat, 19. asrın sonlarında keşfedilip kendisinden istifâde edilmeye başlanmıştır. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm parmak uçlarının bu husûsiyetine asırlar öncesinden şöyle dikkat çekmiştir:
“İnsan, Biz’im, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız; onun parmak uçlarını (بَنَانَهُ) bile bütün incelikleriyle yeniden düzenlemeye gücümüz yeter!” (el-Kıyâme, 3-4)
Tayland, Cayn-Mayn Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tajaket Tajason, azapla alâkalı bir çalışma yapmış ve şu neticelere ulaşmıştı:
Azâbın uzun müddet devâm edebilmesi için, deriler ateşte yanıp hissiyat yok olduğunda, onlara yeniden aynı kâbiliyeti kazandırmak gerekir. Çünkü azap, deriler üzerinde gerçekleştiği için, deriler yana yana içindeki sinirler tahriş olur ve devre dışı kalır ki bu, azâbın artık hissedilmemesi demektir. Zira beyin, idâre ettiği hissetme işini deri vâsıtasıyla yapmaktadır.
Bu ilmî neticelere varan Tajason’a bir gün şu âyet-i kerîme gösterildi:
“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri yarın ateşe atacağız! Onların derileri yandıkça, başka derilerle değiştiririz ki, azâbı tatsınlar! Allah dâimâ üstün ve Hakîm’dir.” (en-Nisâ, 56)
Âyet-i kerîme, Tajason’a şok tesiri yaptı. Kur’ân-ı Kerîm’in bir beşer kelâmı olamayacağını îtirâf etti. Memleketine döndüğünde yaptığı ilk konferansında talebelerinden beş kişi îmân etti. Nihâyet kendisi de Riyad’da yapılan sekizinci tıp kongresinde kelime-i şehâdet getirdikten sonra sevinçle; “Ben de müslüman oldum!” diye haykırdı ve bundan sonraki ömrünü Kur’ân’a adadı.
Kur’ân-ı Kerîm’de 14 asır evvel şöyle buyrulmuştur:
“…Ne yerde ne gökte zerre (atom) ağırlığınca bir şey Rabb’inden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın!” (Yûnus, 61)
Âyet-i kerîmede atomdan daha küçük varlıklardan bahsedilmektedir. Hâlbuki atomun parçalanabileceği, daha yakın zamanda keşfedilmiştir. Daha önce atomun, maddenin parçalanamayan en küçük parçası olduğu zannediliyordu.
Büyük İslam mütefekkiri Mevlânâ Hazretleri de (1207 – 1273) asırlar evvel bu hakîkati şöyle haber vermiştir:
“Bir zerreyi (atomu) kesersen, içinde bir güneş ve güneş etrafında dönen gezegenler bulursun!”
Mevlânâ Hazretleri’nin Mecâlis-i Seb‘a, Fîhi Mâ Fîh ve Mesnevî isimli eserlerini Fransızca’ya tercüme eden Eva De Vitray Meyerovitch, Mevlânâ’nın mesajlarındaki şifreleri çözmeyi başarmış ender şahsiyetlerden biridir. O şöyle diyor:
“Söylemekten gurur duyuyorum, Mevlânâ’nın son çevirdiğim eseri benim 10 yılımı aldı. Hârikulâde güzel ve büyük bir eserdir bu...
Düşünün, Mevlânâ, «Atomu keserseniz güneş sistemini bulursunuz.» diyor. İçinde ve çevresinde dönen gezegenler bulunduğunu söylüyor. Ama dikkat etmek gerektiğini de ifade ediyor. Zira bu atomlar ağızlarını açtıklarında, bütün dünyayı yok edebilecek bir ateşin çıkacağını ilâve ediyor. Görüldüğü gibi, 13. asırda atom bombasının tehlikelerinden söz ediyor. Dokuz gezegenin bulunduğunu söylüyor. Hâlbuki bilim bunu ancak 1930’da ortaya koyabildi. Daha önceleri yedi gezegenin bulunduğu sanılıyordu... Batı’da Güneş’in Dünya çevresinde döndüğü söylenirken, Mevlânâ Dünya’nın öbür gezegenler gibi, küçük bir gezegen olduğunu söylüyor. Hattâ gerçekten hârikulâde başka şeyler de söylüyor. Dünyada yaşayan bütün canlılar yıldızların etkisindedir. Güneş; bitkilere ve hayvanlara tesir eder, Ay, denize tesir eder gibi ve dahası bilinmeyen birçok şey daha söylüyor…”[31]
Mevlânâ Hazretleri, bütün ilmini, irfânını ve feyzini Kur’ân-ı Kerîm’den ve Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden almıştı.
Âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız.” (ez-Zâriyât, 49)
“Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allâh’ı tesbîh ve takdîs ederim!” (Yâsîn, 36. Ayrıca bkz. er-Ra‘d, 3)
İlim adamları son zamanlarda keşfetmişlerdir ki, insanlar ve hayvanlar nasıl çiftse, bitkiler ve diğer varlıklar da hep çift çift yaratılmıştır. Atomlar bile çifttir. Onların bir kısmı artı bir kısmı eksi yüklüdür. Meselâ artı elektrik eksi elektriğe akar, ışık yanar; artı bulut eksi buluta akar, yağmur yağar. Bu ilâhî kânun bütün mahlûkâta şâmildir.
Yakın zamanlarda kâinâtın genişlediği, galaksilerin birbirinden muazzam bir hızla uzaklaştığı keşfedildi. Bu kanuna göre koskoca galaksiler, aralarındaki uzaklıkla doğru orantılı bir şekilde birbirinden uzaklaşmaktadır. Meselâ, bizden 10 milyon ışık yılı uzaktaki bir galaksi, saniyede 250 kilometre hızla bizden uzaklaşırken, 10 milyar ışık yılı uzaktaki bir galaksinin uzaklaşma hızı saniyede 250.000 kilometredir.[32]
Bu duruma Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilir:
“Semâyı kendi ellerimizle (kuvvetle ve çok sağlam bir şekilde) Biz binâ ettik ve Biz (onu) elbette genişletmekteyiz.” (ez-Zâriyât, 47)
Ömrünü tüketip patlayan yıldızların parçaları olan göktaşları semânın her tarafına dağılır. Cenâb-ı Hak, Dünya’yı bunlardan muhafaza etmektedir. Jüpiter ve devâsâ çekimi ile Satürn, Dünya için tehlikeli olacak pek çok cismi tutarlar. Zaman zaman bu iki gezegeni aşıp dünyamıza yaklaşan göktaşlarını da Ay çeker. Atmosferi olmadığı için Ay’a düşen her göktaşı yüzeye çarpar. Bu çarpmaların Ay’da meydana getirdiği kraterleri küçük bir dürbünle bile görebiliriz.
Ay engelini de aşan göktaşları, eğer çok büyük değillerse atmosfere girince sürtünme sebebiyle yanmaya başlarlar. “Yıldız kayması” da dediğimiz bu hâdise neticesinde göktaşları, yeryüzüne ulaşamadan Mezosfer tabakası içinde un ufak toz zerreleri hâlinde dağılırlar. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur.[33]
Ayrıca dünyanın hareketinden meydana gelerek onu kuşatan manyetik alan ve atmosferin muhtelif katmanları da, Dünya’yı uzaydan gelen zararlı ışınlardan ve Güneş patlamalarından muhâfaza eder.
Atmosfer bizi uzaydaki eksi 270 dereceyi bulan akıl almaz soğuktan da muhâfaza eder. Meselâ atmosferi olmayan Ay’da hava gece eksi 150 derece, gündüz ise artı 100 derece civarında olur. Çünkü “korunmuş tavan”ı olmadığı için Güneş’ten gelen tüm ısı ve ışık, olduğu gibi Ay yüzeyine düşer.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakîkatlere şöyle işaret edilir:
“Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise, oradaki (Allâh’ın varlığını gösteren) delillerden yüz çeviriyorlar.” (el-Enbiyâ, 32)
Rahmân Sûresi’nin 19 ve 20. âyetlerinde:
“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; birbirine geçip karışmazlar! (Kendi yapılarını muhafaza ederler)” buyrulmuştur. Neml Sûresi’nin 61. âyet-i kerîmesinde de aynı husûsa işaret edilir.
