Köleye Hurma Bahçesi ve Özgürlüğünü Kazandıran Amel
Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- ve bir köle arasında geçen, ders çıkarmamız gereken kıymetli bir kıssa...
Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi.
Bunun üzerine Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- ile köle arasında şöyle bir konuşma oldu:
"- Senin ücretin nedir?"
Siyahî köle:
"- İşte gördüğünüz üç ekmek."
"- Niçin hepsini köpeğe verdin?"
Köle:
"- Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzak yerden gelmiştir. Aç durmasına gönlüm râzı olmadı." dedi.
Abdullah -radıyallâhu anh-:
"- Peki bugün sen ne yiyeceksin?"
Köle:
"- Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim." dedi.
Abdullah -radıyallâhu anh-:
"- Sübhânallâh! Benim çok cömert olduğumu söylerler. Bu köle benden daha cömertmiş!" buyurdu.
Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve köleyi azad edip, hurmalığı ona bağışladı. (Kimya-yı Seâdet)
MERHAMETLİ VE DERİN DUYGULU ŞAHSİYETLER YETİŞTİREN İSLÂM
Böyle müşfik, merhametli ve derin duygulu şahsiyetler yetiştiren İslâm, ictimâî nizamda fakir ve zengin arasındaki husûmet ve hasedi izâle etmek, dengeyi muhâfaza ve muhabbeti temin etmek için zekâtı farz kılmıştır. İslâm kardeşliğini daha ileri bir seviyede gerçekleştirmek ve her mü'mini "ganî bir gönle sâhib kılmak" için vicdânî bir mecbûriyet olan infâkı teşvîk etmiş ve onu da "îsâr" ile zirveleştirmiştir. Zîrâ dînin asıl gâyesi, Allâh'ın birliğini tasdikten sonra güzel insan, zarif insan ve derin insan yetiştirebilmek sûretiyle cemiyete huzûru hâkim kılabilmektir.
Bu olgunlaşma, ancak gönülde tezâhür eden şefkat ve merhamet hissi ve onun en güzel bir tezâhürü olarak da kendi imkânını paylaşabilmek, hattâ bunun da ötesinde îsâr tâbir olunan ve kendi ihtiyâcına rağmen sâhib olunan nîmetlerden vazgeçerek onları verebilmenin fazîlet ve seviyesine ulaşabilmektir.
Merhamet, bir müslümanın kalbinde hiç sönmeyen bir ateştir. Merhamet, insanlığımızın bu âlemdeki en mûtenâ cevheridir ki kalb yoluyla bizi Hakk'ın vuslatına istikâmetlendirir. Merhametli mü'min, cömert, mütevâzî, hizmet ehli ve aynı zamanda rûhlara nizâm ve hayat aşısı yapan bir gönül doktorudur. Yine merhametli mü'min her sahadaki hizmetini sevgi ve şefkat ile yapmasını bilen ümit ve îmân kaynağı bir varlıktır. O, rûhlara huzur bahşeden her gayretin ön safında bulunur. Yine o, sözü ile, yazısı ile, hâli ile her sefâlet, çile ve ızdırabın civârında yerini alır. O, dertlinin, muzdaribin yanında, sâhipsizlerin ve ümitsizlerin baş ucundadır. Zîrâ bir mü'minde îmânın ilk meyvesi rahmet ve merhamettir. İnsanlığın ahlâkı da Kur'ân ile tamamlanmıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'i açtığımızda karşımıza çıkan ilk sıfât-ı ilâhiyye Rahmân ve Rahîm'dir. Rabbimiz, yüce zâtını, "merhametlilerin en merhametlisi" olarak müjdeler ve kuluna kendisinin ahlâkıyla ahlâklanmasını emir buyurur. Dolayısıyla Hakk'a muhabbetle dolu bir mü'min yüreğinin, Rabb'in bütün mahlukâtını şefkat ve merhametle kuşatması îcâb eder. Rabb'i sevmenin netîcesi O'nun mahlûkâtına muhabbet ve merhametle yönelmektir. Seven, sevilene karşı sevdiği ölçüde fedâkârlık yapmayı bir zevk ve vazîfe olarak telakkî eder. Allâh'ın mahlûkâtına infak, Allâh'a muhabbet demektir.
