Kıyametin Büyük Alametleri
Kıyametin büyük alametleri nelerdir? Kıyametin büyük alametleri gerçekleşti mi? Maddeler halinde kıyametin büyük alametleri.
Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in haber verdiği 10 büyük kıyamet alameti.
10 BÜYÜK KIYAMET ALAMETİ
Bir gün ashâb-ı kirâmdan bazıları, kendi aralarında bir konuyu müzâkere ediyorlardı. Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hangi hususu müzâkere ettiklerini sordu. Onlar da; “kıyâmet mevzuunu” dediler. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:
“On alâmet çıkmadıkça kıyâmet kopmayacaktır:
- Duhân (duman),
- Deccâl,
- Dâbbetü’l-Arz,
- Güneş’in battığı yerden doğması,
- Îsâ bin Meryem’in inişi,
- Ye’cûc ve Me’cûc,
- Doğuda,
- Batıda ve
- Arap yarımadasında yer batması,
- Yemen’den başlayıp insanları haşrolacakları yere sürecek bir ateşin çıkması.” (Müslim, Fiten, 39-40; Ebû Dâvûd, Melâhim, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 28)
İslâm âlimleri, bu hâdiseleri kıyâmetin büyük alâmetleri olarak kabul etmişlerdir. Bu hadîs-i şerîfte, kıyâmetin on büyük alâmeti bir arada zikredilmekle beraber, bu alâmetlerden her biri ile ilgili çeşitli hadîs-i şerîfler de bulunmaktadır.
Kıyâmetle alâkalı bilgiler “gayb” sahasına girer. Gayb hakkındaki bilgiler de ancak Allah Teâlâ’nın veya Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in haber verdiği kadarıyla öğrenilebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de gayb mevzuuna, ehemmiyetine binâen 60 yerde temas edilmektedir. Bu âyetlerde gaybı sadece Allah Teâlâ’nın bileceği anlatılmaktadır. Bunun bir tek istisnâsı vardır. O da yine Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle belirtilmektedir:
“Allah Teâlâ bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarından kimseyi haberdâr etmez. Ancak bildirmeyi dilediği Peygamber müstesnâ…” (el-Cin, 26-27)
İşte kıyâmet, âhiret, Cennet, Cehennem ve daha başka şeyler hakkındaki bilgiler, Cenâb-ı Hak tarafından Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bildirilmiş, O da bunlardan pek çok hususu ümmetine haber vermiştir. Şüphesiz Efendimiz’in ümmetine bildirdikleri, ancak Allah Teâlâ’nın bildirilmesini murâd ettikleridir. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle, beşerî idrak sınırlarını aşan ve ancak nûr-i nübüvvetle kavranabilen hakîkatlere de vâkıf olmuştur. Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebliğine memur olduğu hakîkatlerin dışında kendisine husûsî olarak bildirilen bu bilgileri ümmetine nakletmemiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ben sizin görmediğinizi görürüm ve sizin işitmediğinizi işitirim. Semâ çatırdamaktadır. Onun çatırdaması da hakkıdır. Zira dört parmaklık bir boşluk yoktur ki, orada muhakkak alnını Allah için secdeye koymuş bir melek olmasın. Vallâhi siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Zevcelerinizle meşgul olamaz, yollara dökülür, yüksek sesle Allah’tan yardım isterdiniz...” (Tirmizî, Zühd, 9/2312; İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Yeri gelmişken şunu da ifâde edelim ki; ölüm, kabir, kıyâmet ve âhiretle alâkalı olarak aklın muayyen hudutlarını aşan bilgilerin insanoğluna verilmemiş olması; beşerî hayat nizâmının bozulmaması hikmetine binâen, Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir rahmet tecellîsidir. Zira insanoğluna idrâkini aşan bilgiler de verilmiş olsaydı, o buna tahammül edemeyip cinnete sürüklenir, bu da hayatı yaşanmaz kılardı. Hâlbuki insana verilen ölüm ve ötesine dâir ilâhî ve nebevî bilgiler, hayatın nizâmını bozmak için değil, bilâkis hayatı nizâma sokmak içindir.
Buna rağmen, “zalûm ve cehûl” olan insanoğlu çoğu zaman, kendisine lâzım olan hakîkatlerin peşine düşmek yerine, öğrendiğinde kendisine zarar verecek şeyleri merak edip bilmek ister. Hâlbuki bazı hususları bilmemesi, ona ilâhî bir lûtuf ve rahmettir.
Meselâ bir insan, bir yıl sonra öleceğini öğrenseydi, aklî ve rûhî dengesi alt üst olur, hayatın tadı tuzu kalmaz, âdeta bir yerine bin defa ölüp ölüp dirilirdi. Hâlbuki üç gün sonra öleceğinden habersiz yaşayan bir insan, daha huzurlu, sakin ve mutludur.
İnsanı bekleyen, ölüm, kabir, diriliş, hesap ve Sırat gibi dehşetli yolculuk ve âkıbetin meçhul oluşu, büyük bir heyecan ve endişe sebebidir. İnsan bütün kalbiyle dâimâ bunun tefekkürü içinde kalsa; yiyemez, içemez, ağlamaktan ve yalvarmaktan hayatiyetini sürdüremez hâle düşerdi.
Ancak Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti olarak, bir nebze gaflet ve nisyân ile hayatımıza devam edebiliyoruz. Demek ki belli ölçüde bir gaflet, beşerî hayatın nizâmı için gerekli bir nîmettir. Yanlış olan; bu gafletin hadd-i lâyığını aşmasıdır. Yani ölümden habersiz, sorgu-suâle bîgâne, hesâba-azâba lâkayd, âdeta âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamaktır ki, bunun neticesi de ebedî bir felâket ve hüsrandır.
KIYAMETİN BÜYÜK ALAMETLERİ
Bunun için dînimiz, dâimâ “havf ve recâ”, yani Cenâb-ı Hakk’ın gazabına uğrama korkusuyla O’nun rahmetine nâil olma ümîdinin sağladığı bir gönül dengesi içinde kulluğumuzu yerine getirmemizi tâlim ve telkin etmektedir.
1. Duhân
Kıyâmetin on büyük alâmetinden biri olan “Duhân”, duman demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu isimde bir sûre de vardır. Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kıyâmet alâmeti olarak bahsettiği duman ile bu sûrede zikredilen dumanın aynı şey olup olmadığı hususunda ihtilâf edilmiştir. O sûrede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Şimdi sen, göğün, açık bir duman çıkaracağı günü gözetle. Duman insanları bürüyecektir. Bu, elem verici bir azaptır. (İşte o zaman insanlar:) «Rabbimiz! Bizden azâbı kaldır. Doğrusu biz artık inanıyoruz.» (derler). Nerede onlarda öğüt almak? Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir Elçi gelmişti.” (ed-Duhân, 10-13)
Bu âyetle ilgili iki farklı görüş vardır:
Birinci görüş:
Abdullah bin Mes’ût -radıyallâhu anh- ve çoğunluğun anlayışına göre Mekkeli müşriklerin Müslümanlara yönelik eziyetlerini artırdığını gören Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onların kıtlıkla cezalandırılması için Allâh’a duâ etmiş, Allah Teâlâ da duâsını kabul etmişti. Böylece Mekke halkı büyük bir kıtlığa dûçâr oldu. Bu kıtlıkta leş ve kemik yemek zorunda kalan ve açlıktan gözlerinde fer kalmayan Mekkeli müşrikler, etrafı duman kaplamış gibi görüyorlardı. Bunun üzerine Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e müracaat ederek bu felâketin kaldırılması için Allâh’a duâ etmesini istemişler, kıtlık sona erdiği takdirde îmân edeceklerine dair söz vermişlerdi.
