Kulluk Şuuru İçinde Bir Hayat
Musa Efendi, hayatını hikmet ve adalet terazisi üzere tanzim ederek, "kulluk merkezli kişisel organizasyon"un nasıl yapılabileceğini en güzel bir şekilde şahsında müşahede edebileceğimiz bir Allah adamıdır.
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de: “İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder”1 buyurur. Bu ifâde, kulluğu hayatın merkezine alamayan ya da kulluğunu muayyen zaman, mekân ya da menfaatlere bağlayan kimselerin, Hak katında makbul bir konumda olmadıklarına dikkat çeken bir ifâdedir. Bu nevi kimselerin zihinleri, gönülleri ve hayatları dağınık ve bölünmüştür. Hayata bakışlarının merkezinde sadece Allah ve O’nun değerler sistemi değil, çoğu zaman kendi nefsânî arzuları (hevâlârı) ve hesapları bulunur.
Gönül dünyalarında Rableri yegâne mihver değil, bir kenarda lüzum ettikçe müracaat edilen ve hatırlanan bir varlık gibidir. Bu itibarla da hayatları bölünmüştür. Hayatın kimi alanında O’nun kulu gibi davranırken, kimi alanlarında da başkalarının kulu gibidirler. Yani îman ve İslâm’la ilişkileri bütüncül bir ilişki değil, zaman zaman değip geçen bir ilişki şeklindedir. Rabbimiz böyle bir kulluğa razı değildir. Bu kulluk, çoğu zaman açık ya da gizli bir şirkle (Allah’a ortak koşmakla), gafletle ve nisyanla karışık bir kulluktur.
ŞUURLU KULLUK
Kulluğu hayatın merkezine yerleştirmek ve her konuda bu şuuru canlı tutmak, elbette diri bir yürek, kavî bir îmân ve güçlü bir irade ister. Basar ve basiretin açık, idrâk ve akıl melekelerinin sıhhatli çalışmasını gerektirir. Vurdumduymaz, günübirlik yaşayan, arzularının peşinde koşuşturan kimseler, hiç şüphesiz derece derece gaflet perdeleri içinde kulluklarını ve insânî hakikatlerini zayi etmeye mahkûmdurlar.
Kimi zaman nefsimiz, iç fısıltılar halinde özbenliğimize bu zamanda güzel bir kulluk yapmanın imkânsız olduğunu fısıldayabilir. Kendini mazur göstermek ister. Kulluğun bir iç irade ve gayret meselesinden çok, dış şartlar meselesi olduğuna bizi inandırmaya çalışır. Hâlbuki her şartın içinde, Hakk’ın razı olacağı bir kulluk duruşu sergilemek mümkündür. İşte burada Allah’a kulluğu güzel temsil eden örneklere ihtiyaç vardır. Böyle örnekler, nefislerimizin mazeret üretmeleri karşısında, en güzel susturucu cevabı da hâlleri ve davranışları ile vermiş olacaklardır. İşte çağımızda bu güzel örneklerden birisi de Sâhibu’l-vefâ Mûsâ Efendi Hazretleridir.
Mûsâ Efendi, hayatını hikmet ve adâlet terazisi üzere tanzim ederek, “Kulluk Merkezli Kişisel Organizasyon”un nasıl yapılabileceğini en güzel bir şekilde şahsında müşahede edebildiğimiz bir Allah adamıdır.
ALLAH'IN RAZI OLACAĞI BİR KUL OLMA ARZUSU HAYATININ MERKEZİNDE
Her şeyden önce o, yaratılış misyonunun farkındadır. Allah’ın razı olacağı bir kul olma arzusunu hayatının merkezine koymuştur. Onun şu sözü ne güzeldir:
“İnsan şöyle düşünmeli; şu âlemde bir Rabbim var, bir de kul olarak ben varım. Öyleyse kulluğumu ona göre yapmalıyım”.
