Kültür Erozyonu
Kültür nedir, ne anlama gelir? Kültür erozyonu nedir? Toplumun en küçük birimine ne denir? Günümüzde evliliğe bakış açısı nasıldır? Tükenmişlik sendromu neden olur? İslam’da kadın ve aile.
“Tarihî, içtimâî gelişme süreci içinde oluşturulan bütün maddî ve mânevî değerler ile bunları oluşturmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın tabiî ve toplumsal çevresine hâkimiyetinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü”[1] diye tarif ediliyor kültür… Kültür erozyonu ise, maddî ve mânevî değerlerin kaybı mânâsına geliyor.
Maalesef çağımız dünyasında ve ülkemizde şuurlu ya da şuursuz bir şekilde toplumların maddî ve mânevî değerleri değiştiriliyor. Bu konuyu iki açıdan incelemek lâzım gelir ki, bunlardan biri, toplumun temelini oluşturan “âile” mefhumu ve diğeri ise toplumun geneli ve “gençlik”…
TOPLUMUN EN KÜÇÜK BİRİMİNE NE DENİR?
Toplumdaki en küçük topluluktur, âile... Âile; örf, âdet ve an’anelerin uygulandığı, değerlerin, tepkilerin, duyarlılıkların, dînin fertlere nakşedildiği, toplumun en küçük yapı taşı olması münâsebetiyle oldukça önemlidir. İlk eğitim, âilede başlıyor vesselâm. Toplumdaki değişim de ilk defa âilede zuhûr ediyor. Sonra domino taşı gibi toplumun geneline yayılıyor. Bir değişim başlatmak istenildiğinde, ilk dinamit, âile yapısının altına konuyor ki, âile yapısı ortadan kaldırılınca toplumları ele geçirmek oldukça kolay olsun.
-
İslam’da Aile Reisi Kimdir?
İslâm kültüründe ve daha pek çok kültürde âilenin reisi erkektir. Hattâ çok eski çağlara bakıldığında, erkek avlanıp eve yiyecek getirendir. Bu, her iki cinsin fıtrat ve bedenî güç açısından yaratılışındaki farklılıklarından ileri gelir. Hiçbir ortamda çift başlı yönetim olmayacağı gibi, âilenin refahı için de bir lider şarttır.
Âile reisinin erkek olması, kadının ve çocukların söz hakkı olmadığı mânâsına gelmemektedir. Zaten dînimizin istişâreye önem verdiği Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşantısında da açıkça görülmektedir. Yani erkek, âile fertleri ile istişâre eder ve son karar, erkekten çıkar. Bir işletmede, müdürün de bulunduğu yönetim kurulunda ortak bir kararın alınması, sonra da müdürün imzayı atması, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için verilebilecek bir misaldir. Bunda alınmayı, gücenmeyi gerektirecek bir durum yoktur.
Ayrıca aynı hâdisede, çocuğa anne ve babanın farklı tepkiler vermesinin, çocuğun şahsiyet gelişiminde menfî bir tesir gösterdiğini, yapılan ilmî araştırmalardan da görebiliyoruz.
İSLAM’DA KADIN
Günümüz dünyasında bir feminizm akımı aldı başını gidiyor. Feminizm, 18. yüzyılda Fransa’da filozof ve kadın yazarlar tarafından çıkarılmış, kadın-erkek eşitliğini öne süren bir akım… Gaye, eşitlik. Eşit olmayanları eşitlemek. “Kadın aşağıdır!” da demiyor ki, dinimiz... Aksine kadın bir hazine misali oldukça değerli... Sadece bu hazinenin gelişi güzel ortamlarda harcanması istenmiyor. Kadın ayrı, erkek ayrı... Birinde olan diğerinde yok. Birbirini tamamlayan iki varlık…
Bu eşitlik çığlıklarıyla âilede erkeğe başkaldırma empoze ediliyor. Kadının kendini ezdirmemesi (!) isteniyor. Kadının evi için yaptığı âile içi hizmeti (yemek, temizlik…) yük olarak, hizmetçilik olarak beyinlere işleniyor. Oysa:
“İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî”
(Ey Rabbim, Sen benim tek gayemsin. Senin rızâna ulaşmak da benim yegâne isteğimdir.) duâsıyla başlayan günde bütün yapılanlar, Allah rızâsı için ve Allâh’a hizmet oluyor.