Fakat o bedbaht müşrikler, Rasûlullâh’ın duâsı üzerine sıkıntıları hafifleyince tekrar Müslümanlara hakaret ve eziyete başladılar. Abdullah bin Mes’ûd’a göre, Duhân Sûresi’nde geçen dumandan maksat, o zaman müşriklerin açlıktan etrafı dumanlı görmeleridir.
İbn-i Mes’ût -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
Kureyş Kavmi İslâm’a girmekte ağır davranmıştı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onların aleyhine duâ ettiler de onları bir kıtlık yakaladı. Öyle ki o yıl helâk oldular, leş yediler, kemik kemirdiler. Ebû Süfyân, Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine geldi ve:
“–Ey Muhammed! Sen’in getirdiklerin arasında sıla-i rahim (akrabayla ilgilenmek) de var. Hâlbuki Sen’in kavmin helâk olmuş vaziyettedir. Artık Allâh’a duâ et!” dedi.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz veya İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-:
“O hâlde semânın apâşikar bir duman getireceği günü gözetle!”[1] âyetini okudu.
Sonra Kureyşliler tekrar kâfirliklerine döndüler. Bu dönüşlerinin cezası da Allah Teâlâ’nın şu buyruğunda ifâde edilmektedir:
“Fakat Biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, kesinlikle intikâmımızı alırız.” (ed-Duhân, 16)
Bu intikam, Bedir günü olmuştur.
Râvîlerden biri olan Mansûr, şunu ilâve etmiştir:
“Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâ ettiler de onlara yağmur ihsân olundu. Yedi gün yedi gece bol miktarda yağmura nâil oldular. Bu kez insanlar yağmurun çokluğundan şikâyet ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
«Allâh’ım, etrafımıza yağdır; üzerimize değil!” diye duâ buyurdular. Başlarının üzerindeki bulutlar derhâl açılıverdi ve civar bölgelerdeki insanların üzerine yağmur yağdı.”[2]
Burada şu hususa da dikkat etmek lâzımdır ki; âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz müşriklere, kendisine eziyet ettikleri için değil, İslâm’ı yalanlamaları ve Allâh’a başkaldırmaları sebebiyle bedduâ etmişlerdir. Nitekim îmân ile şereflenmeleri ümidiyle de üzerlerindeki iptilânın kaldırılması için duâ buyurmuşlardır. Yani Efendimiz’in bütün derdi ve arzusu, insanlığın ebedî kurtuluşuydu.
İkinci görüş:
Abdullah bin Abbâs ve Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhum- gibi bazı ashâba göre ise bu “duhân”, kıyâmetten önce dünyayı saracak olan bir dumandır. İbn-i Kesîr gibi bazı müfessirler de bu görüşü tercih etmişlerdir.
Buna göre kıyâmet yaklaştığı zaman gökten yeryüzüne bir duman inecek, bütün Dünya’yı saracak ve kırk gün devam edecektir. Yeryüzü aşırı derecede ısınacaktır. Mü’minler bu dumandan -hafif nezleye tutulmuş gibi- çok az etkilenecek, kâfir ve münâfıklar ise şiddetle sarsılacak, âdeta sarhoşa döneceklerdir.[3]
2. Deccâl
Yalancı, hilekâr, hakkı bâtıla, iyiyi kötüye karıştıran kimse mânâsına gelen “Deccâl” hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de bir bilgi bulunmamaktadır. Deccâl’in âhir zamanda ortaya çıkacağı, Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği birtakım imkân ve kâbiliyetlerle hârikulâde hünerler sergileyeceği ve böylece bazı insanları saptıracak bir yalancı ve sahtekâr olduğunu ise hadîs-i şerîflerden öğrenmekteyiz.
Nevvâs ibn-i Sem’ân -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Bir sabah Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Deccâl’den uzun uzun bahsetti. Sonunda yorulup sesini alçalttı. Sonra tekrar yüksek sesle konuştu. Biz O’nun anlatışına bakarak Deccâl’in Medîne civârındaki hurmalıklara gelip dayandığını zannettik. Tekrar yanına gittiğimiz zaman üzüntümüzü anlayıp:
“–Hayrola, bu ne hâl?” buyurdular.
Biz de:
“–Yâ Rasûlâllah! Sabahleyin Deccâl’den bahsettiniz. Kâh alçak sesle kâh yüksek sesle konuştuğunuz için, biz onun hurmalıklara gelip dayandığını sandık.” dedik.
Bunun üzerine şöyle buyurdular:
“–Sizin adınıza Deccâl’den başka şeylerden daha çok korkuyorum. Şayet Deccâl, ben aranızdayken çıkarsa, onun oyununu bozar, delillerini çürütürüm. Eğer ben aranızdan ayrıldıktan sonra çıkarsa, artık herkes kendini ona karşı savunup korumalıdır. Zaten Allah Teâlâ mü’minleri onun kötülüklerinden koruyacaktır.
Deccâl; kıvırcık saçlı, patlak gözlü, (câhiliye devrinde ölen) Abdüluzzâ bin Katan’a benzeyen bir gençtir. Sizden onu gören, Kehf Sûresi’nin baş (ve son) tarafından onar âyet okusun.
O, Şam ile Irak arasındaki bir yerden çıkacak. Sağa-sola, her yana kötülüğünü yayacaktır. Ey Allâh’ın kulları, îmânınızı koruyup direnin!”
“–Yâ Rasûlâllah! Deccâl’in yeryüzünde kalma süresi ne kadardır?” diye sorduk. Şöyle buyurdular:
“–Kırk gündür. Bir günü bir yıl kadar, bir başka günü bir ay kadar, bir diğer günü de bir hafta kadardır; geri kalan günleri ise sizin bildiğiniz günler gibidir.”
Biz yine:
“–Yâ Rasûlâllah! Bir yıl kadar olan günde, kılacağımız bir günlük namaz kâfî gelecek mi?” dedik.
“–Hayır, siz namaz vakitlerini ona göre takdir ve hesap ediniz!” buyurdular.
Biz bu defa:
“–Yâ Resûlâllah! Onun yeryüzündeki sürati ne kadardır?” diye sorduk. Şöyle buyurdular:
“–Rüzgârın sürüklediği bulut gibi insanların yanından geçer. İlâh olduğunu söyleyerek insanların kendisine îman etmelerini ister, onlar da îman ederler. Göğe yağmur yağdırmasını emreder, yağmur yağar. Yere bitki bitirmesini emreder, otlar, çayırlar biter. İnsanların otlatmaya gönderdikleri hayvanları daha gösterişli, semiz ve sütleri daha bol olarak döner.
Daha sonra başka insanların yanına giderek onları kendine inanmaya davet eder. Fakat onlar kendisine inanmayıp teklifini geri çevirirler. Deccâl de yanlarından ayrılıp gider. Lâkin sabahleyin suları çekilip çayır ve çimenleri kurur, hayvanları da helâk olur.
