Köleyi Azat Ettiren Söz
Köleyi azat ettiren söz neydi? Kölenin azat olmasına vesilen olan konuşma, ibretlik bir kıssa...
Şu kıssa ne kadar ibretlidir:
Adamın biri, bir köle satın almıştı. Köle, takvâ sahibi, sâlih bir mü’min idi. Efendisi onu alıp evine götürünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Efendi:
“–Benim evimde neler yemek istersin?”
Köle:
“–Ne verirsen onu.”
“–Nasıl elbiseler giymek istersin?”
“–Ne giydirirsen onu.”
“–Evimin hangi odasında kalmak istersin?”
“–Hangi odada kalmamı istersen orada.”
“–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?”
“–Hangi işleri yapmamı istersen onları.”
Bu son cevâbın ardından, efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi:
“–Keşke ben de Rabbime böyle teslîm olabilseydim. O zaman ne kadar mesʼud bir kul olurdum!..”
Bu arada köle dedi ki:
“–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, bir kölenin irâde ve ihtiyârı olur mu hiç?..”
Bunun üzerine efendi:
“–Haydi seni âzâd ediyorum. Allah için hürsün. Fakat benim yanımda kalmanı da arzu ederim. Tâ ki canım ve malımla ben sana hizmet edeyim…” dedi.[5]
İşte Cenâb-ı Hakkʼa tam bir teslîmiyetle râm olan Hak dostları da hayatın acı-tatlı sürprizleri karşısında dâimâ hamd ve rızâ hâlinde yaşamışlardır. Başlarına gelen belâ ve musîbetleri; günahlarının affına, nefislerinin tezkiyesine, kalplerinin tasfiyesine, mânevî derecelerinin terfiine, gönüllerinde müstesnâ ufuklar açılmasına vesîle bilmişlerdir.
Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleriʼnin şu ifadeleri, bu hâlet-i rûhiyenin ne güzel bir tercümânıdır:
“Aşk gülistanının yolunda dikenden korkulmaz. Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım.
Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam rüyamda Gül’ü görürüm.”
Her hususta olduğu gibi bu gönül kıvâmında da zirve numunemiz, hiç şüphesiz ki, nübüvvet gülzârının en müstesnâ goncası, Allâhʼın Habîbi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir. Hakîkaten, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayatı boyunca sayısız çile çemberinden geçti.
“…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım.” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
İslâmʼı tebliğ için nice ezâ ve cefâya katlandı. Tâif’te hakarete uğrayıp taşlandı. Melekler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına vardılar:
“–Yâ Rasûlâllah! Emir buyur, bu kavmi helâk edelim!” dediler.
O rahmet peygamberi, uğradığı bu fecî muâmele karşısında bile bedduâ etmeyip ellerini dergâh-ı ilâhîye açarak:
“…Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!
İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar.
İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar, işte affını diliyorum…” diye niyazda bulundu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7)
Bilhassa ilk müslümanların mâruz kaldığı zulüm, işkence, ambargo ve ıztıraplar, bir annenin evlâdına düşkünlüğünden daha çok ümmetine şefkat ve merhamet duyan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin rakik kalbini mahzun etti.
Uhud’da sevgili amcası Hazret-i Hamza ile Hazret-i Mus’ab başta olmak üzere, güzîde sahâbîleri şehîd oldu.
Büyük bir emek vererek yetiştirdiği çok kıymetli Kur’ân muallimleri, Bi’r-i Maûne ve Recî Vak’alarında tuzağa düşürülüp şehîd edildi.
Kendisine sihir yapıldı, yemeğine zehir katıldı, secdede üzerine işkembe atıldı, yollarına dikenler döküldü.
Yedi evlâdından altısının vefâtına şâhid olarak acıların en büyüklerinden olan evlât acısını defalarca yaşadı.
Oğlu İbrahim küçük yaşta vefat ettiğinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok mahzun oldu. Mübârek gözlerinden sessiz merhamet damlaları süzüldü. Sonra şöyle buyurdu:
“Göz ağlar, kalp de mahzun olur, ancak biz Rabbimizʼin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz!..” (Buhârî, Cenâiz, 44; İbn-i Sa’d, I, 138)
Velhâsıl, çektiği çilelerin hiçbiri, Allah Rasûlü’nün metânetini, kalbî muvâzenesini bozmadı; Rabbine olan tevekkül ve teslîmiyetini, rızâ ve muhabbetini sarsmadı.
O, bütün bunları büyük bir îman huzuruyla karşıladı. Gönlü nice acılarla dağlanmasına rağmen, gül yüzünden tebessüm hiç eksik olmadı. O’nu hiç kimse, hiçbir zaman, asık bir yüzle, çatık kaşla ve abus bir çehreyle görmedi. O, Hak Teâlâ ile beraberliğin gönül huzuru içinde, her hâlükârda İslâm’ın güler yüzünü aksettirdi.
