Kur’an-ı Kerim Hangi Açılardan Mucize Sayılmaktadır?
Kur’an-ı Kerim hangi yönlerden mucizedir? Kur’an-ı Kerim’in mucizevi yönleri...
Kur’ân-ı Kerîm; nazmı, fesâhatı, belâğati, gönüllere tesir edişi, kanun koyma (teşrî‘) husûsiyetleri, gaybdan haber vermesi gibi pek çok yönüyle insanları, kendisine benzer bir söz söylemekten âciz bırakmıştır.[1]
Müşrikler Kur’ân’a inanmayınca Cenâb-ı Hak onlara meydan okudu. Diledikleri bütün mahlûkâtı yardıma çağırıp Kur’ân’a benzer bir kitap, bunu başaramayınca on sûre, sonra bir sûre[2], nihayet tam misli olmasa da kısmen Kur’ân’a benzeyen bir söz söylemelerini istedi:
“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun sûrelerinden birine (herhangi bir yönden) benzer bir sûre getirin, eğer iddiânızda doğru iseniz Allah’tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın! Eğer yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının! O ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bakara, 23-24)
Son âyetteki “وَلَنْ تَفْعَلُوا: ki hiçbir zaman yapamayacaksınız” ibâresi öyle bir eminlik ve kat’îlik ifade etmektedir ki, böylesi bir hüküm ancak ilmi ve kudreti sınırsız, tam ve kusursuz olan bir zât, yani Allah tarafından verilebilirdi. Hakîkaten Allah’tan başka hiç kimse, beşer açısından gayb, yani belirsiz ve kapalı olan istikbâle dâir böylesi bir kesinlikte hüküm veremez ve kat’î ifadeler kullanamaz.
İnkârcılar, acziyetlerini ilân eden bu ilâhî sözleri duydular ve bu sözler içlerine oturdu, hırslarını iyice artırdı, lâkin bir şey yapamadılar. Bu âyet, onların âcizliklerini dilden dile dolaştırıp ufuktan ufuğa taşıdı, zaafiyetlerini tescil etti ve dillerini âdeta mühürledi.[3]
Müşrikler, Kur’ân’ın meydan okumasına cevap veremedikleri için onun yerine; yalanlama, kışkırtma, hakâret ve iftirâ gibi saldırganca tavırlar takındılar. “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin! Okunurken gürültü yapın, belki gâlip gelirsiniz!”[4] diyerek, her ne kadar inkâr etseler de aslında ilâhî kudret karşısında tamamen mağlûb olduklarını ortaya koymuş oldular. Bu acziyet günümüze kadar devam etmiştir.
KUR’AN-I KERİM’İN MUCİZEVİ YÖNLERİ
Fesâhatı, Belâğatı ve Nazmı
Kur’ân-ı Kerîm, ne şiir ne de nesirdir. Bilâkis hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya getiren emsalsiz bir üslûba sahiptir. Şiirde ve mûsikîde bulunmayan bir güzelliği vardır. Onu tekrar tekrar okurken veya dinlerken bir monotonluk hissedilmez, devamlı sûrette değişen ve tâzelenen seslerden insan hislerinin her biri aynı derecede nasibini alır.[5]
Kur’ân, dilin sahip olduğu müterâdif (aynı mânâya gelen) kelimelerden delâleti en hassas, tasvir gücü en fazla ve fesâhati en kuvvetli olanını seçer.[6] İbn-i Atiyye şöyle der:
“Kur’an öyle bir kitaptır ki ondan bir kelime çıkarılsa, sonra bütün Arap lisanı altüst edilse, ondan daha münasip bir kelime bulmak mümkün değildir.”[7]
Kur’ân-ı Kerîm, mevcut edebî türlerden farklı ve kendine has bir üslûba sahip olmakla birlikte, aynı zamanda bütün bu edebî türleri en mükemmel şekilde ihtivâ eder. Kıssa, mev’iza, târih, teşrî, cedel, münâzara, âhiret, cennet, cehennem gibi mevzûları, korkutucu ve müjdeleyici âyetleri, mânâlarının şiddetine göre ayrı ayrı bir üslûp bütünlüğü içinde fesâhat ve belâğati en yüksek seviyede tutarak ifadelendirir.