Bu âyetlerde bildirilen hakîkat, asrımızda anlaşılan bir Kur’ân mucizesidir. Son keşiflerde Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nun birleştiği Cebel-i Târık Boğazı’nda, suların birbirine karışmasına mânî olan sudan bir perdenin olduğu tespit edilmiştir. Böylece iki denizin suyu birbirine karışmamakta, her iki taraf da aslî karakterini muhafaza etmektedir. Aynı türden bir su engeli 1960’lı yıllarda Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda da keşfedildi. İlmî açıklamaya göre, tuzluluk oranları ve yoğunlukları farklı iki su kütlesi, “yüzey gerilimi” denen bir husûsiyet sayesinde birbirine karışmıyordu.
Bu yaratılış mûcizesinin en büyük faydası, farklı sularda farklı canlıların yaşamasına münâsip vasatın sağlanmasıdır.
Yukarıda bahsedilen su engeli, tatlı su nehirlerinin denize döküldüğü haliç ve deltalarda görülür. Hem üst hem de dip akıntılarıyla birbirlerine karışması son derece kolay görülen nehirler, denizlere döküldükleri noktalarda asla tuzlu su ile karışmazlar. Cenâb-ı Hak bu iki su arasına birbirine karışmama kanununu koymasa idi, yeryüzündeki tatlı su nehirleri tuzlu deniz suyu ile karışır, içlerindeki ve çevrelerindeki canlılarla birlikte yok olup giderlerdi.
Âyet-i kerîmede buna şöyle dikkat çekilir:
“İki deryayı salıveren O’dur; şu tatlı, susuzluğu giderir, şu tuzlu ve acı bir sudur. Aralarına da karışmalarına mânî olan bir engel, aşılmaz bir sınır koymuştur.” (el-Furkân, 53)
Okyanusların dibine inmek, neredeyse uzaya çıkmak kadar zor bir meseledir. İnsanlar, bu iş için yapılmış husûsî araçlar olmadan ancak 70 metre kadar derinlere dalabilirler, bundan sonrası imkânsızdır. Bu sebeple denizlerin 200 metre kadar aşağısı neredeyse karanlık, 1000 metreden sonrası ise tamamen koyu bir karanlıktır.
Cenâb-ı Hak bizlere deniz diplerinin, kendi elimizi bile göremeyeceğimiz kadar karanlık olduğunu 1400 sene evvel şöyle haber vermiştir:
“Yahut engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir (kâfirlerin hâli… Öyle bir deniz) ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut... Birbiri üzerine yığılmış karanlıklar... İnsan, elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahî göremez. Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan nasîbi yoktur.” (en-Nûr, 40)
Âyet-i kerîmenin başındaki “Engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor” ifadesi ise bambaşka ve yine yakın zamanda keşfedilen ilmî bir hakîkati haber vermektedir: İç dalgalar…
Okyanus suları derinlere inildikçe birbirinden farklı yoğunlukta tabakalardan teşekkül etmiştir. Bu tabakalar arasında tıpkı okyanus yüzeyindeki gibi dalgalar meydana gelmektedir. Bunlara “dip dalgalar” veya “iç dalgalar” ismi verilir. Bu dalgalar çıplak gözle görülemezler. Ancak, su tabakaları arasındaki sıcaklık ve tuz oranı farkları ölçülerek anlaşılabilirler.
Bütün bu yeni keşifler, hep Kur’ân-ı Kerîm’i tasdik hâlindedir…
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- denizci olmadığı gibi, denizde seyahat etmiş de değildir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de denizlerle ilgili bu ve benzeri âyetler mevcuttur. Bunlar üzerinde tefekkür ettiğimizde, Kur’ân-ı Kerîm’in vahiyden başka bir yolla Peygamber Efendimiz’e gelemeyeceğine kanaat getiririz. Zira bir manzara tasviri yapan kişi, ancak yaşadığı veya gezip gördüğü çevredeki unsurları kullanabilir. Kur’ân-ı Kerîm, çöllerle kaplı bir bölgeye indiği hâlde, onda daha çok çoşkun akan nehirlerden, yemyeşil manzaralardan, toprağa can veren yağmur yüklü bulutlardan, bağlardan, bahçelerden, dağlardan ve denizlerden bahsedilir.
Kur’ân-ı Kerîm, kâfirin hâlini, semâya doğru yükselirken kalbi sıkışıp daralan bir insanın durumuna benzetir.[34]
Bugün ilmî keşifler, yükseğe çıkıldıkça hava yoğunluğunun azaldığını, basıncın düştüğünü ve oksijenin azaldığını ortaya koymuştur. Bu sebeple insan yükseldikçe, nefes almakta zorlanır, sadrı daralıp sıkışır.