Deccâl, bir ören yerine uğrayıp; «Definelerini ortaya çıkar!» der. O harâbedeki defineler, arı beyinin peşinden giden arılar gibi Deccâl’in arkasından gider.
Sonra Deccâl, babayiğit bir genci yanına çağırıp onu kılıcıyla ikiye biçer; vücudunun her parçası bir yana düşer. Ardından ona seslenir. Delikanlı gülümseyen bir çehreyle ona doğru gelir.
Deccâl böyle işler yaparken, Allah Teâlâ, Mesîh bin Meryem -aleyhisselâm-’ı gönderir.
Mesîh, boyanmış iki elbise içinde, ellerini iki meleğin kanatları üzerine koyarak Dımaşk’ın doğusundaki Akminare’nin yanına iner. Mesîh, parıldayan yüzüyle başını yere eğince saçlarından terler damlar, başını kaldırınca inci gibi nûrânî damlalar dökülür. Onun nefesini koklayan kâfir derhâl ölür. Nefesi, baktığı yere ânında ulaşır.
Mesîh, Deccâl’in peşine düşer, onu (Kudüs yakınındaki) Bâbülüd’de yakalayıp öldürür. Sonra Îsâ -aleyhisselâm-, Allah Teâlâ’nın kendilerini Deccâl’in şerrinden koruduğu birtakım insanların yanına gelir, onların yüzlerini okşayarak Deccâl fitnesinin sona erdiğini söyler ve kendilerine Cennet’teki yüksek derecelerini haber verir…” (Müslim, Fiten, 110)[4]
- Deccâl Fitnesi
Şüphesiz Deccâl fitnesi, insanoğlunun yeryüzünde göreceği en büyük fitnedir. Nitekim Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Hazret-i Âdem’in yaratıldığı zamandan kıyâmetin kopacağı âna kadar Deccâl’den daha büyük bir fitne yoktur.” buyurmuşlardır. (Müslim, Fiten 126)[5]
Bu sebeple bütün peygamberler ümmetlerine bu fitneden söz etmiş ve onları îkaz buyurmuşlardır.[6] Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Deccâl’in fitnesinden Allâh’a sığınmış, dolayısıyla bizim de ondan Cenâb-ı Hakk’a sığınmamızı tavsiye etmiştir.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, büyük Deccâl’den önce “ümmetinden otuz kadar yalancı Deccâl” çıkacağını, bunların kendilerini peygamber olarak tanıtıp “Ben Allâh’ın elçisiyim” diyeceklerini haber vermiştir.[7] Gerçekten de tarih boyunca, anlatılan cinsten nice yalancılar çıkmış, Allah Teâlâ onların hepsini kahreylemiştir. Büyük Deccâl de şüphesiz aynı âkıbete uğrayacak, rezil ve zelil olacaktır.
Rib’î bin Hırâş şöyle anlatır:
Ebû Mes’ûd el-Ensârî -radıyallâhu anh- ile birlikte Huzeyfe ibn-i Yemân’ın yanına gittim. Ebû Mes’ûd ona:
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den Deccâl hakkında duyduklarını söyleyebilir misin!” dedi. Huzeyfe -radıyallâhu anh- da şunları söyledi:
“Deccâl, yanında bir su ve bir de ateş olduğu hâlde ortaya çıkacak. Bazılarının onun yanında gördüğü su, gerçekte su olmayıp yakıcı ateştir. Bazılarının onun yanında gördüğü ateş de gerçekte ateş olmayıp, soğuk ve tatlı bir sudur. Sizden Deccâl’e kim yetişirse, ateş olarak gördüğü tarafta bulunsun. Zira o, tatlı, içimi güzel bir sudur.” (Buhârî, Enbiyâ 50, Fiten 26; Müslim, Fiten 105, 108)
Sahîh-i Müslim’de geçen bir rivâyete göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Ben Deccâl’in yanında ne bulunduğunu iyi bilirim. Onun beraberinde iki nehir vardır. Biri beyaz su gibi görünür, diğeri yanan ateş gibi. Bir kimse Deccâl’e yetişirse, ateş şeklinde gördüğü nehre gelip gözünü yumsun. Sonra başını eğerek ondan içsin. Çünkü o soğuk sudur.” buyurmuştur.
Daha başka rivâyetlerde, “Deccâl’in yanında Cennet ve Cehennem’e benzer iki şey bulunduğu, onun Cennet dediği şeyin ateş, yani Cehennem olduğu” da belirtilmektedir. (Bkz. Müslim, Fiten, 109)
Nemrûd’un dağ gibi ateşini İbrahim -aleyhisselâm-’a gül bahçesi yapan Allah Teâlâ, Deccâl’e kanmayan, onun oyununa gelmeyen îmanlı kişilere bu sahtekârın sözde ateşini, tatlı ve serin bir su yapacaktır. Onun ateşi, mü’minlere hiçbir zarar veremeyecektir.
Muhtemelen Deccâl, insanları sağlam bir imtihandan geçirmesi, gerçek mü’minle öyle olmayanı birbirinden ayırması için, kendisine büyük imkânlar verilmiş büyük bir fitnecidir. Mü’minler Deccâl’i yalanlamalı; yanındaki ateş gibi, Cehennem gibi görünen şeyden korkmamalıdır. Zira o, aslında ateş değil rahmettir; Cehennem değil, Cennet’tir.[8]
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Mekke ile Medîne dışında, Deccâl’in ayak basmadığı bir yer kalmaz. Mekke ile Medîne’nin bütün yollarında saf tutmuş melekler bu iki şehri korur. Deccâl; kumlu, çorak bir yere iner. Ardından Medîne üç defa sarsılır; Allah Teâlâ orada bulunan kâfir ve münâfıkları dışarı çıkarır.” (Müslim, Fiten, 123)[9]
Deccâl’in yeryüzünde Mekke ile Medîne dışındaki bütün yerleşim bölgelerini dolaşacağını, dolayısıyla herkesin onunla çetin bir imtihana tâbî tutulacağını bu hadîs-i şerîf açıkça beyan etmektedir. Allah Teâlâ iki harem bölgesini, yani Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvere’yi ve dolayısıyla orayı terk etmeyen samimî müslümanları Deccâl’den koruyacaktır.
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“İsfahan Yahudîlerinden taylasanlı yetmiş bin kişi Deccâl’in ardından gider.” (Müslim, Fiten, 124)
Deccâl’e inanan ve ona değer verenler arasında yahudîler en önde yer alacaklardır. Deccâl, yeryüzünün her yerini dolaşacağı gibi, İsfahan’a da gidecektir. İsfahan yahudîlerinden taylasanlı yetmiş bin kişi ona arka çıkacaktır.
Bir gün Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, içinde Ümmü Şerîk’in de bulunduğu bir mecliste Deccâl’den söz ederek;
“İnsanlar Deccâl’den kaçıp dağlara sığınırlar.” buyurmuşlardı. Yiğit İslâm mücâhidlerinin Deccâl karşısında tutunamayıp kaçmaları Ümmü Şerîk’i hem üzmüş hem de meraklandırmıştı. Bu sebeple:
“–Yâ Resûlâllah! O gün Araplar nerede olacak?” diye sordu.