Kulluk, sadece bir temennî ile gerçekleşecek bir ideal değildir. Güzel kul olma niyetinin azme dönüşmesi ve bu yolda mücâhedeye soyunmanın gerekliliği ciddiye alınmalıdır. Kulluk kıvamının nihâî kalitesini tespit zordur. Daima daha güzel kul olma ufku içinde hareket etmek zaruridir. Üstaz Hazretleri kulluğun bu yönü hakkında buyururlar ki:
“Şunu iyice bilmelidir ki, kulluğun nihâyeti olmadığı gibi, seyr u sülûkün de sonu yoktur. Çünkü kulluğun ve derece almanın nihayeti yoktur. İşim tamam oldu diyenler, yarı yolda kalmışlar, kendi noksanlarını görenler yol almışlardır. «Efendim ben “muhabbet”e geldim, Allâh’ın has kuluyum, yan gelip yatayım» denirse, bu uygun değildir”2.
Onun anlayışına göre ilâhî emir ve tavsiyelerin bir kısmını yapıp bir kısmını yapmamak kullukla bağdaşmaz. Kula düşen tam bir teslimiyet ve şevk içinde ubudiyetin gereği ne ise onu var gücüyle yerine getirmektir. Der ki:
“Emrin büyüğü küçüğü olmaz; emredenin büyüğü küçüğü olur. Emreden büyük olunca, O’nun her emrini büyük kabul etmek gerekir”
Gönlü Allah’a vermek, O’nu hiç unutmamak yani zikr-i daimî üzere yaşamak ve kulluğu edeb ve tazim duyguları içinde yapmak, Mûsâ Efendide meleke hâline gelmiştir. Muhterem Üstazın bu şuur hali, namazında, Kur’an’la beraberliğinde, infakında, Allah’ın kullarına ve mahlûkatına olan nezâket ve ilgisinde, muamelâtında, oturuşunda, kalkışında ve bakışında hissedilirdi.
Kulluk modeli olarak Üsve-i Hasene olan Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimize büyük bir aşkla bağlanmanın gereğine inanır ve şöyle buyururdu:
“Şu hususu iyice bilmeliyiz ki: Bizim kurtuluşumuz, selâmet ve saâdetimiz; her hâl ü kârda yani, her nefeste, her adımda her türlü hal ve hareketlerimizde Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretlerine tam olarak uymak, onun boyasına boyanmak, onun ahlâkı ile ahlâklanmak, onun sünnet-i Muhammediyesi’nden kat’iyyen ayrılmamaya çalışmakla mümkündür”3.
Onun kulluk anlayışı, sadece ibadetlerle sınırlı değil, hayatın her alanında bu kulluğun şevk ve vecd içinde yaşanmasını hedefleyen kuşatıcı bir anlayıştır. Ona göre dünya hayatı, küçük görülecek ve terkedilecek bir hayat değil, değerlendirilecek, imar edilecek, ibret alınacak, şükür duyguları içinde nimetlerinden hem istifade edilecek ve hem de başkalarına faydalı olunacak kıymetli bir hazinedir. Dünya ve içindekilere gönül vermek değil, bu gözle bakmak hikmetin tabii bir gereğidir. İbadet edeceğim diyerek dünyayı bir kenara bırakmanın doğru olmadığını beyan ederlerdi:
“İşimi terkettim, diyenler var. Niye terkediyorsunuz? Oğlunuza da bırakmayın. Oğlunuza işi yükleyin, ama ara sıra kendiniz kontrol edin. Bu gün herkes kazanmaya gayret edecek. Elinden geldiği kadar kimse kimseye yük olmayacak. Mukadderse olur, o başka. Bütün gaye, müslümanların üç beş kuruş sahibi olmaları”4.
HEM DÜNYAYA ÇALIŞACAĞIZ HEM DE MANEVİ DERSİMİZİ İNKİŞAF ETTİRECEĞİZ
Artık bugün, «bir lokma bir hırka devri» geçti. İnsan kendi nefsinde yaşasa bile, aile hayatı var, cemiyet hayatı var, bunu tatbik edemez. Herkes çalışacak. Dünyaya çalışmak, zâhiren dünya gibi olsa da mânevîyata mâni değildir. Yani para, kasada olursa mâni değil; gönle girerse o zaman mâni olmuş oluyor. Mutlak sûrette hizmet etmek ve faydalı olabilmek kaydıyla, hem dünyaya çalışacağız, hem de mânevî dersimizi inkişâf ettireceğiz. Onunla bunun hiçbir tenâkuzu yok. Bazı insan, ne onu yapabilir, ne de bunu. Muhakkak iş yapmak zarureti var. İnsan zaman gelecek inzivaya çekilecek, hakkıyla ibâdet edecek, zaman gelecek iş görecek”5.
İşte bu anlayış içerisinde Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ömrünün son demlerine kadar ticari hayatın içinde olmuştur. Ticaret ve alışverişin kişiyi Allah’tan koparmadan da yapılabileceğini kendi hayatı ile göstermiştir. Alan değil veren bir kul olmanın faziletine inanmıştır.
Zenginliğin hakikatte kötü olmadığını ifade etmiş ve fakat insanı kulluk vazifelerinden ve sorumluluklarından da uzaklaştırmaması gerektiğini hatırlatmıştır:
“Zengin olan kimse, ölçüsünü kaçırıp da sırf para kazanmak kastı ile evine, ailesinin yanına muntazam bir surette güler bir yüzle gelemiyor ve terbiyesi ile meşgul olması icap eden yavruları ile yakından meşgul olamıyor ise bu ne biçim zenginliktir?
Bu zengin kimsenin, mal yığmak gayesiyle bütün ömrü yabancı memleketlerde geçiyor ve evini, barkını, ailesini ve çocuklarını ihmal ediyorsa, bu ne biçim zenginliktir?
Bu zenginlik hırsı, insanı sıhhatinden, neşesinden, huzurundan, hulâsa her türlü rahatından ediyorsa, bu ne biçim zenginliktir?
Bu zenginlik, kişiye can sıkıntısı veriyor, dolayısıyla kumar, kadın, içki gibi sefâhat yollarına sevkediyorsa, bu ne biçim zenginliktir?
Bu kısma girenler en zavallı bedbahtlardır. Fazla zenginlik, iftihar, övünme vesilesi değildir. Asıl zenginlik Allahü Teâlâ’nın bahşetmiş olduğu o dünyevî varlığı, hüsn-i isti’mal etmek, verenin Hak celle ve alâ Hazretleri olduğunu bilmek ve yerli yerinde kullanmaktır”6.
KULLUK VAZİFELERİNİ İFA EDERKEN DİKKAT EDİLECEKLER
Nice kimseler kulluk ve hizmetlerini bahane ederek aile hayatını ve çocuklarını ihmâl ederler. Hâlbuki kulluğun aile hayatına dair hükümleri ve sorumlulukları da vardır. Mûsâ Efendi bu noktada da müvazene ve dengeyi en güzel şekilde gerçekleştirmiş bir Hak dostudur. Eşine ve çocuklarına nitelikli zaman ayırmıştır. Akrabayı yediden yetmişe her seviyede görüp gözetmiş ve doyurucu ilgi göstermiştir.
Nice âbid ve hizmet ehli kimseler vardır ki bu yolda eksikleri çoktur. Muhterem Üstaz bu hususta da son derece hassastır. Buyururlardı ki:
Herhangi bir yuvada Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uygun bir hayat yaşanıyorsa, hiç şüphe edilmesin ki orada bulunanlar, cennet hayatının zevkini dünyada tatmış olurlar. Sadırları inşirah hâlinde olup her şeyden zevk alırlar. Sevmekten, sevilmekten, yemekten, yedirmekten, giyimden, giydirmekten hülâsa bütün kulluk vazifelerini îfadan. Varlığı severler, yokluğu severler, kulların ayıplarıyla meşgul olmazlar, çünkü daimî olarak kendi ayıplarını düzeltmeye uğraşırlar.
Allah Teâlâ’nın emirleri tatbik edilmeyen, yaşanmayan bedbahthanelerde ise dırdırlar, münâkaşalar, bağırmalar, çağırmalar, karşılıklı hakaretler hiç eksik olmaz. Böyle bir hayatın ne zevki olur? Bu kötü hâller, İslâm terbiyesi olmayan gafiller arasında çok görülür”7.
Bir insan İslâmiyet’e ve insaniyete ne kadar yararlı olursa olsun, aile nizâmını ihmâl ederse, bir noksanlık üzerindedir. Her fert, evvelâ kendisinden, sonra ailesinden ve çoluk çocuğunun terbiyesinden, daha sonra da diğer yakınlarından mes’uldür8.
