Kıyâmetin Şiddeti
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi kıyamet ayetlerini anlatıyor.
“KIYÂMETİ DÜŞÜN!”
“Kıyâmeti düşün” diyor. “Düşün o günü.” diyor, Enbiyâ Sûresi’nde.
“Yazılı kağıtların tomarını (diyor), büker gibi toplarız düreriz (diyor). Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hâle getiririz…” (Bkz. el-Enbiyâ, 104) diyor. Bütün kâinat yok olacak. Kâf, nûn. İki harfin yan yana gelmesiyle.
“…Bu, üzerimize aldığımız vaaddir (buyuruyor). Biz vaad ettiğimizi yaparız.” (el-Enbiyâ, 104) buyuruyor.
Şimdi, kardeşler, bir atom, meselâ Amerika 1945’te iki tane atom bombası attı. Yani bir buçuk kiloluk bir madeni infilâk ettirdi. Proton, nötron, elektron ayrıldı; enerji hâline geldi. Bir buçuk kiloydu attığı şey. İki şehir kömür oldu. Ağaç öldü, insan öldü, çocuk öldü. Topraktan da bir müddet hiçbir şey çıkmadı. Bir de kıyâmeti düşünelim.
Cenâb-ı Hak:
“…Bir tomar kağıdı büker gibi bükeriz…” (el-Enbiyâ, 104) buyuruyor.
Bu, bir, kâinâtın, o bir buçuk kilo bir madeninin infilâkını bir düşünelim, bir de şu bütün şeyin infilâkını bir düşünelim, kâinâtın…
Cenâb-ı Hak hep bizi îkaz hâlinde. Hep “ülü’l-elbâb” buyuruyor; “akıl sahipleri” buyuruyor.
Câsiye Sûresi’nde ayrı:
“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir kul için.” (Bkz. el-Câsiye, 13) buyuruyor.
Kıyâmet Sûresi, okunan âyet:
“İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?” (el-Kıyâme, 36) buyuruyor.
Mü’minûn Sûresi’nde:
“Biz, abesen/abes olarak yaratmadık. İnsan huzurumuza gelip (hesap vermeyeceğini mi) zannediyor?” (el-Mü’minûn, 115) buyuruyor.
İnfitar Sûresi’nde:
“Ey insan (diyor), seni şekilsizlikten en güzel şekilde birleştiren (ana karnında) seni aldatan nedir o zaman?” diyor. (Bkz. el-İnfitâr, 6-8)
Ankebut Sûresi’nde:
“Îman ettik demekle kurtulacaklarını mı zannediyorlar…” (el-Ankebût, 2) buyuruyor.
Velhâsıl, hayatımızın her safhası istikâmet üzerine, “فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ” (“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” [Hûd, 112]) tanzim etmemiz gerekiyor.
Abdullah bin Ömer anlatıyor -radıyallâhu anh-:
“Bir gün -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i minberi üzerinde şöyle buyururken gördüm -bir tecellî oluyor demek ki-:
«Allah, semâları ve yeri dürüp toplayarak iki elini açacak. (Tabi bu mecâzî bir ifade.) Allah Ben’im, Melik Ben’im! Nerede yeryüzü melikleri, nerede cebbarlar, nerede mütekebbirler?!» buyuracak.
Rasûlullah Efendimiz bunları söylerken -sahâbî diyor ki- mübârek parmaklarını yumup açıyordu devamlı. O esnâda minbere baktım; minber de böyle kökünden sallanıyordu. Öyle ki kendi kendime, minber devrilir de Rasûlullah Efendimiz’i düşürür mü diye endişelendim.” (Bkz. Müslim, Münâfıkîn, 23-26)
Yine Cenâb-ı Hak bir “Ğâşiye” bildiriyor “Ğâşiye”. Nedir “Ğâşiye”? Yine ayrı bir ifadeyle kıyâmeti bildiriyor. “Her şeyi, her tarafını sarıp bürüyen salgın ve kaplayıcı bir şey” mânâsına geliyor. Bu, şiddeti bildiriyor.
“…Günahkâr kimse ister ki, o günün azâbından kurtuluş için, oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran tüm âilesini, yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak vereyim de, tek o günün şerrinden kendimi koruyayım.” (el-Meâric, 11-14)
Niye Cenâb-ı Hak bunları bildiriyor bize?