GERÇEKTEN ALLÂH İÇİN VERMENİN UMÛMÎ İSMİ OLAN SADAKA VE İNFÂK
Gerçekten Allâh için vermenin umûmî ismi olan sadaka ve infâkın nev'i çoktur. Bunların zirvesi ise ifade ettiğimiz gibi îsârdır. Bu, başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarına tercih etme fazîletidir. Bu ise her olgun mü'minin vicdânen mükellef bulunduğu diğergâmlık ve hassâsiyetin en yüksek noktadaki bir tezâhürüdür. Îsârın feyizli iklîmine girebilmek, ancak rakîk kalblerin ve ince rûhların kârıdır. Zîrâ asıl îsâr, fakirlikten korkmaksızın verebilmektir. Bu hâl, en güzel ve mükemmel sûrette peygamberler ve ehlullâhın hayatlarında sergilenmiştir. Elbette böyle bir zirveye çıkabilmek ve o yüce yıldızlara ulaşbilmek herkesin harcı değildir. Ancak o ufuklara ne kadar yaklaşabilirsek o kadar değerli nasîbler elde edeceğimiz hakîkatine binâen îsâr hususunda en ufak bir adım dahî bizler için vazgeçilmez bir ebedî kârdır.
Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-'ın rivâyetine göre; bir adam Peygamber Efendimiz, -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e gelerek:
"- Ey Allâh'ın Rasûlü! Ben açım." dedi.
Rasûlullâh Efendimiz, hanımlarından birine haber salarak yiyecek bir şeyler göndermesini istedi. Fakat mü'minlerin annesi:
"- Seni peygamber olarak gönderen Allâh'a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok." dedi.
Diğer hanımlarının da aynı durumda olması üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashabına dönerek:
"- Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister?" diye sordu.
Ensardan biri:
"- Ben misafir ederim, yâ Rasûlallâh!" diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına:
"- Evde yiyecek bir şey var mı?" diye sordu. Hanımı:
"- Hayır, sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var." dedi. Sahabî:
"- Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misafir içeri girince de lambayı söndür. Biz de sofrada yiyormuş gibi yapalım." dedi.
Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar.
Sabahleyin o sahabî Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in yanına gitti. Onu gören Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
"- Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allâh Teâlâ ziyâdesiyle memnun oldu." (Buharî, Menâkıbu'1-ensar, 10; Tefsîru sûre (59), 6; Müslim, Eşribe, 172)
Hak dostlarından Ramazanoğlu Mahmud Sâmî Hazretleri, Hukuk tahsili yapmış olmalarına rağmen, bir kul hakkına girmek korku ve endişesiyle bu meslekle iştigâl etmeyip, Tahtakale'de bir işyerinin muhasebe defterini tutmayı tercih etmişlerdi. Hazret, işe gitmek için vapurla Karaköy'e geçerdi. Karaköy'den Tahtakale'ye kadar ise, dolmuşa binmek yerine, bu ihtiyâcından fedâkârlık yaparak yürüyerek gider, o dolmuş parasını da infâk ederdi. Büyüklerin bu yüksek ahlâk ve hâlleri bizler için ne güzel bir nümûnedir.
Hakîkaten, şahsî rahat ve konfordan, evlerin dekorundan, günlük harcamalardan yapılacak küçük fedâkârlıklarla bile olsa, bu yüce ahlâktan herkes nasîbince hisse almaya çalışmalıdır.