Bu hususta oluşturulan yanlış algılar neticesinde kadın yemek yapmak istemiyor, dışarıda hangi şartlarda, hangi mânevî hâl ile hazırlandığı belli olmayan yemeklere çılgın paralar harcanıyor. Sonra da maaşların yetmediğinden, ibadetlerde huşû hissedemediğimizden yakınılıyor. Evlerde yemek yapılsa bile artık âile fertleri ayrı ayrı saatlerde gelip yemeğini yiyorlar. Hâlbuki âilece yenen yemek zamanları, âile fertlerinin birbiriyle buluştuğu, günün değerlendirmesinin yapıldığı çok kıymetli vakitler iken artık bu bütünlük kalmıyor.
-
Günümüzde Evliliğe Bakış Açısı
Boşanma her ne kadar toplum tarafından hoş karşılanmasa da günümüzde çoğu yeni evlenen çift, evliliği flört olarak görüyor. Evlilikler âdeta güç yarışına, “Kafama uymazsa ayrılırım!”a dönüşüyor. Aslında bu zehir, toplum yapısını bozan dizi filmlerle, gençlere âdeta zerk ediliyor.
Farklı âilelerde yetişmiş iki insan, aynı evin içine girdiğinde elbette farklılıkların olabileceği; karşılıklı anlayış, sabır, saygı, sevgi ve sadakatle çoğu zorlukların aşılabileceği gençlere yeterince aktarılamıyor. 50 senedir evli olan dedeler-nineler alkışlanıyor, ancak iş örnek almaya gelince, kötüler baz alınıyor. Dile kolay, yarım asırdır evli olan çiftlerin “Bütün zamanları güllük gülistanlık mıydı?”, “Nasıl yürüttüler bunca zaman?” diye düşünülmüyor. Evlenilecek eş adayında olması gereken özellikleri şöyle açıklıyor Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kadın dört sebepten biri için alınır: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç. Aksi halde sıkıntıya düşersin.”[2]
Bu ölçü, erkek tarafı için de geçerlidir. Evlenecek hanımlar, beylerinde öncelikle dindarlığa dikkat etmelidir.
TÜKENMİŞLİK SENDROMLU KADINLAR
Günümüz hanımlarına, çalışmazsa toplumda saygınlığının, çevresinin ve parasının olmayacağı fikri dayatılıyor. Kadın, âdeta çalışmaya zorlanıyor. Kadının aslî vazifesi, dışarıda para kazanmak olarak gösteriliyor. Kadın, ancak duygu dünyasına ve bedenî yapısına uygun işlerde, yıpratılmadan çalışması gerekirken; işe, eve, çocuklarına, çevresine yetişeyim düşüncesi “tükenmişlik sendromlu kadınlar ordusu” oluşuyor.
Daha iki aylık çocuklar kreşe, bakıcılara emanet edilip, anne sevgisi ve ilgisinden mahrum kalmışken bu çocukların bakım masrafı için çalışmak, annelerin yüreğinde derin yaralar açıyor. Kadın önceliğini iyi belirlemeli, vesselâm.
Evler, teknolojik âletler ile târumâr edilmiş durumda… Âile fertlerinin bedenleri evde olsa da, her birinin kafaları başka âlemlerde… Bilgisayarlar, tabletler, telefonlar, televizyonlar paylaşılmış durumda. Üstüne üstlük bir televizyon yetmeyip, ikinci, üçüncü televizyon da temin edilerek farklı odalarda baş köşedeki yerini alıyor. 12 yaşından önce çocuğa verilmesi yasak olan telefonlar, çocuk sussun diye daha iki yaşında çocuğun eline tutuşturuluyor. Rastgele açılıyor çizgi filmler, “Aslan Kral” gibi homoseksüelliği normalmiş gibi gösteren, pek çok ülkede gösterimi yasak olan çizgi filmler şuursuzca izletiliyor.
Zaten teknolojiden başını kaldıramayan âile fertlerine, bir de akraba ziyaretleri külfetmiş gibi gösterildiğinde iş tamam oluyor. Çeşitli markaların reklamlarında, üç kuşağın bir arada gösterildiği bayram reklamları yer alıyor. Madalyonun diğer yüzünde ise bu görselliği sunan bazı firmaların âile kavramını ortadan kaldırmak için de finans oluşturmaları yer alıyor. Ekranlar, erken bayram rezervasyonlarının tanıtımları ile dolduruluyor. Bayramlarda akraba ziyaretlerine gitmekten ziyade, deniz kenarlarında keyif çatmanın daha makbul olduğu intibâı âileye kanıksatılıyor. Artık gönülden bağlanmalar, yerini telefonla görüntülü bağlanmalara bırakıyor. Mâmâfih dede ve ninesiyle, akrabalarıyla vakit geçiren çocukların ileride daha sağlıklı fertler olduğunu, uzmanlar da üstüne basa basa tekrar edip duruyor.
Ama öyle ama böyle, tarih yazmış milletimizin aile yapısı üzerinde büyük oyunlar oynanıyor. Tam da bu noktada şu söz ne kadar da değerli hâle geliyor:
“Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.” (Aliya İzzetbegoviç)
KİM BİR KAVME BENZEMEYE ÇALIŞIRSA O DA ONLARDANDIR
Başta âile mefhumunu derinden sarsan kültür erozyonu, toplum genelinde ve gençlerde de derin yaralar açıyor. Yozlaşmalar, maalesef ki taklitle başlayıp yerini zamanla alışkanlığa bırakıyor. “Kim bir topluma benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.”[1] hadîs-i şerîfinde de bu konunun önemine dikkat çekiliyor.
Artık tesettür, eski çağ kıyafeti olarak gösterilerek; kapanmanın “yobazlık”, açıklığın ise “çağdaşlık” olduğu beyinlere işleniyor. Câhiliye devrinde çıplaklığa esir edilen kadının tesettürle hürriyetine kavuşması ve şehvet malzemesi olmaktan kurtarılıp değerli bir mevkie yükseltilmesi, kimi kesimlerin işine gelmiyor. Hâlâ pek çok insan, tesettürün kırsal bölgelerde yaşayan hanımlara veya yaşlılara has bir giyim tarzı olduğunu düşünüyor. Tesettürlü bir hanımın üniversite mezunu olduğu öğrenilince, gariptir ki yadırganıyor. Sanki bir hanım başörtüsünü takınca kafası çalışmıyor(!)…
Ayrıca medyanın da yoğun propagandasıyla hanımlarımız külhanbeyi gibi tek omuzda ceketle geziyor; beylerimiz daracık, bileklerde, rengârenk pantolonlarla efemineleşiyor. Geçmişte yırtık kıyafetlerle gezmek ayıp sayılırken, şimdi yırtık-pırtık kıyafetler tercih ediliyor. Maaile, genci-yaşlısı herkes dövmeli geziyor. Kimi köpeğinin ismini koluna kazıtmış, kimi çocuğunun…
Tüketim çılgınlığı sarmış toplumu... Önce ihtiyaç olup olmadığı gözetilmeden çılgınca alışveriş yapılıp sonra da daha “Hiç kullanmadım!” diyerek internetten satışa çıkarılıyor. Dolaplar, evler, eşyalardan geçilmiyor. Kocaman evlere artık sığılamıyor.
MÜSLÜMAN HASSASİYETİ
Hayatın her ânı fotoğraflanıp, “Alan var, alamayan var!”, “Aç olan var, tok olan var!” hassasiyeti gözetilmeden internette servis ediliyor. Ramazan ve Kurban bayramlarına sahip olan Müslümanların çoğu; ama öyle, ama böyle mîlâdî yılbaşını da kutluyor. Kimi televizyondaki eğlence programlarını izleyip çekirdek çitliyor; kimi eğlence yerlerine akın ediyor. Geçen senesini muhâsebe edip, bugüne kadar yaşatan Rabbine şükür secdesine kapanansa pek az...
Yaş günü gelince de yaşı sayısınca mum üfleyen nefesler, iş duâya gelince çıkacak bir ağız bulamıyor. Bir de senede bir kere mum üflenirken dilek tutulması da acayip bir mevzudur ki, Müslüman zaten beş vakit namazının ardından en az günde beş kere dileğini doğrudan Rabbine iletiyor.
Kitap okumaya zaman bulunamıyor; ancak telefonda, televizyonda saatler harcanıyor. Çoğu insan, “Dünyaya telefon elimde televizyon izlemeye mi gönderildim?” diye kendine sormuyor!.. Buhranlı haberler ve dizilerin ardından içi sıkılmış olarak uykuya dalınıyor ki, sabaha da o ruh hâliyle kalkılıyor. Akşam dizideki sanal çocuğa üzülen anne, sabah kendi çocuğuna geceden kalma ruh hâlinin tesiriyle bağırışlar sıralıyor.
