Kur’ân-ı Kerîm Vahiy Yoluyla İndirilmiştir
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e “vahiy” yoluyla indirmiştir. Peki vahyin geliş şekilleri nasıldır? Vahiy esnasında görülen haller nelerdir? Vahyin çeşitleri nelerdir?
İnsanlar, sınırlı ve zayıf akıllarıyla, ilâhî ve uhrevî hakîkatleri tam olarak idrâk edemezler. Allah Teâlâ engin rahmetinin bir tecellîsi olarak bu hakîkatleri insanlar arasından seçtiği ve üstün vasıflarla donattığı peygamberlerine vahyederek açıkça beyân etmiştir. İşte Kur’ân-ı Kerîm de, ilâhî ve uhrevî hakîkatlerin en şümûllü bir şekilde ifâde edildiği bir mûcizeler mecmuası ve son ilâhî kitaptır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e “vahiy” yoluyla indirmiştir. Vahy (وَحْي), kelimesi lügatte, gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, gizli konuşmak, seslenmek, fısıldamak, ilham etmek, emretmek, işaret etmek, yazı yazmak, bir şeyi başkasına ulaştırmak, elçi göndermek mânâlarına gelir.
Istılah olarak vahiy, Yüce Allah’ın insanlara ulaştırılmasını istediği tâlimatlarını, emirlerini ve yasaklarını peygamberlerine, alışılmışın dışında gizli bir yolla süratli bir şekilde ulaştırmasıdır.
VAHİY ALLAH’IN İNSANLIĞA EN BÜYÜK LÜTFU VE RAHMETİDİR
Vahiy Allah’ın insanlığa en büyük lütfu ve rahmetidir. Onu daha önceki bütün peygamberlerine göndermişti. Son olarak da bizim peygamberimize ihsân eyledi. Hz. Âişe (r.a), Peygamber Efendimiz’e vahyin ilk defa nasıl geldiğini sormuş, o da anlatmıştı. Âişe (r.a) bunları bize şöyle nakletmiştir:
“Rasûlullah (s.a.v)’e ilk vahyin başlaması sâdık rüyalar halinde olmuştu. Onun gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi açık ve net olarak aynen gerçekleşirdi. Bu durum altı ay kadar devam etti. Sonra ona yalnızlık hâli sevdirildi. Bunun üzerine Hıra dağındaki mağarada halvete çekilmeye başladı. Birkaç gün bazan de günlerce orada kalıyor ve kendini ibadete veriyordu. Zaman zaman ev halkının yanına gidiyor ve azığını alıp tekrar o mağaraya dönüyordu. Bu durum Hira’da kendisine ilâhî vahiy gelinceye kadar bu şekilde devam etti. Yine bir gün Hira’da bulunuyordu ki ansızın vahiy meleği Cebrâil (a.s) gelerek «Oku!» dedi. Rasûlullah (s.a.v) «Ben okuma bilmiyorum» diye karşılık verdi.
Allah Rasûlü (s.a.v) hâdisenin bundan sonraki seyrini şöyle anlatır:
“Melek beni yakalayıp tâkatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben de ona «Ben okuma bilmiyorum» dedim. Bunun üzerine beni aynı şekilde tutup tâkatim kesilinceye kadar sıktı ve arkasından serbest bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben yine ona «Ben okuma bilmem» diye cevap verdim. Bu cevap üzerine beni üçüncü kez tuttu ve tâkatim kesilinceye kadar sıkıp bıraktıktan sonra kendisi okumaya başladı. Alâk sûresinin ilk beş âyetini okudu.”
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alâktan yarattı. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir.” (el-Alak 96/1-5)
Bu hâdiseden hemen sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, kalbi korkudan titreyerek eşi Hz. Hatice’nin yanına dönüp “Beni örtün, beni örtün!” buyurdular. Korku hâli dininceye kadar bu halde kaldılar. Sonra başından geçenleri muhtereme zevcesine bir bir anlatarak “Kendimden korktum” diye ilave ettiler. Bunun üzerine asil bir hanımefendi olan Hz. Hatice (r.a), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e şunları söyledi:
“–Hayır, asla öyle düşünme! Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki, Allah hiçbir zaman seni üzüp mahcup etmez. Zira sen akrabanı görüp gözetirsin, işini görmekten aciz olanların yükünü kaldırırsın, yokluk içinde kıvranan fakirlere iyilik eder, onlara son derece faydalı olursun. Misafiri ağırlar ve Hak yolunda ortaya çıkan mühim hadise ve musibetlerde insanlara yardım edersin.”
Bu sözlerden sonra Hz. Hatice, Rasûl-i Ekrem’i amcazadesi Varaka b. Nevfel’e götürdü. Cahiliyye döneminde hıristiyanlığı kabul eden Varaka, İbrânice yazı bilir ve İncil’den zaman zaman bazı şeyler yazardı. İleri yaşlarında gözleri görmez olmuştu. Hatice (r.a), Varaka’ya:
“–Amcazadem, dinle bak yeğenin neler söylüyor” dedi. Varaka:
“–Hayrola yeğenim ne oldu, söyle bakalım” diye sorunca Rasûlullah (s.a.v) gördüğü şeyleri bir bir kendisine anlattılar. Bunun üzerine Varaka:
“–Bu gördüğün, Allah Teâlâ’nın Mûsâ (a.s)’a gönderdiği Nâmûs diye adlandırılan Cebrâil’dir. Âh! Keşke senin davet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni yurdundan çıkaracağı zaman keşke hayatta olsaydım!” dedi. Bu sözler üzerine Allah Rasûlü (s.a.s):
“–Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordular. O da:
“–Evet, zira senin getirdiğin gibi bir şey (vahiy) getirip de düşmanlığa uğramayan kimse yoktur. Eğer davet günlerine yetişirsem sana var gücümle yardım ederim” cevabını verdi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka vefat etti. O günlerde Fetret-i vahiy vukû buldu (yani bir müddet için vahiy kesildi.)[3]
Câbir ibn-i Abdullah el-Ensarî (r.a) bu hadise şunları ilave etmiştir:
“Rasûlullah (s.a.v) fetret-i vahiyden bahsederken söz arasında şöyle buyurdular:
«Ben bir gün yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hırâ’da bana gelen Melek sema ile arz arasında bir kürsî üzerinde oturmuş. Pek ziyâde korktum. (Evime) dönüp:
“‒Beni örtün, beni örtün!” dedim. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri’nin
“Ey örtüye bürünen Rasûlüm, kalk da sana îmân etmeyenleri inzâr et (uyar)! Rabbinin azamet ve kibriyâsından bahset! Elbiseni pâk ve mutahhar tut! Putlara ibadet necâsetini terk etmekte dâim ol!”[4] âyetlerini inzâl buyurdu. Artık vahiy kızıştı ve peş peşe gelmeye devam etti».”[5]
1.1. Vahyin Geliş Şekilleri
Vahiy tek kaynaktan inmekle birlikte farklı şekillerde gelirdi. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Herhangi bir beşer ile Allah’ın konuşması ancak vahiy ile yahut perde arkasından ya da bir elçi gönderip, izni ile dilediğini vahyetmesi şeklinde olabilir. Muhakkak ki O çok yücedir, engin hikmet sahibidir.” (eş-Şûrâ 42/51)
Bu âyet-i kerîme ve Efendimiz’den gelen bilgilere dayanarak vahyin geliş şekillerini şöyle sıralayabiliriz:
- Vahyin ilk geliş şekli, sâdık rüyâ şeklinde olmuştur. Rasûlullah (s.a.v), sonradan meydana gelecek hâdiseleri rüyasında görür ve bunlar aynen Efendimiz’in gördüğü şekilde gerçekleşirdi.
- Bazen Cebrâil (a.s) aslî sûretiyle görünerek vahiy getirmiştir. Bu iki defa olmuştur. İlki peygamberliğin başlangıcında Hıra mağarasında; ikincisi ise Miraç gecesi Sidretü’l-Münteha’da olmuştur.
- Vahiy bazen meleğin görünmeden Allah’ın sözünü Hz. Peygamber’in kalbine ilham etmesi şeklinde gelmiştir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e en zor gelen vahiy şekli bu idi. Bu esnada zil sesine benzer bir ses duyardı. Ses kesildiği zaman Peygamberimiz (s.a.v) vahyedilen âyetleri kavramış olurdu.
- Vahiy meleği bazen, “Cibrîl Hadîsi”nde[6] olduğu gibi insan sûretine girerek, vahyedilecek şeyi bildirirdi. Abdullah b. Abbâs’ın (ö. 68/687-88) naklettiği şu hâdise buna güzel bir misâldir:
“Babam Abbâs’la birlikte Rasûlullah (s.a.v)’in yanında idim. Allah Rasûlü’nün yanında biri vardı, başbaşa görüşüyorlardı. Bu sebeple babamla alâkadar olamadı. Yanından çıktığımızda babam:
«−Oğlum! Allah Rasûlü’nün bana iltifat etmediğini gördün değil mi?» dedi. Ben de:
«−Babacığım! Yanında biri vardı, onunla konuşuyordu» dedim.
Bunun üzerine hemen Rasûlullâh (s.a.v)’in yanına döndük. Babam:
«−Yâ Rasûlallah! Abdullah’a şöyle şöyle demiştim, o da sizin, biriyle başbaşa görüştüğünüzü söyledi. Gerçekten yanınızda biri var mıydı?» diye sordu. Rasûlullah (s.a.v) bana hitâben:
«−Ey Abdullah! Sen onu gördün mü?» buyurdular. Ben de «Evet! Gördüm» dedim. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
«−O Cebrâîl idi. Bu sebeple seninle alâkadar olamadım» buyurdular.”[7]
Cebrâil (a.s) çoğu zaman sahâbeden Dihye (r.a)’ın sûretinde görünerek gelirdi. Ebû Osman (r.a) şöyle anlatır: “Bana şöyle haber verildi: Bir gün Cibrîl (a.s) Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Bu esnâda Efendimiz’in yanında hanımı Ümmü Seleme (r.a) vardı. Cebrâîl (a.s) Allah Rasûlü (s.a.v) ile biraz konuştuktan sonra kalkıp gitti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Ümmü Seleme vâlidemize:
«−Bu kimdir?» diye sordular veya buna benzer bir şey söylediler. Ümmü Seleme (r.a):
«−Bu, Dıhye’dir» dedi. Ümmü Seleme (r.a) daha sonra:
«−Allah’a yemin ederim ki, Peygamber Efendimiz’in hutbede Cibrîl (a.s) ile aralarındaki konuşmadan bahsettiğini işitinceye kadar hâlâ o gelen kişinin Dıhye olduğunu zannediyordum» dedi. Böyle veya buna benzer bir söz söyledi.”[8]
- Bazen Peygamber Efendimiz uyanık iken melek görünmeden vahyi kalbine ilkâ ederdi.
- Vahiy, Peygamberimiz uyanık iken doğrudan doğruya Allah’ın kelamını duyması şeklinde de gelmiştir. Bu tür vahye Rasûlullah (s.a.v) Miraç gecesinde mazhar olmuşlardır. Beş vakit namazın farz olması bu şekildedir.
- Allah Rasûlü (s.a.v) uykuda iken meleğin vahiy getirdiği de olmuştur. Ancak bu yolla Kur’ân vahyi inmemiş, bazı sünnet vahiyleri gelmiştir.[9]
1.2. Vahiy Esnâsında Görülen Haller
Hangi yolla ve ne şekilde gelirse gelsin vahyin belli bir ağırlığı vardı. O, ağırlığıyla yüce dağları yerle bir edecek bir azamet ve kuvvetteydi.[10] Yüce Rabbimiz vahyin ilk geldiği günlerde Rasûlüne, “Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz” buyurmuştu.[11] Bu sebeple, gelen vahiyler Allah Rasûlü’nün üzerinde kuvvetli bir tesir bırakır ve Efendimiz’de şu haller görülürdü:
- Üzerine büyük bir ağırlık çökerdi. Vahiy, Allah Rasûlü (s.a.v) deve üzerinde iken geldiğinde, hayvan vahyin ağırlığına tahammül edemez, ayakları bükülür ve çökerdi. Nitekim Rasûlullah (s.a.v), Adbâ isimli devesinin üzerinde bulundukları sırada Mâide Sûresi’nin üçüncü âyeti nâzil olmaya başlayınca devenin ayakları kırılacak gibi olmuş, Allah Rasûlü (s.a.v) devenin üzerinden inmişlerdi.[12]
Zeyd bin Sâbit (r.a) şöyle anlatır: “Rasûlullâh (s.a.v)’in yanında oturuyordum. Bu esnâda Allah Rasûlü’ne vahiy hâli geldi. Dizi benim dizimin üzerindeydi. Vallâhi Rasûlullah’ın dizinden daha ağır bir şey görmedim. Neredeyse dizim ezilecek sandım.”[13]
Ubâde bin Sâmit (r.a) da bu konuda şöyle buyurmuştur: “Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e vahy indirildiği zaman onun ağırlığını hissederler ve mübarek yüzlerinin rengi atardı.[14]
- Vahiy gelirken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanında bazen arı vızıltısına benzer sesler işitilirdi. Hz. Ömer (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v)’e vahiy indiği zaman, yüzünün yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. Bir gün ona vahiy indirildi. Bir müddet bekledik. Sonra o hâl açıldı. Kıbleye yönelerek ellerini kaldırıp:
“Allah’ım bizim (hayrımızı ve terakkîmizi) artır, bizi (hayrımızı, mertebemizi ve sayımızı) noksanlaştırma! Bize ikrâm et, zillete düşürme. Bize ihsanda bulun, mahrum etme. Bizi tercih et, (düşmanlarımızı) bize tercih etme. Allâh’ım, bizi râzı kıl ve bizden râzı ol!” diye dua ettiler. Sonra:
“−Bana on âyet indirildi. Kim bunları tatbik ederse cennete girer” buyurup Mü’minûn sûresinin ilk on âyetini okudular:
“Muhakkak ki, mü’minler felâha ermişlerdir: Ki onlar namazlarında huşû içindedirler, boş şeylerden yüz çevirirler, zekâtı verirler, iffetlerini korurlar, sadece eşleri ve ellerinin altında olan (câriyeleri) ile yetinirler, bundan dolayı da kınanacak değillerdir. Ama kim bunun ötesine geçmek isterse, işte haddi aşanlar onlardır. Yine onlar emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler, namazlarını muhafaza ederler. İşte vâris olacaklar onlardır, Firdevs cennetine varis olacak ve orada ebedî kalacaklardır».”[15]
- Vahiy gelirken Efendimiz’in mübârek yüzleri gül gibi kızarır, yanakları al al olurdu. Vahiy hâli zuhûr ettiğinde sahâbe-i kirâm, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in üzerini bir örtüyle örterlerdi.
Yaʻlâ bin Ümeyye bir gün Hz. Ömer’e, “Peygamber Efendimiz’e vahiy gelirken onu bana gösteriver!” demişti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Cîrâne’de bulunduğu esnâda, yanında sahâbîlerinden bir topluluk da varken bir kişi çıkageldi ve:
“–Yâ Rasûlallah! Güzel koku sürünmüş olarak umre için ihrama giren bir kimse hakkında ne buyurursunuz?” diye sordu. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir müddet sustular. Bu esnâda üzerinde vahiy halleri belirdi. Ömer (r.a) hemen Yaʻlâ’ya işaret etti. O da geldi. Allah Rasûlü’nün üzerine bir elbise örtülmüştü. Yaʻlâ başını bu örtünün içine sokup baktı. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yüzünün kızardığını gördü. Uyuyan kimsenin gidip gelen nefesi gibi hırıltıyla nefes alıp veriyordu. Sonra Rasûlullah’tan bu hâl yavaş yavaş açıldı. Peşinden:
“–Umreden sormuş olan kimse nerede?” buyurdular. Yanına hemen birisi getirildi. Rasûlullah (s.a.v) ona:
“–Bedenine ve elbisene bulaşan kokuyu üç kere yıka, üzerindeki cübbeyi de çıkar, hacda yaptığın fiilleri umrede de yap!” buyurdular.[16]
- Vahiy gelirken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mübârek alınları en soğuk günlerde bile buram buram terlerdi. Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle nakleder: Rasûlullah (s.a.v) bir gün minber üzerinde ayağa kalktılar ve:
“‒Ben ancak benden sonra sizin üzerinize açılacak olan dünya bereketlerinden dolayı sizin için korkuyorum” buyurdular. Sonra dünyanın süsüne dalmaktan bahsettiler. Önce birini, sonra diğerini anlattılar. Bunun üzerine sahâbîlerden bir zât ayağa kalkarak:
«‒Yâ Rasûlallah! Hiç hayır, şer getirir mi?» diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu soruya cevap vermeyip bir müddet sükût ettiler. Biz, «Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e vahiy indiriliyor» dedik. İnsanlar sanki başları üzerinde kuş varmışçasına sükût ettiler. Bir müddet sonra Rasûlullah (s.a.v) dökmekte olduğu teri mübarek yüzünden silerek:
«‒Biraz önce suâl soran nerede? Mal (hakîkaten) hayır mıdır?» (deyip, bunu üç defa tekrarladılar ve devamla) «Hakîkî hayır ve nimet, hayırdan başka bir şey getirmez (fakat dünya malı hakîkî hayır değildir. Şöyle ki): Bahar gelip etraf yeşerdiğinde, otlar arasında çok yiyeni öldüren veya ölüme yaklaştıran şeyler de biter. Lâkin yeşil otları hırsa kapılmadan yavaş yavaş yiyen hayvan, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmaz. Bu hayvan yeşil otlardan yiyip iki böğrünü doldurunca bahar güneşinin karşısına geçip biraz istirahat eder, kolayca tersler ve bevleder. Sonra yine yayılır. İşte bu dünya malı da yeşil ot gibi çekicidir, tatlıdır. Bu dünya malını hakkıyla alan ve onu Allah yoluna, yetimlere, fakirlere tahsis eden zengin müslüman ne hayırlı kişidir! Dünya malını hakkıyla almayan (haram mal toplayan hırslı) kişi de dâima yiyen ama bir türlü doymayan obur kimse gibidir. Kıyamet gününde bu mal kendi sahibinin cimriliğine bir şâhid olacaktır».”[17]
- Vahiy esnâsında Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in üzerinde bir heybet hâli zuhur ederdi. Ebû Hüreyre (r.a) şöyle der: “Vahiy geldiği zaman bize gizli kalmazdı. Vahiy geldiğinde, o hâl geçinceye kadar hiç birimiz gözünü kaldırıp Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e bakamazdı.”[18]
1.3. Vahyin Çeşitleri
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelen vahyi genel mânada ikiye ayırabiliriz:
Birincisi; اَلْوَحْيُ الْمَتْلُوُّ (el-Vahyu’l-Metlüvv) yani Kur’ân olarak okunan ve tilavetiyle ibadet edilen vahiydir. Kur’ân-ı Kerîm’in tüm sûre ve âyetleri bu kısma girer. Bu vahiyde mânâ da nazım da Allah’a âittir. Bu tür vahiy, bir hükümdarın elçisine yazılı bir mektup verip “bunu falana oku” diye emretmesine, elçinin de bunu bir harfini bile değiştirmeden aynen okumasına benzer.
İkincisi; اَلْوَحْيُ غَيْرُ الْمَتْلُوِّ (el-Vahyu Ğayru’l-Metlüvv) yani okunmayan vahiydir. Buna “hadis/sünnet vahyi”, “vahy-i beyân” gibi isimler verilir. Cebrail (a.s), Allah Teâlâ’dan telâkkî ettiği vahyi Peygamber Efendimiz’e getirir, o da Cebrâil’den aldığı bu mânaları kavrayarak kendi ifadeleriyle insanlara aktarırdı. Yani mânâ Allah’a, lafızlar ise Peygamber Efendimiz’a aittir.
Vahy-i Ğayr-i Metlüv de “Nebevî Hadis” ve “Kudsî Hadis” olmak üzere ikiye ayrılır:
- Nebevî Hadis: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e izafe edilen söz, fiil, takrir ve sıfatların bütünüdür. Bu da iki kısımdır:
- Tevkîfî olan Nebevî hadis: Allah Rasûlü’nün mâna ve muhtevasını vahiyle Rabbinden alıp kendi sözleriyle insanlara açıkladığı dinî hakikatlerdir. Bu nevi hadiste mâna Allah’tan, lafızlar ise Rasûlü’ndendir.
- Tevfîkî olan Nebevî hadis: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in vahiy kaynaklı olmaksızın bizzat kendi akıl ve içtihadını kullanarak bir konuda görüş beyan etmesi, âyetlerden bir mâna çıkarmasıdır. Efendimiz (s.a.v) doğruya isabet buyurursa vahiy onun doğruluğunu ikrar eder ve bu tevfîkî hadis olur. Hata ederse, hemen vahiy gelerek onu düzeltir, o hâlde bırakmazdı. Nitekim Bedir esirlerinin öldürülmesi veya onlardan fidye alınması konusunda istişare neticesinde Efendimiz (s.a.v), Hz. Ebû Bekir’in fidye alınması yönündeki görüşünü benimsemişti. Fakat gelen Enfâl sûresi 67. âyet, Efendimiz’in bu kararda hata ettiğini ve nasıl hareket etmesi gerektiğini haber verdi.
Demek ki ister “tevkîfî” olsun ister “tevfîkî”, Allah Rasûlü’nün dinle ilgili bağlayıcı tüm hadisleri vahyin tasdikinden veya ikrarından geçmiştir. Netice itibariyle hepsi de Allah’ın muradına uygundur. Nitekim şu âyet-i kerime bu hakikati ifade etmektedir:
“Peygamber, asla kendi arzu ve hevesine göre konuşmaz. Onun bildirdikleri, kendisine Allah tarafından gelen vahiyden başka bir şey değildir.” (en-Necm 53/3-4)
- Kudsî Hadis: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in “Allah (c.c) şöyle buyurdu” diye Allah Teâlâ’ya izafe ederek naklettiği sözlerdir.
Vahy-i Metlüv dediğimiz Kur’ân-ı Kerîm vahyi ile Kudsî hadis arasında şu farklar vardır:
- Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın nazmı ve mânasıyla birlikte Rasûlü’ne vahyettiği, Araplara meydan okuduğu, Arapların onun en küçük bir sûresine bile benzer bir söz getiremedikleri Allah kelamıdır. Kur’ân’ın bu meydan okuması devam etmektedir ve Kur’ân kıyamete kadar mucize olarak kalacaktır. Hadis-i kudsîde böyle bir meydan okuma ve iʻcâz söz konusu değildir. Onun mânası Allah’tan, lafzı Peygamber Efendimiz’dendir.
- Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetleri tevâtür yoluyla günümüze kadar nakledilmiştir. Hadis-i kudsîlerin pek çoğu âhâd haberlerdir.
- Kur’ân-ı Kerîm’in tilavetiyle ibadet edilir. Hadis-i kudsî için böyle bir şey mevzubahis değildir.[19]
Bu îzahlardan, Allah Rasûlü’nün günlük sözleri dışındaki hadislerinin ve sünnetlerinin vahiy kaynaklı olduğu anlaşılır. Onun dâimâ ilâhî murâkabe ve koruma altında olduğu görülür. Allah Teâlâ onu aslâ kendi hâline bırakmamıştır. Bu sebeple de kendine olduğu gibi Rasûlü’ne de itaat ve ittibâyı emretmiştir.[20]
Dipnotlar:
[1] ez-Zümer 39/1; Fussılet 41/2, 42; el-Câsiye 45/2; el-Ahkâf 46/2.
[2] Mahmûd bin Ahmed ed-Dûserî, Azametü’l-Kur’âni’l-Kerîm, Demmâm: Dâru İbn Hazm, 1426, s. 94-95.
[3] Buhârî, Bed’ül-Vahy 3; Müslim, İman 252.
[4] el-Müddessir, 1-5.
[5] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 3.
[6] Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bir gün mescidde iken Cebrâîl (a.s) temiz kıyafetli bir insan sûretinde yanına gelerek, îman, İslâm, ihsân ve kıyâmet alâmetleri hakkında sualler sordu. Böylece ashâb-ı kirâma dinlerini öğretti. İşte bu hâdiseyi anlatan hadîse “Cibrîl Hadîsi” denilir. (Bkz. Buhârî, Îman, 37; Müslim, Îman, 1, 5)
[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1: 293-294; Ebü’l-Hasen Nureddin Ali b. Ebî Bekr el-Heysemî (v. 807/1405), Mecmau’z-zevâid ve menbau’l-fevâid, thk. Hüsâmüddîn el-Kudsî (Kâhire: Mektebetü’l-Kudsî, 1414/1994), 9: 276.
[8] Buhârî, Menâkıb, 25, IV, 185.
[9] Bkz. Babanzâde Ahmed Naîm Efendi, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1987), 1: 3-7.
[10] Bkz. Haşr 59/21.
[11] el-Müzzemmil 73/5.
[12] Ahmed, 2: 176; 6: 445; Ebû Abdillah Muhammed b. Saʻd (v. 230), et-Tabakâtü’l-kübrâ, thk. İhsan Abbas (Beyrut: Dâru Sâdır, 1968), 1: 197; Ebû Caʻfer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-beyân fî te’vîli’l-Kur’ân, thk. Ahmed Muhammed Şâkir (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1420/2000), 6: 106.
[13] Bkz. Ahmed, V, 190-191; Buhârî, Salât, 12, Cihâd, 31; Ebû Dâvûd, Cihâd, 19.
[14] Müslim, Hudûd, 13.
[15] Tirmizî, Tefsir, 23/3173.
[16] Buhârî, Hac, 17. Krş. Müslim, Hac, 8.
[17] Buhârî, Cihâd, 37, Rikâk,7.
[18] Müslim, Cihâd, 84.
[19] Mennâu’l-Kattân, Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1987, s. 26.
[20] Âl-i İmrân 3/31; en-Nisâ 4/80…
Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınlıar
YORUMLAR