Allâh’ın Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onlar o gün pek azdır.” buyurmak sûretiyle Deccâl’in karşısında duramayacaklarını, onun şerrinden ve fitnesinden kaçıp kurtulmaya çalışacaklarını ifâde ettiler. (Müslim, Fiten, 125)[10]
- Yedi Şey Gelmeden Önce Acele Ediniz
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Yedi şey gelmeden evvel, sâlih ameller işlemekte acele ediniz! Yoksa siz gerçekten;
1. (İbadeti, helâl ve haram hudutlarını) unutturan fakirlik,
2. Azdıran zenginlik,
3. (Her şeyi) bozup perişan eden hastalık,
4. Aklı ve idrâki zaafa uğratarak saçma-sapan konuşturan ihtiyarlık,
5. Ansızın geliveren ölüm,
6. Gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccâl ve,
7. Kıyâmetten başka bir şey mi beklediğinizi sanıyorsunuz?
Kıyâmet ise, belâsı en müthiş ve en acı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 3/2306)
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle anlatmışlardır:
“Deccâl ortaya çıkınca, mü’minlerden biri onun bulunduğu tarafa doğru gider. Deccâl’in silâhlı adamları onun önüne çıkarak:
«–Nereye gitmek istiyorsun?» diye sorarlar.
«–Şu ortaya çıkan adamın yanına!» der. Deccâlin adamları:
«–Sen bizim Rabbimize inanmıyor musun?» diye sorarlar. O da:
«–Bizim Rabbimiz’in gizli bir yanı yok ki O’nu bırakıp başkasına inanalım.» der. Deccâl’in bazı adamları:
«–Öldürün şunu!» derler. Bir kısmı ise:
«–Tanrınız, haberi olmadan bir kimseyi öldürmeyi yasaklamadı mı!» derler ve o mü’mini Deccâl’in yanına götürürler. O mü’min Deccâl’i görünce diğer mü’minlere:
«–Ey mü’minler! Bu adam Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kendisinden bahsettiği Deccâl’dir!» diye seslenir. O zaman Deccâl adamlarına:
«–Bunu iyice bir dövün!» der. Onu dövmek üzere tutarlar. Deccâl tekrar:
«–Yakalayın şunu, yarın kafasını!» der. Sırtına ve karnına vurarak onu dayaktan geçirirler. Bu defa Deccâl:
«–Bana îmân etmiyor musun?» diye sorar. O mü’min:
«–Sen yalancı Mesîh’sin» der.[11]
Deccâl’in emri üzerine onu testereyle baştan aşağı ikiye biçerler. Deccâl o zâtın ikiye bölünen cesedinin arasından yürüyüp geçtikten sonra ona:
«–Ayağa kalk!» der. O da doğrulup kalkar. Deccâl tekrar:
«–Bana îmân ediyor musun?» diye sorar. O ise:
«–Senin hakkındaki kanaatim iyice pekişti.» dedikten sonra halka dönerek:
«–Ey insanlar! O benden sonra artık kimseyi öldürüp diriltemez!» der.
Deccâl onu kesmek için yakalar. Fakat Allah Teâlâ o mü’minin boynundan köprücük kemiğine kadar olan kısmı bakır hâline dönüştürür. Bu sebeple Deccâl ona bir şey yapamaz. Bunun üzerine Deccâl onu ellerinden ve ayaklarından tutup fırlatır. Halk onu Cehennem’e attığını zanneder. Hâlbuki o Cennet’e atılmıştır.”
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, sözlerini şöyle tamamladılar:
“İşte bu mü’min, Âlemlerin Rabbi’ne göre insanların en büyük şehîdidir.” (Müslim, Fiten, 113)[12]
Deccâl’in mâhiyetini, onun hile ve düzenbazlıklarını çok iyi bilen bu mü’minin, Hızır -aleyhisselâm- olduğunu söyleyenler olmuştur.
Deccâl’in silâhlı adamlarının yanında Deccâl’e meydan okuyan bu şuurlu mü’minin; “Bizim Rabbimiz’in gizli bir yanı yok ki O’nu bırakıp başkasına inanalım!” demesi, mü’minlerin Cenâb-ı Hakk’ı bütün sıfatlarıyla tanıdıklarını, O’nun varlığından, birliğinden ve kudretinden aslâ şüphe etmediklerini, O’nun kusursuz ve mükemmel olduğuna îman ettiklerini ifâde içindir.
Bu durum, fitneler ve mânevî tehlikeler karşısında gönüllerin “mârifetullâh” ile feyizlenmesinin ne kadar mühim olduğunu ortaya koymaktadır. Îman ve irfânıyla Deccâl’in karşısında yiğitçe dik duran o mü’minin hâli, âhir zaman fitneleri ve kıyâmet alâmetlerine dâir Kur’ân ve Sünnet bilgisinin bir mü’mine ne kadar faydalı ve lüzumlu olduğunu da açıkça ortaya koymaktadır.
Bu hadîs-i şerîf, Deccâl belâsının ortaya çıktıktan bir müddet sonra tamamen biteceğini göstermektedir. Dolayısıyla bu fitneyle imtihan edilecek mü’minlerin vazifesi; îmanlarına daha sıkı sarılarak aslâ gevşememek ve korkuya kapılmadan Deccâl’e karşı îman cesaretiyle direnmektir.
- Deccâl’in Vasıfları
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Bütün peygamberler, ümmetlerini yalancı ve kör Deccâl’in tehlikesine karşı uyarmışlardır. Şunu bilin ki, onun bir gözü kördür; ama sizin azîz ve celîl olan Rabbiniz tek gözlü değildir.
Deccâl’in iki gözünün arasına kâfir (ke-fe-re) diye yazılmıştır.” (Buhârî, Fiten 26, Tevhîd 17; Müslim, Fiten 101, 102)[13]
“…Onun bu gözü, üzüm salkımından dışarı fırlamış üzüm tanesi gibidir.” (Buhârî, Fiten 26, Tevhîd 17; Müslim, Îmân, 274)[14]
Bu ve benzeri hadîs-i şerîflerde bildirildiği üzere Deccâl’in bazı vasıflarını şöyle hulâsa edebiliriz:
- Deccâl’in iki gözü de sakattır. Sağ gözü, üzüm salkımından dışarı fırlamış üzüm tanesi gibi patlaktır. Sol gözü ise tamamen siliktir, ışığı sönmüştür, görmez.
- Deccâl’in mü’minler tarafından rahatlıkla görülebilecek, tanınabilecek ve hatırlanabilecek vasıflara sahip olarak yaratılması, Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ bir lûtfudur. Fakat o çetin imtihanla karşılaştığında bu ilâhî lûtfun gereğini yerine getirebilmek, sarsılmaz bir îmâna sahip olan samimî mü’minlerin kârıdır.
- Deccâl’in iki gözünün arasına, onun yalancılığını göstermek üzere, “kâfir” veya “ke-fe-re” diye yazılmıştır. Her mü’min, Arapça okumayı bilmese bile, kalbine doğacak bir ilham ile bu yazıyı anlayıp sezecektir. İlâhî rahmetten nasîbi olmayanlar ise okuma bilseler dahî bu yazıyı göremeyeceklerdir.