Kur’ân gönüllere tesir eder. İnsanları Kur’ân’ı dinlemekten alıkoyan azılı müşriklerden Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerik, birbirlerinden habersiz olarak ve gizlice, geceleyin evinde namaz kılarken Kur’ân okuyan Peygamber Efendimiz’i dinlemeye gelmişler, birbirleriyle tesadüfen karşılaşınca da kendilerini ayıplamışlardır. Bu hâdise üç gece böylece devam etmiş, nihayetinde birbirlerine:
“–Aman kimse fark etmesin! Halk bizim bu durumumuzdan haberdâr olursa, vallahi son derece rezîl oluruz. Bundan sonra da hiç kimseye bu hususta söz geçiremeyiz!..” diyerek yaptıklarını kınadıktan sonra bir daha böyle bir davranışta bulunmayacaklarına dâir aralarında ahitleşmişlerdir.[8]
Bir bedevî, Cenâb-ı Hakk’ın:
“Sana emrolunan şeyleri açıkça söyle ve şirk koşanlardan yüz çevir!”[9] âyetini bir kişinin okuduğunu işitince derhal secdeye kapanır. Bu hareketinin sebebi sorulunca da:
“–Sırf fesahati sebebiyle secde ettim!” der.[10]
Bu âyette ona tesir eden hususlar, “ilahî tebliği en mükemmel bir şekilde açıklama, hak ile batılın arasını iyice ayırıp onu apaçık bir şekilde dile getirme ve bu yolda cesur davranma mânâlarını ihtivâ eden “fe’sdaʻ” kelimesiyle[11]; bunca kısalığına rağmen çok mânâlar ihtivâ eden “bi-mâ tu’mer: Sana emredilen, söylenilen her şeyi” terkibiydi. Yine bir başka bedevî:
“Ondan umudu kesince aralarında fısıltıyla konuşmak üzere (bir kenara) çekildiler”[12] âyetini işitmişti. Bunun üzerine:
“–Şehâdet ederim ki, bir kul böyle bir söz söylemeye güç yetiremez!” diyerek, hayret ve hayranlığını izhar etti.[13]
O zaman bedevîler, belâğat ve fesâhatta en zirve insanlardı.
Kur’ân-ı Kerîm aynı anda, değişik zamanlarda ve mekânlarda yaşayan, ilmî seviyeleri çok farklı olan bütün insanlara, seviyelerine göre hitâb eder. Farklı anlayışlara imkân veren bir âyeti, ilk nesiller kendi durumlarına göre, daha sonraki nesiller de ulaştıkları ilmî seviyelere göre anlarlar. Bu hususta büyük Arap edîbi Mustafa Sâdık er-Râfiî şöyle der:
“Kur’ân-ı Kerîm’in mucizelerinden biri de, her zaman bilinemeyen bazı hakikatleri, dâimâ bilinen kelimeler içerisinde saklaması ve bunları vakti geldikçe izhâr edip ortaya koymasıdır.” (Vahyü’l-Kalem, Kuveyt ts., II, 66)
Gaybden Haber Vermesi
Kur’ân-ı Kerîm gaybî haberler vermektedir. Bu haberler de onun açık bir mucize olduğunu gösterir. Geçmişteki tarihî vak’alardan istikbalde zuhûr edecek hâdiselere kadar birçok ilmî ve fennî meseleye temâs ettiği hâlde, 1400 yıldan beri hiçbir keşif onu tekzîb edememiştir. Hâlbuki bugün bile dünyanın en meşhur ansiklopedileri, zaman zaman ek ciltler çıkarmak sûretiyle kendilerini tashih ve yenilemek mecbûriyetinde kalırlar.