Îsâr, cömertliğin de zirvesidir. Zira cömertlik, malın fazlasından kendine lâzım olmayanı vermektir. Îsâr ise, muhtâc olduğu bir şeyi kendisinden koparıp vermesidir. Îsârın mânevî mükâfâtı da kulun fedâkârlığı nisbetindedir. Cenâb-ı Hak, Mekkeli muhâcirlere imkânlarını devreden ve onların ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarına tercihan gideren Ensâr-ı kirâmı şöylece methediyor:
"... Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler (îsâr ederler). Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (el-Haşr, 9)
Yermuk Seferi'nde şehîd olmak üzere bulunan üç yaralı mücâhide ayrı ayrı verilmek istenen suyu her biri diğerine havâle etmiş, neticede hiçbirine vefât etmeden yetişilip su verilememiş ve hepsi de son nefeslerinde bir yudum suya hasret kalarak şehîd olmuşlardır.
Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-'ın Şam'a gidişinde deveye binme sırası kölesine geldiğinde şehrin kapısına varmış olmalarına rağmen deveye ısrarla kölesini bindirmesi ve kendisi yaya, kölesi ise devenin üzerinde olduğu hâlde Şam'a girmesi, kâ'bına varılmaz bir infâk tezâhürüdür. Buna göre infak her zaman mâlen olmaz. Böyle tavırlar da bir çeşit infak demektir.
İnfâkın en yüksek derecesi olan îsâr, kendinden koparıp verme, kendi hakkını din kardeşine devretme hâdisesidir. Peygamber, sahâbî, evliyâullâh ve sâlih kullara âid yüksek seviyede bir infak keyfiyetidir.
Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh- ile Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-'nın şu hâlleri îsârın hakîkatini ne güzel ifâde eder.
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-'ın bildirdiğine göre Hazret-i Ali ve zevce-i tâhireleri Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhümâ-, evladları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin'in hastalıktan selâmet bulmaları üzerine üç gün adak orucu tutuyorlardı. İlk gün iftarlık olarak arpa unundan bir yemek yapmışlardı. Tam iftar edecekleri sırada kapıları vuruldu. Gelen, aç ve yoksul biriydi. Mübârek âile, ellerindeki yemeği cân u gönülden Allâh için fakire ikram edip kendileri su ile iftar ettiler. İkinci gün olup iftar vakti geldiğinde bu sefer kapıya bir yetim gelmişti. O günkü yiyeceğini de yetime verip yine su ile iftar ettiler. Üçüncü gün ise iftar vakti bir esir yardım istemek için kendilerine mürâcaat edince büyük bir sabır ve diğergâmlık örneği göstererek iftarlıklarını esire bağışladılar.
İnfaktaki bu ka'bına varılmaz cömertlik, başkalarını nefsine tercih ediş ve bu yüce ahlâk, gelen âyet-i kerîme ile ilâhî te'yîd ve tebrîke mazhar olmuştu.
Allâh Teâlâ buyurur:
"Kendileri istekli oldukları hâlde yemeklerini yoksula, öksüze ve esire verirler ve onlara: derler. Allâh da onları o günün fenâlığından korur. Yüzlerine parlaklık gönüllerine sevinç verir." (el-İnsan, 8-11)
Yaratılmışların hiçbiri, sehâvet, infak ve îsârda, Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile kıyaslanamaz. O, cömertliğin her çeşidinin en üst seviyesinde idi.
Allâh yolunda, O'nun dinini açıklamak, kulları doğru yola istikâmetlendirmek, açları doyurmak, cahillere öğüt vermek, ihtiyaç sahiblerinin hacetlerini görmek ve ağırlıklarına tahammül etmek gibi ilim, mal ve nefs cömertliğinin hepsi kendisinde mevcud idi. (Altınoluk Sohbetleri, c. 3, s. 56)
Kureyş müşriklerinin ekâbirinden Safvan bin Ümeyye müslüman olmadığı hâlde Huneyn ve Taif gazalarında, Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yanında bulunmuştu.