Nasıl bir anne baba, -lâ teşbih- evlâdına devamlı, tembihat, tembihat, tembihat üzeredir. Cenâb-ı Hak da bizim Cennet’e girmemizi arzu ediyor. O kadar şey ki Cenâb-ı Hak:
وَاِذَا الْمَوْءُدَةُ سُئِلَتْ . بِاَىِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْ
“Diri diri toprağa gömülen kıza hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda.” (et-Tekvîr, 8-9)
İşte kürtaj hâdisesi bugün.
O cana kıymaya hakkın var mıydı? Belki o sana yarın baston olacak. Seni koruyacak. Gaybı biliyor musun? Hep insanın cehâleti.
Yine:
الطَّامَّةُ الْكُبْرٰى buyruluyor.
“Her şeyi altüst eden o felâket geldiği zaman.” (en-Nâziât, 34) buyuruyor.
الصَّاخَّةُ buyuruyor.
“Kulakları patlatan, sağır eden bir ses…” (Abese, 33) buyruluyor.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak, o kadar çok âyetler var ki!.. Demek ki bu dünya fedakârlık (yeri). Safâ yeri değil. Tatil yeri değil. Tatil teneşirde başlayacak. O zamana kadar gayret.
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6])
Her zorluktan sonra rahatlık, kolaylık gelir. Dünya da o şekilde.
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8])
Bir hayır işine başladın, bitirdin, diğer hayır işine koş. Bir boşluk olmayacak.
Kur'ân-ı Kerîm bir misal veriyor:
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir hurma bahçesini sular. Biraz arpa alır mukâbilinde. Fâtıma Vâlidemiz de onu değirmende öğütür, ekmek yapar. İnsan Sûresi’nde Cenâb-ı Hak (bildiriyor). Tam yiyecekler veyahut da iftar açacaklar -iki rivâyet de var- o sırada bir sâil gelir, bir fakir gelir; “lillâh” der, “Allah için ver” der. Bir kısmını vermezler, tamamını verirler Allah için.
يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104])
“…Sadakaları (Allah) alır...” (et-Tevbe, 104)
Tamamını verirler. Fâtıma Vâlidemiz tekrar ekmek yapar. Bu sefer yetim gelir. Yetim de “lillah” der. O sefer de yetime verirler.
Üçüncü olarak köle gelir, esir gelir, o da “lillah” der. Ona verirler.
Bir rivâyette üçü arka arkaya olur, bir rivâyette üç gün suyla iftar açarlar, o şekilde devam ederler diğer bir rivâyette.
Verirken de -çok mühim bu kalbî hassâsiyet- verirken derler ki bu muhtaca:
“Biz sizden bir teşekkür beklemiyoruz.” Yani bir minnet altında kalmayın. Esbâb-ı mûcibe bildirirler, gerekçe: “Çünkü (derler), biz «عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا» o sert, sıkıcı, mukassî, belâlı günden korkarız.” derler. Hep burada ne görüyoruz? Fedakârlığı, ferâgati görüyoruz. “Allah da o günün şerrinden korur, onların gönlüne ferahlık verir.” (Bkz. el-İnsân, 9-11)
Velhâsıl ibadette fedakârlık:
Efendimiz seherlerde kalkardı. Normal namazlarda cemaate göre okurdu. Eğer cemaatte hasta varsa, ihtiyar varsa, çocuk varsa, yarım sayfa okurdu, daha aşağı okurdu. Fakat seherlerde çok uzun okurdu.
Âişe Vâlidemiz:
“Ayakları şişerdi.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)
Onun için, yani Efendimiz’in iştigal ettiği ibadet, muâmelât, her şeyi yerine getirmek. Ashâb-ı kirâmın şeyi buydu. İşte böyle bir Cenâb-ı Hak bize îkaz hâlinde. Hep korkulu bir (günü) bildiriyor.
Demek ki birinci vasıf, birinci husûsiyet: Hayatımızı dâimâ bir mîzân edeceğiz: “Ben şerîatin içinde miyim, değil miyim?..”
