Kudüs'te Nöbet Tutan Osmanlı Askeri
Bu insan, sıradan bir meczup değil, bilâkis şuuraltında sadâkatle eski günlerdeki vazifesini devam ettirmeye çalışan bir asker, vefâkâr ve fedâkâr bir kimsedir. Millet olarak ne kadar muhtâcız. Zira bugün sahipsiz kalan Filistin’in içler acısı hazin dramı, gözler önündedir…
Filistin’in ilk mazlumu 2. Abdülhamîd Han’dır. O, Filistin meselesinde büyük bir hassâsiyet göstermiş ve yahudîlerin ilk bakışta mâsumâne görünen arzu ve emellerine karşı basîret ve firâsetle tavır koymuştur. Abdülhamîd Han, kendisine Osmanlı’nın bütün dış borçlarını ödeme mukâbilinde Filistin’den toprak isteyen Teodor Hertzel’e:
“–Ben Filistin’den bir karış dahî toprak satmam! Zira bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim ise, oraları kanlarını dökerek kazanmış ve mahsuldâr kılmıştır. Şehîd kanları ile alınan vatan parçası, para ile satılamaz! Biliniz ki, ben canlı bir beden üzerinde sizin yapmayı plânladığınız hâin ameliyata aslâ müsâade etmem!” demiş ve bu tehlikeyi bertaraf etmek için çok ciddî tedbirler almıştır.
Onun gösterdiği bu irâde ve dirâyet karşısında bir şey yapamayanlar, bu koca sultânı tahttan indirmedikçe emellerine kavuşamayacaklarını anlayarak nihâyet o meş’ûm (uğursuz) hal‘i, 1908’de içteki birtakım gâfillerle gerçekleştirmişlerdir.
KUDÜS'TE NÖBET TUTAN OSMANLI ASKERİ
II.Abdülhamîd Han’daki bu sahiplenişin müslüman tebaaya yansıyan oldukça câlib-i dikkat tezâhürleri vardır. Bunlardan birine bir Mescid-i Aksâ ziyâretinde şâhid olan İlhan Bardakçı şöyle anlatır:
“Mescid-i Aksâ’ya girerken merdivenlerinde dimdik dikilmiş bir kimseye rastladım. İki metreye yakın boyu, iskeletleşmiş vücûdu üzerinde bir garip giysisi vardı. Yüzüne bakınca ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibiydi. Yanımda bulunan İsrail Dışişleri Bakanlığı Dâire Başkanı’na sordum:
«–Kim bu adam?»
Omuz silkti:
«–Bilmem, bir meczup işte!» dedi.
Bunun üzerine o adama yaklaşıp bilemediğim bir hisle:
«–Selâmün aleyküm baba!» dedim.
Bana, bizim o canım Anadolu aksanımızla cevap verdi:
«–Aleyküm selâm oğul!»
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm, öptüm…
«–Kimsin sen baba?» dedim.
Keskin bakışlarıyla yüzüme baktı:
«–Ben, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Kumandanı Onbaşı Hasan’ım!..» dedi.
Bu defa yüzüne baktığımda; bir minâre şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi bir sancak gibi geldi. Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
«–Sana bir emânetim var oğul! Nice yıldır saklarım. Emâneti yerine teslîm eden mi?»
«–Elbette.» dedim.
Konuştu:
«–Memlekete avdetinde yolun Tokat sancağına düşerse, git burayı bana emânet eden kumandanım kolağası (yüzbaşı) Mustafa Efendi’yi bul! Ellerinden benim için bûs et (öp)! Bana gönül komasın! Ona de ki:
“11. Ağır Makineli Tüfek Takım Kumandanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmîlim tamamdır kumandanım!” Ona böyle de!»
Öleyazdım. Onbaşı Hasan, tam 57 yıldır nöbetinin başındaydı…”
Bu insan, sıradan bir meczup değil, bilâkis şuuraltında sadâkatle eski günlerdeki vazifesini devam ettirmeye çalışan, vefâkâr ve fedâkâr bir kimsedir. Zihnen muhtel olduğu hâlde onun şuuraltında beslediği ulvî hislere millet olarak ne kadar muhtâcız. Zira bugün sahipsiz kalan Filistin’in içler acısı hazin dramı, gözler önündedir…
(Osman Nûri TOPBAŞ, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, s. 546-547’den iktibas edilmiştir.)