Cîrâne'de toplanan ganimet mallarını gezerken Safvan'ın bunlara büyük bir hayret içinde baktığını görmüş ve Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
"- Pek mi hoşuna gitti?" diye sormuş.
"- Evet." cevabını alınca:
"- Al hepsi senin olsun!" buyurmuştur.
Bunun üzerine Safvan kendisini tutamayarak:
"- Peygamber kalbinden başka hiçbir kalb bu derece cömert olamaz." diyerek îman etmiş ve şehadet getirmiştir. (İslam Tarihi, sh. 474)
GERÇEKTEN ÎSÂR, İKRÂMIN EN İHTİŞAMLISIDIR
Gerçekten îsâr, ikrâmın en ihtişamlısıdır. Düşünmelidir ki Rasûlullâh, sahâbe ve sâlih kulların böyle ikramları vesîlesiyle nice küfründe inad eden insan insafa gelmiş, nice düşman dost olup hidâyet bulmuş ve nice mü'minin mü'min kardeşine muhabbeti artmıştır.
Allâh Rasûlü hiçbir zaman, kendisinden istenen yapabileceği bir talebi geri çevirmezdi. Bir defa kendisine doksan bin dirhem isâbet etmişti. Bunu hasırın üzerine döktü. Her gelen muhtaca infâk ederek onu tamamen bitirdi.
BİRR
Kur'ân-ı Kerîm'de "birr" diye tâbir olunan, "sevdiklerinden infâk edebilmek" fazîleti de tıpkı îsâr gibi yüksek seviyedeki bir infâk keyfiyetidir.
Ahlâkî fazîletlerin hepsinde ideal bir nümûne olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiç şüphesiz bu hususta da kâbına varılmaz bir zirve şahsiyettir. O'nun küçücük bir şeyde bile mü'min kardeşini kendi nefsine tercih etmek husûsundaki hassasiyetinden bir misal şöyledir.
Birgün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir misvak dalından iki misvak yaptı. Misvakların birisi eğri, diğeri düz ve güzel idi. Rasûl-i Ekrem, misvakların güzel olanını yanındaki sahabisine verdi ve eğri olanını kendisine ayırdı. Sahabî: deyince, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"Bir saat de olsa, bir kimse ile arkadaşlık edene, arkadaşlık hakkına riâyet edip etmediği sorulur." buyurdu ve bu hakkın îsâr ve birr anlayışı ile, yani mü'min kardeşini kendi nefsine tercih edip sevdiğinden infâk etmekle ödeneceğini anlatmış oldu. (İhyau Ulûmiddîn, c. 2, s. 435)
Aşağıdaki şu kıssa da, bu keyfiyetteki bir infâkın fazîletine ne güzel bir misâldir:
Bir gün ashâb-ı kirâm, Mescid-i Nebî'de toplanmış, Rasûlullâh'ın feyizli sohbetini dinlemekteydiler. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir ara şu âyet-i kerîmeyi tilâvet buyurdular:
"Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ "birr"e (yâni hayrın kemâline) eremezsiniz! Her ne infak ederseniz, Allâh onu hakkıyla bilir." (Âl-i İmrân, 92)
Derin bir vecd hâlinde Rasûlullâh'ı dinleyen ashâb-ı kirâm, bu âyet-i kerîmeyi de kendi iç dünyalarının derinliklerinde hissedebilmenin ve bu nebevî dâvetin muhtevâsında ne varsa hepsini infak edebilmenin muhâsebesine dalmışlardı. Birden bir sahâbenin ayağa kalktığı görüldü. Yüzünde nûr-i ilâhî parlayan bu sahâbe Ebû Talha -radıyallâhu anh- idi. Ebû Talha'nın Mescid-i Seâdet'e yakın, içinde altı yüz hurma ağacı bulunan kıymetli bir bahçesi vardı ve burayı pek severdi. Sık sık davet ettiği Rasûlullâh'a ikramla da bahçesini bereketlendirirdi.