Bir mü’min de; bir yakınının vefâtı, hastalık veya maddî imkânlarıyla ilgili herhangi bir musîbetle karşılaştığında;
“Yâ Rabbi, bu imtihan Sen’dendir, ben Sen’in takdîrinden râzıyım!” hâlet-i rûhiyesi içinde sabır ve tevekküle sarılırsa, sonbaharda yapraklarını döken ağaçlar misâli, birçok günahlarından temizlenir; baharda çiçek ve meyvelerle bezenen ağaçlar misâli, nice sevaplara nâil olur.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın torunu Kâsım bin Muhammed g şöyle anlatır:
“Hanımım vefât etmişti. Muhammed bin Kâ’b el-Kurazî tâziyeye geldi. Bana şu kıssayı anlattı:
Bir zamanlar İsrâiloğulları’ndan âlim ve âbid bir adamın çok sevdiği hanımı vefât etmişti. O âlim, buna çok üzüldü ve evine kapanıp insanlarla alâkasını kesti. İsrâiloğulları’ndan sâliha bir kadın bunu duyunca yanına gitti ve:
«–Sana soracak bir meselem var, fetvâ istiyorum.» dedi. Âlim;
«–Mesele nedir?» deyince, kadın şöyle bir suâl sordu:
«–Ben, komşum olan bir hanımdan ödünç olarak bir bilezik aldım. Onu bir müddet takındım. Şimdi bana haber gönderdiler, onu istiyorlar. Ne dersin, onlara bileziklerini iâde etmem gerekir mi?»
Âlim:
«–Evet, vallâhi vermen lâzım.» dedi.
Kadın:
«–Ama o bilezik bende bir müddet kaldı, (onu çok sevdim).» deyince âlim:
«–Olsun, sen onu emânet olarak aldığın için onların bunu geri istemeye hakları vardır.» cevâbını verdi. Bunun üzerine kadın:
«–Allah sana merhamet eylesin ey âlim! Allah, sana emanet olarak verdiği şeyi geri istediğinde, sen neden üzülüyorsun!? Üzülmeye hakkın var mı? Sana hanımını emâneten vermişti, sonra da geri aldı. Allâh’ın, onu yanında bulundurmaya senden daha çok hakkı vardır.» diyerek onu tesellî etti.
Âlim bu sözlerden ibret aldı, hakîkati gördü ve kendine geldi…” (Muvatta, Cenâiz, 43)
Bu hâdiseden de anlaşılacağı üzere, bu fânî imtihan âleminde sahip olduğumuzu zannettiğimiz ana-baba, evlât, mal-mülk, hattâ kendi canımız bile, vakti geldiğinde gerçek sahibinin geri alacağı birer emanettir. O hâlde hakîkatte sahibi olmadığımız bir varlık bizden geri alındığında, kendimizi helâk edercesine üzülmenin ve âdeta hayata küsmenin hiçbir faydası da lüzumu da yoktur. Zira onları bize gönderen kudret geri çağırmıştır. Veren de Oʼdur, alan da; Oʼndan geldik, yine Oʼna döneceğiz.
Şâir Fuzûlîʼnin dediği gibi:
Cânı cânân dilemiş, vermemek olmaz ey dil,
Ne nizâ eyleyelim, ol ne senindir ne benim!
Öyleyse bir musîbetle karşılaştığımızda dövünüp yakınmak yerine, Cenâb-ı Hakkʼa sığınıp Oʼna hamd, şükür ve rızâ kıvamında bir gönülle ilticâ etmekten başka çare yoktur. Hâşâ; “Bu iptilâlar bula bula beni mi buldu? Benim ne günahım vardı ki bunlar bana revâ görüldü?..” gibi, ilâhî takdîre isyan mâhiyetinde tavırlar sergilemek, -Allah korusun- çekilen sıkıntıya ilâveten bir de kulu bu isyânın mânevî zararına dûçâr eder.
Şunu da düşünmek îcâb eder ki, küllî irâdeye teslim olmamak, zâten hiçbir şeyi değiştirmez, gideni geri getirmez. Fakat Cenâb-ı Hak, kulunun kalbini her hâlükârda rızâ makâmında gördükçe, o kulundan daha çok râzı olur ve;
“Ey itmiʼnâna ermiş (huzura kavuşmuş) insan! Sen Oʼndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Seçkin) kullarım arasına katıl ve Cennetʼime gir!” (el-Fecr, 27-30) buyurur.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2022 – Ocak, Sayı: 431
YORUMLAR