O zamanlar Âd ve Semûd kavimlerinin helâki ve Nûh tûfânı hakkında birtakım bilgi kırıntıları, ancak efsâne hâlinde mevcuttu. Fakat Kur’ân-ı Kerîm, bunları günümüz târih ilmi ve târih felsefesinin de tasdîk ettiği bir tarzda insanlığa takdîm etmiştir. Kur’ân, gelecekle ilgili de haberler vermiştir. Bunların birkaç tanesini zikredelim:
Rumlarla mecûsîler arasında bir harp vukû bulmuş ve mecûsîler gâlip gelmişti. Bundan istifade etmek isteyen müşrikler, müslümanlara:
“–İlâhî kitâb sâyesinde üstün geleceğinizi sanıyordunuz. İşte mecûsîler, Kitâb ehli olan Rumları yendiler” diyerek onların îman ve azimlerini kırmaya çalıştılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, müşriklere hüzün, mü’minlere sürûr verecek olan şu âyetleri inzâl buyurdu:
“Elif. Lâm. Mîm. Rumlar yenildi; en yakın yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra gâlip geleceklerdir, birkaç yıl içinde (3 ile 9 yıl arasında). İşler önceden de sonradan da Allah’a aittir. O gün mü’minler Allah’ın yardımıyla sevinirler. O mutlak gâliptir, merhamet ve ihsân sahibidir.” (Rûm, 1-5)
O sırada Rumlar öyle zayıf düşmüşlerdi ki, hiç kimse, bellerini kıran bu mağlûbiyetin ardından tekrar gâlip gelebileceklerine ihtimâl vermiyordu. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, kuvvetli bir tekidle şöyle buyuruyordu:
“Bu, Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm, 6)
Nihayet yüce Allah, vaadini gerçekleştirdi. Târihçilerin ittifâkıyla dokuz seneden az bir zaman içinde Rumlar Fârisîlere gâlip geldiler. O gün, müslümanlar da Bedir Gazvesi’nde müşriklere karşı zafer kazanıp sevindiler.[14]
Kızıldeniz’in girdaplarında boğulmak üzere iken mecbur kalarak îman halkasına tutunmak isteyen Firavun’a Allah Teâlâ:
“Şimdi mi (îmân ediyorsun)?! Hâlbuki sen, bundan evvel isyân etmiş, dâimâ fesatçılardan olmuştun! Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak (karada yüksek bir yere atıp bozulmaktan) kurtaracağız ki, arkandan geleceklere bir ibret olasın! (Bununla berâber) insanlardan birçoğu, bizim âyetlerimizden cidden gâfildirler.” (Yûnus, 91-92)
Yakın bir zaman önce yapılan araştırmalarda Firavun’un cesedi bulundu. Şu anda bu cesed, secde vaziyetinde, saçları ve derisi de üzerinde olduğu hâlde Londra’daki British Museum’da 94. salonda sergilenmektedir.
Bedir Savaşı’nda düşman ordusunun yenilgiye uğratılacağı,[15] müslümanların Mescid-i Harâm’a güvenle gireceği, müslümanların muzaffer olup Mekke’yi fethedeceği,[16] insanların kitleler hâlinde İslâm’a gireceği,[17] İslâm dininin diğer bütün dinlere üstün geleceği,[18] Kur’an’a muâraza yapılamayacağı,[19] Kur’ân metninin muhafaza edileceği,[20] gibi birçok hâdiseyi önceden bildirmesi de, Kur’an’ın istikbâle ait haberlerindendir. Peygamber Efendimiz’in, kendisi açısından gayb alanına giren bu tür haberleri vahye istinad etmeden, önceden haber vermesi imkânsızdır.
İlmî Keşiflere Işık Tutması
Kur’ân-ı Kerîm’de, ilmî terakkî ve keşiflere ışık tutan pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Bunlar da Kur’ân’ın mucizevî bir şekilde istikbâlden haber vermesidir. Kur’ân-ı Kerîm’in esas gâyesi, tevhîdi kalplere yerleştirip insanlara hidâyet rehberi olmaktır. Nitekim ele aldığı bütün mevzûları bu asıl gâyeye mebnî olarak takdîm eder. Bununla birlikte, tabiî ilimlerin sahasına giren konularda insanlara bir ibret olarak verdiği bilgiler de tamâmıyla hakîkate mutâbıktır. Bunlardan da birkaç misal arzedelim:
İnsanın üremesi ve embriyonun teşekkülü husûsunda Kur’ân-ı Kerîm, modern ilmin daha yeni keşfedebildiği birtakım orijinal bilgiler vermektedir. Bunlar, özellikle Hac Sûresi’nin 5. ve Mü’minûn Sûresi’nin 11-13. âyetlerinde tafsîlâtlı bir şekilde anlatılır. Prof. Dr. Keith L. Moore, embriyoloji sahasında yazdığı eserinde insanın rahimdeki safhalarını îzâh ettikten sonra bu bilgileri âyet-i kerîmelerle karşılaştırıp, ilmin Kur’ân-ı Kerîm’le mütâbakat hâlinde olduğunu, hatta Kur’ân’ın, verdiği misâl ve târiflerle tıp ilminin önünde gittiğini itirâf etmiştir. Araştırmaları neticesinde Keith, Kur’ân ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında büyük bir hayranlık duymuş ve Kur’ân’ın 1400 sene evvelki bu mucizesini büyük bir itmi’nân hâli içinde tasdîk etmiştir. Kur’ân’dan öğrendiği bilgileri, Before We Are Born (Biz Doğmadan Önce) isimli kitabının ikinci baskısına ilâve etmiştir. Kendisine:
“–Bu bilgilerin Kur’ân’da bulunmasını nasıl îzah edersin?” diye sorulunca:
“–O Kur’ân, Allah tarafından indirilen vahiyden başka bir şey değildir” cevabını vermiştir. (Gary Miller, The Amazing Qur’an, s. 34-39)
Son yıllarda kâinatın genişlediği, galaksilerin birbirinden muazzam bir hızla uzaklaştığı keşfedildi. Baştan sona kâinatın Sonsuz Bir Güç’ün tasarrufunda olduğunu gösteren bu kanuna göre koskoca galaksiler, aralarındaki uzaklıkla doğru orantılı olarak birbirinden uzaklaşmaktadır. Meselâ, bizden 10 milyon ışık yılı uzaktaki bir galaksi, saniyede 250 kilometre hızla bizden uzaklaşırken, 10 milyar ışık yılı uzaktaki bir galaksinin uzaklaşma hızı saniyede 250.000 kilometredir.[21] Bu duruma Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilir:
“Semâyı kendi ellerimizle (kuvvetle ve çok sağlam bir şekilde) biz binâ ettik ve biz (onu) elbette genişletmekteyiz.” (Zâriyât, 47)
Yüce Rabbimiz, gökyüzünde ömrünü tüketip patlayan yıldızların parçaları olan göktaşlarından dünyayı muhafaza etmektedir. Jüpiter ve devâsâ çekimi ile Satürn, dünya için tehlike oluşturabilecek pek çok cisme geçit vermeyen birer bekçi mevkiindedirler. Zaman zaman bu iki gezegeni aşıp dünyamıza yaklaşan göktaşları olabilir. Bu defa onların karşısına başka bir muhâfız, yani Ay çıkar. Atmosferi olmadığı için Ay’a düşen her göktaşı yüzeye çarpar. Bu çarpmaların Ay’da meydana getirdiği kraterleri küçük bir dürbünle bile görebiliriz. Ay engelini de aşan göktaşları, eğer çok büyük değillerse atmosfere girerken yanmaya başlarlar. “Yıldız kayması” da dediğimiz bu hâdise neticesinde göktaşları, yüzeye ulaşamadan Mezosfer tabakası içinde un ufak toz zerreleri hâlinde dağılırlar. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur.[22] Atmosfer, dünyayı uzaydan gelen zararlı ışınlardan da korur. Kur’ân’da bu hakîkatlere şöyle işaret edilir:
“Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise, oradaki (Allah’ın varlığını gösteren) delillerden yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ, 32)
Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm, bir taraftan insanların fiil ve davranışlarını tanzim ederken, bir taraftan da kâinattaki sırlara dikkat çekerek onun bir kitap gibi okunmasını ve taşıdığı sırların araştırılarak ortaya çıkarılmasını istemektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, on dört asır evvel şöyle buyrulmuştur:
“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık...” (Hicr, 22)
Bu âyetin inişinden asırlar sonra, rüzgârların bitkileri ve bulutları aşıladığı keşfedilmiştir.
Rahmân Sûresi’nin 19 ve 20. âyetlerinde:
“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; birbirine geçip karışmazlar! (Kendi yapılarını muhafaza ederler)” buyrulmuştur. Furkân Sûresi’nin 53. ve Neml Sûresi’nin 61. âyet-i kerîmelerinde de benzer ifadeler yer alır.
Bu âyetlerde bildirilen hakîkat, asrımızda anlaşılan bir Kur’ân mucizesidir. Son keşiflerde Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nun birleştiği Cebel-i Târık Boğazı’nda, sanki suların birbirine karışmasına mânî olan meçhûl bir set, görünmeyen bir perde olduğu tespit edilmiştir. Böylece iki denizin suyu birbirine karışmamakta, her iki taraf da aslî karakterini muhafaza etmektedir. Kaptan Cousteau, daha sonra, farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı su perdesinin bulunduğunu tespit etmiştir.
A. Brawn, denizlerle ilgili bu ve benzeri âyetlerle karşılaşmıştı. Hem tuzlu hem tatlı sudan taze et, inci ve mercan çıkarıldığını; iki denizin birbirine karışmadığını; yelkenli gemilerin rüzgâr ile yürüdüğünü… ifade eden âyetleri tefekkür eden bu İngiliz, Hint kıyı şehirlerinden birine varınca oradaki bir müslümana:
“–Sizin peygamberiniz Muhammed, denizlerde seyahat etti mi?” diye sordu. O da:
“–Hayır, bildiğimize göre o denizlerde seyahat etmemiştir” dedi. Bu cevap üzerine İngiliz gemici, Kur’ân’ın vahiyden başka bir yolla Peygamber Efendimiz’e gelemeyeceğine kanaat getirdi. Kur’ân’ın tevhîd ve hukûka dâir âyetlerini tefekkür edip bunları Tevrat ve İncil’deki sözlerden daha doğru ve anlamlı bularak kendi kendine müslüman oldu. Daha sonra Mısır’a gidip âlimlerle görüştü.
Matematik profesörü Gary Miller şöyle der:
“Hz. Muhammed’in peygamberliğinden önce atom hakkında bilinen bir teori vardı. Bu teoriyi de yunan filozof Demokritos ortaya atmıştı. Bu filozofun ardından gelenler de, maddenin gözle görülemeyen küçücük, bölünemeyen ve atom (zerre) ismi verilen parçacıklardan meydana geldiğini ortaya attılar. Şimdi yeni ilim, maddenin en küçük parçası olan zerrenin, tâbi olduğu maddenin aynı husûsiyetlerini taşıdığını ve aynı şekilde ayrışıp bölünebileceğini keşfetti. Bu bilgi, geçtiğimiz asırdaki gelişmelerin neticesinde elde edilen yeni bir hakikat sayılır. Hâlbuki çok dikkat çekicidir ki bu bilgiler, Kur’ân-ı Kerîm’de 14 asır evvel Allah Teâlâ’nın şu kavliyle bize bildirildi:
“…Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın!” (Yûnus, 61)
Âyet-i kerime atomdan daha küçük varlıklardan bahsetmektedir. En ufak bir şüphe yok ki; böyle bir şey o dönemde hiçbir yazar ve hiçbir Arap tarafından yazılamaz. Çünkü o dönemde en küçük olarak bilinen şey “zerre” yani atom idi. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in gerçekten de zamanla aşınmadığına delil teşkil etmektedir.”[23] (Defne Bayrak, Neden Müslüman Oldular?, s. 144-145)
Mucizevî Hukuk Nizâmı
Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevî yönlerinden biri de, teşrî (kanun koyma) alanındaki emsalsiz mükemmelliği ve ihtişâmıdır. Kur’ân’ın teşrîdeki i’câzı; ihtivâ ettiği hükümlerin her devrin ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, insaf ehli tarafından tenkid edilecek hiçbir noksanlığının bulunmayışı, diğer kanunlar tarafından halli çok müşkil olan meseleleri kolayca çözmesi, koyduğu hükümlerin büyük hikmetler ihtivâ etmesi ve bu muhteşem nizâmı diğerlerine göre çok kısa bir sürede zirveye ulaştırmış olması gibi yönlerinde ortaya çıkar.