Ebû Talha şöyle dedi:
"-Yâ Rasûlallâh! Benim servetim içinde en kıymetli ve bana en sevimli olan, işte şu şehrin içindeki sizin de bildiğiniz bahçemdir. Bu andan itibâren Allâh rızâsı için onu Allâh'ın Rasûlü'ne bırakıyorum. İstediğiniz gibi tasarruf eder, dilediğiniz fakîre verebilirsiniz."
Sözlerinin ardından bu güzel kararını derhal tatbik etmek için bahçeye gitti. Ebû Talha, bahçeye vardığında hanımını bir ağacın gölgesinde otururken buldu. Ebû Talha bahçeye girmedi. Hanımı sordu:
"- Yâ Ebâ Talha! Dışarıda ne bekliyorsun? İçeri girsen ya!"
Ebû Talha:
"- Ben içeri giremem, sen de eşyanı toplayıp çıkıver." dedi.
Beklemediği bu cevâb üzerine hanımı şaşkınlıkla sordu:
"-Neden yâ Ebâ Talha! Bu bahçe bizim değil mi?"
Ebû Talha:
"-Hayır, artık bu bahçe Medîne fukarâsınındır." diyerek âyet-i kerîmenin müjdesini ve yaptığı fazîletli infâkı sevinç ve neş'e içinde anlattı.
Hanımının "İkimiz nâmına mı, yoksa şahsın için mi bağışladın?" suâline de "İkimiz nâmına" diye cevap veren Ebû Talha, bu sefer hanımından huzur içinde şu sözleri dinledi:
"-Allâh senden râzı olsun Ebâ Talha. Etrâfımızdaki fakirleri gördükçe aynı şeyi düşünürdüm de sana söylemeye bir türlü cesâret edemezdim; Allâh hayrımızı kabul buyursun, işte ben de bahçeyi terk edip geliyorum!"
Ebû Talha'ya bu fedâkârlığı yaptıran ahlâk-ı hamîdenin ruhlarda kökleşmesi hâlinde ortaya çıkacak güzelliğin insanlık sathında revaç bulmasıyla yeryüzünde nasıl bir asr-ı seâdet iklîminin oluşacağını tahmin etmek hiç de zor değildir.
Allâh Rasûlü, hiçbir şeyi olmayanı dahi infâk seferberliğine teşvik ederdi. Meselâ Ebû Zer -radıyallâhu anh- ashâbın en fakirlerinden olduğu hâlde onu bile infaka dâvet eder ve şöyle buyururdu:
"-Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularını gözet!" (Müslim, Birr, 142)
Mü'min, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nûrlu, derin, hassas, rakîk, diğergâm, cömert, merhamet ve şefkat sâhibi ve infak heyecânı içinde olmalıdır.
İktisâdî bunalıma girdiğimiz günümüzde ciddî bir infâk ve îsâr seferberliğine ihtiyaç vardır. Unutmayalım ki muzdarip ve muhtaç insanların yerinde biz de olabilirdik. Bu sebeple hasta, muzdarip, garip, kimsesiz, muhtaç ve aç kimselere infâk ve îsârımız Rabbimize karşı bir şükür borcudur. Elimizdeki nîmetleri muhtaçlarla paylaşalım ki, memnûn ve mesrûr ettiğimiz gönüller, dünyâda rûhâniyetimiz, âhirette imdâdımız, cennette seâdetimiz olsun.
Yâ Rabbî! Merhametin bütün tezâhürleri, gönül hayâtımızın tükenmez hazînesi olsun! Rabbimiz! Âlemlerin Efendisi'nin ve onun izinden yürüyen İslâm büyüklerinin îsârla dolu hayatlarından bizlere de hisseler nasîb eyle! Âmîn!
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 183. SAYI | 2001 Mayıs