Kulluk Şuuru Anneliğin Esasıdır
İnsan her an Rabbinin onu gördüğü ve bildiği şuur ve bilgisini taptaze yaşarsa; hem kendisine çeki düzen verir, hem yavrusunun davranışlarını, yaşadıkları imtihanları ve olup bitenleri bu pencereden değerlendirebilir. Velhâsıl dâimî bir kulluk şuuru, sâliha bir anneliğin dayanak noktasıdır.
Evlât öyle bir nîmettir ki, nefsimizden bir parçadır âdeta. Bu yüzden de imtihan vesîlesidir. Zaafımız olur da muhabbette haddi aşarsak bedel ödeyeceğimiz en önemli alanlardan biri hâline gelir. Evlâdımızı bir emanet gibi görebilir, her şeyde olduğu gibi “Allah için” sevebilirsek; bu sevgi ile onların nefsini değil, rûhunu doyurmuş oluruz. Dünyada ayağımıza takılan değil, Cennet’e vesîle olan çocuklar yetiştirmiş oluruz, Allâh’ın izniyle... Zira kulluk her andır, boşluksuz ve dâimîdir.
Bu sebeple bir çocuğun terbiyesi için, terbiye edilmiş veya terbiye edilmeye gayret edilen bir nefis gerekir. Yoksa hâdiselere bakış tarzımız; hep dünyevî ve nefsânî duygu ve düşüncelerle olacak ve Allah korusun, nihayetinde:
“-Biz bu çocuğa bu kadar şey öğrettik; ama nasıl güzel bir insan olunacağını öğretmeyi beceremedik?!” diye âh u vâh edeceğiz.
Çocuklarımız arasında veya çocuğumuzla diğer çocuklar arasında adâletli olmaya çalışırken verdiğimiz kararlardan ve uygulamalardan ne kadar emîniz meselâ? Yoksa gönlümüz birine ya da bir şeye daha çok meyilli mi? Bir yaramız, âcizliğimiz varken ona göre mi geliştiriyoruz, bakış açımızı? Adâlet, nefs-i emmârenin tam olarak becerebileceği bir iş değildir oysa... Kendi zaaf penceremizden baktığımız sürece hiçbir zaman “gerçek adâlet”, “gerçek sevgi” ve “gerçek merhamet”e ulaşamayız.
Bir ebeveyn, Allah ile irtibatı ne kadar sağlamsa o kadar sâlih ve sâliha bir ebeveyndir
Bir ebeveyn, Allah ile irtibatı ne kadar sağlamsa o kadar sâlih ve sâliha bir ebeveyndir. Hem ilâhî rahmet ve yardım alması bakımından… (Ki çocuk terbiyesinde en önemli kısım budur. Çünkü hidâyeti yalnızca Allah verir. O’nun yardımı olmadan zerre hayırlı iş yapamayız.) Hem kendinde olanı yansıtması açısından, hem de hâdiseleri yorumlaması ve doğru kararlar alması açısından...
Pedagojik bilgiler, faydalı olmakla birlikte her biri bambaşka fıtratta yaratılmış yavrularımızı tanıma, keşfetme ve yönlendirme bakımından sadece temel esaslar verir. Ve çocuk, şunu uygularsak kesinlikle şu olur diyebileceğimiz bir fotokopi makinası ya da matematik denklemi değildir.
Hâdisenin tamamı, gönlümüzdeki dâimî kulluk şuuruyla alâkalıdır. İnsan her an Rabbinin onu gördüğü ve bildiği şuur ve bilgisini taptaze yaşarsa; hem kendisine çeki düzen verir, hem yavrusunun davranışlarını, yaşadıkları imtihanları ve olup bitenleri bu pencereden değerlendirebilir.
Velhâsıl dâimî bir kulluk şuuru, sâliha bir anneliğin dayanak noktasıdır. Gönlü sürekli Allah ile beraber olan bir anne, evlâdının davranışlarını da bu pencereden yorumlayacak, dolayısıyla devamlı sûrette hayra doğru yön verecektir. Çocuğu birine vurduğunda, onu küçük düşürecek cümleler sarf ettiğinde, şaka diye birini korkuttuğunda kalbi titreyecek ve bunun bir “zulüm” olduğunu söyleyecektir. Aksi hâlde kendi çocuğunu haklı görecek bin bir sebep buldurur nefs-i emmâre...
“-Benim yavrum özgüvenli!” diye büyüklerine saygısızca konuşmasına müsaade etmez. En azından buna gönlü râzı olmaz... Başkalarının oyuncağını ya da eşyasını izinsiz almasına müsaade etmez. Arkadaşları ile ilgili konuştuğu olumsuz mevzuların “gıybet” olduğunu hisseden yüreği, hemen devreye girer ve yüzünü asar, müdahale eder. Kendi çocuğuna yapılırken tepki verdiği şeyleri çocuğu başkasına yaparken de aynı hassasiyeti gösterebilir. Kendi evlâdı öne geçsin, başarılı olsun diye başka çocukların ezilmesine, üzülmesine izin vermez. Başka çocukların başarısızlıklarıyla sevinmez.
Âkil-bâliğ olup da mükellefiyet çağına erişen evlâdı için hiçbir ilim ve dersin, bir Cuma namazının yerine geçmeyeceğini hissettirebilir. Çünkü “Allâh’ın emir ve yasakları, bütün dünyalıkların önündedir!” onun için ve “Allah ile birlikte olan ziyan olmaz!” şuurundadır, her zaman…
Yaşanan hâdiselerde kendisinde meleke hâline gelmiş olan vicdan, îman, ahlâk hemen devreye girer ve hâdisenin akışına yön verir... Çok sevindiği bir şeye “yeeaa, oolleey!” diye tepki veren bir evlâda:
“-Yavrucuğum, müslüman öyle sevinmez ki! Müslüman «Elhamdülillah» diyerek sevinir.” diyen bir annenin bunu bile önemsiz görmeyip müdahale etmesinde, gönlünün Allah Rasûlü ve Allah dostlarını örnek alıp müslüman şahsiyeti geliştirebilmek için biriktirdiği hissiyat tesirli değil midir?
Eğer dâimî bir kulluk şuurundaysa bir anne-baba, “ama”ların arkasına sığınmaz. “Allah ve Rasûlü ne dediyse odur!” diyerek şekil verir, kendisine de âilesine de... Biz en çok buralarda kaybediyoruz imtihanlarımızı…
Normalleşen günahların, hataların ve toplumsal baskının altında hem eziliyoruz, hem eziyoruz yavrularımızı... En basitinden ödevlere, derslere ve okul başarısına o kadar çok anlam yüklüyoruz ki, bu mevzuda ettiğimiz kavgaların, gösterdiğimiz çabanın onda birini namaz için göstermeyince, çocuğun algısında “bir önem sırası” oluşuyor maalesef... “Diğeri yapılmasa da olur, çünkü annem buna üzülmedi, buna kızmadı, hattâ lâfını bile yapmadı!” düşüncesi oluşuyor. Allah ile kurulan irtibat, Ramazan’la, kandillerle, yaz tatilleriyle sınırlı kaldığı müddetçe çocuklarımıza verebileceğimiz mâneviyat sadece o dar kalıplarda sıkışıp kalacak, bütün hayatına yansıyan bir hâl alamayacaktır.
Deistliğin yaygınlaşmasındaki en büyük faktör
Deistliğin yaygınlaşmasındaki en büyük faktör, bunu dile dökmesek de, “Zaten deist gibi yaşıyor oluşumuz(!)” değil mi, biraz da? Bir şey değişmedi ki o genç için... Sadece isim koydu, yaşadığına... Bizler, “Rızkı Allah verir!” diyoruz, ama başarı ve kariyer için yıprandığımız kadar mâneviyat için yıpranmıyoruz. Öyle bir kontrolcüyüz ki her konuda, Allâh’ı nereye koyduğumuzu, tevekkül ve teslîmiyetimizin nerede olduğunu sorgulamamız gerekiyor. Bizim hayatımızda, “Yöneten ve hüküm veren Allah’tır.” inancı ne kadar derin ki? Şifâ verenin, hidâyet verenin, rızık verenin Allah olduğunu biliyor gibi mi hareket ediyoruz? Yağmuru anlatırken söylediğimiz bilimsel cümlelerin ardında, Allâh’ı görüp gösterebiliyor muyuz? Yoksa Allâh’ın yarattığını görmek ve göstermek için bulutsuz bir semâdan yağmur yağmasını mı bekliyoruz? Biz, sebepler âlemine bu kadar tutunduğumuza, sebepler âleminde boğulduğumuza, Allah ve Rasûlü’nü hayatımızın odak noktasından çıkardığımıza şaşırmıyoruz, üzülmüyoruz da çocuklarımızın deist olmasına mı üzülüyoruz?!
Çocuklarımızın doğumundan eğitimine, iş bulmasından evlendirilmesine kadar; “Allah bizi yarattı ve başıboş bıraktı!” inancı gibi değil mi, kontrol ihtiyacımız? Ve bu durumun en belirgin neticesi de duâmızın azalması oluyor maalesef. Çünkü “her şeye gücümüz yetiyormuş gibi” hareket ediyoruz. Elbette elimizden gelen irademiz dâhilindeki alanları boş vermekten bahsetmiyorum. Haddi aşacak derecedeki davranışlarımız, mevzubahis olan…
Hiçbir şey, Allâh’a kulluğun dışında değildir. Her duygumuz/düşüncemiz, her davranışımız, her niyetimiz kulluk dairesinin içindedir. Sadece ibadetlerimiz değil, akraba komşu ve dost münâsebetlerimiz, ticaretimiz, evliliğimiz, ebeveynliğimiz, hattâ tuvalet ve banyo alışkanlıklarımız dahî kulluğumuzun bir parçasıdır. Hayatta hiçbir alan, hiçbir saha yoktur ki, Allah ile irtibatlı olmasın, Allah ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o sahaya da bir nizam getirmiş olmasın. Dolayısıyla bizim her ânımız, kulluğumuzun idrâki içinde geçmek zorundadır.
Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu gibi; “…Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görendir.” (el-Hadîd, 4)
Kaynak:
, Altınoluk Dergisi, 2022-Ağustos, Sayı: 438
YORUMLAR