Muhterem Üstaza göre kulluğun ferdî boyutu kadar içtimâi yönü de son derece mühimdir. Müslüman diğer mümin kardeşlerine karşı sorumluluğunun farkında olmak durumundadır. Fakirin, kimsesizin ve mazlumların yanında olmak, ilây-ı kelimetullah uğrunda gayret göstermek ve bu yolda olanlara yardımcı olmak onun en çok önem verdiği hizmetlerin başında gelirdi. İnfak, kulluğunun en öne çıkan yönlerinden biriydi. Buyururlardı ki:
“Çok kimseler, namazlarını kılmak ve oruçlarını tutmakla dinî vazifelerini edâ ettiklerini sanarak müsterihtirler. Bu kâfi gelir mi? Hayır. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riâyet ve tazimle beraber, mahlûkatına şefkatli olmak gerekir. Bu da ancak fedakârlık ve samimi bir hizmetle elde edilir. Demek ki her aklı selim sahibi müslümanın, farzları edâ, haramlardan kaçındıktan sonra, dikkat edeceği husus, müslümanlığa, cemiyete, mahlûkata hizmet ve yararlı olmayı benimsemesidir. Sırf Allah Teâlâ’nın rızasını kastederek, bedenî, fikrî ve malî hizmette bulanamayanlar, kâmil mü’min olamazlar. Çünkü bu sayılanlar, farzların mütemmimi ve Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin sünneti seniyyesinden cüzlerdir.
CEMİYETE VE İSLAMİYETE FAYDALI OLACAĞIZ
Cemiyete ve İslâmiyete faydalı olacağız. Nasıl faydalı olacağız? Elimizden gelen vazifeyi îfâ ederek. Mali vaziyetimiz müsait ise kesemizi açacağız. Eli sıkılık, bilhassa Hak yolunda olanlar için makbul birşey değildir. İlmimiz varsa, ehlini bulacağız ve münasip yerlerde onu neşredeceğiz. Cenâb-ı Hak isterse ona o fırsatı verir. Hangi meslek erbabı isek, kendi mesleğimizde her hususta cemiyete faydalı olacağız. Komşuyu ziyarete gideceğiz, hastalarımızı ziyaret edeceğiz. Cenaze teşyiinde bulunacağız. İnsan niyet ettikten sonra daha nice nice tatlı, güzel ameller işleyebilir. Rabbimiz hepimizin muîni olsun.
Bazı kişiler huzurları bozulması korkusuyla halka karışmak ve hizmet etmekten imtina etmekdedirler. Bu da nefsin tuzaklarından biridir, asıl hüner, hem duaya ve hizmete devam etmek, hem de Rabbimizle ünsiyet hâlinde olmaktır”9.
Mûsâ Efendi -rahmetullahi aleyh- tüm mahlûkata karşı da merhamet ve sevgiyle yaklaşırdı. Zira böyle davranmak da kulluğun tabii bir gereğiydi. Bir emanet şuuruyla yaklaşırdı yere, göğe ve içindekilere.
Tebliğ ve irşâd hassasiyeti ise dillere destandı. İnsanları imandan ihsana Hakk’a bağlamak, onun hususi hizmet misyonuydu. Nice Allah erlerinin yetişmesine vesile oldu.
Bütün bunları bir insan, hem de böyle bir çağda nasıl gerçekleştirebilir, diye sorulabilir? Cevap olarak biz de deriz ki: Elbette bir kul, sağlam bir niyet ve kavi bir imanla yola çıkar, akıl, basiret ve firasetle zaman ve imkânlarını doğru bir şekilde tanzim eder de Hakk’ın yardım ve inayetini isteyerek gayrete soyunursa, hiç şüphesiz Yüce Rabbimiz tevfîkını ona refik eder ve onu çıktığı bu kulluk yolunda muvaffak kılar.
Vefatının 17. yılında Muhterem Üstaz Mûsâ Efendiye Rabbimizden rahmetler niyaz ederiz.
Dipnotlar: 1) Hac Sûresi, 11. 2) Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 33-34, 185; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 64. 3) Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 135. 4) Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 96. 5) Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 188-189; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 141-143, 145; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 95-97. 6) Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 188. 7) Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 144-149; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 83, 85-86. 8) Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 27-28, 147; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 23; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 45; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 31-32. 9) Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 117, 167; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 64.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, 365. Sayı, Temmuz 2016
YORUMLAR