Âyet-i kerîmede bu mânâyı ifâde eden kelimenin telâffuzu ve mûsıkîsi de aynı mânâyı âdeta tatbikî olarak insana yaşatmaktadır.
Peygamber Efendimiz’in devrinde yükseklere çıkacak bir vâsıta olmadığı gibi, bulunduğu coğrafyada çok yüksek dağlar bile yoktu. O hâlde böyle bir teşbih ve ifâde, ancak her şeyi bilen Allah Teâlâ’ya âit olabilir.
On dört asır evvel nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur:
“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık...” (el-Hicr, 22)
Bu âyet-i kerîmenin inişinden asırlar sonra, rüzgârların bitkileri ve bulutları aşıladığı keşfedilmiştir.
Rüzgârlara, “yoğunlaşma çekirdeği” ismi verilen toz zerreciklerini taşımak gibi mühim bir vazife verilmiştir. Deryaların üzerinden kalkan tuz zerrecikleri, çöllerden savrulan tozlar, yanardağların püskürttüğü küller, rüzgâr vâsıtasıyla atmosferin üst tabakalarına kadar taşınır. Bunlarla havadaki su buharı aşılanarak su zerreleri hâline gelir. Bunlar olmasa, su buharı yoğunlaşamaz ve dolayısıyla insanlar da yağmurdan mahrum kalır.
Yine, yeryüzündeki sayısız bitki türüne ait polenler, çiçek tozları ve tohumlar, rüzgârlar vasıtasıyla birinden diğerine taşınır. Böylece bitkilerin döllenerek çoğalması, neslini devam ettirmesi ve çiçek, meyve, sebze gibi ürünlerini vermesi sağlanır.
Cenâb-ı Hak, bulutların ağır olduğunu ifâde buyurur.[35] İlim adamları bulutlardan yağan yağmuru hesaplamışlar, mesela 50 km2lik bir alanı 1 santim kalınlığında kaplayacak yağmurun ağırlığı yarım milyon ton kadar çıkmıştır. Tek bir yağmur bulutunun da 300.000 ton ağırlığında olabileceğini ifade etmişlerdir.
Nûr Sûresi’nin 43. âyet-i kerîmesinde de dolu ile şimşeğe ve ikisi arasındaki münâsebete işaret edilir.
Kur’ân-ı Kerîm, bunlar gibi daha pek çok ilmî hakîkate işaret etmiştir ki bunların bir kısmı keşfedilmiş, bir kısmı da hâlâ keşfedilmeyi beklemektedir.[36]
Dipnotlar:
[1] İbn-i Kesîr, Tefsîr, [en-Nisâ, 163]; İbn-i Nedîm, Fihrist, Tahran 1966, s. 24. [2] Hıtâmuhû misk: Sona erişi, nihâyeti misk kokusu gibi güzel olan, en güzel kısmı en sonunda bulunan şeyler için kullanılan bir ifadedir. Mutaffifîn Sûresi’nin 26. âyet-i kerîmesinde zikredilir. [3] el-Alâk, 1-5; el-Kalem, 1; el-Bakara, 2; ez-Zuhruf, 2; ed-Duhân, 2. [4] Müslümanların, Kur’ân-ı Kerîm’i muhâfaza edip bugüne kadar naklederken kullandığı usûl ve metodların ne kadar sağlam olduğunu görmek için şu eserlere müracaat edilebilir: Prof. Dr. M. M. el-A’zamî, The History of the Qur’anic Text from Revelation to Compilation: A Comparative Study with the Old and New Testaments, Leicester: UK Islamic Academy, 2003 (Kur’an Tarihi: Eski ve Yeni Ahit ile Karşılaştırmalı bir Araştırma, İstanbul 2006); Prof. Dr. M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, İstanbul 2000 (Le Saint Coran’ın giriş kısmı). [5] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 16. [6] Bkz. Müslim, Cuma 49-52, Müsâfirîn 142; Ebû Dâvûd, Büyû 36/3416; İbn-i Mâce, Salât 178; Ahmed, III, 432, IV, 9; İbn-i Hacer, İsâbe, no: 2546 [Râfî’ bin Mâlik mad.]; İbn-i İshâk, Sîret, s. 128… [7] Kur’ân-ı Kerîm’in ezberlenerek muhâfaza edilmesinin yanında yazılı olarak da bize kadar geldiğini gösteren pek çok delilden ikisi şöyledir:
1) Türkiye’nin eski Diyanet İşleri Başkanı Dr. Tayyar Altıkulaç, 10 yıllık çalışma neticesinde orijinal 4 mushaf ile günümüz Kur’ân-ı Kerîm’ini kelime kelime ve harf harf kontrol ederek, aralarında herhangi bir farkın olmadığını ispat etmiştir. Orijinali Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ve Peygamber Efendimiz’in ashâbından Halife Hazret-i Osman’a izafe edilen Mushaf-ı Şerif’in IRCICA tarafından hazırlanan husûsî faksimile (tıpkıbasım) nüshası ile bugün dünyanın her yerinde okunmakta olan Kur’ân-ı Kerîm’i kelime kelime, harf harf, hattâ diş diş kontrol ettiğini ve arada herhangi bir farkın olmadığını tespit ettiğini anlatan Altıkulaç, aynı çalışmayı Kâhire’de bulunan ve yine Hazret-i Osman’a ait olduğu söylenen el-Meşhedü’l-Hüseynî mushafı üzerinde de yaptığını kaydetti. Taşkent, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bulunan mushaflar üzerinde de aynı çalışmayı yürüttüğünü ifâde eden Altıkulaç şöyle dedi:
“–Bunlar hep ayrı ayrı coğrafyalarda henüz hicretin birinci asrı içinde yazılmış mushaflar. Mushaflar birbirleriyle tam bir benzerlik içinde oldukları gibi, dünyanın her yerinde okunan Kur’ân-ı Kerîm’lerle de aynı benzerliği gösteriyorlar. Küçük, basit, esasla alâkası olmayan bâzı imlâ farklılıkları var ama esası ilgilendiren hiçbir şey yok. Ne fazla, ne eksik! Bunu, müslümanlar için çok mühim bir sonuç olarak değerlendiriyorum.” (http://www.habervaktim.com/haber/136521/kurani_kerimin_degismedigi_ispatlandi.html 14.08.2010)
2) İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde 5 Eylül 2010 tarihinde “1400. yılında Kur’ân-ı Kerîm Sergisi” ismiyle bir sergi açıldı. Burada Kur’ân-ı Kerîm’in ceylan derisi üzerine yazılmış ilk nüshaları sergilendi. (http://www.habervaktim.com/haber/136864/iste_kuranin_ilk_nushalari.html, 16.08.2010) [8] M. Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi (Le Saint Coran’ın giriş kısmı), s. 23. [9] Tafsîlât için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Rahmet Esintileri, İstanbul 2010, s. 221-372. [10] Rummânî, en-Nüket fî İ‘câzi’l-Kur’ân (Selâsü Resâil fî İ‘câzi’l-Kur’ân içinde, nşr. Muhammed Halefullah - Muhammed Zağlûl Sellâm), Kahire, ts., s. 101. [11] Kadı Iyâz, eş-Şifâ bi-Ta‘rîfi Hukûki’l-Mustafâ, Mısır 1995, I, 227-247. [12] Prof. Dr. Seyyid Kutup, Kur’ân-ı Kerîm’in gönüllere tesiriyle alâkalı şöyle bir hâtırasını nakleder: “Yaklaşık on beş sene önceydi (1948 yılları). Biz altı müslümandık. Bir Mısır gemisiyle Atlas Okyanusu’nun engin suları üzerinden New York’a gidiyorduk. Kadınlı-erkekli yüz yirmi yabancı yolcunun içinde bizden başka müslüman yoktu. Okyanusun üzerindeyken Cuma vakti geldi. Bir İngiliz olan gemi kaptanı, Cuma namazımızı kılmamıza izin verdi. Geminin “vazife” başında bulunmayan müslüman tayfalarına, aşçılarına ve hizmetçilerine de bizimle namaz kılmaları için izin verdi. Müslüman personel buna çok sevinmişti. Çünkü gemide ilk olarak Cuma namazı kılınıyordu. Cuma hutbesini ben okudum ve namazı da ben kıldırdım. Yabancı yolcuların