- Deccâl’in yanında, kendilerini imtihan ettiği kişilere mükâfat ve cezâ olarak vereceği Cennet ve Cehennem’e benzeyen bir şey vardır. Fakat o yalancının Cennet dediği şey aslında Cehennem’dir. Yani Deccâl’in Cennet dediği yere giren kimse, ona inanmış, oyununa kanmış olduğu için görünüşte Cennet’e, fakat gerçekte Cehennem’e girmiş olacaktır. Ona karşı çıktığı için Deccâl’in Cehennem’ine atılan kimse de aslında Cennet’e girmeyi hak etmiş olacaktır.
- Deccâl’in saçı kıvırcık olup yaşı da oldukça gençtir.
- İri cüsseli, fakat kısa boyludur.[15]
- Deccâl doğu tarafından, muhtemelen Horasan veya İsfahan’dan yahut Şam ile Irak arasında bir yerden çıkacaktır.[16]
- Allah Teâlâ, Mekke ile Medîne’yi meleklerle koruyacağı için Deccâl bu iki mübârek beldeye giremeyecektir.
- Deccâl, kendisinden önce çıkacak olan otuz kadar yalancı deccâl gibi önce; “Ben Allâh’ın elçisiyim.” diyecek,[17] sonra da ilâh olduğunu söyleyecektir.
- Deccâl, zuhûr ettiği zamanda yaşayanlar için ağır bir “îman imtihanı” olacağından, ona, yağmur yağdırma, yeşillikleri kurutma, yer altından defineleri çıkarma gibi büyük imkânlar verilecektir. Deccâl’e verilen bu fevkalâde güçler, îmânı zayıf kimseler için büyük bir tehlike teşkil edecektir.
- Deccâl, yahudî asıllı biri olduğu için,[18] kendisine en çok ilgi gösterip destek verecek olanlar da yahudîler olacaktır.
- Deccâl sadece bir kişiyi testereyle kesip ikiye biçecek, sonra onu diriltecek, buna rağmen o mü’min kendisinin bir yalancı ve Deccâl olduğunu yüzüne haykıracak, bu hâdiseden sonra da Deccâl artık kimseyi öldürüp diriltemeyecektir.
- Deccâl’i Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- öldürecek ve bu büyük fitneye son verecektir.
- Deccâl’den Korunmak İçin
Deccâl fitnesinden Cenâb-ı Hakk’a sığınmak, Peygamber Efendimiz’in ümmetine yaptığı mühim bir tavsiyedir. Nitekim, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Biriniz teşehhüdü bitirdikten sonra şu duâyı okuyarak dört şeyden Allâh’a sığınsın:
“Allâh’ım! Cehennem azâbından, kabir azâbından, hayatın ve ölümün iptilâlarından ve Deccâl fitnesinin şerrinden Sana sığınırım!” (Müslim, Mesâcid, 128)
Ayrıca Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Kehf sûresinin baş tarafından on âyet ezberleyen kimse Deccâl’den korunur.” buyurmuştur. (Müslim, Müsâfirîn, 257; Ebû Dâvûd, Melâhim, 14)
Yine kaynaklarda, Kehf Sûresi’nin sonundan on âyet okumanın tavsiye edildiği de kaydedilmektedir. Bu sûrenin baş tarafındaki ilk on âyette Cenâb-ı Hakk’ın zâtını ve sıfatlarını bilmekten söz edilmekte ve O’nun Ashâb-ı Kehf’i zâlim Dakyanus’un şerrinden koruduğu anlatılmaktadır. Muhtemelen bu alâka sebebiyle, Deccâl’i görenlerin, bu sûrenin ilk on âyetini okumaları tavsiye edilmiştir.[19]
Hadîs-i şerîfte Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;
“Sizin adınıza Deccâl’den başka şeylerden daha çok korkuyorum...”[20] buyurmuş olması, esasen îmânı kuvvetli kimseler için Deccâl’in büyük bir tehlike teşkil etmeyeceğine işaret etmektedir.
Şu hâlde Deccâl fitnesinden korunabilmek için takvâ ehli bir müslüman olmak, ilmiyle amel eden ihlâslı âlimler yetiştirmek, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde bir hayat yaşamak lâzımdır. Zira ancak böyle kimseler, Cenâb-ı Hakk’ın lûtuf ve ihsânı ile Deccâl denen hilekârın karşısında yer alacaklar, ona mağlûp olmayacaklar ve neticede Cennet’i hak edeceklerdir.
Şüphesiz ki Deccâl’i tanımanın en şaşmaz ölçüsü “Kitap ve Sünnet”tir. Dînî bir iddia ile ortaya çıkan insanları dâimâ bu iki ölçüyle mîzân etmek gerekir.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;
“…Eğer Deccâl ben aranızdan ayrıldıktan sonra çıkarsa, artık herkes kendini ona karşı savunup korumalıdır...”[21] buyurması da, her müslümanın dînini iyi bir şekilde öğrenmesi gerektiğini göstermektedir. İslâm’ı iyice öğrenip yaşadıkları takdirde, Deccâl’in büyüğü de küçükleri de müslümanları aldatamayacaktır.
3. Dâbbetü’l-Arz
“Dâbbe”, yeme ve içmeye muhtaç olan varlıklara denir. Dâbbetü’l-arz, “yerden çıkacak canlı” demektir. Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan “Dâbbetü’l-Arz” hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:
“O söz başlarına geldiği (kıyâmet veya azap yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız da, bu onlara, insanların âyetlerimize kesin bir îman getirmemiş olduklarını söyler.” (en-Neml, 82)
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Üç şey vardır ki onlar çıktığı vakit «önceden inanmayan veya îmânıyla bir hayır kazanmayan kimseye, artık îmânı fayda vermez».[22] Bunlar; Güneş’in battığı yerden doğması, Deccâl ve Dâbbetü’l-Arz’dır.” (Müslim, Îman, 249; Ahmed, II, 445)
“Dâbbetü’l-Arz, beraberinde Süleyman -aleyhisselâm-’ın mührü ve Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsı olduğu hâlde çıkar. Mü’minin yüzünü asâ ile parlatır ve kâfirin burnunu mühürle damgalar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine (yüzündeki parlaklıktan dolayı) «Ey mü’min!» der, diğeri de (öbürüne, burnundaki mühür damgası sebebiyle) «Ey kâfir!» der. (Yani mü’min de kâfir de yüzünden tanınır.)” (Tirmizî, Tefsîr, 27/3187; İbn-i Mâce, Fiten, 31)
“Ortaya çıkış itibâriyle kıyâmet(in büyük) alâmetlerinin ilki, Güneş’in battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanlara Dâbbetü’l-Arz’ın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de hemen onun peşinde ve yakındır.” (Müslim, Fiten, 118; Ebû Dâvûd, Melâhim, 12)
Dâbbetü’l-Arz, yerden çıkacak bir canlıdır. Ama bunun nasıl bir canlı olduğu, sahih hadislerde açıklanmamıştır. Konuşarak insanları îkaz edeceği anlaşılmaktadır. Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’in terk edildiği bir zamanda ortaya çıkacağı ve İslâm’dan başka bütün dinlerin bâtıl olduğunu îlân edeceği nakledilmektedir.
Ayrıca bu hâdise, inkâr edenlere, Allah Teâlâ’nın ölüleri nasıl dirilttiğini de açıkça göstermiş olacaktır.
