Kuran-ı Kerim Şifa ve Rahmettir

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, "Kur'ân-ı Kerim Şifâ ve Rahmettir" ayetinden bahsediyor...

KUR’ÂN-I KERÎM ŞİFÂ VE RAHMETTİR

Kur’ân-ı Kerîm ümmet-i Muhammed’e, Rasûlullah Efendimiz’in vâsıtasıyla en büyük lûtf-i ilâhî. Hâlık’ın mahlûkâta mektubu. Cenâb-ı Hak:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

(“Biz, Kurʼânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminlere şifâ ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82]) buyuruyor.

“Şifâ ve rahmet” olduğunu bildiriyor. Hem şifâ, hem rahmet. Ne kadar şifâ ve ne kadar rahmet? Ne kadar yakınlık peydâ edersek o kadar şifâ ve rahmet.

Demek ki Cenâb-ı Hak Kur’ân’ı çok seviyor. Yarattığı insanın, yani bizlerin de Kur’ân ile istikâmetlenmemizi arzu ediyor.

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

buyruluyor.

“Emrolunduğun gibi istikâmet üzere ol!..” (Hûd, 112) buyruluyor.

Mü’minin yüreği Kur’ân ile zarifleşecek, incelecek. Ve takvâya erecek.

Demek ki hem kendimizin hem de emânet olan evlâtlarımızın, Kurâân-ı Kerîm’in hem zâhir hem de bâtın tahsili ile ikmâl etmeleri zarurî.

Kur’ân-ı Kerîm tahsili üç bölümden ibaret:

Birinci bölüm; harflerin, mahreçlerin tecvid kâidelerine riâyet ederek Kur’ân-ı Kerîm’i düzgün tilâvet etmek.

Çünkü namaz, düzgün tilâvetsiz olmaz. Kıraat farzdır. Kıyam da farzdır. Fakat kıyamda gücün yoksa, oturarak kılabilirsin. Fakat kıraatsiz kılamazsın.

Demek ki birincisi, Kur’ân-ı Kerîm’in zâhirî kısmı. Kıraatine dikkat etmek.

Hafızlık ise aliyyü’l-âlâ… İlk hâfız, Cebrâil ile Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.

Kur’ân-ı Kerîm, Rasûlullah Efendimiz’e indi, geçmiş bütün nebîlerin hepsinin efendisi oldu.

Ramazan ayında indi, Ramazan ayı, 12 ayın en mübârek bir ayı oldu.

Kadir gecesi indi, “مِنْ اَلْفِ شَهْر” (Bkz. el-Kadr, 3) bin aydan daha üstün oldu.

Ümmet-i Muhammed’e indi, ümmet-i Muhammed eğer takvâ sahibi olursa, ümmet-i merhûme, ümmet-i rahmet olacak.

Demek ki birincisi hurûf. İkincisi hudûd. Yani emirlerine ve yasaklarına îtinâ göstermek, yaşamak, ihlâs ile, takvâ ile tatbik edebilmek.

Bu da kalp ve beden âhengi içinde olacak. Burada kalbin de devreye girmesi lâzım.

Kalbin Kur’ân-ı Kerîm’le seviye kazanacak ki emirlere ve yasaklara çok îtinâ gösterecek. Rasûlullah Efendimiz’in izinden gidecek.

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Allah Rasûlü’ne itaat, Allah’a itaattir.” (Bkz. en-Nisâ, 80)

Yani zihnî bilgi ile beraber, kalbî bilgi beraber olacak.

Üçüncüsü; hulk. Kur’ân ahlâkı, Cenâb-ı Hakk’ın ahlâkı, Rasûlullah’ın ahlâkı. Bu ahlâk ile müzeyyen olacak kul. O zaman mü’min, bir Kur’ân tahsilini ikmâl etmiş oluyor, seviyesine göre.

En mühim tahsil de bu. Ve dünyaya geliş de bu tahsili îfâ için.

Dünyada birçok dershâneler var, mektepler var, fakülteler var; beşerî ilimleri tahsil etmek için. Fakat esas tahsil edilecek; âhiret…

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana [Allâhʼa] kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Beni [Allâhʼı] bilsinler diye…)

Cenâb-ı Hakk’a kul olabilme tahsili.

Bütün o tahsillerin içinde, bu, kul olabilme tahsili îfâ edilebilirse, “لِيَعْرِفُونِ” Cenâb-ı Hak kalpte tanınacak, Cenâb-ı Hak’la bir yakınlık, bir dostluk peydâ olacak. O kullar kıyamet gününde:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…O kullar korkmayacaklar, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) Cenâb-ı Hak’la dost oluyor. Ve zor geçitlerimiz var, onlar hiçbir zaman üzülmeyecekler, korkmayacaklar.

Bu bakımdan bir babanın, bir annenin en güzel mîrâsı, yavrularını Allah yolunda yetiştirmesidir. Kız evlâtlarımız hâkezâ. Ona da:

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

(“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla! Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74]) buyuruyor.