çoğu etrafımızda halkalanmış, namaz kılışımızı seyrediyorlardı!.. Namazdan sonra yabancı yolcuların çoğu, “Duânız kabul olsun.” diyerek bizi tebrik etmeye geldiler. Zira onların namazımızdan anladıkları en ileri şey duâydı! Yalnız bu kalabalığın içinden, Yugoslavyalı hristiyan bir hanım, hâdiseden ciddî bir şekilde etkilenmiş ve ibadetimizin tesirinde kalmıştı. Duygularına hâkim olamıyor, gözyaşlarını tutamıyordu. Yanımıza gelerek, gönülden bir sıcaklıkla bizi tebrik etti. Düzgün olmayan bir İngilizce ile konuşuyor, bizim namazımızın derin tesiriyle, namazdaki huşû, intizam ve mânevî hava ile kendinden geçtiğini ifade ediyordu! [13] Hattâbî, Beyânü İ‘câzi’l-Kur’ân, s. 24, 64. Süyûtî, el-İtkân, IV, 14-16. [14] Bâkıllânî, İ’câzü’l-Kur’ân, Beyrut 1988, s. 50-68. [15] Süyûtî, el-İtkân, IV, 9. [16] Râfiî, İ‘câzu’l-Kur’ân, s. 131 vd. [17] Süyûtî, Mu’tereku’l-Akrân fî İ‘câzi’l-Kur’ân, I, 3. [18] Bûtî, Ravâi‘, s. 160. [19] Recez: Arap şiirindeki aruz bahirlerinden biridir. [20] Fussilet, 13. [21] İbn-i Sa’d, I, 302-303; İbn-i Esir, Kâmil, II, 286; İbn-i Haldun, Târih, II, 2, 51. [22] Bkz. Bûtî, Ravâi’, s. 126, 129, 130; Karaçam, İsmâil, Sonsuz Mu’cize Kur’ân, s. 159-175; Hacımüftüoğlu, Nasrullah, Kur’ân’ın Belâğati ve İ‘câzı Üzerine, s. 58-62, 90. [23] Salah Abdülfettah Hâlidî, el-Beyan fî İ‘câzi’l-Kur’ân, Ammân 1991, s. 234; Yavuz, “İ‘câzü’l-Kur’ân”, DİA, XXI, 405. [24] Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 30/3191-3194; Ahmed, I, 276; Kurtubî, el-Câmi, XIV, 3. [25] el-Kamer, 45. [26] el-Feth, 16, 27. Bâzı misaller için bkz. Yûsuf el-Hâc Ahmed, Mevsûatü’l-İ‘câzi’l-İlmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm ve’s-Sünneti’l-Mutahhara, Dımeşk, 2003, s. 20-24. [27] Tafsîlat için bkz. Osman Nûri Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 279-293. [28] Bkz. Sebe’, 6. [29] Bkz. Yûnus, 39. [30] Alûsî, Rûhu’l-Meânî, XI, 119-120, (Yûnus, 39). [31] http://www.medyapazari.com/turkiye/atom-bombasinin-tehlikelerinden-haberdar.html [32] Prof. Dr. Osman Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, İstanbul 2005, s. 28. [33] Çakmak, a.g.e., s. 94, 127. [34] Bkz. el-En‘âm, 125. [35] el-A‘râf, 57. [36] Kur’ân ve ilim mevzuunda tafsilât için bkz. Osman Nûri Topbaş, Rahmet Esintileri (Genişletilmiş yeni baskı), İstanbul 2010, s. 293-372 (http://www.islamiyayinlar.net/content/view/106/8/); Dr. Maurice Bucaille, La Bible le Coran et la science: les ecritures saintes examinees a la lumiere des connaissances modernes, Paris: Seghers, 1980 (The Bible, the Qur’an and science, trc. Alastair D. Pannell, Karaçi, t.y.); Afzalurrahman, Quranic Sciences, London 1981; Prof. Dr. Ömer Çelik, Tek Kaynak İki Irmak: Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, İstanbul 2009; İmâduddin Halil, “The Qur’an and Modern Science: Observations on Methodology”, The American Journal of Islamic Social Sciences, 1991, Vol. 8, No. 1, s. 1-13; Prof. Dr. Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, İstanbul 1996; M. Sinan Adalı, Kur’an Mucizeleri, İstanbul 2010.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları