Kudüs'ün Tarihi ve Önemi
Kudüs adı nereden geliyor? Kudüs'ün tarihi ve önemi nedir? Kudüs ne zaman fethedilmiştir? Kudüs'ü kim fethetmiştir? Kudüs'ün Hristiyanlık ve Yahudilik açısından önemi nedir? Mescid-i Aksa ve Kubbetüs Sahra ne zaman kim tarafından yapılmıştır? Kudüs'e tarih boyunca kimler hakim olmuştur? Kudüs neden bu kadar önemlidir? İslam'da Kudüs'ün önemi nedir? Kur'an'da ve hadislerde Kudüs nasıl geçmektedir? İşte Kudüs'le ilgili bilmeniz gerekenler...
Kudüs, Orta Doğu’nun Kenan bölgesinde, Akdeniz ile Lut Gölü arasındaki Yehuda dağlarındaki bir plato üzerine kurulmuş eski bir şehirdir. İbrahimî dinler olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam için kutsal bir şehirdir.
KUDÜS’ÜN TARİHİ KISACA
Kudüs’e tarih boyunca birçok isim verilmiş olup İslâmî kaynaklarda “İliyâ medînetü beyti’l-makdis” şeklinde de geçmekte ve kısaca İliyâ veya Beytülmakdis (Beytülmukaddes) denilmektedir. Hz. Dâvûd’dan sonra oğlu Süleyman yedi yıl içinde Kudüs’te muhteşem bir mâbed (Mescid-i Aksâ) inşa etmiştir, Kudüs ismi Kur’an’da doğrudan geçmemekle birlikte bu şehirden el-Mescidü’l-Aksâ’nın mübarek kılınan çevresi şeklinde bahsedilmiş (el-İsrâ 17/1), ayrıca bulunduğu bölge “mukaddes toprak” (el-Mâide 5/21), “iyi, güzel bir yer” (Yûnus 10/93) olarak nitelendirilmiştir. Hicretten önce iki veya üç yıl süreyle Hz. Peygamber’in Kâbe’yi de önüne almak suretiyle Kudüs’e yönelerek namaz kıldığı ve -farklı rivayetler bulunmakla birlikte- Medine döneminde on altı veya on yedi ay bu uygulamanın devam ettiği, daha sonra kıblenin Kâbe’ye çevrildiği kabul edilmektedir. İslam tarihinde Hz. Ömer zamanında Kudüs Bizans'tan alınmıştır (638).
KUDÜS'ÜN ADI NEREDEN GELİYOR?
Tarihi oldukça eski olan Kudüs şehrinin adının geçtiği bilinen en eski belge milâttan önce XIX ve XVIII. yüzyıllara ait Mısır metinleridir. Milâttan önce XIV. yüzyıla ait Tell Amarna mektuplarında şehrin adı Urusalim, Geç Asur metinlerinde Urusilimmu veya Ursalimmu, İbrânîce Masoretik metinde Yruşlm, bazan da Yruşlym biçiminde yazılmakta ve Yerûşâlayim, Eski Ahid’in Ârâmîce metinlerinde Yerûşâlêm şeklinde telaffuz edilmektedir. Grekçe Hierosolyma adı şehrin kutsallığını (hieros = kutsal) yansıtmaktadır. Latince’ye Jerusalem ve Jerosolyma olarak geçmiştir. Kudüs şehrinin Batı dillerindeki adı da Jerusalem’dir.
MUKADDES ŞEHİR "KUDÜS"
Kudüs şehri Moriya, Yebus, Sion, Dâvûd’un şehri ve Ariel gibi isimlerle de anılır. Öte yandan buraya şehir, adalet yurdu, inananlar şehri, barış şehri, doğruluk şehri, Allah’ın şehri, orduların rabbinin şehri, mukaddes şehir gibi isimler de verilmiştir.
Müslümanlar da şehre çeşitli isimler vermiş olup bunların başında “bereket, mübarek olmak” anlamına gelen Kuds yer almaktadır. (Lisânü’l-ʿArab, “ḳds” md.) Şehrin en yaygın adı olan kuds kelimesi Ârâmîce kudşadan gelmektedir ve bu kelime şehri değil mâbedi ifade etmektedir. X. yüzyılın başında Karâî bilginler Kudüs şehrini Beytülmakdis, mâbedin bulunduğu alanı da Kuds diye adlandırmaktaydılar. İbrânîce’nin yerine Ârâmîce’nin geçtiği XI. yüzyıla ait mektuplarda Kudüs şehrine “’İr hakkodeş” deniyordu ki bunu “kutsal şehir” yerine “mâbed şehri” diye tercüme etmek daha doğrudur. Müslümanların kullandığı İliya ismi Romalılar’ın şehre verdikleri Aelia isminin Arapçalaşmış şeklidir.
İSLAMİ KAYNAKLARDA KUDÜS
İslâmî kaynaklarda “İliyâ medînetü beyti’l-makdis” şeklinde de geçmekte ve kısaca İliyâ veya Beytülmakdis (Beytülmukaddes) denilmektedir (Yâkūt, IV, 353; V, 193-201; İbn Kesîr, VIII, 373). Aslı Ârâmîce Beth makdeşa, İbrânîce Beth ha-mikdaş olan Beytülmakdis başlangıçta mâbedi ifade ederken zamanla şehrin tamamı için kullanılmış, mâbedin alanı ise “harem” diye adlandırılmıştır.
Kur’an’da Kudüs ismi geçmediği gibi İslâm kaynaklarında bu şehrin adı olarak zikredilen diğer isimlere de rastlanmamaktadır. Ancak müfessirler, Kur’an’daki “el-Mescidü’l-Aksâ” (el-İsrâ 17/1), “mübevvee sıdk” (Yûnus 10/93) ve “el-arzü’l-mukaddese” (el-Mâide 5/21) gibi tabirlerle ya Kudüs’teki Beytülmukaddes’in (Taberî, XV, 16-17) ya da genellikle söz konusu şehrin de içinde bulunduğu Filistin topraklarının kastedildiğini belirtmişlerdir (Fahreddin er-Râzî, XI, 196-197). Öte yandan Elmalılı Muhammed Hamdi âyette geçen el-Mescidü’l-Aksâ’nın Beytülmakdis, mübarek kılındığı haber verilen çevresinden de Kudüs ve civarı olduğunu söylemektedir (Hak Dini, IV, 3144-3145). Mescid-i Aksâ tabiri, İslâm’ın ilk dönemlerinde bazan Kudüs için de kullanılmakla birlikte asırlar boyunca bununla özellikle Harem-i şerif kastedilmiştir (EI2 [Fr.], VI, 695).
KUR'AN'DA VE HADİSLERDE KUDÜS
Kudüs ismi Kur’an’da doğrudan geçmemekle birlikte bu şehirden el-Mescidü’l-Aksâ’nın mübarek kılınan çevresi şeklinde bahsedilmiş (el-İsrâ 17/1), ayrıca bulunduğu bölge “mukaddes toprak” (el-Mâide 5/21), “iyi, güzel bir yer” (Yûnus 10/93) olarak nitelendirilmiştir. Hadislerde ise Mescid-i Aksâ’nın, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Resûlullah ile beraber ziyaret amacıyla seyahat edilebilecek üç mescidden biri ve yeryüzünde Mescid-i Harâm’dan sonra inşa edilen ikinci mescid olduğu belirtilmiştir (Buhârî, “Fażlü’ṣ-ṣalât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne”, 6, “Ḥac”, 26, “Enbiyâʾ”, 8, 40; Müslim, “Ḥac”, 288, “Mesâcid”, 2; Nesâî, “Mesâcid”, 3).
Ayrıca bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in Beytülmakdis’te namaz kılmayı tavsiye ettiği de aktarılmaktadır (Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 14). Kütüb-i Sitte dışındaki rivayetlere göre Hz. Îsâ nüzûlünden sonra ölünce Medine’de Resûl-i Ekrem’in kabri yanında veya Kudüs’te defnedilecektir.
Hicretten önce iki veya üç yıl süreyle Hz. Peygamber’in Kâbe’yi de önüne almak suretiyle Kudüs’e yönelerek namaz kıldığı (İbn Sa‘d, I, 243; Kurtubî, II, 150; Fahreddin er-Râzî, IV, 110) ve -farklı rivayetler bulunmakla birlikte- Medine döneminde on altı veya on yedi ay bu uygulamanın devam ettiği, daha sonra kıblenin Kâbe’ye çevrildiği kabul edilmektedir (Buhârî, “Ṣalât”, 31, “Tefsîr”, 18; Müslim, “Mesâcid”, 11-12; ayrıca bk. KIBLE). Resûl-i Ekrem’in sağlığında belli bir dönem için Kudüs’ün kıble olarak tercih edilmesi, müslümanların bu şehri dinî bir merkez olarak görmelerinin sebeplerinden birini teşkil etmiştir.
Ayrıca Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya gece götürülmesi şeklinde gerçekleştirilen İsrâ (el-İsrâ 17/1) ve ardından mi‘rac mûcizelerinde Mescid-i Aksâ’ya gitmiş olması müslümanlar için bu şehrin önemini arttırmıştır. Muhammed Hamîdullah, el-Mescidü’l-Aksâ’nın Beytülmakdis değil semalarda bulunan, meleklerin sürekli Allah’a ibadet ettikleri bir mescid olduğunu ileri sürmüşse de (İslâm Peygamberi, I, 150-151) adı geçen mescidle sonradan bu ismi alan caminin değil Hz. Süleyman tarafından yaptırılan Beytülmakdis’in kastedildiği de bilinmelidir (bk. MESCİD-i AKSÂ).
Bunların dışında Kudüs, Hz. İbrâhim’den itibaren pek çok peygamberin yaşadığı, mukaddes olarak da tanımlanan bir bölgede bulunması, Hz. Süleyman’ın inşa ettiği Beytülmakdis’i barındırması, İsrâiloğulları’nın ve onlara gönderilen peygamberlerin mücadelelerine mekân olması açısından semavî dinler geleneğinde önemli bir yere sahip olmuştur (Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, s. 63-147).
KUDÜS'ÜN FETHİ VE HAÇLI İSTİLASI DÖNEMİ
Müslümanlara Suriye ve Filistin kapılarını açan Ecnâdeyn (13/634) zaferinin ardından Bizans’a ait birçok şehir fethedilmiş, Suriye Yermük (15/636) zaferiyle Bizans’ın elinden alınmış ve sıra Filistin’in bütünüyle fethine gelmişti.
Hıristiyanların bu bölgedeki kutsal merkezi Kudüs’ü kuşatan İslâm orduları başkumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tan aman dileyen ve müslümanların Suriye şehirleriyle yaptıkları anlaşmalara benzer bir anlaşmanın kendileriyle de yapılmasını teklif eden Kudüs halkı şehri bizzat halifeye teslim etmek istediğini bildirdi. Hz. Ömer, Ebû Ubeyde’nin daveti üzerine Câbiye’den Kudüs’e gelerek şehri Patrik Sophronios’tan teslim aldı ve anlaşmayı imzaladı (17/638).
Kudüs halkıyla yapılan bu anlaşma temelde cizye ve haraç karşılığında mal ve can güvenliğini, din ve ibadet hürriyetini öngörmekteydi. Ömer’in Câbiye’de bulunduğu sırada Kudüs’ten gelen bir heyeti kabul edip burada onlarla bir anlaşma yaptığı (Taberî, III, 607-608) veya Kudüs’e gönderdiği Hâlid b. Sâbit el-Fehmî’nin imzaladığı anlaşmayı daha sonra tasdik ettiği de (Belâzürî, s. 144) rivayet edilmektedir. Kudüs’ün fethinin tarihi konusunda 15 (636), 16 (637) ve 17 (638) yılları kaydedilmekteyse de Belâzürî’nin zikrettiği 16 (637) yılında Ebû Ubeyde’nin şehri kuşatması üzerine halkın anlaşma teklif ettiği, 17 (638) yılında şehre bizzat gelen Hz. Ömer’in anlaşmayı imzalayarak şehri teslim aldığı şeklindeki rivayetin (Fütûḥ, s. 138-139) doğru olduğu anlaşılmaktadır.
Kudüs’te bir cami inşa edilmesini emreden Hz. Ömer kadı olarak tayin ettiği Ubâde b. Sâmit’ten halka İslâm’ı öğretmesini istedi. Filistin’in fethinden sonra bölgenin yarısının yönetimini verdiği Alkame b. Mücezziz’e Kudüs’ü idare merkezi yapmasını tavsiye etti. Hz. Osman da Kudüs’e önem verdi ve Silvan bahçeleri gelirlerini şehrin fakir halkına vakfetti (Makdisî, s. 171). Yahudi, hıristiyan ve müslümanlar tarafından kutsal kabul edilen Kudüs’ün fethinin ardından birçok sahâbî ve tâbiîn şehri ziyaret etmiş, bir kısmı buraya yerleşmiştir. Bazı sahâbîlerin Kudüs’te medfun olduğu bilinmektedir. Ubâde b. Sâmit bunlar arasındadır.
Emevîler döneminde Muâviye b. Ebû Süfyân’ın devletin merkezini Dımaşk’a nakletmesi Suriye bölgesi gibi Kudüs’ün de önem kazanmasına sebep olmuştur. Muâviye, Suriye valisi iken Hz. Osman’ın katillerinin bulunup cezalandırılması konusunda Mısır fâtihi Amr b. Âs ile Kudüs’te bir anlaşma yapmış (İbn Sa‘d, IV, 254), daha sonra Kudüs’te halkın biatını alarak halifeliğini ilân etmiştir (40/660). Abdülmelik b. Mervân ve Süleyman b. Abdülmelik de biat almak için Kudüs’ü özellikle tercih ettiler. Velîd b. Abdülmelik, Ömer b. Abdülazîz ve Yezîd b. Abdülmelik Kudüs’ü sık sık ziyaret eden halifeler arasındadır. Bu dönemde Kudüs’ü de içine alan Filistin bölgesi valiliğine tayin edilmek büyük şeref pâyesi olarak görülmüş, bu göreve Abdülmelik b. Mervân ve Süleyman b. Abdülmelik örneklerinde olduğu gibi Emevî prensleri veya diğer önemli kişiler getirilmiştir.
KUBBETÜS SAHRA VE MESCİDİ AKSA'NIN İNŞASI
Emevîler devrinde Kudüs’te yapılan en önemli imar faaliyeti Kubbetü’s-sahre ve Mescid-i Aksâ’nın inşası olmuştur. Abdülmelik tarafından yaptırılan ve İslâm mimarisinin en güzel eserlerinden biri olan Kubbetü’s-sahre’nin inşa sebebi hakkında farklı görüşler ileri sürülmüş ve büyük tartışmalar yapılmıştır. Ya‘kūbî’nin eserinde (Târîḫ, II, 261) ve diğer bazı kaynaklarda Abdülmelik’in müslümanları hac için Mekke yerine Kudüs’e yöneltmek amacıyla bu eseri inşa ettirdiği kaydedilmektedir. Ignaz Goldziher ve Keppel Archibald Cameron Creswell bu görüşü kabul ederken Shelomo Dov Goitein ve Oleg Grabar diğer ilk dönem kaynaklarında bu rivayete yer verilmediğini, böyle bir uygulamanın Abdülmelik’i halk nazarında zor durumda bırakacağını, ayrıca Abdülmelik döneminde de hac için Mekke’ye gidildiğini belirterek buna karşı çıkmışlardır. Makdisî, Abdülmelik’in müslümanların Bizans’tan aldıkları merkezlerdeki görkemli kiliseler karşısında duydukları ezikliği gidermeyi amaçladığını belirtir (Aḥsenü’t-teḳāsîm, s. 159). Kudüs’teki diğer önemli mimari eserlerden Mescid-i Aksâ, Abdülmelik veya oğlu Velîd tarafından inşa edilmiştir. Abdülmelik zamanında Dımaşk-Kudüs yolu yeniden düzenlenmiş, surlardan şehre iki kapı daha açılmış, ayrıca burada bir darphâne kurulmuştur (Abdul Aziz Duri, s. 111). Süleyman b. Abdülmelik’in Remle’yi Filistin’in merkezi yapması Kudüs’ü bazı açılardan olumsuz yönde etkilediyse de şehir önemini korudu. Emevîler döneminde gerçekleştirilen imar ve iskân faaliyetleri neticesinde şehrin Arap nüfusu giderek arttı. Şehir son Emevî Hükümdarı II. Mervân’a yönelik isyanlar sırasında zarar görmüş ve surları tahrip edilip yıkılmıştır (128/745).
Abbâsîler’in iktidara gelmesi ve Bağdat’ın başşehir olmasıyla Suriye ve Filistin bölgeleri nisbeten geri planda kaldıysa da Kudüs, İslâm dünyasında Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehir olma özelliğini sürdürdü. Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr, Kudüs’ü 140 (758) ve 154 (771) yıllarında iki defa ziyaret etti. Mansûr ilk ziyaretinde 130 (747-48) yılındaki, ikinci ziyaretinde de o yıl meydana gelen depremden zarar görmüş olan Mescid-i Aksâ’nın yeniden inşasını emretti. Halife Mehdî-Billâh şehri 163’te (780) ziyaret etti ve 158 (774) yılındaki bir depremde zarar görmüş olan camiyi tamir ettirdi. Şehirde yaşayan veya ziyarete gelen hıristiyanlar da müslüman idarecilerin ve hıristiyan imparatorların kutsal şehir olarak Kudüs’e verdikleri önemden istifade ettiler. Hârûnürreşîd döneminde halife ile Charlemagne arasında kurulan dostluk neticesinde imparator şehri ziyarete gelenlerin kalacakları yerler yaptırdı ve bir kütüphane kurdurdu. Charlemagne’ın yerine geçen oğlu Louis de Kudüs’teki hıristiyanların cizyelerini ödemelerine yardımcı olmak için maddî destek verdi (a.g.e., s. 113; EI2 [İng.], V, 326). Şehirdeki yahudiler din ve ibadetlerinde ve dinî teşkilâtlanma konusunda serbest idiler. Kudüs’e büyük önem veren Me’mûn Harem-i şerif’in doğu ve kuzey kapılarını yaptırmış (216/831), daha sonra Muktedir-Billâh’ın annesi Kubbetü’s-sahre’ye dört güzel kapı hediye etmiştir.
Kudüs, II. (VIII.) yüzyılda önemli bir ilim ve öğretim merkezi haline geldi. Evzâî, Süfyân es-Sevrî, Leys b. Sa‘d ve Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî şehri ziyaret ederek dersler verdiler. Aynı yüzyılda Râbia el-Adeviyye, Bişr el-Hâfî ve Serî es-Sakatî gibi sûfîlerin Kudüs’te bulunması şehri sûfîler için de cazip hale getirdi. Abbâsîler döneminde Kudüs hem dinî ve ilmî gaye ile hem ziyaret ve ticaret amacıyla gelen birçok kişinin güven içinde uğradığı bir şehir haline geldi. Bununla birlikte bazan salgın hastalık, deprem ve Me’mûn döneminde yaşanan kıtlık gibi tabii âfetlerden, ayrıca isyanlardan etkilendi. Özellikle Mu‘tasım-Billâh zamanında Filistin bölgesinde çiftçileri etrafına toplayan Ebû Harb el-Müberka‘ el-Yemânî liderliğindeki ayaklanma sırasında büyük zarar gördü. İsyancıların şehre girmesi üzerine halk şehirden kaçtı ve üç dine ait ibadet mekânları âsiler tarafından tahrip edildi.
Mısır’da Tolunoğulları hânedanını kuran Ahmed b. Tolun 264’te (878) Filistin’i alınca Tolunoğulları’nın eline geçen Kudüs uzun bir süre Kahire merkezli devletlerin idaresinde kaldı. 292 (905) yılına kadar Tolunoğulları’nın, bir süre sonra Muhammed b. Tuğç tarafından kurulan İhşîdîler’in, 358’de (969) İhşîdîler’in Fâtımîler tarafından yıkılmasıyla da Fâtımîler’in hâkimiyetine girdi.
Bu dönemde, şehir dışında vefat eden birçok yahudinin buraya getirilip defnedilmesi âdetine paralel olarak idareciler dahil birçok müslümanın da burada defnedilmek istediği dikkat çekmektedir. Meselâ Abbâsîler’in iki Mısır valisi Îsâ b. Muhammed en-Nûşerî ve Ebû Mansûr Tekin et-Türkî el-Hazerî Kudüs’te defnedilmiştir. İhşîdîler’in kurucusu Muhammed b. Tuğç, kardeşi Hasan, oğulları Ebü’l-Kāsım Ûnûcûr ve Ebü’l-Hasan Ali ile İhşîdîler’in meşhur veziri ve hükümdarı Ebü’l-Misk Kâfûr da burada gömülen ünlüler arasındadır.
Kudüs, 358-463 (969-1071) yılları arasında bir asır süreyle Fâtımîler’in hâkimiyetinde kaldı. Fâtımîler devrinde Filistin ve dolayısıyla Kudüs, Fâtımîler’le Karmatîler ve Cerrâhîler başta olmak üzere çeşitli bedevî grupları arasındaki mücadelelere sahne oldu. Cerrâhîler bazan Bizans’ın da desteğiyle Filistin üzerinde söz sahibi olmaya çalıştılar. Dengesiz davranışlarıyla bilinen Fâtımî Halifesi Hâkim-Biemrillâh döneminde Kudüs’te müslümanlar gibi yahudi ve hıristiyanlar da birçok zorlukla karşılaştılar. Hâkim, 400 (1009) yılında Kıyâme (Kamâme) Kilisesi’ni yağmalatıp yıkılmasını emretti. Kilise ancak kırk yıl sonra yeniden ibadete açılabildi. Bu arada Bizans İmparatoru I. Ioannes Çimiskes, 975’te Suriye’nin ardından Filistin’de bazı şehirleri ele geçirdiyse de Kudüs’e girmeye fırsat bulamadan bölgeden ayrıldı.
Fâtımîler devrinde Kudüs’te tıp alanında büyük gelişmeler oldu ve Muhammed b. Ahmed et-Temîmî’nin de aralarında bulunduğu birçok tabip burada yetişti. Şehirde açılan bîmâristanın zengin vakıfları bulunuyor, hastalar burada ücretsiz tedavi ediliyordu. IV. (X.) yüzyılın sonlarında İsmâilî daveti yaygınlaştırmak amacıyla şehirde bir dârülilim kuruldu.
V. (XI.) yüzyılın ilk yarısında Filistin’de ardarda meydana gelen depremler Kudüs’ü de etkiledi. 407’de (1016) yıkılmış olan Kubbetü’s-sahre ve 424’teki (1033) büyük depremde zarar gören Mescid-i Aksâ, Halife Zâhir el-Fâtımî tarafından yeniden inşa edildi. 424 (1033) ve 460 (1068) yıllarındaki depremlerden Remle’nin ciddi bir şekilde zarar görmesi Kudüs’ü yeniden ön plana çıkardı. Bu dönemde Kudüs’e gelen hıristiyan hacıların sayısının hızla arttığı görülür. 1065’te Kudüs’e Avrupa’dan 12.000 kişilik bir kafilenin geldiği bilinmektedir (EI2 [İng.], V, 328). Fâtımîler devrinde 424 (1033) ve 456 (1064) yıllarında şehrin surları ve kaleleri saldırılara karşı yeniden gözden geçirilip onarıldı.
Kudüs, Fâtımîler’den sonra çeyrek asır boyunca Selçuklu-Türkmen hâkimiyetinde kaldı. Selçuklular’ın batıya akınları sırasında önde gelen kumandanlarından olan Atsız b. Uvak 463 (1071) yılında (İbnü’l-Kalânisî, s. 98-99; İbnü’l-Esîr, X, 68) Kudüs’e girdi (Atsız’ın Kudüs’ü 465’te [1073] zaptettiği de rivayet edilir) ve Fâtımî valisini görevden uzaklaştırarak şehre hâkim oldu. Atsız, Mısır Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh adına okunmakta olan hutbeye son verip Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh ve Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan adına hutbe okuttu. Ancak altı yıl sonra çıktığı Mısır seferinde Kahire önlerinde Fâtımî ordularına mağlûp oldu. Bunun üzerine Kudüs’teki Arap asıllı kumandanlar ve idareciler Atsız’ın nâiblerine karşı isyan edip şehirde tekrar Fâtımî halifesi adına hutbe okutmaya başladılar (469/1077). Yenilginin ardından Dımaşk’a çekilmiş bulunan Atsız, Anadolu’dan gelip kendisine katılan Türkmen kuvvetleriyle beraber Kudüs üzerine yürüdü ve bir günlük kuşatmadan sonra şehri ele geçirip isyancıları şiddetle cezalandırdı. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın kardeşi Tâcüddevle Tutuş 471 (1079) yılında Atsız’ı ortadan kaldırdı, daha sonra Kudüs ve çevresinin yönetimini Artuk b. Eksük’e verdi (477/1085). Artuk Bey 482’de (1089) Kudüs’te yeni bir cami yaptırdı. Artuk Bey’in ölümünün ardından şehrin yönetimi 491 (1098) yılına kadar oğulları Sökmen ve İlgazi’nin elinde kaldı. Halep Selçuklu Meliki Rıdvân b. Tutuş ile Dımaşk Selçuklu Meliki Dukak arasındaki mücadeleden ve Büyük Selçuklular’ın içinde bulunduğu karışıklıklardan istifade eden Fâtımî veziri ve başkumandanı Efdal b. Bedr el-Cemâlî, Kudüs’ü bir süre kuşattıktan sonra İlgazi ve Sökmen’den teslim aldı (Şâban 491 / Temmuz 1098). Selçuklular’ın Antakya emîri Yağısıyan şehri Fâtımîler’den geri almak amacıyla Nablus’a kadar gelip Kudüs üzerine yürüdüyse de başarı sağlayamadı. Bir yıl sonra da şehir Haçlılar’ın eline geçti (492/1099).
Selçuklular’ın Kudüs’e hâkim oldukları yirmi beş yıl içerisinde şehir Sünnî çizgide önemli ilmî gelişmelere sahne oldu. Şâfiî âlimlerinden Nasr b. İbrâhim el-Makdisî, Nasriyye Medresesi’ni kurdu, onun ardından bir Hanefî medresesi kuruldu. Ebü’l-Ferec eş-Şîrâzî, Hanbelî mezhebi doğrultusunda dersler verdi. Bu dönemde İslâm dünyasının çeşitli yörelerinden çok sayıda meşhur âlim Kudüs’e gelmeye başladı. Bunlar arasında Endülüs’ten İbn Ebû Rendeka et-Turtûşî, Tus’tan Ebû Hâmid el-Gazzâlî ve İşbîliye’den (Sevilla) Ebû Bekir İbnü’l-Arabî de bulunmaktaydı. 486’da (1093) Kudüs’ü ziyaret eden ve üç yıl süreyle burada kalan Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Mescid-i Aksâ’da müslümanların kendi aralarında veya hıristiyan ve yahudilerle ilmî tartışmalar yaptıklarından bahseder (el-ʿAvâṣım, II, 61). Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî ve İbnü’l-Kayserânî’yi de Kudüslü meşhur âlimler arasında zikretmek gerekir.
Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta da kutsal sayılması, Hz. Peygamber’in mi‘rac için Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi (isrâ), müslümanların ilk kıblesi olması ve Kur’an’da atıflarda bulunulmuş olması gibi sebeplerle Kudüs’ün İslâm toplumlarında her zaman önemli bir yeri olmuştur. Bu sebeple Kudüs’ün faziletlerine dair bazan zayıf veya uydurma rivayetlerin de yer aldığı “Fezâilü’l-Kuds” (Fezâilü Beyti’l-Makdis) literatürü oluşmuştur (Mahmûd İbrâhim, s. 83-97; Suleiman A. Mourad, XLIV [1996], s. 31-48).
KUDÜS'TE HAÇLILAR DÖNEMİ
I. Haçlı Seferi’ne katılan ordular, yaklaşık üç yıl süren yürüyüşten sonra 7 Haziran 1099 Salı sabahı o sırada Fâtımîler’in elinde bulunan Kudüs’ün karşısındaki en yüksek noktaya ulaştılar. Bunca zamandır hayalini kurdukları Kudüs artık gözlerinin önündeydi; bu yere Sevinç tepesi (Montjoie) adını verdiler ve aynı günün akşamında şehir surlarının önüne gelerek ordugâhlarını kurdular. Şehir sağlam surlarla çevriliydi. Vali İftihârüddevle Haçlı kuşatmasına karşı gerekli önlemleri almıştı. 17 Haziran’da Yafa Limanı’na gelen iki Cenova ve dört İngiliz gemisinden aldıkları yardımla şehre saldırmak için gerekli aletleri, merdivenleri ve hücum kulelerini yapan Haçlılar 13-14 Temmuz gecesi genel taarruza geçtiler. Ertesi gün kuzey surlarından hücum eden Aşağı Lorraine Dükü Godefroi de Bouillon’un birlikleri, Norman reisi Tankred’in askerleriyle beraber öğle saatlerinde Çiçek Kapısı yakınında surları aşmayı başardılar. Şehre inenler Sütunlar Kapısı’nı açarak ana ordunun şehre girmesini sağladılar. Böylece beş hafta süren kuşatmadan sonra şehir düştü (23 Şâban 492 / 15 Temmuz 1099).
Müslüman halk, Kubbetü’s-sahre ve Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu kutsal bölgeye sığınıp canını kurtarmaya çalıştıysa da bunları takip eden Tankred ve adamları üzerlerine saldırınca teslim olmak zorunda kaldılar. Tankred’in sancağı Kubbetü’s-sahre’ye asıldı. Tankred burasını kutsal bir yer olmasına aldırış etmeden yağmaladı. Bu arada halkın bir kısmı korku içinde şehrin henüz düşmeyen güney mahallelerine doğru kaçmaya başladı. Toulouse Kontu Raimond de Saint Gilles güney surlarından şehre girdi ve vali İftihârüddevle’yi garnizonla birlikte Dâvûd Kulesi’nde (iç kale) kuşattı. Valiye de kuleyi teslim ettiği takdirde kendisine ve adamlarına şehirden çıkış izni vereceğini bildirdi. Her şeyin kaybedildiğini gören vali çaresizlik içinde teklifi kabul etti. Vali ve adamları Kudüs’ten canlı olarak çıkan tek müslüman grup oldu.
Müslümanlar 17 (638) yılında Kudüs’ü fethettiklerinde Halife Ömer hıristiyanlara can ve mal güvenlikleri konusunda söz vermiş, onların haklarını belirten bir anlaşma imzalamış, Haçlılar ise tam aksine bir davranışla şehirde bulunan bütün müslümanları, hatta müslümanlara yardım ettikleri gerekçesiyle bütün Mûsevîler’i öldürerek dünyada eşi görülmemiş bir vahşet örneği sergilemişlerdir. Orduyla birlikte Kudüs’e giren Haçlı tarihçisi Fulcherius, şövalyelerin ve askerlerin Araplar’ın yuttukları altınları bağırsaklarından çıkarmak için bunları öldürdükten sonra karınlarını deştiklerini, ellerinde kılıç şehirde dolaşıp hiçbir canlı bırakmadıklarını, bütün evlere girip ne buldularsa aldıklarını anlatır.
Haçlılar evlerde, camilerde ve yollarda bulunan herkesi kadın, çocuk demeden öldürdüler. Mescid-i Aksâ’ya sığınmış olanlar da kılıçtan geçirildi. Bu katliamın görgü tanığı olan tarihçi Raimundus, mâbedlerin bulunduğu bölgeye (Harem-i şerif) giderken cesetlerin ve dizlerine kadar çıkan kan birikintilerinin içinden geçmek zorunda kaldığını söyler. Katliam bütün dünyada dehşet uyandırdı. Kurbanlarının sayısı kesin olarak belli olmamakla beraber bilinen husus, Kudüs’te mevcut bütün müslüman ve Mûsevîler’in tamamının öldürüldüğüdür. Bu cinayetler İslâm dünyasını yasa boğdu. Müslümanlar barbar Haçlılar’ı ülkelerinden sürüp atmak için iki yüzyıl mücadele etmek zorunda kaldılar.
Kudüs’ün zaptından iki gün sonra Haçlı liderleri toplanarak şehrin yönetimi konusunu tartıştılar. Nihayet din adamları ve asilzadelerden oluşan meclis, idarenin başına “kutsal mezarın bekçisi” unvanını alan Godefroi de Bouillon’u seçti. Kudüs patrikliğine Arnoul adında bir papaz getirildi. Doğu’da Latin kilisesinin kurucusu Arnoul’ün ilk işi, Kutsal Mezar Kilisesi’nde (Merkad-i Îsâ Kilisesi) Doğu kilisesinin geleneklerine uygun ibadet eden bütün papazları aforoz etmek oldu. Halbuki Kutsal Mezar Kilisesi bugün de olduğu gibi bütün Doğu hıristiyan mezheplerine açıktı. 461 yıl İslâm hâkimiyetinde kalmış olan Kudüs’te müslümanlar hıristiyanların haklarını korumuş, dinlerine saygı göstermişlerdi. Fakat Latin hıristiyanların zaferiyle şimdi her şey değişiyordu. Kudüs Latinler tarafından zaptedilince her taraftan buraya gelen yerli hıristiyanlar kısa zamanda efendilerinin değişmiş olması yüzünden pişmanlık duymaya başladılar.
Haçlılar Kudüs’te bütün müslüman eserlerini de yağmaladılar. Kubbetü’s-sahre ve Mescid-i Aksâ’daki değerli eşya tahrip edildi, çalınıp götürüldü. Camiler kiliseye çevrildi veya başka maksatlarla kullanıldı. Zaman içinde yeni kiliseler yapıldı. Kutsal Mezar Kilisesi tekrar inşa edildi. Kudüs kralları bu kilisede gömüldüler. Kilisenin güneyinde bulunan ve Vaftizci Yahyâ’ya nisbet edilen kilise ile hacıların konakladığı misafirhane ve hastahane büyütülerek içinde 1000 kişiyi barındıracak bir hastahane ve bir kilise inşa edildi. Burası Hospitalier Şövalye Tarikatı’nın yönetimine verildi. Kubbetü’s-sahre’nin üzerine haç dikildi ve o zamana kadar açıkta duran kayanın (kutsal taş) üstü örtülüp üzerine bir mihrap oturtuldu. Mescid-i Aksâ Camii’nde değişiklikler yapılarak kralların sarayı haline getirildi. Yanı başındaki yer ise Templier tarikatının kullanımına verildi. Bunun dışında şehirde fazla değişiklik olmadı. Kudüs genelde eski görünüşünü korumakla birlikte tam bir hıristiyan şehri haline geldi. Müslüman ve yahudilerin şehirde sürekli kalmasına izin verilmedi. Kudüs’ün dışında derin hendekler ve üzerinde Kudüs’e giriş çıkışı sağlayan dört ana kapı ile daha küçük kapılar bulunan şehir surları aynen muhafaza edildi.
Haçlılar, Godefroi’nin idareyi ele almasından sonra Remle’ye kadar ilerlemiş olan Fâtımî ordusunu âni bir saldırıyla yenilgiye uğratarak Filistin’deki hâkimiyetlerini güçlendirdiler (Ağustos 1099). Aynı yılın sonunda papanın yolladığı Pisa başpiskoposu Daimbert yeni Kudüs patriği oldu. Godefroi 1100’de ölünce yerine Urfa kontu olan kardeşi Baudouin kral seçildi.
On sekiz yıl süren saltanat döneminde Kudüs Krallığı’nın büyüme ve güçlenmesini sağlayan Baudouin, Mısır Fâtımîleri ile yaptığı savaşlarda başarılı olduğu gibi Kudüs Krallığı’nın sınırlarını özellikle Venedik ve Cenova filolarından aldığı yardımla Filistin kıyı şehirlerini zaptetmek suretiyle genişletti. Arsuf, Kaysâriye, Hayfa, Yafa, Akkâ ve Beyrut ele geçirildi. Saltanatı süresince Urfa, Antakya ve Trablus Haçlı devletleriyle ilişkileri yapıcı oldu ve bütün Haçlılar’ı birlik içinde tutmayı başardı.
I. Baudouin’in ölümünden sonra Kudüs tahtına geçen II. Baudouin, Mısır ve Dımaşk kuvvetlerinin tehdidi karşısında kendisine yardım için gelen Urfa ve Antakya birlikleriyle beraber Aşdod’a ilerledi, fakat savaş olmadı. İki taraf karşılıklı üç ay bekledikten sonra ülkelerine geri döndü. Baudouin, 1119 yılında Antakya Prinkepsi Roger ve ordusunun Artuklu Beyi İlgazi’nin askerleri tarafından kılıçtan geçirilmesi üzerine Antakya’ya giderek geçici bir süre için şehrin hâkimiyetini ele aldı. Saltanatının ilk yıllarını İlgazi ve Tuğtekin’e karşı mücadele ile geçirirken bir yandan da krallığın idaresinde yenilikler yaptı. Kralın verdiği şehir ve kalelerde oturan baronlar krallığın yönetim ve savunmasında daha etkili olmaya başladılar. Ayrıca Hospitalier (İsbitâriyye) ve Templier (Dâviyye) adıyla iki şövalye tarikatı kuruldu. Bunlar hızla gelişerek krallık içinde ve kuzeydeki Haçlı devletlerinde ciddi birer güç haline geldiler. Tarikat şövalyeleri Haçlılar arasında en acımasız müslüman düşmanı oldular.
II. Baudouin, 1123’te Artuklu Beyi Belek’e esir düşüp Harput Kalesi’nde hapsedilince Kudüs Krallığı bir yıl Geldemar tarafından yönetildi. Onun yokluğunda Kudüs ordusu Venedik donanmasının desteğiyle 7 Temmuz 1124’te Sûr’u (Tyrus) zaptederek Askalân dışında bütün Filistin kıyı şehirlerine sahip oldu. Baudouin daha sonra Artuklular’ın idaresinde bulunan Halep’i kuşattı. Halep’i bu saldırıdan Musul Valisi Aksungur el-Porsukî’nin yardıma gelmesi kurtardı.
II. Baudouin’in 21 Ağustos 1131’de ölümünden sonra kızı Kraliçe Melisende ile birlikte taç giyen Foulque d’Anjou krallıkta sevilen ve baronlarının itaat ettiği bir kral oldu. Saltanatı boyunca siyaseti genişlemeye son verilip sınırların korunması oldu. Çünkü sadece Kudüs değil bütün Haçlı devletleri, Musul ve Halep hâkimi atabek İmâdüddin Zengî’nin etrafında toplanan müslümanların tehdidi altındaydı. Bu sebeple müslümanlarla anlaşma yoluna gitti.
İmâdüddin Zengî, 24 Aralık 1144’te Urfa’yı fethederek buradaki Haçlı Kontluğu’na son verdi. Böylece ilk kurulan Haçlı devleti ortadan kalkmış oldu. Bu gelişme üzerine Kudüs Krallığı ve diğer Haçlı devletleri sıranın kendilerine de geleceği korkusuyla paniğe kapıldılar. Kraliçe Melisende papa ve Batı Avrupa krallarından yardım isteyince düzenlenen yeni Haçlı seferine katılan ordular, Fransa Kralı VII. Louis ve Almanya Kralı III. Konrad’ın idaresinde Kudüs’e geldi. Beş gün süren başarısız Dımaşk kuşatması tam bir fiyasko ile neticelendi. Avrupalı krallar hiçbir başarı elde edemediler ve Kudüs Krallığı’na da bir fayda sağlayamadılar.
1149’da Antakya Prinkepsi Raymond de Poitiers’nin Halep Hükümdarı Nûreddin Mahmûd Zengî ile yaptığı savaşta maktul düşmesi üzerine idareyi karısı Konstance, 1152’de Trablus kontu II. Raymond’un Haşhaşîler tarafından öldürülmesi üzerine de idareyi karısı Hodierna’nın üstlenmesiyle Doğu’daki üç Haçlı devletinin sorumluluğu üç kadının eline kaldı. Fakat aynı yıl III. Baudouin annesi Melisende’ı saf dışı bırakmayı başararak krallığın tek hâkimi oldu. III. Baudouin kutsal ülkede doğmuş ilk Kudüs kralıydı. Yedi ay süren kuşatmadan sonra 19 Ağustos 1153’te Askalân’ı zaptetmesi Haçlılar’ın son büyük başarısını teşkil eder.
İktidarı eline aldıktan (1162) sonra bütün dikkatini Mısır üzerinde toplayan Kral Amaury desteğine ihtiyaç duyduğu Bizans ile iyi ilişkileri sürdürmeye kararlıydı. Zira doğu sınırı, 1153’te Dımaşk’a hâkim olmasından sonra tamamen Nûreddin Mahmud Zengî’nin elindeydi. Suriye’nin tek hâkimi olan Nûreddin ile savaşması mümkün değildi. Ancak Nûreddin, kendisine düşman kalan Mısır’a sahip olmadığı sürece Kudüs Krallığı için hayatî bir tehlike teşkil etmezdi. Bundan dolayı Mısır’ın ele geçirilmesi Kudüs Krallığı’nın geleceği bakımından büyük önem taşımaktaydı.
1163 Eylülünde Fâtımî idaresindeki Mısır’a saldıran Amaury, Vezir Dırgām’ın öldürülmesinden sonra yerine geçen Şâver ile Nûreddin’in kumandanı Şîrkûh arasındaki mücadelede Şâver’i destekledi. 1164 Temmuzunda Şîrkûh’u Bilbays’ta kuşattı. Ancak Nûreddin’in Hârim’e hücum etmesi üzerine Şîrkûh ile anlaşıp Kudüs’e döndü.
1167 ve 1168’de Kral Amaury yine Mısır’a saldırdı, ancak hiçbir sonuç alamadı. Mısır’ı ele geçiren, Nûreddin’in kumandanı Şîrkûh oldu (8 Ocak 1169). Mısır’ı kaybetmiş olmanın Kudüs Krallığı için ne büyük bir tehlike teşkil ettiğini anlayan Amaury’nin Mısır’a karşı 1169 sonbaharında düzenlediği sefer de başarısız kaldı. Amaury 11 Temmuz 1174’te ölünce yerine on üç yaşında cüzzamlı oğlu Baudouin geçti. Çocuk hemen kral ilân edildiyse de krallık ileri gelenleri ona niyâbet hususunda ikiye ayrıldılar. Önce Trablus Kontu III. Raymond nâib oldu; yerli baronlar ve Hospitalier şövalyeleri onu destekliyorlardı. Bunlar müslüman komşularıyla iyi geçinme taraftarıydılar. Fakat 1176’da Kral IV. Baudouin karşı grubun başında bulunan dayısı Joscelin de Courtenay’ın tarafına döndü. Joscelin’i destekleyenler ise Templier şövalyeleriyle Batı’dan yeni gelen asillerdi. Bunlar savaşçı hıristiyan idealleriyle tutuşmakta olup her fırsatta müslümanlara saldırmak istiyorlardı. Bu iç sorunlardan başka krallık dışarıdan gelecek yardım ümitlerini de kaybetmişti. Batı’dan yardım gelmiyordu. İmparator Manuel’in ölümü üzerine Bizans’ın kudreti yok olmuştu. Tek çıkar yol, Nûreddin Mahmud’un ölümünden sonra İslâm dünyasını idaresinde toplamış olan Selâhaddîn-i Eyyûbî ile anlaşmaktı. Ancak krallık erkânı bunu bir türlü beceremedi ve Selâhaddin ile sık sık çatışmaya girdi.
1185 Martında Kudüs Kralı IV. Baudouin ölünce ablasının oğlu V. Baudouin unvanıyla tahta çıkarıldı. Henüz küçük yaşta olan kralın da bir yıl sonra ölümü üzerine annesi Sibylle ile kocası Guy de Lusignan yönetime el koydular. Aynı yıl Kerek hâkimi Renaud de Châtillon’un Kahire’den Dımaşk’a giden bir müslüman kervanına saldırması Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin sabrını taşırdı. Selâhaddin, 4 Temmuz 1187’de Hittîn mevkiinde yapılan savaşta Kudüs krallık ordusunu yok etti. Bu olayın ardından müslümanlar Kudüs Krallığı’na ait şehir ve kaleleri süratle ele geçirmeye başladılar. Taberiye, Akkâ, Nablus, Yafa, Sayda, Beyrut, Cübeyl, Askalân, Gazze birbiri ardınca zaptedildi. Birkaç hafta içinde büyüklü küçüklü elli iki şehir fethedilmiş, sıra Kudüs’e gelmişti.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, önce Kudüs’ün teslimini müzakere etmek için çağırttığı Haçlı heyetiyle Askalân’da görüştü. Hıristiyanlar şehri teslim etmeyeceklerini söyleyince görüşmeler sonuçsuz kaldı. Bunun üzerine Selâhaddin Kudüs üzerine yürüdü. Bunu duyan gönüllü mücahidler de orduya katıldı. Sultan Kudüs’e yaklaştığı sırada öncü birliklerinden ayrılarak ilerleyen Emîr Cemâleddin Haçlılar’ın baskınına uğrayarak şehid düştü. Selâhaddîn-i Eyyûbî 20 Eylül 1187’de Kudüs önünde karargâh kurdu. Önce kuzeybatı sur kesimine hücum edildi. 26 Eylül’de Zeytindağı’na yerleşen müslümanlar Sütunlu Kapı yanında surların altına lağım kazmaya başladılar. Üç gün sonra surda büyük bir gedik açıldı. Haçlılar buradan şehre girişi önledilerse de sonunda savunma çöktü. Savunmayı yöneten Balian d’Ibelin, 30 Eylül’de Selâhaddin’in karargâhına gelip teslim şartlarını konuştu. Selâhaddin çok az bir fidye ödemek şartıyla halkın şehri terketmesine izin verdi. Haçlılar kırk gün içinde erkek başına 10, kadın başına 5, çocuk başına 2 dinar fidye ödeyeceklerdi. Ayrıca para bulamayan binlerce kişi de serbest bırakıldı. Buna karşılık Templier ve Hospitalier tarikatları kendi mensuplarını kurtarmak için tek kuruş bile harcamadılar. Patrik de sadece kendisi için 10 dinar ödedi; sahip olduğu altın ve gümüş, ayrıca arabalar dolusu servetiyle Kudüs’ten çıkıp gitti. Selâhaddin’in bu insanca davranışı Kudüs’ü zapteden Haçlılar’ın vahşetiyle tam bir tezat teşkil etmekteydi.
Mi‘rac kandiline denk düşen 27 Receb 583 (2 Ekim 1187) Cuma günü Selâhaddin Kudüs’e girdi. Haçlılar’ın seksen sekiz yıl önce kana buladıkları şehirde hiçbir taşkınlık yapılmadı; müslümanlar zafer sevincini olgunluk içinde kutladılar. Haçlılar Kudüs’ten çıkıp giderken Ortodoks ve Ya‘kūbî hıristiyanlar şehirde kaldı. Mûsevîler’in de şehre yerleşmesine izin verildi. Hıristiyanlara ait kutsal yerlerin idaresi Ortodoks kilisesine teslim edildi. Bir süre Kudüs’te kalan Selâhaddîn-i Eyyûbî, Haçlılar tarafından saray olarak kullanılan Mescid-i Aksâ’yı camiye çevirdi ve Templier tarikatının yaptığı değişiklikleri ortadan kaldırdı. Nûreddin Mahmud’un Halep’te yaptırdığı minberin getirilmesini emretti. Şehrin idaresini düzene koyduktan sonra 24 Şâban 583’te (29 Ekim 1187) Sûr şehrine hareket etti. Selâhaddîn-i Eyyûbî devrinde surlar tamir ettirildi ve önlerine derin hendekler kazıldı. Burçlar inşa edildi. Sultan Kudüs’ün idaresini Fakih Ziyâeddin Îsâ’ya verdi, onun 1189’da ölümü üzerine de yerine Hüsâmeddin en-Necmî getirildi. Kudüs’ten ayrılan Haçlılar hâlâ ellerinde bulunan Sûr, Trablus, Antakya gibi şehirlerde kümelendiler. Kudüs Krallığı bir asır daha Suriye’nin kıyı şehirlerinde Akkâ merkez olmak üzere varlığını sürdürdü.
Avrupalılar Kudüs’ü geri almak için İngiltere, Fransa, Almanya krallarının idaresinde III. Haçlı Seferi’ni düzenlediler (1189-1192). Askalân’ın Haçlılar’ın eline geçmesinden ve Kudüs’ü geri almak için burayı bir üs haline getirmesinden endişe eden Selâhaddîn-i Eyyûbî, Askalân Kalesi’nin tahrip edilmesini emretti. 19 Şâban 587’de (11 Eylül 1191) yıkımına başlanan surlarla kalenin yıkımı kısa bir süre içinde tamamlandı, halk başka yerlere nakledildi. Sultan 26 Eylül 1191’de Kudüs’e gelip şehrin savunma tedbirlerini, erzak ve silâh durumunu gözden geçirdi. Haçlılar’ın Kudüs’ü geri almak için beş yıldan beri verdikleri mücadele 22 Şâban 588’de (2 Eylül 1192) yapılan barış antlaşmasıyla sona erdi. Bu antlaşmaya göre taraflar silâhsız olarak birbirlerinin ülkesinde ticaret yapabilecek, hıristiyanlar hac için Kudüs’e gelebileceklerdi. Kudüs’te bir Hanefî medresesi yaptıran Dımaşk Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Muazzam, Haçlılar’ın Kudüs’ü tekrar ele geçirmesinden endişe ettiği için Harem-i şerif’teki camiler, Merkad-i Îsâ Kilisesi ve Dâvûd Kulesi hariç şehrin tahrip edilmesini emretti. Surların yıkılması üzerine kadınlar, çocuklar ve yaşlılar şehri terkedip Kahire, Dımaşk ve Kerek’e gittiler.
Daha sonraki yıllarda da Kudüs’ü ele geçirmeye uğraşan Haçlılar’ın girişimleri başarıya ulaşmadı. Yalnız İmparator II. Friedrich, düzenlediği Haçlı seferi sırasında 626 (1229) yılında Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Kâmil Muhammed ile anlaşarak on yıl süreyle Kudüs’e ve Kudüs’ü Yafa’ya bağlayan dar bir arazi şeridine sahip olma hakkını elde etti (Demirkent, Haçlı Seferleri, s. 201). Friedrich 17 Mart 1229’da Kudüs’e girdi ve Nablus kadısı Şemseddin’in refakatinde şehri dolaştı. Böylece Batılılar silâh zoruyla elde edemedikleri Kudüs’e diplomatik gayretleri neticesinde kavuştular. Anlaşmanın ardından müslümanların Harem-i şerif dışında Kudüs’e girmesine izin verilmedi. Bu olay İslâm dünyasını çok üzdü. Dımaşk’ta umumi mâtem ilân edildi. Sultan el-Melikü’l-Kâmil’in, Harem-i şerif’in müslümanların elinde kaldığını ve stratejik bakımdan müslümanların eskisi gibi bölgeye hâkim bulunduğunu belirtmesi müslümanların acısını azaltmadı. Öte yandan hıristiyanlar anlaşmanın uygulanmasının pek mümkün olmadığı kanısındaydılar, zira verilen yerlerin savunulması hiç de kolay değildi. Friedrich, Kutsal Mezar Kilisesi’nde taç giymeye kararlıydı. Fakat Akkâ’da oturan patrik, imparator hâlâ aforozlu olduğu için Kudüs’teki bütün dinî faaliyetleri ve âyini yasaklamıştı. Yerli baronlar, Templier ve Hospitalier şövalyeleri de törene katılmadılar. Friedrich kilisede Kudüs krallık tacını kendi elleriyle başına koydu ve başarısını tek başına kutlamak zorunda kaldı.
Bu dönem, Mısır Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’s-Sâlih Eyyûb’un kendisine muhalif olan Suriye Eyyûbîleri’ne karşı Hârizmli atlı birliklerini Dımaşk ve Filistin bölgesine baskın yapmaya çağırmasına kadar sürdü. Hârizmliler, Dımaşk civarında dehşet saçarak bütün bölgeyi yakıp yıktıktan sonra 11 Temmuz 1244’te Kudüs’e girdiler. Kerek hâkimi el-Melikü’n-Nâsır Dâvûd’un aracılığıyla hıristiyan halk ve garnizon Kudüs’ten Yafa’ya gitmek için izin aldı. Ancak bunlar, hem Hârizmliler’in pususuna düşerek hem de Arap eşkıyasının saldırısına uğrayarak büyük kayıp verdiler. el-Melikü’s-Sâlih ve Hârizmliler, Suriye Eyyûbîleri’ni ve müttefikleri Haçlılar’ı Gazze dışında yaptıkları savaşta bozguna uğrattılar (Cemâziyelevvel 642 / Ekim 1244). Böylece Kudüs kesin olarak Haçlılar’ın elinden çıkmış ve Mısır Eyyûbîleri’nin hâkimiyetine girmiş oldu. Haçlılar’ın 1099’da Kudüs’ü ilk alışından 145 yıl sonra şehir Türkler’in eline geçmişti.
MEMLÜKLER DÖNEMİNDE KUDÜS
Kudüs, Memlük Devleti’nin ilk kuruluş yılları sırasında (1250-1260) Suriye’deki Eyyûbîler ile Memlükler arasında birkaç defa el değiştirdi. Abbâsî Halifesi Müsta‘sım-Billâh’ın aracılığıyla Suriye’deki Eyyûbîler ve Memlükler arasında yapılan barış antlaşması ile (Safer 651 / Nisan 1253) Kudüs Memlükler’e bırakıldı. Ancak Filistin ve Kudüs 654 (1256) yılında tekrar Eyyûbîler’in eline geçti. Moğollar’a karşı kazanılan Aynicâlût zaferiyle (1260) Eyyûbî hânedanı da sona erdi ve şehir daha istikrarlı bir yönetime kavuştu. Hilâl-haç mücadelesinin sembolü konumundaki Kudüs’ün Haçlı tehlikesinin ortadan kalkmasıyla birlikte siyasî açıdan önemi azaldı. Coğrafî konumunun yanı sıra dönemin ana ticaret yollarının uzağında olması ve şehirde güçlü bir askerî birliğin bulunmaması bunda etkili olmuştur.
Kudüs Memlük idaresinin ilk yıllarında Dımaşk, Kahire Halep ve Gazze gibi dönemin büyük şehirlerinin aksine nâibler yerine Gazze veya Dımaşk nâibinin tayin ettiği valiler tarafından yönetiliyordu. Kalkaşendî şehrin 777’de (1375) nâibliğe dönüştüğünü ileri sürüyorsa da (Ṣubḥu’l-aʿşâ, VII, 186-187) Memlükler devrinde şehrin tarihi hakkında el-Ünsü’l-celîl adıyla bir eser telif eden Ebü’l-Yümn el-Uleymî, Muhammed b. Kalavun’un üçüncü saltanatı döneminde (1310-1341) Alemüddin Sencer el-Cavlî’nin Kudüs nâibü’s-saltanası olduğunu belirtmekte (II, 271-272), İbn Tağrîberdî de 709 (1309) yılı olaylarını anlatırken Kudüs nâibinden bahsetmektedir (en-Nücûmü’z-zâhire, VIII, 258). Kudüs nâibleri bu dönemde henüz müstakil olmadığından Gazze veya Dımaşk nâibleri tarafından rütbesi büyük şehirlerinkine oranla daha düşük emîrler arasından (emîr-i tablhâne) tayin edilmiştir. XIV. yüzyılın sonlarından itibaren Kahire tarafından tayin edilmeye başlanan Kudüs nâibleri arasında büyük emîrlerin de (emîr-i mie mukaddemü’l-elf) bulunduğu dikkati çekmektedir. Şehirde vali veya nâiblerden başka müslümanların mukaddes kabul ettiği yerlerden sorumlu nâzırü’l-haremeyni’ş-şerîfeyn de görev yapıyordu. Kudüs nâibleri bazan nâzırü’l-haremeyni’ş-şerîfeyn unvanını da taşıyordu. Memlük devri boyunca sultanın cezalandırdığı Memlük emîrlerinin Kudüs’e sürülmesi de şehrin siyasî konumuyla ilgilidir. Zira şehirde fazla asker bulunmaması ve surlarının takviye edilmemesi, Kudüs’te yaşamaya mecbur edilen Memlük emîrlerinin isyan etme ihtimalini azaltıyordu. Ayrıca emekli olan Memlük emîrleri de Kudüs’ün siyasetten uzak havası ve dinî konumu dolayısıyla şehirde yaşamayı tercih ediyorlardı. Aynı şekilde yahudi ve hıristiyanlarda olduğu gibi diğer müslümanlarda da Kudüs’te yaşama ve burada defnedilme arzusu vardı.
Memlükler’in Kudüs politikası genel siyasetlerine paraleldi. Moğollar ve Haçlılar karşısında aldıkları başarılı sonuçlarla askerî yeterliliklerini kanıtlayan Memlükler’in yabancı oldukları bu topraklarda yer edinmeleri ve siyasî meşruiyet kazanmaları ulemâ ve halk nezdinde destek bulmalarını gerektiriyordu. Bu sebeple Memlükler, müslümanlar tarafından üçüncü mukaddes şehir kabul edilen Kudüs’e büyük önem vermişler ve şehri yeniden imar etmişlerdir. Haçlı işgalinin ardından Kudüs’ün yeniden bir İslâm şehri haline gelmesi Memlükler tarafından yapılan bu yoğun imar faaliyetiyle gerçekleşmiştir. Günümüzde Kudüs’te bulunan 150 civarındaki önemli tarihî eserin sekseni Memlükler devrine aittir. Bu dönemde Kudüs’te inşa faaliyetlerinin artmasında Memlük sultanlarının kendilerini topluma kabul ettirme çabalarının yanı sıra dinî gayeler, Memlük emîrlerinin öldükten sonra müsadere edilmesini önlemek amacıyla çocuklarını ve akrabalarını mütevelli yaparak mallarını vakfetmeleri gibi pek çok sebepten söz etmek mümkündür.
Kudüs’ü birkaç defa ziyaret eden Bahrî Memlük sultanlarından I. Baybars, Kubbetü’s-sahre’nin yıkılan kısımlarını tamir ettirmiştir. Surların dışında şehre gelen tâcirleri karşılamak ve fakirleri barındırmak maksadıyla bir de han yaptıran I. Baybars bazı köylerin gelirini şehirdeki kutsal mekânların bakımına ayırmıştır. Yine Kudüs’ü ziyaret eden sultanlardan Kalavun 681’de (1282), şehre gelen fakirler için Ribâtu Kalavun’u (Ribâtü’l-Mansûrî) yaptırmıştır. Sultan Lâçin de Mihrâb-ı Dâvûd’u ihya etmiştir. Kudüs’ün Bahrî Memlükler devrinde esas gelişmesi Muhammed b. Kalavun döneminde (1293-1294, 1299-1309, 1310-1341) olmuştur. Mescid-i Aksâ ve Kubbetü’s-sahre’yi tamir ettiren sultan Kubbetü’s-sahre etrafındaki kemerleri de yaptırmış, Mescid-i Aksâ’nın arka tarafını mermerle kaplatmış, Harem-i şerif’teki bazı mâbedlerin kubbelerini yaldızlatmıştır. Kaynaklar, bu faaliyetlerin büyük bir itina ile yapıldığını ve yıllar sonra bile yeniliğini koruduğunu kaydetmektedir. Kırk yıldan fazla hüküm süren Muhammed b. Kalavun döneminde pek çok medrese, çarşı, han, hamam ve ribât yapılmış, Kudüs Kalesi yenilenmiş ve şehre su getirilmiştir. Kalenin batı köşesindeki cami 1310 yılında inşa edilmiştir.
Sultanların Kudüs’e olan ilgisi Burcî Memlükleri zamanında da devam etmiştir. Berkuk ziyaret maksadıyla Kudüs’e gelmiş ve bir süre burada kalmıştır. 1386’da Dârü’l-vekâle (Kaysâriyye) adıyla bilinen Hânü’z-Zâhir’i yeniden yaptırmış, Kudüs’ün su yolunu (Kanâtü’l-arûb) tekrar inşa ettirmiştir. Barsbay, Eyyûbî sultanlarından el-Melikü’l-Muazzam Îsâ’nın 1216’da yaptırmış olduğu sebili (sebîlü Şa‘lân) tamir ettirmiştir (832/1429). el-Melikü’z-Zâhir Çakmak, Kubbetü’s-sahre’nin yıldırım düşmesi sonucu yanan kubbesini onartmış, Mısır sahillerine yapılan hıristiyan saldırıları sebebiyle Kudüs’teki hıristiyanların yapılarını yıktırmıştır. 857’de (1453) tahta çıkan el-Melikü’l-Eşref İnal, Mescid-i Aksâ’yı tamir ettirmiş ve Kayıtbay döneminde onarıldığından daha sonra Sebîlü Kayıtbay olarak bilinen sebili yaptırmıştır. Bu sebile su temin eden Kanâtü’s-sebil’i Hoşkadem 1462’de yeniletmiştir. Ayrıca Kayıtbay tarafından yıktırılarak yeniden yaptırıldığı için el-Medresetü’l-Eşrefiyye olarak da bilinen el-Medresetü’s-Sultâniyye Hoşkadem devrinde bina edilmiştir. Sultan Kayıtbay, Eşrefiyye Medresesi’ni 887’de (1482) yeniden yaptırdığı gibi uzun yıllar ihmal edilen Kanâtü’s-sebîl’i ve Sebîlü Kayıtbay’ı tamir ettirmiştir.
Sultanların yanı sıra emîrler ve yakınları, zengin tüccarlar, ulemâ ve şehre başka bölgelerden göç etmiş kimseler de şehrin imar faaliyetlerine büyük katkıda bulunmuşlardır. Bu dönemde Kudüs’te elli civarında medrese ve yirmi civarında zâviye, hankah ve ribât mevcuttu. Bunlar arasında Emîr Alâeddin Aydoğdu’nun (ö. 666/1267) inşa ettirdiği Ribâtu Alâeddin (Bâsıriyye), Emîr Alemüddin Sencer ed-Devâdâr es-Sâlihî’nin yaptırdığı Devâdâriyye Hankahı (695/1295), Dımaşk Hanbelî şeyhi Vecîhüddin Muhammed b. Osman et-Tenûhî’nin 701 (1302) yılında vakfettiği Medresetü’l-Vecîhiyye, Emîr Rükneddin Baybars’ın vakfı olan Medresetü’l-Câlikıyye (707/1307) ve 715-720 (1315-1320) yıllarında inşa edilen Cavliyye Medresesi ile Sellâmiyye, Kerîmiyye, Emîniyye ve Hatuniyye medreseleri Bahrî Memlükleri devrinde yaptırılan hayır kurumlarıdır. Emîrler tarafından inşa ettirilen yapıların en muhteşemi, Şam nâibi Emîr Tenkiz en-Nâsırî’nin 729’da (1329) yaptırdığı Tenkiziyye Medresesi ile Sûku’l-Kattânîn’dir. Burcî Memlükleri döneminde inşa edilen medreseler arasında Ebû Bekir Ali eş-Şeybânî (ö. 797/1395) için Hoca (Tâcir) Fahreddin el-Mevsılî tarafından yaptırılan Mevsıliyye Medresesi, Emîr Cehârkes el-Halîlî tarafından vakfedilen Medresetü’l-Cehârkesiyye ile (Şerkesiyye) Sübeybiyye ve Bâsitıyye medreseleri önemlidir.
Memlükler devrinde şehrin nüfusu hakkında kesin bilgi yoktur. Araştırmacılara göre şehrin nüfusu 10.000 civarındadır. Harem-i şerif’te bulunan Memlük dönemine ait belgeleri ve şehrin gelişmesini delil gösteren Hudâ Lutfî’ye göre ise XIV. yüzyılda nüfus 20.000 civarında olmalıdır (al-Quds, s. 225). Ancak XV. yüzyılda baş gösteren iktisadî sıkıntılar, isyanlar ve kıtlık sonucunda şehrin nüfusu büyük ölçüde azalmıştır. Kudüs’ün nüfusu Araplar, Berberîler, Hintliler, Türk ve Kafkas asıllı memlükler, Türkmen ve Kürtler ile Moğol istilâsı sırasında Anadolu ve İran’dan gelen kimselerden müteşekkildi. Üç semavî din tarafından da mukaddes kabul edilmesi sebebiyle şehir oldukça kozmopolit bir yapıya sahipti. Şehir nüfusunun büyük çoğunluğu müslümandı, daha sonra hıristiyanlar ve yahudiler geliyordu. Kudüs’teki hıristiyan ve yahudiler, kendi mahallelerinde İslâm hukukunun onlara tanıdığı zimmî statüsü içerisinde rahatça yaşıyorlardı. Avrupa’dan gelen hıristiyan hacılar Kudüs’te hac görevlerini ifa edebiliyorlardı. Bazı dönemlerde hıristiyan hacıların sorunlarını çözmek üzere Kudüs’te Avrupalı konsolosların olduğu bilinmektedir. Sultan Kayıtbay devrinde Kudüs’te yahudilerle müslümanlar arasında bir çatışma olmuşsa da Kudüs kadıları ve sultan yahudileri haklı bularak haklarını teslim etmişlerdir.
Memlükler devrinde Kudüs’ün en önemli gelir kalemini şehre gelen hacıların ihtiyaçlarının karşılanması ve rehberlik hizmetlerinden elde edilen gelirler oluşturuyordu. Şehir halkının ve hacıların ihtiyaçlarına yönelik olan ticaret küçük çaplıydı. Medrese, zâviye ve ribât gibi hayır kurumlarının bakım ve onarım giderleriyle buralarda çalışanların maaşları, şehir çevresindeki tarım arazilerinin gelirleriyle beslenen vakıflar tarafından ödeniyordu. Su sıkıntısı dolayısıyla suya fazla ihtiyaç göstermeyen zeytin ve pamuk Kudüs’ün ana tarım ürünleriydi. Sebze ve meyve üretimi de ihtiyacı karşılıyordu. Şehirde sabun ve dokuma endüstrisinin bulunduğu ve gümüş ihraç edildiği bilinmektedir. Ayrıca hacılara yönelik hediyelik eşya üretiliyordu. Diğer Ortaçağ şehirlerinde olduğu gibi Kudüs’te de ürünler Sûku’l-Kattânîn gibi çarşılarda ve hanlarda satılmaktaydı. Hacıların beraberlerinde getirdikleri malları sattıkları bir çarşı da vardı. Kudüs’e İran, Mağrib, Yemen ve Avrupa’dan kumaş, deri ve halı ithal ediliyordu.
XV. yüzyılda Memlük Devleti’nin ekonomik yapısının bozulması Kudüs’ü de etkiledi. XVI. yüzyıl başlarında Memlükler’in artık bölgede asayişi sağlayamadıkları görülmektedir. Bu dönemde Kudüs’e yapılan bedevî saldırıları hacıların şehre gelmesini engellemiş ve şehrin ekonomisine büyük darbe vurmuştur. Nihayet 1516’da Mercidâbık Savaşı ile Suriye’yi ele geçiren ve ertesi yıl Kahire’deki Memlük yönetimine son veren Osmanlılar Kudüs’e de hâkim olmuşlardır.
Memlükler devrinde Kudüs’ün istikrarlı ve siyasî çekişmelerden uzak ortamı yönetimin medreseler ve vakıflar yoluyla ulemâya verdiği büyük destekle birleşince burada doğup büyüyenler yanında pek çok ünlü âlim eğitim görmek, müderrislik yapmak veya yerleşmek amacıyla Kudüs’e gelmiştir. Bu dönemde yetişen Kudüslü âlimler arasında müfessir Burhâneddin İbn Cemâa, Kemâleddin ve Burhâneddin İbn Ebû Şerîf, tarihçi İbn Ebû Uzeybe, muhaddis İbn Hilâl el-Makdisî, fakih İbnü’d-Deyrî, Şemseddin ve Takıyyüddin Abdullah el-Kalkaşendî, matematikçi İbnü’l-Hâim, kıraat âlimi İbnü’l-Kabâkıbî, mutasavvıf İbnü’n-Nakīb el-Makdisî ve tarihçi Ebü’l-Yümn el-Uleymî sayılabilir. Uleymî’nin el-Ünsü’l-celîl bi-târîḫi’l-Ḳuds ve’l-Ḫalîl adlı eserinin özellikle ikinci kısmı Memlükler devrinde şehrin tarihi, iktisadî ve içtimaî yapısı ile kültürel hayat açısından en önemli kaynak durumundadır. Yine bu devirde Kudüs’ün faziletlerine dair birçok eser kaleme alınmıştır.
KUDÜS'ÜN OSMANLI DÖNEMİ VE SONRASI
Yavuz Sultan Selim, Mercidâbık’ta Memlükler’e karşı kazanılan zaferden sonra Halep, Hama, Şam üzerinden güneye doğru ilerleyerek 4 Zilhicce 922’de (29 Aralık 1516) İdrîs-i Bitlisî’nin de aralarında bulunduğu devletin bir kısım ileri gelenleriyle ve askerle birlikte Kudüs’e geldi. Ancak Kudüs, padişahın gelişinden önce muhtemelen Ekim 1516’da Osmanlı yönetimine girmişti (Ercan, s. 10). Bu tarihte başlayan Kudüs’teki Osmanlı yönetimi, 1831-1840 yıllarında gerçekleşen Kavalalı Mehmed Ali Paşa dönemi hariç Aralık 1917’ye kadar yaklaşık dört asır devam etti. Kudüs, Osmanlı yönetimi altında hep sancak statüsünde kalmakla birlikte bağlı bulunduğu merkez zamanla değişti. 1516-1831 yılları arasında Şam eyaleti, 1841-1865 yılları arasında Sayda eyaleti ve bu son tarihte Sayda ve Şam eyaletlerinin birleştirilmesiyle oluşturulan Suriye vilâyeti içinde yer aldı. 1872-1917 döneminde ise müstakil mutasarrıflık statüsü verilerek doğrudan merkezî hükümete bağlandı. Malî açıdan önce Halep, 1860’ların ikinci yarısından itibaren Şam defterdarlığına bağlanmıştır.
Osmanlı Devleti, Kudüs’ü yönetimi altına aldıktan kısa bir süre sonra ona atfettiği özel önemi gösterir icraatlara başladı. Özellikle Kanûnî Sultan Süleyman döneminde büyük imar faaliyetleri gerçekleştirildi. Kubbetü’s-sahre’nin restorasyonuyla başlayan çalışmalar bugün hâlâ ayakta olan surların inşasıyla sürdü. Yapımı beş yılda tamamlanan, uzunluğu 3 kilometreyi, yüksekliği 12 metreyi aşan surların otuz dört kulesi ve yedi kapısı vardır ve bunların altısının üzerlerinde yapım tarihlerini gösteren kitâbeleri bulunmaktadır. Sultan Süleyman’ın diğer önemli projesi Beytülahm ve Halîlürrahmân’dan Kudüs’e su getiren kanalların tamiri, şehir suyunun dağıtımının yapıldığı havuzların yenilenmesinin yanı sıra beşi sur içinde olmak üzere altı çeşmenin inşası olmuştur. Padişahın hanımı Hürrem Sultan’ın 1551’de yaptırdığı külliye de Kudüs’ün en önemli hayır kuruluşlarındandır. Cami, medrese, han, ribât ve imaretten oluşan külliye Kudüs’teki Osmanlı eserlerinin önde gelenlerindendir. Günümüzde bakımsız bir vaziyette ayakta olan imarette yüzlerce misafir, sûfî, medrese öğrencisi ve fakire yemek dağıtılmıştır. Külliyenin masraflarının karşılanması için büyük bir vakıf kuran Hürrem Sultan, Suriye ve Filistin’de özellikle Remle civarında birçok köy ve geniş araziyi bu vakfa tahsis ettirmiştir. Onun 1558’de ölümünden sonra Sultan Süleyman, Sayda civarında dört köyün arazisini daha bu vakfa ilâve etmiştir (Kudüs Şer‘iyye Sicilleri, nr. 70, s. 18-50).
XVI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren giderek belirginleşen Osmanlı merkez idaresinin zayıflaması Kudüs’ü de olumsuz etkilemiştir. Bunun en açık göstergesi, genel olarak bölgenin ve özellikle de Kudüs’e ulaşan yolların güvenliğinin zayıflamasıydı. Kutsal mekânlara giden hacılar zaman zaman bedevîlerin saldırılarına mâruz kalmaktaydı. Buna çözüm olarak yollar üzerine çeşitli güvenlik kulelerinin yapıldığı, bölgenin timar ve zeâmet sahiplerinin Kudüs, Halîlürrahmân ve Nebî Mûsâ’yı ziyaret eden hacıların güvenliğini sağlamakla görevlendirildiği tesbit edilmektedir (Heyd, s. 76, 89, 91).
Osmanlı döneminde Kudüs bölgesi hıristiyanları arasındaki ilişkilerin gergin olduğu görülmektedir. Latin kilisesine bağlı olanlarla Rum ve Ermeni kiliseleri mensupları arasında hıristiyanlarca kutsal sayılan mekânlarla ilgili haklar konusunda sürekli anlaşmazlık çıkmıştır. Bu durum, 1660’lı ve 1670’li yıllarda özellikle Latin kilisesi mensuplarıyla Rum Ortodoks hıristiyanları arasında kanlı çatışmalara yol açmıştır. Ortodokslar’ın çoğunlukta olmalarına rağmen Latinler’in Avrupa Katolikleri’nin desteğini almaları bir başka gerginlik sebebi olmuştur. Fransa’nın Latin kilisesi lehine girişimlerini sürdürmesi ve Rum kilisesinin XVIII. yüzyılda Osmanlı merkez yönetimi üzerinde etkisini arttırarak Habeş, Süryanî ve Kıptî kiliselerinin kendisine bağlanmasını sağlaması hıristiyan mezhepleri arasındaki anlaşmazlıkları körüklemiştir.