Öyle bir anneler olacak ki, birinci fasıl, o anneler, yetiştirilecek anne-baba, o evlâtlara, emek verecek onlara. Allah yolunda yetiştirecek. Takvâ üzere olacak. Kur’ân ehli olacak. Onlardan, “قُرَّةَ اَعْيُنٍ” göz nûru nesiller yetişecek, ikinci fasılda.

O göz nûru gelen nesillerle “وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا” toplumda onlar takvâda bir rehber olacak.

Onun için esas eğitim, Allâh’ın dîninin eğitimi. Cenâb-ı Hak “şifâ ve rahmet” buyuruyor bu eğitime.

Efendim, -elhamdü lillâh- üç aylardayız. Bu sene Allah -celle celâlühû- üç ayları nasîb etti.

Rasûlullah Efendimiz:

اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ وَ بَلِّغْنَا رَمَضَانَ

(“Allâhʼım! Receb ve Şâbân’ı bize mübârek kıl ve bizi Ramazânʼa kavuştur!” (Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259]) buyuruyor.

Ramazân-ı Şerîf oruç mevsimi. Orucu bize farz kılan âyetlerden sonra Rabbimiz şöyle buyuruyor:

(Habîbim; -okunan âyet-i kerîme-) Kullarım Sana Ben’i sorduğunda (Sen kullarıma söyle) Ben kullarıma çok yakınım…” (el-Bakara, 186)

Cenâb-ı Hak zamandan-mekândan münezzeh. Zaman-mekân, mahlûkâta âit. Cenâb-ı Hak her an bütün insan, hayvan, cin, melek, ne kadar mahlûkat varsa, cemâdat… hepsinin her an yanında, sonsuz bir güç. “Çok yakınım” buyuruyor.

“…Bana duâ ettikleri vakit, duâ edenin dileğini kabul ederim…” (el-Bakara, 186) buyuruyor. Rahmân, Rahîm, merhameti sonsuz.

Fakat burada Cenâb-ı Hak bir şart koyuyor buna:

“…O hâlde kullarım da Ben’im dâvetime uysunlar ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.” (el-Bakara, 186)

Yani takvâ sahibi olsunlar, ihlâs sahibi olsunlar, zühd sahibi olsunlar ve istikâmette bulunsunlar. Ben de onların o zaman davetine, duâlarına icâbet ederim buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Cenâb-ı Hak bize yakınlığını muhtelif âyetlerde bildiriyor.

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir.” (Bkz. el-Hadîd, 4)

Yine:

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ

(“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])

İçimizdeki duyguları biliyor Cenâb-ı Hak. Yaratan O, duyguları veren O, bilmesi de gayet tabiî.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Bilin ki Allah, kişiyle kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24) buyuruyor.

Yani düşüneceğiz:

Cenâb-ı Hakk’a ne kadar yakınız? Bunun bir muhâsebesi içinde olabilmek… O’na kalben yakın olabilmek, ancak O’nun cemâlî vasıflarıyla vasıflanmamızla mümkündür.

Hayatlarımızı O’nun rızâsıyla telif edebilmek için, ancak şu şartlara dikkat etmemiz lâzım:

1. O’nun emir ve yasakları etrafında gayretlerimiz. Muhâsebe hâlinde olacağız, ilâhî müşâhedenin altındayız. Kendi kendimize yine ayrı bir muhâsebe; “Allah Rasûlü benim yanımda olsaydı -ashâbının yanında olduğu gibi- benim bu hâlime tebessüm eder miydi, yoksa üzülür müydü?..”

Zira Efendimiz buyuruyor ki:

“Kıyâmet günü benim yüzümü kara çıkartmayın!” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

2. Cenâb-ı Hakk’a yakınlığımız, Kur’ân-ı Kerîm ile yakınlığımız. İşte Cenâb-ı Hak “vâris kıldık” buyuruyor, okunan âyetlerin biraz aşağısında, mîras, Cenâb-ı Hak Kur’ân’ı bize mîras olarak veriyor. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın mîrâsı.

Üç kısım. Birinci kategoride “ziyana uğrayanlar”. Bunlar, kendine zulmedenler.

İkinci kategoride, “muktesitler”. Kâh öyle kâh böyle. Tam böyle Kur’ân-ı Kerîm’i idrâk etmiş, takvâya ermiş değiller.

Üçüncüsü, takvâya ermiş, istikâmette olmuş, bunlar “hayratta öne geçenler” oluyor. Yaşayacak ve yaşatacak. (Bkz. Fâtır, 32)

“…Siz Allâh’ın dînini yaşarsanız, yaşatırsanız, Allah size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyruluyor.

Demek ki düşünelim, Kur’ân-ı Kerîm’le yakınlığımız ne kadar? Kur’ân-ı Kerîm’e olan hizmetlerimiz ne kadar? Cenâb-ı Hakk’ın Kitâb’ına hizmet…

Müslümanlar, her müslüman, diğer müslümana zimmetlidir. Müslümanların derdiyle dertlenmemiz ne kadar? Bilhassa onların îmânî durumlarıyla dertlenmemiz ne kadar? Çünkü esas olan, âhiret hayatı.