Dâbbe, inkârcılara kıyâmetin yaklaştığını haber verecektir. Allah Teâlâ bu canlıyı konuşturarak, kâfirleri rezil rüsvâ edecektir. Çünkü onlar, en fasih lisân ile konuşan ve insanlığın en şereflisi olan Peygamber Efendimiz’in getirdiği en beliğ kelâmı, yani Kur’ân-ı Kerîm’i kabul etmekten yüz çevirmiş bedbahtlardır. Cenâb-ı Hak da onlara farklı bir canlının lisânından, onların anlayacağı üslûpla hakîkatleri bildirecektir. Kâfirlerin bundan sonra îman etmeleri, artık onlara fayda vermeyecektir.
4. Güneş’in Batıdan Doğması
Güneş’in batıdan doğması, kıyâmetin en büyük alâmetlerinden biridir. Gök cisimleri, kâinat yaratıldığı günden beri çok ince ve hassas bir nizam içinde seyirlerine devam etmektedir.
Nitekim Cenâb-ı Hak da şöyle buyurmaktadır:
“Güneş ve Ay bir hesâba göre (hareket etmekte)dir.” (er-Rahmân, 5)
Hakîkaten Güneş ve Ay, ilâhî kudret ve azametin tecellîleri olarak semâda dönen iki hassas takvimdir. Bütün insanlık, o iki takvime göre vakitlerini tanzim ediyor. Öyle hassas bir takvim ki, bir saniye bile şaşmıyor, en ufak bir takdim-tehir yok.
Oysa günümüzün en ileri teknolojisiyle yapılan bir makine bile, bir müddet sonra eskiyor, ârızalanıyor, neticede kullanılmaz hâle geliyor. Nasıl bir ilâhî azamet tecellîsidir ki Güneş ve Ay, yaratıldıkları andan bugüne kadar saniye bile şaşmadan, kendilerine çizilen rotadan kıl kadar ayrılmadan seyr ü seferine devam ediyor.
Üstelik bu ince nizam, sadece Güneş ve Ay’a mahsus da değil. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede soruyor:
“O ki, birbiriyle âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (el-Mülk, 3)
“Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 4)
Kâinâtın yaratıcısı ve sahibi olan Allah Teâlâ, insanlığın dünya hayatına son vermeyi murâd ettiği zaman, yaratıp kurduğu bu hassas nizâmı, yine kendi irâde ve hesâbı dâhilinde bozacaktır. İşte o zaman Güneş batıdan doğacak, bunu gören insanlar Dünya’nın sonu geldiğini kesin olarak anlayacaklardır. Fakat artık tevbe kapısı kapanmış olacağından, bu idrâk edişin kendilerine hiçbir faydası dokunmayacak; iş işten geçmiş, fırsat elden kaçmış olacaktır.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Güneş batıdan doğuncaya kadar kıyâmet kopmaz. Güneş batıdan doğduğu zaman, insanlar onu görür ve hepsi toptan îmân ederler. İşte bu vakit, şu âyet-i kerîmede bildirilen vakittir:
«…Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış veya îmânında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık îmânı bir fayda sağlamaz.» (el-En‘âm, 158)” (Buhârî, Rikāk, 40; Ahmed, II, 369)[23]
“Güneş batıdan doğmadan önce kim tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder.” (Müslim, Zikir, 43)
“Azîz ve celîl olan Allah, gündüz günah işleyenin tevbesini kabul etmek için gece rahmet kapısını açık tutar; gece günah işleyenin tevbesini kabul etmek için gündüz rahmet kapısını açık tutar. Bu hâl, Güneş batıdan doğuncaya kadar böylece devam eder.” (Müslim, Tevbe, 31)
Demek ki her şeyin kıymeti, zamanında yapılmasına bağlı. Mâdem ki kıyâmet bir gün muhakkak kopacak ve herkes dünyada yapıp ettiklerinden dolayı âhirette mutlakâ hesâba çekilecek, o hâlde yapmamız gereken şey bellidir: O da, hayat devam ederken günahlardan uzaklaşıp samimiyetle tevbe etmek, îmâna sımsıkı sarılmak ve sâlih amellerle, hayır-hasenât ile îmânımızı tahkim ederek onu âdeta yıkılmaz bir kale gibi sağlam hâle getirmektir.
5. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın Nüzûlü
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderilmiştir. Allâh’ın kudretinin bir eseri olarak babasız hâlde dünyaya gelmiş ve kendisine birçok mûcize verilmiştir. İsrâiloğulları önce onu yalancılıkla ithâm etmişler, sonra çarmıha germek istemişler, ancak Allah Teâlâ onu kurtararak kendi katına yükseltmiştir.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:
“Ve «Allâh’ın elçisi Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük» demeleri yüzünden (İsrâiloğulları’nı lânetledik). Hâlbuki onu ne öldürdüler ne de astılar. Fakat (öldürdükleri) onlara Îsâ gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler, bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesinlikle onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (Îsâ’yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (en-Nisâ, 157-158)
“Allah buyurmuştu ki: «Ey Îsâ! Seni vefât ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyâmete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman, ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda Ben hükmedeceğim.»” (Âl-i İmrân, 55)
İslâm âlimleri bu âyetler ışığında Hazret-i Îsâ’nın semâya yükseltildiğinde ittifak etmişlerdir. Fakat bu yükseltilmenin sadece ruhla mı, yoksa ruh ve beden beraber hâlde mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Îsâ’nın yeryüzüne ineceğine işaret eden âyetler vardır. Yukarıda zikrettiklerimize ilâveten, bu âyet-i kerîmelerde de şöyle buyrulmaktadır:
“Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak îmân edecektir. Kıyâmet gününde de o, onlara şahit olacaktır.” (en-Nisâ, 159)
“Şüphesiz ki o (Îsâ -aleyhisselâm-), kıyâmetin (ne zaman kopacağının) bilgisidir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve Bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.” (ez-Zuhruf, 61)
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Meryem oğlu Îsâ’nın adâlet sahibi olarak inmesi yakındır. O inecek, haçı kıracak (Hristiyanlığın hükümsüz olduğunu îlân edecek), domuzu öldürecek,[24] cizyeyi kaldıracak (din olarak sadece İslâm kalacak). O zaman mal o kadar çoğalacak ki, kendisine (zekât ya da sadaka) verilmek istenen kimse onu kabul etmeyecek.” (Buhârî, Büyû‘ 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, Îman 242, 243, 247, Hac 216, Fiten 34, 39, 110)[25]
“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücadeleye kıyâmet gününe kadar devam edecektir. O zaman Meryem oğlu Îsâ da iner. Müslümanların idarecisi;
«–Gel bize namaz kıldır!» der. Fakat Îsâ -aleyhisselâm-;
«–Hayır!» der. «Allâh’ın bu ümmete bir ikrâmı olarak siz birbirinize emîrsiniz!» (buyurur).” (Müslim, Îmân, 247)
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın yeryüzüne ineceğine ve İslâmî hükümleri tatbik edeceğine dair, daha pek çok hadîs-i şerîf bulunmaktadır.[26]
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in son peygamber olması, O’ndan sonra bir peygamber gelmemesi hakîkati ile Îsâ -aleyhisselâm-’ın nüzûlü arasında bir tenâkuz yoktur. Zira Îsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’ın yeni emirlerini tebliğ etmek üzere gelen bir peygamber olarak değil, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in getirdiği dîni yaşayan ve tatbik eden “âdil bir hakem” sıfatıyla yeryüzüne inecektir.