Ashâb-ı kirâm o şekildeydi:
“Benim, Allah Rasûlü yanımda olsaydı benim bu hâlime tebessüm eder miydi?
Ticaretteki bu hayatı düşününce tebessüm eder miydi?
Aile hayatıma tebessüm eder miydi?
Yaptığım, Allah için…
Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmı. Rasûlullah Efendimiz’in en çok meşgul olduğu, Kur’ân talebeleri yetiştirmekti. Ben ne kadar Kur'ân-ı Kerîm hizmetine omuz veriyorum? Ne kadar güç veriyorum? Ben ne kadar güç veriyorum, karşı taraf ne kadar, televizyon, internet vs. modalar filân ne kadar şey veriyor? Ben ne kadar tesir altında kalıyorum? Evlâdım ne kadar tesir altında?
Benim namazım nasıl, âilemin, çoluk-çocuğumun namazı nasıl?..”
Bu da çok mühim. Yarın Cenâb-ı Hak:
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ
(“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) buyuruyor. Orada büyük bir ihtiramla karşılanacak o Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kulları, Cennetlikler.
Hepimiz evlâtlarımızdan mes’ûlüz. Onlarla, Allah yolunda çok gayret edelim ki, orada da beraber olalım. Yaa… Orada çok hazin bir gün olur. Yani sen bir tarafa, en yakının ateşin içine!..
Kendimizden mes’ûlüz. Etrafımızdan mes’ûlüz. Dünyanın akışından mes’ûlüz. Cenâb-ı Hak:
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ
“Sizi hayırlı bir ümmet olarak yarattık…” (Âl-i İmrân, 110) buyuruyor.
Vazifemiz nedir?
“Mârufu emredip münkerden nehyetmek.” (Bkz. Âl-i İmrân, 110)
Yani bir müslüman, kendinden başlayacak. Kendini ihyâ edecek. Çoluk-çocuğunu ihyâ edecek. Âilesini ihyâ edecek. Devrin akışından kendisini mes’ûl görecek.
Bugün ayrı bir câhiliye devri yaşanıyor. Rasûlullah Efendimiz:
“Benim ümmetin bir yağmurdur. Başı mı sonu mu hayırlıdır, bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)
Nasıl bugün birtakım menfî cereyanlar var, âhireti inkâr var, vs. var; Allâh’ın ahkâmını istemeyenler, inkâr edenler var, vs. var. Onun için bu Allah yolunda…
İşte sahâbî bunun için hidâyete erdi, tâ Çin’e gitti, Semerkand’a gitti. Yukarılara gitti, Kazan’a gitti. Ömer bin Abdülaziz devrinde tâ İspanya’ya gidildi. Biz hiç yoksa kendimizi, kendi çevremizi bu arada -inşâallah- korumanın gayreti içinde olalım -inşâallah-.
Birincisi şerîat. O olmadan olmaz. Şerîatsiz Müslümanlık olmaz.
İkincisi; Cenâb-ı Hak... Seherler. Cenâb-ı Hak bizi seherlerde istiğfara davet ediyor.
Demek ki Efendimiz’in her seheri ayrı bir güzellik. Biz de ne kadar Efendimiz’i seviyor, Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar seviyorsak -inşâallah- seherlerde feyzimiz, rûhâniyetimiz artacak.
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyruluyor.
سَاجِدًا وَقَائِمًا (“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9]) buyruluyor.
سُجَّدًا وَقِيَامًا (“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]) buyruluyor.
Allâh’ı bilenler bilmeyenler, سَاجِدًا وَقَائِمًا (“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9]), bir maddesi bu.
İbâdurrahman, سُجَّدًا وَقِيَامًا (“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]).
Rahmân’ın üzerine rahmetinin tecellî ettiği kullar, seherlerde kalkan kullar, سُجَّدًا وَقِيَامًا (“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]).
“Secde ederken Rabbiniz sizi görüyor.” buyuruyor. (Bkz. eş-Şuarâ, 218-219) Demek ki daha çok yoğunlaşmamız lâzım. Ve gündüze de girerken o seherlerdeki o rûhâniyetle gündüze girmemiz lâzım (ki) kendimizi birtakım günün nefsânî şerlerinden koruyalım…
YORUMLAR