Kıyamet Gününde Hiç Tanımadığınız Biri Sizden Davacı Olabilir

Maddî ve manevi açlık nedir? Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l- münker» yani «iyiliği tavsiye etmek ve kötülükten men‘ etmenin fazileti ve önemi nedir? Bu konuyu Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- nasıl anlatıyor? Bizden kimler neden davacı olacak? Hak dostlarından hikmet ve şefkat tabloları...

Maddî açlık mâlûmdur. Hepimiz gıdâya muhtacız. Kur’ân-ı Kerim’de «yemek yedirmek» husûsuna çok temas edilmiştir. Cehennem ehline;

“–Sizi cehenneme düşüren nedir?” diye sorulduğunda, verdikleri cevaplardan biri de;

“–Biz yoksulu doyurmazdık!” itirafıdır. (Bkz. el-Müddessir, 37-47)

Mânevî açlık ise; cehâlet, eğitimsizlik ve gaflet gibi hâllerdir. Açları doyurmak nasıl vazifemiz ise; mânen aç, irşâda muhtaç kimselere ulaşmak, onların hidâyete ve takvâya erişmelerine yardımcı olmak, onlara mârûfu emredip, onları kötülükten sakındırmak da bizim vazifemizdir.

Bu vazifenin ihmâlinin uhrevî mes’ûliyetini Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

(Ashâb-ı kiram arasında şu hakikati) duyardık:

Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırır ve;

«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der.

Yakasına yapışan kişi de;

«–Dünyada iken beni hata ve çirkin işler üzerinde görürdün de; îkāz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.” (Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, III, 164/3506; Rudânî, Cem‘u’l-Fevâid, V, 384)

Bu vazifeyi îfâ ederken; kaba ve sert şekilde davranmamak, şefkatle tebliğ ve merhametle irşâd etmek lâzımdır.

Bu zahmetli yolda; ayıpları örtmek, affedicilik ve müsamaha da çok mühimdir.

MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ HAZRETLERİ VE ŞARHOŞ

Bir gün Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin dergâhının kapısına, üstü başı istifra içinde bir sarhoş gelip dayandı. Tekkenin hizmetkârları, sarhoşluğundan dolayı bu adamı hışımla karşılayıp;

“–Ne istiyorsun?” diye sordular.

Dili dolaşık vaziyette cevapladı:

“–Mevlânâ Hazretleri’ni göreceğim!”

Hizmetkârlar adamı içeriye sokmadıkları gibi;

“–Utanmıyor musun bu hâlinle bir de dergâh kapısına gelmişsin?!.” dediler ve başlarından savdılar.

Sarhoş, içeri alınmadığı kapının önünde yere yığıldı ve ağlamaya başladı.

Bir müddet sonra Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri tekkeden çıktı. Kapı önünde ağlayan o sarhoşu görünce, eğilip mübârek elleriyle onun başını okşadıktan sonra sordu:

“–Evlâdım, neyin var? Niye ağlıyorsun? Bu dergâh; insanları muzdarip etmek ve onlara ümitsizlik aşılamak için değil, bilâkis ferahlatmak ve ümit vermek için kurulmuştur. Derdini söyle ki derman olayım…”

Sarhoş, nemli gözleriyle Hazret-i Mevlânâ’ya baktı ve;

“–Efendi Hazretleri! Ben sana kurban olayım! Huzûruna gelip sohbetini dinlemek istedim. Lâkin kapıdaki adamlar beni içeriye almadılar. Aksine, bir sürü hakaret ederek beni kovdular.” dedi.

Mevlânâ Hazretleri, etrafına toplanan müridleri üzerinde bir müddet heybetli nazarlarını gezdirdi. «Kim kovdu bu bîçâreyi?» suâline gerek kalmadan, bir mürid îzâha başladı:

“–Efendi Hazretleri! Sarhoş işte! Ne yaptığını bilmiyor! Şu hâliyle huzûr-i saâdetlerinize çıkmak istedi ve bunda da ısrar etti. Ben de kendisine; «Git evine. Böyle Efendimiz’in huzûruna çıkamazsın. Ayıldığın zaman gelirsin.» diyerek uzaklaştırmaya çalıştım, fakat dinletemedim. Kapının dibine yığıldı kaldı. Bu çirkin hâl ile huzûrunuza çıkmasına nasıl müsaade edebilirdim?..”

Mevlânâ Hazretleri, sitem ve serzeniş dolu bir nazarla cevap verdi:

“–Evlâtlarım! Bu garibin bedeni sarhoş. Sizinse rûhunuz!..

Onun, şu sarhoş hâliyle tekkemizin yolunu nasıl olup da bulabildiğini takdir etmeyi de mi düşünemediniz?

Tamirciye eşyanın bozuğu gittiği gibi doktora da hastalar gider. Siz bu dergâhın mânevî bir şifâhâne olduğunu unutmayınız.

Alın bu garibi, tekkenin hamamında bir güzel yıkayın. Kirli esvaplarını atın, ona yeni giyecekler verin. Siz onun zâhirini temizleyin; bâtınını, yani rûhî temizliğini de Allâh’ın lutfuyla bizden bekleyin…”

Bu hâdiseye benzer bir başka hâdise de şöyledir:

Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnasında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu âdetâ tartaklayarak dışarı çıkarmak isterler. Mevlânâ Hazretleri, derhâl onu bırakmalarını emreder ve ilâve eder:

“–Şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş gibi davranıyorsunuz!”