XVIII. yüzyılda genel olarak Kudüs’ün şartları daha da ağırlaştı. 1702’de Kudüs sancak beyi tayin edilen Muhammed Paşa’nın vergileri arttırması ve vergi toplamada sıkı davranması Nakîbüleşraf Muhammed Hüseynî’nin öncülüğünde bir isyana sebep oldu ve nakîbüleşraf iki yıl süreyle yönetimi fiilen ele geçirdi. Şam eyalet valisi 1705’te askerî güç kullanarak isyanı bastırabildi (Kudüs Şer‘iyye Sicilleri, nr. 24, s. 3; nr. 268, s. 35; nr. 271, s. 24).
Yine XVIII. yüzyılda merkezî idarede görülen zaaf Kudüs’te iki yeni gelişmeye yol açtı. Birincisi, sancak beylerinin mahallî olarak güçlü aile mensuplarından tayin edilmesi, ikincisi de Kudüs’te bazı ailelerin prestij ve gücünün belirgin bir şekilde artmasıdır. Bu yüzyılda Kudüs sancak beylerinin çoğu Tûkan ve Nimr ailelerinden seçildi. Aynı şekilde bu dönemde Hüseynî, Hâlidî ve Ebü’l-Lutf gibi aileler güçlendi ve Osmanlı yönetimi boyunca Kudüs yönetiminde etkili oldu. Çoğunlukla müftüler Ebü’l-Lutf ailesinden, nakîbüleşraflar Hüseynî ailesinden, şer‘î mahkeme üst görevlileri ve belediye başkanları da Hâlidî ailesinden seçildi. I. Meşrutiyet Meclisi’nde Kudüs’ü temsil etmek üzere Hâlidî ve Hüseynî aileleri yarışmış, seçimi Yûsuf el-Hâlidî kazanmıştır. II. Meşrutiyet dönemi meclisinde ise Kudüs bu aile üyelerinden Rûhî el-Hâlidî ve Saîd el-Hüseynî tarafından temsil edilmiştir.
Kudüs XVIII. yüzyılın sonunda beklenmedik bir tehdide mâruz kaldı. 1798’de Mısır’ı işgal eden Napolyon bir yıl sonra Gazze ve Remle’yi de ele geçirerek Kudüs’ün Akdeniz sahiliyle, ardından kuzeye doğru ilerleyerek Safed’i de ele geçirip Şam ile karayolu bağlantısını kesti. Bu gelişmeler Kudüs halkı tarafından tepkiyle karşılandı. Akkâ’da Cezzâr Ahmed Paşa’nın Fransız kuvvetlerine karşı galip gelmesi ve Mayıs 1799’da Fransızlar’ın bölgeden tamamen çekilmesi Kudüslüler’i rahatlattı.
XIX. yüzyılın ilk çeyreğindeki siyasî gelişmeler Kudüs’ü etkiledi. 1807’de Kudüs’ü de içine alan isyan Sayda Valisi Süleyman Paşa tarafından bastırıldı. Bölgede gelişen Vehhâbî tehlikesine karşı 1810 yılında Sayda Valisi Süleyman Paşa Kudüs sancak beyliği görevini de üstlendi. 1821’deki Yunan isyanı Kudüs’te özellikle Rum Ortodokslar arasında hareketlenmelere yol açtı, ancak yetkililerin sıkı tedbirleriyle çatışma çıkması önlendi. 1825’te merkezî yönetimin zaafından yararlanmak isteyen Kudüs civarındaki bazı köyler askere gitmemek ve vergi ödememek için bir isyan başlattılar; Remle-Kudüs arasında etkili olan bedevî şeyhlerinden İbrâhim Ebû Goş’un da desteğini alarak kısa sürede şehri ele geçirdiler. Sayda Valisi Abdullah Paşa isyancıları ikna ederek 1826 sonlarında sükûneti sağlayabildi.
Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa yönetimi döneminde (1831-1840) Kudüs’te önemli değişiklikler oldu. Onun katı uygulamaları, vergilerin arttırılması, silâhsızlandırma ve mecburi askerlik kararları 1834-1838 yılları arasında Kudüs merkezli bir dizi ayaklanmaya yol açtı. Aralık 1840’ta Kudüs tekrar Osmanlı yönetimine girdi. 1838’de Kudüs’te ilk konsolosluğu İngiltere açtı; bunu Prusya, Fransa, Avusturya ve Rusya konsoloslukları takip etti. Bu dönemde misyoner faaliyetleri de hız kazandı. 1841’de İngiliz-Alman Protestan piskoposluğu kuruldu, 1845’te Grek-Ortodoks patriği İstanbul’dan Kudüs’e taşındı ve 1847’de Latin patrikliği canlandırıldı.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında da Avrupa kökenli kültürel, dinî, siyasî kuruluşlar Kudüs’teki yatırımlarını arttırarak sürdürdüler. Avrupa devletleri bir taraftan azınlıklar lehine baskılarını arttırırken diğer taraftan kendi aralarında nüfuz mücadelesine giriştiler. İngiltere, bilhassa yahudilerin hâmiliğini üstlenmeye çalıştığı gibi Kudüs ve çevresinde bir Protestan hıristiyan nüfusu oluşturdu; Fransızlar Katolik cemaat, Ruslar da Ortodoks gruplar üzerinde etkilerini yoğunlaştırdı. 1870’lerden sonra yahudi göçünün giderek artması, 1882 ve 1905’te iki büyük yahudi göç dalgası Kudüs’ün nüfus yapısını değiştirmeye başladı. Bu gelişmelere paralel olarak XIX. yüzyılın ikinci yarısında özellikle dış kaynaklı yatırımlar şehrin yapılaşmasını sur dışına taşırdı. Yahudiler eski şehrin kuzeybatı ve kuzeydoğusunda, Araplar ise şehrin kuzey ve doğusuna doğru yeni yerleşim birimleri kurdular; sur dışında âdeta yeni bir şehir oluştu.
Osmanlı Devleti, Kudüs’ü birçok yönden derinden etkileyecek olan bu gelişmelere karşı bir taraftan Avrupa’nın müdahalelerini sınırlandırmaya, diğer taraftan da Kudüs şehrini modernleştirmeye çalıştı. 1863’te Kudüs Belediyesi teşekkül etti, sancak yönetimini düzenlemek üzere bir idare meclisi kuruldu. Kudüs Belediyesi şehrin temizliği, kanalizasyon sistemi, aydınlatılması, sokakların tanzimi ve ağaçlandırılması gibi alanlarda önemli hizmetler verdi ve 1891’de belediye hastahanesini hizmete açtı. 1886’da Kudüs polis gücü oluşturuldu. 1900’de Yafa Kapısı’nın yakınına bir sebil, kapının üzerine de saat kulesi inşa edildi. Müze ile Türkçe, Arapça ve Fransızca oyunların sergilendiği tiyatro da diğer kültürel yatırımlardandır.
Siyasî alanda son dönemin en önemli problemi yasa dışı yahudi göçü idi. Osmanlı Devleti, yahudi göçünü ve yahudilere toprak satışını engelleme girişimleri çerçevesinde birçok tedbir almasına rağmen mahallî ve milletlerarası kaynaklı sebeplerden dolayı tam anlamıyla başarılı olamadı. Özellikle II. Abdülhamid döneminde siyonizm ve Filistin’e yahudi göçüne karşı yoğun çabalar sarfedildi. I. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti’nin yenilmesiyle Kudüs’ün geleceği de köklü değişikliklere mâruz kaldı.
Kudüs’ün Osmanlı idaresi altındaki gelişme seyri hakkında veriler 1520’lerden itibaren başlar. Bunlardan biri olan nüfus yapısıyla ilgili kayıtlar XVI. yüzyıl boyunca yükseliş seyri takip etmiştir. Memlükler döneminde 10.000 civarında nüfusu bulunduğu tahmin edilen Kudüs, 932 (1525-26) tarihli Osmanlı sayımına göre on mahallede (Bâbü’l-Hitta, Bâbü’l-Kattânîn, Zerâine, Rîşe, Benî Hâris, Akabe-i Sit, Hâlidî, Şeref, Bâbü’l-Âmûd, Benî Zeyd) oturan 616 hâne (yaklaşık 3100 kişi) müslüman, içlerinde Melkitî, Süryânî ve Ya‘kūbîler’in yer aldığı 119 hâne (550-600 kişi) hıristiyan ve 199 hâne (1000 kişi) yahudi olmak üzere toplam 934 hâne (4700 kişi) nüfusa sahipti. On üç yıl sonra 945’te (1538-39) nüfus 1168 hâne, yetmiş beş bekâr müslüman, 136 hâne, altmış altı bekâr hıristiyan ve 224 hâne, on dokuz bekâr yahudiden oluşuyordu (toplam 1528 hâne, 160 bekâr, tahminen 7900-8000 kişi). XVI. yüzyılın ortalarına doğru nüfus en yüksek seviyesine ulaştı. 961 (1554) yılı kayıtlarına göre sekiz mahallede 1987 hâne, 141 bekâr müslüman erkek nüfus yanında, 303 hâne 135 bekâr hıristiyan ve 324 hâne, on üç bekâr yahudi olmak üzere toplam nüfus 13.000 kişiyi geçti.
Bu tarihlerde şehirde Döğer Türkmenleri’ne mensup bir grup da yerleşmişti (1538’de yirmi iki hâne, 1553’te on sekiz hâne). 970’te (1562-63) nüfus miktarı bir önceki sayıma göre biraz azalmayla hemen hemen aynı kaldı (toplam 2451 hâne, 249 bekâr, tahminen 12.600-12.800 kişi). Sadece müslümanlara yer verildiği anlaşılan 1005 (1596) yılı kayıtlarında 1444 hânenin mevcut olduğu, hıristiyan ve yahudi nüfus verilerinin noksan bulunduğu dikkati çeker. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan müslümanlar içinde Araplar yanında Anadolu, Kuzey Afrika, Hindistan ve Orta Asya ülkelerinden gelen müslümanlar da vardı. Özellikle Mağribî olarak geçen grup sayıca kalabalıktı. Hıristiyanlar ise Süryânî, Ya‘kūbî, Ermeni, Rum, Melkitî, Sırp, Frenk ve Gürcü gruplarından meydana gelmekteydi. Bu yüzyılda yahudi nüfusundaki kısmî artışın sebebi, Osmanlılar’ın İspanya’dan sürülen yahudilerin bir kısmına Kudüs’e yerleşme izni vermeleriydi. Yahudiler 1538’den itibaren üç mahalle halinde kaydedilmişlerdi. 1617’de Kudüs’e gelen Polonyalı Simeon burada on iki hâne yerli Ermeni, yirmi-otuz hâne Kıptî, az miktarda da Rum bulunduğunu; Ermeni, Rum, Frenk ve Sırplar’a ait olmak üzere dört manastırın yer aldığını yazar (Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi, s. 128-129). 1660’ta Chevalier d’Arvieux halkın Arap, Türk ve yahudi dışında Frenk, Rum, Ermeni, Mârûnî, Gürcü, Kıptî, Habeş ve Keldânî hıristiyanlardan meydana geldiğini, fakat bunların Arap, Türk ve yahudilere nisbetle çok az sayıda olduğunu belirtir (Mémoires, II, 106-110). Şehri 1671’de etraflı şekilde tavsif eden Evliya Çelebi ise iç kalede Türk garnizonunun bulunduğunu ve yetmiş evin mevcut olduğunu, Hz. Dâvûd varoşundaki kırk hâne dışında 1000 evin sur içinde yer aldığını yazar (Seyahatnâme, IX, 463-466).
XVIII. yüzyılın sonunda da Kudüs’ün nüfusunun 14.000’i aşmadığı tahmin edilmektedir. Volney 1784’te şehrin nüfusunu 12.000 ile 14.000 arasında tahmin etmektedir (Travels, I, 304). A. Bonne, XIX. yüzyılın ilk yıllarındaki Kudüs nüfusunun 12.000 civarında olduğunu belirtir (Jerusalem in History, s. 220).