Kaynaklarda, kıyâmete yakın bir vakitte Yahudîlerin Müslümanlarla savaşacağından da bahsedilmektedir. Bunun Hazret-i Îsâ’nın nüzûlünden sonra olacağı kaydedilmektedir.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Mutlakâ yahudîlerle savaşacak ve onları öldüreceksiniz. Hattâ bir kaya bile:
«‒Ey Müslüman, işte bir yahudî! Arkamda saklanıyor; gel, onu öldür!» diyecek.” (Müslim, Fiten, 79-82)
Yani o gün, yahudîlerin arkasına saklandığı her şeyi Allah Teâlâ konuşturacak. Diğer rivâyetlerde de şöyle buyrulmaktadır:
“Yahudîler sizinle savaşacak ve siz onlara gâlip kılınacaksınız…” (Müslim, Fiten, 81)
“Müslümanlarla yahudîler savaşıp, Müslümanlar onları öldürmedikçe kıyâmet kopmaz! Hattâ bir yahudî bir taşın ve ağacın ardına saklanır; ağaç veya taş:
«‒Ey müslüman, ey Allâh’ın kulu! İşte bir yahudî! Arkamda saklanıyor, gel ve onu öldür!» der. Ancak Ğarkad ağacı hâriç. Çünkü o, yahudîlerin ağaçlarındandır.” (Müslim, Fiten, 82. Bkz. Buhârî, Cihâd 94, Menâkıb 25)
Hazret-i Îsâ’nın asıl hedefi, Deccâl ve onun taraftarlarıdır. Deccâl’in yahudî asıllı olması sebebiyle onu en çok yahudîler destekleyecek, bu sebeple de Hazret-i Îsâ’nın hışmına uğrayacak ve yeryüzünden silinip gideceklerdir. Bu da göstermektedir ki yahudî-müslüman mücadelesi o zamana kadar devam edip gidecektir.
6. Ye’cûc ve Me’cûc
Deccâl’den sonra belki de en büyük fitne, “Ye’cûc ve Me’cûc” fitnesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde Ye’cûc ve Me’cûc kavminden söz edilmektedir:
Biri; bozgunculuk yapan Ye’cûc ve Me’cûc kavminin Zülkarneyn -aleyhisselâm-’a şikâyet edilmesi, onun da bu zorbaların bulunduğu yeri demir kütleleriyle tıkayarak bir daha dışarı çıkamayacak şekilde önlerine bir set yapması hâdisesidir.[27]
Diğeri ise, Ye’cûc ve Me’cûc kavminin önündeki seddin açılıp her tepeden akın etmelerini bildiren şu âyet-i kerîmelerdir:
“Ye’cûc ve Me’cûc (sedleri yıkılıp önleri) açıldığı zaman, her dere ve tepeden boşanırlar.” (el-Enbiyâ, 96)
“Ve gerçek vaad (ölüm, kıyâmet) yaklaştığında, inkâr edenlerin gözleri açılıp donakalır: «Eyvah bize! Bundan önce gaflet içindeydik, hem de zâlimdik.» (derler.)” (el-Enbiyâ, 97)
Bu iki kabîle, yeryüzüne dağılacak ve bir süre yeryüzünde bozgunculuk yapacaklardır. Mü’minlerin annesi Zeyneb bint-i Cahş -radıyallâhu anhâ-’nın anlattığına göre, Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün korkudan titreyerek onun yanına girdi ve:
“–Allah’tan başka ilâh yoktur. Yaklaşan şerden dolayı vay Arab’ın hâline! Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddinden şu kadar yer açıldı!” buyurdular ve başparmağı ile şehâdet parmağını birleştirerek halka yaptılar. Bunun üzerine Zeyneb Vâlidemiz:
“–Ey Allâh’ın Resûlü! İçimizde iyiler de olduğu hâlde helâk olur muyuz?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit, evet!” buyurdular. (Buhârî, Fiten 4, 28; Müslim, Fiten, 1)[28]
Bu hadîs-i şerîfin şerhlerine bakıldığında; “günahlar çoğaldığında vukū bulacak helâk”in yalnızca Ye’cûc ve Me’cûc zamanına has olmayıp umûmî bir hüküm olduğu, dolayısıyla kötülüklerin arttığı her zaman için geçerli bulunduğu anlaşılmaktadır.
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“(Îsâ -aleyhisselâm- Deccâl’i öldürdükten sonra) Allah Teâlâ, Îsâ -aleyhisselâm-’a vahyederek; «Kimsenin öldüremeyeceği kullar yarattım; diğer kullarımı toplayıp Tûr’a götür!» buyurur.
Allah Teâlâ, Ye’cûc ve Me’cûc’ü yeryüzüne gönderir. Onlar tepelerden süratle inip giderler. Öncüleri Taberiye Gölü’ne varıp gölün bütün suyunu içer. Arkadan gelenler oraya vardıklarında; «Bir zamanlar burada çok su varmış.» derler.
Îsâ -aleyhisselâm- ile yanında bulunan mü’minler, Tûr Dağı’nda mahsur kalırlar. Onlardan her biri için bir öküz başı, sizin bugünkü paranızla yüz altından daha kıymetli olur. Îsâ -aleyhisselâm- ile yanındaki mü’minler, bu belâdan kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar. Allah Teâlâ da Ye’cûc ve Me’cûc’ün enselerine kurtçuklar musallat eder; hepsi bir anda ölüp giderler.
Ardından Îsâ -aleyhisselâm- ile mü’minler Tûr Dağı’ndan inerler. Ye’cûc ve Me’cûc’ün kokmuş cesetlerinin olmadığı bir karış yer bulamazlar. Îsâ -aleyhisselâm- ile yanındaki mü’minler, bu belâdan da kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar.
Allah Teâlâ, deve boyunları gibi iri kuşlar gönderir. Bu kuşlar, onların kokmuş cesetlerini alarak Cenâb-ı Hakk’ın dilediği yere götürüp atarlar.
Sonra Allah Teâlâ, hiçbir evin ve çadırın engel olamayacağı bol bir yağmur gönderir. Bu yağmur yeryüzünü ayna gibi pırıl pırıl temizler.
Daha sonra yeryüzüne; «Meyveni bitir, bereketini getir.» diye emredilir. O gün bir grup insan, tek bir nar ile doyar, kabuğuyla da gölgelenir. Otlamaya gönderilen hayvanların sütü de bereketlenir. Bir devenin sütü kalabalık bir grubu, bir ineğin sütü bir kabîleyi, bir koyunun sütü bir cemaati doyurur.[29]
Onlar böyle yaşayıp giderken Allah Teâlâ tatlı bir rüzgâr gönderir. Bu rüzgâr onları koltuk altlarından sarmalayıp her mü’min ve müslimin rûhunu alıp götürür. Yeryüzünde insanların en fenaları kalır. Onlar merkepler gibi birbiriyle tepişip herkesin gözü önünde cinsî münâsebette bulunurlar ve kıyâmet onların üzerine kopuverir.” (Müslim, Fiten, 110)[30]
7. Doğuda,
8. Batıda ve
9. Arap Yarımadası’nda Yer Batması
Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, on büyük alâmet zuhûr etmedikçe kıyâmetin kopmayacağını haber verdiği hadîs-i şerîflerinde,[31] doğuda, batıda ve Arap Yarımadası’nda meydana gelecek yer batmalarının, bu alâmetlerin üçü olduğunu beyan buyurmuşlardır.