ÜSTADININ KAPISINA GELEN VİRANE

Bir başka şefkat tablosu:

Ramazanoğlu Mahmud Sâmi -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği bir buhran dolayısıyla zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette üstâdının kapısına gelir. Kapıyı açan kişi;

“–Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca bitkin ve bîçâre adamcağız;

“–Beni merhametle kucaklayacak başka bir kapı mı var ki!..” diyerek çaresizliğini dile getirir.

Olup biteni içeriden işiten Sâmi Efendi; hemen kapıya gelir ve o gönlü yaralı talebesini içeriye buyur ederek, gönül sarayına alır. Onun vîrâne olmuş gönlünü merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu gönül inceliği üslûbu ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla sâlihler zümresine dâhil olur.

Bu kıssalar; bir Hak dostunun, bir dergâh hâline getirdiği gönlünü ne güzel temâşâ ettirir.

Diğer bir misal:

Hüdâyî Vakfı’nın ilk kurulduğu zamanlar, Ramazân-ı şeriflerde iftarlar verilirdi. Bir iftar vakti sofraya, iki sarhoş geldi. İftarda bulunanlardan bazıları dedi ki:

“–Bu mübârek vakitte, bu mânevî sofrayı ağzı kokulu sarhoşlarla kirletmeyelim. Onları içeri almayalım! Mâneviyâtı bozmasınlar!..”

Diğer bir kısım kardeşler de;

“–Bugün bu iki kişiye, Allâh’ın gönderdiği «iki aç kul» nazarıyla bakalım. Onları kabul edelim.” dedi.

Neticede onlar o sofraya kabul edildiler.

O sarhoşlardan biri olan Abdülkadir Efendi; zamanla tevbe ve istiğfâr etti, Hüdâyî Camii’nin bodrumunu mesken eyledi. Hâlbuki o mekân, o zamanlar haşeratla dolu bir yerdi.

Bir gün kendisine;

“−Nasılsın Abdülkadir Efendi?” diye sordum.

Cevâben;

“−Hocam, ne kadar çile varsa hepsini yaşadım. Girip çıkmadığım hiçbir çirkef kalmadı. Şimdi ise Hüdâyî kapısında o kadar mesudum ki, saâdetin aslını tattım. Senelerce ne yazık ki sefâletimi saâdet zannetmişim.” dedi.

Yine bir gün, öğle vakti kendisine rastladım. Elinde yemek tabağı ile Hüdâyî yemekhânesinden, Hüdâyî Camii’nin bodrum katına iniyordu. Kendisine, yemeği niçin yemekhânede yemeyip caminin bodrumuna götürdüğünü sordum:

“−Bu benim iftar yemeğim. Artık çok şükür pazartesi perşembe oruçlarına devam ediyorum.” cevabını verdi.

Allâh’ın lutfuyla; «Nereden nereye?..» dediren bir mesafe katetmişti.

Bir başka zaman da kendisine;

“−Artık yakında Huzur Yurdu’na taşınacaksınız. Orada sıcak odanız, rahat yatağınız olacak. Bir de bodrumdaki haşerattan kurtulacaksınız.” dedim.

O ise müstağnî bir tavırla;

“−Yok.” dedi:

“–Ben hâlimden memnunum. Ben buradaki rûhânî havayla gıdâlanıyorum. Beni burası irşâd etti. Ayrıca bodrumdaki yılan ve akreplerle de artık dost oldum!” dedi.

Bir başka zaman kendisini uçakta gördüm. Bir hayırseverin yardımıyla umre ibâdetine gidiyordu. Yanlışlıkla fazla bilet kesildiğinden, yolcu fazlası vardı. Abdülkadir Efendi ayakta kalmıştı. Derken kabin vazifelileri gelip, onu fiyatı normalden çok daha pahalı olan «first class» denilen lüks kısma yerleştirdiler… Cenâb-ı Hak, onun niyet temizliğine ve samimiyetine mukabil, bu tevbekâr kulunu «birinci sınıf»ta misafir etmişti.

Yine bir gün onunla Ravza-i Mutah­ha­ra’da iftar sofrasında karşılaştım. Kendisine;

“−Nerede kalıyorsunuz?” diye sordum.

O ise mütebessim bir çehreyle;

“−Ben kimin misafiriyim? Dünya üzerinde Ravza’dan güzel bir barınak var mı? Bütün vaktimi burada geçiriyorum.” karşılığını verdi.

Velhâsıl; bir mü’minin bir sarhoşa bakış tarzı, onda bir hidâyet nûru görebilmektir. Günaha olan buğzu, günahkâra aksettirmemektir. Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfu olan hidâyet nûru, bu şefkat ve merhametle muamelenin olduğu yerde tecellî eder.

ONU BU HALDE BIRAKMAK ZİKRE HÜRMETSİZLİK OLURDU

Nakledildiğine göre İbrahim bin Edhem Hazretleri, sızmış hâldeki bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamıştı. Taaccüp ederek, bunu niçin yaptığını soranlara da;

“–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, (zikre) hürmetsizlik olurdu… Onu öyle bırakmaya gönlüm râzı olmadı.” demişti.

Adam ayıldığında ona;

“–Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem senin ağzını yıkadı…” dediler.

Bu durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü de uyandı ve;

“–Öyleyse ben de tevbe ettim…” dedi.

Böyle bir ıslaha vesile olan İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne rüyasında Hak katından şöyle nidâ edildi:

“–Sen Biz’im için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Mayıs, Sayı: 219

İslam ve İhsan

EMRİ BİL MARUF NEHYİ ANİL MÜNKER NEDİR?

Emri Bil Maruf Nehyi Anil Münker Nedir?

MEVLANA HAZRETLERİ KİMDİR?

Mevlana Hazretleri Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.