Gariplerin, kimsesizlerin, onların, onlar bize emânet, onların duâsını alabilmekle Cenâb-ı Hakk’a yakınlığımız...

“Bütün mahlûkâtı kaplayan şefkat” buyruluyor. (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)

Öyle bir, bütün mahlûkâta müşfik olabilmek. Kapımızdaki kediye, köpeğe, yaralı kuşa, vs…

En mühimi, arkamızda mîras bırakacağımız yavrularımızı, Kur’ân iklimi, Kur’ân ahlâkı üzerine yetiştirebilmek.

Esas tahsilin Kur’ân tahsili olduğunun şuur ve idrâkiyle mümkün ancak Cenâb-ı Hakk’a yakınlığımız. Bunun için dilimizi şöyle duâ etmeye alıştırmamız lâzım:

“Yâ Rabbi, duygularımı/hislerimi kendi rızân ile te’lif et!”

Yine Cenâb-ı Hakk’ın her an yardımına muhtacız. Takvâmız da zarûrî.

Cenâb-ı Hak bazı günleri bazı vakitleri, bazı ayları, diğerlerinden fazîletli kıldı. Tâ ki bu vakitlerde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ daha çok edilsin. O’na yaklaşılsın, O’nun sonsuz rızâsı elde edilsin.

Halk arasında “üç aylar” diye zikredilen bereketli mevsime girmiş bulunuyoruz. Ramazân-ı Şerîf’in kıymeti çok müstesnâ. Kur’ân ile müşerref ve müseccel bir zirve Ramazan ayı.

Ona hazırlık mahiyetinde bir Receb-i Şerîf. Bir Regâib gecesi geçirdik. Regâib Kandili geçirdik. Bir-iki gün evvel bir Mîrac Kandili geçirdik.

Mîrac Kandili, yine bize Cenâb-ı Hakk’ın indindeki Rasûlullah Efendimiz’in seviyesini hatırlatıyor. Yalnız Mîrac Rasûlullah Efendimiz’e âit. Başka hiçbir peygambere, 124 bin küsur peygamberin hiçbirine ait değil, yalnız Rasûlullah Efendimiz’e.

Demek ki Rasûlullah Efendimiz’i Cenâb-ı Hak ne kadar çok seviyor! Biz de Efendimiz’in, ne kadar O’nun izinden gitmeliyiz?

Ki O, Mîrac’da “iki yay miktarı” (en-Necm, 9) bir ölçü, bizim idrâkimizin dışında bir ölçü. Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’le bir mülâkat hâlinde. “İki yay miktarı” bildiriliyor. O taraftan bize fazla mâlumat gelmiyor, bizim idrâkimizin ötesinde…

Önümüzde Ramazan’da Kadir Gecesi var. Bunu da bir düşünelim: Bir fânî bir fânîye ne kadar ikram edebilir? Cenâb-ı Hak o Kur’ân’ı Kadir Gecesi indiriyor. “مِنْ اَلْفِ شَهْر” (Bkz. el-Kadr, 3) bin aydan daha, bir geceye bin ayın fazîletinden daha fazla bir fazîlet Cenâb-ı Hak ikram ediyor.

Demek ki ümmet-i Muhammed’i ne kadar sevindiriyor Cenâb-ı Hak Kadir Gecesi ile, Efendimiz de ümmet-i Muhammed’in selâmetiyle seviniyor…

Yani ne kadar biz Allah Rasûlü’ne minnettar olacağız, ne kadar O’na itaat hâlinde olacağız, her hâlimizi nasıl “Allah Rasûlü şu durumda nasıl hareket ederdi” diye kendi hâlimizi mîzân edeceğiz?..

Demek ki bu iki gece, Mîrac ve Kadir geceleri, Efendimiz’e âit Cenâb-ı Hakk’ın büyük lûtuf geceleri.

Biz de meccânen, bir bedel ödemeden ümmet-i Muhammed olduk. Biz de onun bedelini ödemeye gayret içinde olmamız zarûrî…

Bu gecelere biz nasıl nâil olduk?

–Allah Rasûlü sayesinde. O’nu, dâimâ O’nu unutmayacağız.

–Kur’ân-ı Kerîm sayesinde.

Fakat iki nîmetin kadrini iyi bileceğiz: “Rasûlullah Efendimiz ve Kur’ân-ı Kerîm.”

Mîrac geçti, Kadir Gecesi’ne hazırlanmamız lâzım. Şâban ayında da bir hüküm gecesi var; Beraat Kandili. Ona hazırlanmamız lâzım.

Bir de Rasûlullah Efendimiz’in en çok Ramazan’dan sonra oruç tuttuğu ay, Şâbân-ı Şerîf ayı…

İLGİLİ HABERLER

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.