İlim, medeniyet ve kültürden nasipleri olmayan bir kavim içinde; ümmî olan, okuma yazma bilmeyen ve hukuk tahsili yapmamış bulunan bir peygamber vasıtasıyla birdenbire mükemmel bir nizam zuhûr etmiştir. Bu nizam, medenî hukûku, ahvâl-i şahsiyeyi, devletlerarası hukûku, harp ve barış ahkâmını vs. en güzel ve en sağlam bir şekilde ortaya koymuştur. Kur’ân-ı Kerîm, kıyâmete kadar gelecek bütün asırlara hitâb eden böyle bir hukuk sistemi getirmiş olmakla birlikte, aynı zamanda bu nizâmı çok kısa sürede teşekkül ettirmiştir. Müfessir Kâsımî, Kur’ân’ın bu mucizevî yönünü ifade sadedinde şöyle demiştir:
“Allah Teâlâ, Arap ümmetini tedrîcî olarak yirmi üç senede terbiye edip yetiştirmiştir. Bu seviyede bir gelişme normal şartlarda diğer toplumlar için, ictimâî âmiller vâsıtasıyla ancak birkaç asırda tamamlanabilir…” (Mehâsinü’t-Te’vîl, Kahire ts., II, 219)
Buraya kadar bahsettiğimiz hususlar, Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevî yönlerinin çok az bir kısmıdır.
Dipnotlar:
[1] Prof. Dr. M. S. R. el-Bûtî, Min ravâi‘ı’l-Kur’ân, s. 125. [2] Kasas, 49; İsrâ, 88; Tûr, 34; Hûd, 13; Yûnus, 37-38. [3] M. S. Râfi‘î, İ‘câzü’l-Kur’ân, Beyrut 2003, s. 142. [4] Fussılet, 26. [5] Prof. Dr. M. A. Drâz, en-Nebeü’l-Azîm, Dâru’l-kalem, ts., s. 102. [6] Bûtî, Ravâi‘, s. 140. [7] İbn-i Atiyye, el-Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, Beyrut 1413, I, 52. [8] İbn-i Hişâm, I, 337-338; Taberî, Târih, II, 218-219, İbn-i Esîr, Kâmil, II, 63-64, İbn-i Seyyid, I, 99; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 160-161; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 47; Halebî, I, 462. [9] Hicr, 94. [10] Kâdî Iyâz, Şifâ, trc. M. Yaşar Kandemir, İstanbul 2012, I, 551; Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul 1976, I, 82. [11] Zemahşerî, Esâsü’l-belâğa, Dâru’l-Fikr, 1409/1989, s. 351, “صدع” maddesi. [12] Yûsuf, 80. [13] Kâdî Iyâz, Şifâ, I, 551; İbn-i Aşûr, I, 107; Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, I, 82. [14] Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 30/3191-3194; Ahmed, I, 276; Kurtubî, XIV, 3. [15] Kamer, 45. [16] Feth, 16, 27. [17] Nasr, 2. [18] Tevbe, 33; Feth, 28; Saff, 9. [19] Bakara, 23-24. [20] Hicr, 10. Bazı misaller için bkz. Yûsuf el-Hâc Ahmed, Mevsûatü’l-i’câzi’l-ilmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm ve’s-sünneti’l-mutahhara, Dımeşk, 2003, s. 20-24. [21] Prof. Dr. Osman Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, s. 28. [22] Çakmak, a.g.e, s. 94, 127. [23] Kur’ân ve ilim mevzuunda tafsilât için bkz. Dr. Maurice Bucaille, La Bible le Coran et la science: les ecritures saintes examinees a la lumiere des connaissances modernes, Paris: Seghers, 1980 (The Bible, the Qur’an and science, trc. Alastair D. Pannell, Karaçi, t.y.); Afzalurrahman, Quranic Sciences, London 1981; Prof. Dr. Ömer Çelik, Tek Kaynak İki Irmak: Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, İstanbul 2009; Osman Nûri Topbaş, Rahmet Esintileri (Genişletilmiş yeni baskı), İstanbul 2008 (http://www.islamiyayinlar.net/content/view/106/8/); İmaduddin Halil, “The Qur’an and Modern Science: Observations on Methodology”, The American Journal of Islamic Social Sciences, 1991, Vol. 8, No. 1, s. 1-13; Prof. Dr. Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, İstanbul 1996.
Kaynak: Murat Kaya, Ebedi Kurtuluş Yolu, Erkam Yayınları
YORUMLAR