Nasıl ki kıyâmetin büyük alâmetlerinden önce, onların öncüsü ve habercisi sayılan birtakım küçük alâmetler ortaya çıkarsa, bugüne kadar elbette birçok yer batması hâdisesi de yaşanmıştır. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, kıyâmetin büyük alâmetleri arasında zikrettiği yer batmalarının, bunlardan çok daha büyük ve dehşet verici olacağı ifâde edilmektedir.
10. Yemen veya Hicaz’dan Ateş Çıkması
Kıyâmete yakın bir zamanda Yemen taraflarında veya Hicaz’da büyük bir ateş ortaya çıkacak ve her tarafı aydınlatacaktır.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Hicaz bölgesinden bir ateş çıkmadıkça kıyâmet kopmaz. Bu ateş Busrâ’daki develerin boyunlarını aydınlatacaktır.” (Buhârî, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 42)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Kıyâmetten önce, Hadramevt’ten -veya Hadramevt denizinden- bir ateş çıkacak, insanları toplayacak.” buyurmuşlardı. (Orada bulunanlar:)
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! (O güne ulaşırsak) ne yapmamızı emredersiniz?” diye sordular.
“–Size Şam’ı (yani Suriye’ye gitmenizi) tavsiye ederim.” buyurdular. (Tirmizî, Fiten, 42)
Hicaz bölgesinden çıkacak büyük bir ateş, Suriye’den görülecektir. Bu da kıyâmetin büyük alâmetlerinden biridir.
Dipnotlar:
[1] ed-Duhân, 10. [2] Buhârî, İstiskā, 13, Tefsîr, 30, 44/2. Krş. Müslim, Münâfikûn, 39, 40; Ahmed, I, 431, 441. [3] Bkz. Metin Yurdagür, “Duhân”, Diyânet İslâm Ansiklopedisi, IX, 547. [4] Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 59; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [5] Ayrıca bkz. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, IV, 19-21. [6] Tirmizî, Zühd, 3; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [7] Buhârî, Fiten, 25; Müslim, Fiten, 84. [8] Burada şu hususu da belirtelim ki, kıyâmet nasıl bütün Dünya için fevkalâde bir durumsa, kıyâmetin habercileri olan alâmetlerin de fevkalâde yanlarının bulunması gayet tabiîdir. Dolayısıyla kıyâmete yakın, bugünkü tahayyül ve tasavvurların üzerinde olan birtakım hâdiselerin meydana gelecek olmasına şaşırmamak gerekir. Nitekim bundan kırk-elli sene önce tahmin bile edilemeyen şeylerin, ilim ve teknikteki hızlı ilerlemeyle bugün mümkün hâle gelmiş olduğu ortadadır. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde haber verilen kıyâmet haberleri de vakti gelince mutlakâ gerçekleşecektir. Zira Cenâb-ı Hak için hiçbir güçlük yoktur. [9] Ayrıca bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Medîne 9, 26, 27, Tevhîd 31; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [10] Ayrıca bkz. Tirmizî, Menâkıb, 69; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [11] Hazret-i Îsâ’ya Mesîh denildiği gibi Deccâl’e de Mesîh (Mesîhü’d-Deccâl) denilmektedir. Mesîh, silmek mânâsına gelen “mesh” kelimesinden türemiştir. Deccâl’in bu isimle de anılması, kendisinden hayrın silinip alınması veya bir gözünün, hiç yokmuş gibi tamamen silinmesi sebebiyledir. Zira Deccâl’in yüzünün bir tarafı tamamen dümdüz, dolayısıyla bir gözü kördür... (Bkz. Buhârî, Ta’bîr 11, 33) Deccâl’e çok seyahat etmesi, mesafeleri silip süpürmesi sebebiyle Mesîh dendiği de söylenmiştir. Hazret-i Îsâ’ya “Mesîh” denilmesi ise, onun mübârek elini hastalara sürerek (meshederek) iyileştirmesi sebebiyledir. Allah Teâlâ’nın bir Mesîh’i diğer bir Mesîh ile yok etmesi ne kadar mânidardır. “Biz, hakkı bâtılın tepesine bindiririz de o, bâtılın işini bitirir…” (el-Enbiyâ, 18) âyet-i kerîmesi, Deccâl’in de aralarında bulunduğu bütün bâtıl ehlinin âkıbetini dile getirmektedir. [12] Ayrıca bkz. Buhârî, Fiten 27. [13] Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Melâhim 14, Sünnet 25-26; Tirmizî, Fiten 56, 62; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [14] Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 60. [15] Bkz. Buhârî, Fiten, 26; Ebû Dâvûd, Melâhim, 14. [16] Bkz. Müslim, Fiten, 110. [17] Bkz. Buhârî, Fiten, 25; Müslim, Fiten, 84. [18] Bkz. Müslim, Fiten, 90. [19] Bkz. Yaşar Kandemir, İsmail Lütfi Çakan, Raşit Küçük, Riyâzü’s-Sâlihîn Tercüme ve Şerhi, İstanbul: Kampanya Kitapları, 1434/2013, VII, 536-578. [20] Hadîsin tam metni için bkz. sf. 211-213. [21] Hadîsin tam metni için bkz. sf. 211-213. [22] el-En‘âm, 158. [23] Ayrıca bkz. Müslim, Fiten 140, Îman 248. [24] Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- domuz eti yemeyi o kadar şiddetle yasaklar ki bunun ehemmiyetini göstermek maksadıyla domuzların yok edilmesini emreder. Bu emirde Îsâ -aleyhisselâm-’ın yolu üzere olduklarını iddia ettikleri hâlde domuz eti yemeyi helâl sayan ve onu aşırı şekilde seven hristiyanları azarlama da söz konusudur. Yine Îsâ -aleyhisselâm-’ın bu emrinde, hristiyanların tâzim gösterdikleri sembolleri ortadan kaldırarak, tahrif edilmiş hristiyanlığı iptal etmesine de işaret vardır. [25] Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Melâhim 12, 14 (4324); Tirmizî, Fiten 21, 54, 59, 62. [26] Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî (ö. 1352/1933) bunlardan yetmiş beşi Rasûlullâh’ın sözü, yani merfû hadis olmak üzere 101 rivâyeti derlediği eserine et-Tasrîh bimâ Tevâtere fî Nüzûli’l-Mesîh (Halep 1385/1965) adını vermiştir. [27] Bkz. el-Kehf, 94-98. [28] Ayrıca bkz. Buhârî, Enbiyâ 7, Menâkıb 25; Ebû Dâvûd, Fiten, 1; Tirmizî, Fiten, 23; İbn-i Mâce, Fiten, 9. [29] Cenâb-ı Hakk’ın, bu önünde durulmaz barbarları, enselerine kurtçuklar musallat ederek bir anda mahvetmesi, daha sonra yeryüzünü âdeta yeniden ihyâ ederek yaşamaya daha elverişli hâle getirmesi, şüphesiz ki Âlemlerin Rabbi’nin sonsuz kudret ve azametinin ayrı bir nişânesidir. [30] Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 59; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [31] Hadîs-i şerîfin metni için bkz. sf. 206.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları
YORUMLAR