XIX. yüzyılda Kudüs’ün nüfusuna dair kaynaklar çoğalmaktadır. Osmanlı kaynaklarına göre 1849’da şehirde 6184 müslüman, 3744 hıristiyan ve 1790 yahudi olmak üzere 11.682 kişi yaşıyordu. 1850’den itibaren nüfusta giderek artış görüldü. 1870’te toplam nüfus 20.000, 1880’de 30.000 ve 1890’da 40.000 seviyelerine ulaştı. Bu son yıllarda şehirdeki yahudi nüfus sayısı oldukça arttı ve en kalabalık grup haline geldi. 1900’de 10.000 müslüman, 10.000 hıristiyan ve 35.000 yahudi olmak üzere toplam nüfus 55.000’i buldu. Osmanlı ve Avrupa kaynaklı nüfus rakamları arasında en önemli fark Avrupa kaynaklarında mübalağalı verilen yahudilerin sayısında ortaya çıkmaktadır. Bu farkın bir diğer sebebi de Osmanlı kaynaklarının Osmanlı vatandaşlarını esas alması dolayısıyla Kudüs’teki yabancı uyruklu ve yasadışı olarak orada bulunan yahudileri içermemesidir. Bazan da yahudi nüfusunun kasten abartıldığı görülmektedir. Siyonist teşkilât görevlisi Arthur Ruppin’in 1914 yılı yahudi nüfusunu 45.000 göstermesi bunun açık örneğidir. Aynı yıllara ait Osmanlı nüfus istatistikleri 18.190 yahudi kaydetmektedir.
Ticarî ve ekonomik açıdan Kudüs fazla gelir kaynağına sahip değildi. Şehrin civarındaki tarım arazileri yetersiz ve sanayinin gelişmesi için gerekli miktarda ham maddeden mahrumdu. Ticarî açıdan da önemli ticaret yollarının dışında kalıyordu. Bütün bu olumsuzluklara karşı en önemli gelirleri dinî statüsünden kaynaklanmaktaydı. Hacıların ve turistlerin ziyaretleri el sanatlarına ve ticarete bir canlılık kazandırmaktaydı.
Osmanlı dönemi Kudüs’ünde tekstil ve boyacılık, dericilik, sabunculuk ve metal atölyeciliği dallarında sanayi üretimi dikkat çekmektedir. İthalât ve ihracat açısından bakıldığında sabun Mısır’a, tahıl Mısır, Rodos ve Dubrovnik’e ihraç edilirken Mısır’dan pirinç, Şam’dan elbise ve kahve, İstanbul, Irak ve Çin’den bazı tekstil ürünleriyle halı ithal edilirdi. Kudüs gelirleri arasında vergilerin yanı sıra üç kutsal din mensuplarının bölgeye yaptıkları düzenli ziyaretler sırasında yapılan satışlar ve özellikle hediyelik eşya üretiminden elde edilen gelirler de zikredilebilir. Alman seyyahı Seetzen, 1806’da Kudüs’te faaliyet gösteren esnaf ve tüccar sayısının en az 700 olduğunu belirtmektedir (Reisen durch Syrien, II, 21-23). Kudüs’ün en önemli gelir kaynağı ise İstanbul ve Mısır’dan gönderilen surrelerdir. Dışarıdaki yahudilerin Kudüs’teki dindaşlarına bir nevi zekât gibi gönderdikleri paralarla Avrupa krallıklarının hıristiyanlara yaptıkları malî destekler de Kudüs için önemli gelir kaynaklarındandı.
Kudüs, 1850’lerden itibaren belirgin bir şekilde gelişmeye ve şehrin nüfusu artmaya başladı. İnşaat sektöründe önemli gelişmeler oldu ve işsizlik azaldı. Daha önce ciddi bir gelir kaynağı oluşturan sabun üretimi XIX. yüzyılın ikinci yarısında geriledi. Bu dönemde Kudüs’te satılan hediyelik eşyaların üretimi de Beytülahm’da yapılmaya başlandı. Osmanlılar’ın son döneminde Kudüs’e gelen yahudi sayısındaki artış şehrin ekonomik yapısını fazla değiştirmedi.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında ulaşım sisteminde belirgin bir iyileşme gerçekleşti. 1865’te Kudüs telgraf sistemine kavuştu. 1868’de Kudüs-Yafa karayolu ve 1892’de Kudüs-Yafa demiryolu hizmete açıldı. Bu gelişmeler Kudüs’ün dış dünya ile ilişkilerinin gelişmesine, ziyaretçi sayısının artmasına ve ekonomik açıdan gelişmesine önemli katkı sağladı.
Kudüs’ün eğitim ve kültür hayatı da Osmanlılar döneminde önemini korumuştur. İslâm tarihi boyunca farklı müslüman ülkelerden gelen yüzlerce âlim Mescid-i Aksâ’yı ziyaret etmiş ve bir kısmı Kudüs’te yaşamayı tercih ederek şehrin ilmî hayatına katkıda bulunmuştur. Osmanlı döneminde devralınan İslâmî miras korundu. Kudüs ilmî cazibe merkezi olmayı sürdürdü. Şehirde kurulan medreseler vakıflarla desteklendi. Medreselerin etrafı tasavvufî hayat açısından da canlandı. Mescid-i Aksâ ve Şam Kapısı civarında birçok tekke ve zâviye yer almakta, Mevleviyye, Şâzeliyye, Rifâiyye ve Ahmediyye gibi tarikatlar şehrin dinî ve kültürel hayatına belirgin katkı sağlamaktaydı.
XVIII. yüzyıldan itibaren Kudüs medreseleri ve kültür hayatı gerilemeye başladı. Bunun en önemli sebebi medreseleri ve kültürel hayatı canlı tutan vakıfların zayıflamasıdır. Kudüs’teki eğitim kurumlarını ve dinî-kültürel hayatı canlı tutan vakıflar sadece Kudüs ve civarında değil Anadolu, Mısır ve Suriye’de de bulunmaktaydı. Medreselerden başka bir çeşit eğitim kurumu sayılabilecek hankahlar, ribâtlar ve zâviyeler de vardı. Bütün bu kurumlarda dinî eğitim hâkimdi. XIX. yüzyılın ikinci yarısında modern devlet okullarının yanı sıra misyoner okullarının da hızla arttığı görülmektedir.
Kudüs’ün eğitim ve kültürel hayatının en önemli kurumlarından biri de kütüphanelerdi. Bunların en eskisi Mescid-i Aksâ Kütüphanesi idi. Burada bulunan kitapların çoğu Haçlılar tarafından yakılmıştır. Bu kütüphanenin kitapları genel olarak Kur’an ve Kudüs üzerine yazılanlardan oluşmaktaydı. Ayrıca Eşrefiyye ve Kādiriyye gibi büyük medreselerin kendi kütüphaneleri mevcuttu. Memlük ve Osmanlı sultanlarının Mescid-i Aksâ’ya hediye mushaf göndermeleri âdettendi (Kudüs Şer‘iyye Sicilleri, nr. 44, s. 500). Kudüs şer‘iyye sicilleri şehrin özel kütüphaneleri hakkında önemli bilgiler içermektedir. Bunlardan birkaçı şöyle sıralanabilir: Muhammed İbn Büdeyr (a.g.e., nr. 272, s. 147), Hasan el-Hüseynî (a.g.e., nr. 267, s. 156-162), Beşîr el-Hâlidî (a.g.e., nr. 231, s. 65-66). Kudüs, tarihinin hemen her döneminde inşa faaliyetlerine sahne olmuştur. Özellikle Memlük ve Osmanlı dönemlerinde yapılan büyük binalar, camiler, medreseler, tekkeler, zâviyeler, ribâtlar ve hankahlar şehrin ekonomik hayatına önemli katkı sağlamıştır. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında ise tarihinin altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde Kubbetü’s-sahre’de gerçekleştirilen inşa faaliyetlerinin dışında Kudüs surlarının yapımı (1536-1540), vakıflar ve günde yüzlerce fakiri doyuran Haseki Sultan İmarethânesi zikredilmelidir.
KUDÜS'TE MANDA YÖNETİMİ VE SONRASI
1917 yılı Kudüs için bir kader yılı oldu. 2 Kasım’da Balfour Deklarasyonu ile İngiltere yahudilerin bölgede siyasî bir varlık oluşturmalarını destekleyeceğini açıkladı. 11 Aralık’ta da İngiliz askerleri Kudüs’e girdi. İngiliz işgali, Kudüs’teki sadece Haçlı işgaliyle kesintiye uğrayan yaklaşık 1200 yıllık müslüman yönetimini de sona erdirdi.
Aralık 1917’den itibaren Kudüs giderek İslâmî karakterini yitirmeye başladı. Bu dönemde yerli nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan müslüman ve hıristiyan Araplar’ın yerine yeni gelen yahudiler yerleştirildi. Kudüs 1917-1920 yılları arasında İngiliz askerî yönetiminde kaldı. 1920 San Remo Konferansı’nda İngiltere’nin manda yönetimine verilmesiyle de 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşuna kadar devam edecek İngiliz sivil yönetimi göreve gelmiş oldu. İngiliz yönetiminin yoğun yahudi göçüne izin vermesiyle Kudüs ve daha geniş mânada Filistin 1920, 1928, 1929, 1933 ve 1936’da bir dizi protesto, silâhlı ayaklanma, grev ve boykota sahne oldu.
İngiliz yönetiminde Kudüs köklü demografik, ekonomik ve kültürel değişiklikler yaşadı. Şehir içinde yahudi nüfusu Arap nüfusunu geçti. Ekonomik olarak da Araplar kendi imkânlarıyla, dışarıdan yoğun maddî destek alan yahudilerle mücadele etmek zorunda kaldı. Araplar ile yahudiler arasında dengelerin tamamen altüst olmasının doğurduğu problemleri çözemeyen İngiltere, 1947’de Birleşmiş Milletler’e sunduğu Filistin’i paylaştırma planında Kudüs’e milletlerarası bir statü verilmesini önerdi. 1948 Arap-İsrail savaşında İsrail Batı Kudüs’ü işgal etti. Ürdün ise eski şehri yani Doğu Kudüs’ü ele geçirdi. Böylece Kudüs Batı ve Doğu olmak üzere ikiye bölündü. İsrail, Ocak 1950’de Birleşmiş Milletler kararlarına aykırı olarak Batı Kudüs’ü başşehir ilân etti ve parlamento ile birlikte diğer önemli hükümet birimlerini oraya taşıdı. 1948’de 60.000 Arap nüfusuna karşılık yahudi nüfusu 100.000 dolayındaydı. Bu rakam 1967’de 197.000’e yükseldi. 1967 Arap-İsrail savaşında şehrin tamamını işgal eden İsrail, bazan aşırı güç de kullanarak şehri yahudileştirme çalışmalarına hız verdi. Yeni yerleşimlerin şehri kuşatıcı şekilde planlanması ve özellikle Doğu Kudüs’te yoğunlaşarak bölgenin Arap nüfusunu geride bırakması dikkat çekiciydi. Birleşmiş Milletler’in birçok defa kınamasına ve karşı çıkmasına rağmen İsrail, Kudüs’ün Arap-İslâm karakterini zayıflatma politikalarına devam etti ve nihayet 21 Ağustos 1980’de doğusu ve batısıyla birleşik Kudüs’ün İsrail’in ebedî başşehri olduğunu ilân etti. 1987’de Araplar 475.000 kişilik Kudüs nüfusunun % 28’ini oluşturuyordu. Günümüzde nüfusu 600.000’e yaklaşmış olan (2000’li yıllara yaklaşıldığında 557.000) Kudüs şehrinin yaklaşık 4 km. uzunluğundaki surların çevrelediği eski kesiminde dar ve dolambaçlı sokakların varlığı ile dikkati çeken bir Ortaçağ şehri, bunun batısında modern cadde ve bulvarlarla farklı bir görünüş arzeden modern şehir yayılır. İsrail Devleti’nin kurulduğu yıllarda Ürdün’e ait olan eski kesimin 0,85 km2’lik yüzölçümüne karşılık yeni kesim, yani İsrail’de kalan kesim 28 km2 genişliğindeydi. Günümüzde modern kesim kuzey, batı ve güneye doğru genişlemesine devam etmiş, her iki kesimin toplam yüzölçümü 100 km2’yi biraz geçmiştir. Bugün özellikle turizm merkezi olan Kudüs’te ağır sanayi gelişmemiştir. Hafif sanayi kollarından elmas kesilmesi, mobilya yapımı, kimya ve ilâç sanayii, dokuma ve hazır giyim sanayii gelişme yolundadır.
İsrail’in Kudüs ve Filistin’de Araplar’ın haklarını kısıtlayıcı politikaları 1987’de Batı Şeria’da “intifâda”ya yol açtı. 1990’lı yıllarda da Kudüs’ün Arap/İslâmî yapısını değiştirmeye yönelik politikalara devam edildi. Tarihî mekânların yıkılması, Arap gayri menkullerine el konulması, çeşitli sebeplerle Araplar’ın şehri terketmesinin sağlanması gibi politikalar sonucu Kudüs’teki yahudi mülklerinin birkaç kat arttığı görülmektedir.
Kaynak: DİA
YORUMLAR