Kulluğun Özü İbadetin Ruhu
İnsan, kulluk için yaratılmıştır. Kulluktan bahsedilen bir yerde de duâdan bahsetmemek mümkün değildir. Zira duâ, Allah ile kul arasında mânevî bir bağdır. Duâ; kulluğun özü, Rabbe yönelişin adıdır. Duâ; gurur, kibir ve benliği Hakk’ın kapısında terk edebilmektir. İnsanın kendi âcizliğini ve fânîliğini itiraf ederek, ilâhî rahmetten merhamet ve yardım dilenmesidir.
İlk insanlar olan Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ Vâlidemiz, ayaklarını Cennet’ten kaydıran hatalarından sonra yeryüzünde şu duâ ile Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiş ve neticede ilâhî affa mazhar olmuşlardır:
“…«Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyân edenlerden oluruz.»” (el-A‘râf, 23)
BANA DUÂ EDİNİZ, SİZE İCÂBET EDEYİM
Düşünmek lâzımdır ki, yerde ve göklerde ne varsa, ilâhî takdîre râm olmuş bir sûrette, sonsuz kudret sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ı lisân-ı hâl ile zikredip O’na niyâz hâlinde bulunurken, Allâh’ın en büyük lûtuflarına nâil olmuş bir insanın, duâdan, Hakk’a yalvarmaktan müstağnî kalması, ne büyük bir nasipsizliktir. Ayrıca kulun ind-i ilâhîdeki kıymetini düşüren derin bir şaşkınlıktır. Zira Cenâb-ı Hak, duâsız bir kul istemediğini bildirerek şöyle buyurmuştur:
“(Ey Peygamber!) De ki: Sizin duâ ve niyazlarınız olmadıktan sonra, Rabbim size ne diye değer versin?.. (Yani siz ne işe yararsınız?!)” (el-Furkân, 77)
Diğer taraftan Cenâb-ı Hak:
“…Bana duâ ediniz, size icâbet edeyim…” (el-Mü’min, 60) buyurmaktadır.
Bu sebeple insanlığa rahmet olarak gönderilen bütün peygamberler ve Hak dostları; darlıkta ve bollukta, ıztırapta ve sürurda, gönüllerini dâimâ Hak Teâlâ’ya döndürmüşler ve bir niyaz ikliminde yaşamışlardır. Onların duâ ve niyâza hasredilmiş ömürleri, duâ hâlinin bir mü’minin rûhunda nasıl sürekli kılınacağının da bir göstergesi mâhiyetindedir.
Zaten gerçek bir dînî terbiye de, duâ hâlini mü’minin rûhunda sürekli kılmayı hedefler. Zira duâda; acziyet ve hiçliği îtiraf, kulluk, tevâzu, boyun bükme, teslîmiyet, tevbe, hamd, tesbih, tevhid, tekbir, tâat ve benzeri birçok bedenî ve kalbî ibadet gizlidir.
DUANIN ADABI
Nasıl ki her kapıdan talepte bulunmanın ayrı bir şekli ve usûlü varsa, Allâh’a duâ ve niyâz etmenin de bir âdâbı vardır.
Bu sebeple mü’min, her şeyden önce acziyetini müdrik bir şekilde huzûra durmalı, teslîmiyet ve sükûnetle boyun eğmelidir. Yöneldiği kapının her ihtiyacı karşılamaya gücünün yeteceğini bilmeli, fakat Rabbinden dâimâ “hakkında hayırlısı”nı istemelidir. Zira kul, kendisi hakkında neyin hayır, neyin şer olduğunu her zaman bilemez.
DUADA SAMİMİYET
Duâ ve tevbede sözlerin hakîkatinin, hislerin samimiyetinin işareti; pişmanlık ateşiyle yanan bir kalp ve yaş döken bir gözdür. Nitekim Hazret-i Mevlânâ kabule mazhar olacak bir duânın sırrını şöyle ifade etmektedir:
“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”
Dolayısıyla bir mü’minin yüreği, “havf ve recâ” yani “korku ile ümit” arasında titreyerek Rabbine niyâz etmelidir. Dil duâ ederken, kalp de, duânın yüklendiği mânâya âit arzularla titremelidir. Şayet bir günahın affı için yalvarıyorsa, o günâhı bir daha işlememek hususunda kat’î bir azim ve kararlılık içinde olmalıdır. Aksi hâlde duâ; huzûr-i ilâhîye gayr-i ciddî ve lâubâlî bir sûrette yönelmek mânâsına gelir ki, böyle bir duânın kabûlü bir yana, -Allah korusun- büyük bir hüsran sebebi olur.
Bizlere duâyı yaşayışıyla en güzel sûrette tâlim eden, hiç şüphesiz ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Dolayısıyla bilhassa Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek ağızlarından çıkan duâ ifâdeleriyle Allâh’a yalvarmaya îtinâ göstermek lâzımdır. Zira nebevî duâlar, Allah Teâlâ’ya ulaşan yolları daha iyi bilirler!
Meselâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, gözyaşları içinde ve ayakları şişinceye kadar kıldığı namazlara ilâveten acziyet duyguları içinde Cenâb-ı Hakk’a sık sık yapmış olduğu ilticâlardan biri şöyledir:
“Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Müslim, Salât, 222)
Unutulmamalıdır ki, dile dökülen sözler, kalbin bir nevî aynası mevkiindedir. Ayrıca kişi duâya devam ettiği müddetçe, o tekrarlar derûnî duyuşlar olarak mü’minin rûhuna nakşolur, şahsiyetine karışıp onun bir hususiyeti hâline gelir. Bu sebepledir ki, yüksek rûhlar, devamlı duâ hâlinde yaşarlar.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Dâvûd -aleyhisselâm-’ın şu niyâzını dilinden düşürmezlerdi:
“Allâh’ım! Sen’den muhabbetini, Sen’i sevenlerin muhabbetini ve Sen’in sevgine ulaştıracak sâlih ameller işlemeyi talep ediyorum. Allâh’ım! Sen’in muhabbetini bana nefsimden, âilemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!” (Tirmizî, Deavât, 72/3490)
Bizler de içerisinde bulunduğumuz bu Rebîulevvel ayında Rabbimiz’e, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sevgisini, gönüllerimizin bitmez tükenmez bir hazinesi eylemesi için ilticâ edelim. Zira gönlü Peygamber Efendimiz’le beraber olan bir kimsenin her hâli güzelleşir. Ahlâkı güzelleşir, sözü güzelleşir, tefekkürü güzelleşir, davranışları güzelleşir… Efendimiz’e olan muhabbetinin seviyesi ölçüsünde, O Hidâyet Güneşi’nden gönlüne hikmet nurları akseder.
Rabbimiz, Habîb’i hürmetine cümlemizi sevdiği, seçtiği ve kendilerine maddî-mânevî ihsanlarda bulunduğu kullarından eylesin.
Âmîn!..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Yıl: 2017 Ay: Aralık Sayı: 135
YORUMLAR