25. KARE TEKNİĞİ
50 ülkede yasak, ancak bizim ülkemizde henüz yasaklanmamış olan 25. kare tekniğiyle insanımızın beynine subliminal (şuuraltına gizlice gönderilen) mesajlar bırakılıyor. Böylece zaman içerisinde toplum fertleri, toplumun dibine dinamit konulsa da konular önceden bilinçaltına yerleştiğinden, olup bitenler ona gayet normal geliyor ve en küçük bir tepki göstermiyor.
Zengin insanların hayatlarının örnek gösterildiği programlara özenen gençler, çalışmadan çok para getiren işler istiyor. Bu noktada her sahada hak yeniliyor. Sokaklar hırsızlardan geçilmiyor. Sınavlarda kopya çektirmeyen hocalar yadırganıp dersin uzatılmasından, hattâ neredeyse yapılmasından rahatsızlık duyan gençlerle sınıflar dolup taşıyor. Her yaş grubuna sirâyet eden zarâfet, edep, âdâb noksanlığı üzerine eğitimler düzenleniyor. Toplum kaba-saba insanlardan geçilmiyor. Kızlarımız birbirine erkeksi ses tonuyla “Kanka!” diye sesleniyor, küfrediyor. Ufacık çocukların ağzından bile boyundan büyük küfürler çıkıyor.
Çocuklar, gençler elinde telefon, odalarına kapanmış, misafire bir “Hoş geldiniz!” deme zarâfetinden mahrum yetiştiriliyor. Geçmişte oldukça zarif ve komşusu açken tok yatamayacak kadar da duyarlı olduğumuz unutturuluyor. İşin özü, düşünmekten, hissetmekten ve çocukken âilede eğitimden geçiyor.
Konuştuklarımızı, nineler-dedeler anlayamıyor. Türkçe konuşuyoruz diyoruz. Ancak Türkçe kelimelerden çok yabancı dillerden giren kelimeler, cümlelerde başköşeyi alıyor. Cinsiyet karmaşası yaşayanlar, toplumda mağdur ve sempatik gösterilerek toplumun ahlâk yapısı çökertilmeye çalışılıyor. Sapkınlık, hürriyet olarak gösteriliyor. Gökkuşağı renklerinden oluşan çocuk kıyafetleri vitrinleri süslerken, pullu işlemeli erkek çocuğu kıyafetleri çocukların üstünde geziyor.
İlmî konularda özgüven eksikliği ise yeni yeni aşılıyor. Oysa günümüzün değerli bilim adamlarımdan rahmetli Fuat Sezgin Hoca:
“-Bugün Avrupa’daki bilim, İslâm bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik tarihî şartlar içerisindeki devamından ibarettir.”[2] sözü ile İslâm bilimlerinin tarihine dikkat çekiyor.
Fuat Sezgin Hoca ile yapılmış hasbihâlin yer aldığı “Bilim Tarihi Sohbetleri” kitabında, Avrupa’da kaynak göstermedeki sıkıntıya da dikkat çekilerek; Aristo’nun taşlarla ilgili kitabının aslında İbn-i Sînâ’nın kitabının çevirisi olduğuna; Galen’in (hekimlerin imparatoru olarak bilinen tıp doktoru) göz ile ilgili kitabının ise Julius Hirscberg adlı Alman bilgin tarafından İslâm bilginlerinden Huneyn bin İshak’ın kitabının çevirisi olduğunun ispatlandığına ve daha pek çok örneklerle konunun önemine vurgu yapılıyor.
Avrupa’nın medeniyet olarak gösterildiği günümüzde, Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’ndaki “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” ifadesi, tam yerini buluyor.
Toplum olarak uyanık olmamızın, çocuklarımızı ve gençlerimizi şuurlu bir şekilde eğitmemizin gerekliliği bir kez daha açıkça görülüyor.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın:
“İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanırsın.” ve Aliya İzzetbegoviç’in:
“Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir!” ikazları düsturunca yaşamayı, inanç ve ahlâk ile yoğrulmuş öz kültür ve medeniyetimize sahip çıkmayı, Rabbimiz, biz müslüman toplumlara bir kere daha nasip ve müyesser eylesin… Âmin.
Dipnotlar:
[1] www.sozluk.gov.tr (Erişim, 25.07.2019)
[2] Buhârî, Nikâh, 15.
[3] Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031.
[4] Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, 15. Baskı, 2018, sh: 24.
Kaynak: Dr. Ayça Toksöz, Şebnem Dergisi, Sayı: 179 / 180
YORUMLAR