Kur’ân-ı Kerîm’e Tâzim ve Hürmet
Kur’ân’a hürmet ve saygı konusunda üzerimize düşenler nelerdir? Kur’ân’a tazim, saygı ve hürmet nasıl olmalıdır?
Kur’ân-ı Kerîm, en son ve en yüce ilâhî kitaptır. Cenâb-ı Hakk’ın Kelâm sıfatının bir tecellîsidir. Pek çok âyet-i kerîmede Kur’ân-ı Kerîm’in, ulvî sıfatlarından bahsedilir. Bunlardan birkaçı şöyledir:
“And olsun ki, biz sana tekrarlanan yediyi ve yüce (azîm) Kur’ân’ı verdik.” (el-Hicr 15/87)
“Kâf. Şerefli (mecîd) Kur’ân’a andolsun!” (Kâf 50/1)
“O (Kur’ân), katımızda bulunan ana kitapta (levh-i mahfuzda) mevcut, yüce (aliyy) ve hikmetle dolu bir kitaptır.” (ez-Zuhruf 43/4)
Kur’ân, Allah’ın şiârlarından biridir. Cenâb-ı Hak, yeryüzüne koyduğu bu alâmetlere hürmetsizlikten kaçınmamızı emreder.[1] Onlara tâzimde bulunup hürmet edenlerin ise, hayra nâil olacağını bildirir. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
“Her kim, Allah’ın hürmet edilmesini istediği şeylere saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır.” (el-Hac 22/30)
“Kim de, Allah’ın şeâirine tazim gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac 22/32)
Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla istifâdenin ilk şartı, ona edep ve hürmet duygularıyla yaklaşmaktır. Çünkü bu ihtiram hâli, Kur’ân’a atfedilen ehemmiyetin bir tezâhürüdür.
KUR’ÂN’A HÜRMET BÂBINDA ŞUNLARI ZİKREDEBİLİRİZ
Kur’ân’a hürmet bâbında şunları zikredebiliriz:
-Kur’ân-ı Kerîm’e tâzim için onu bel hizasından aşağıda tutmamalıdır.
- Okurken onu göğsüne yakın tutmalı veya önündeki herhangi bir şeyin üzerine koymalı, yere koymamalıdır.
- Aynı şekilde, Mushaf’ı açık bırakmamalı, onun üzerine herhangi bir kitap veya eşya koymamalıdır. Kur’ân-ı Kerîm, her zaman bütün kitaplardan yüksekte olmalıdır.
- Onunla tuvalet, banyo gibi necaset olan yerlere girmemeli, oralarda Kur’ân okumamalıdır.
- Aynı şekilde uykuluyken ve dili karışırken de Kur’ân okumamalıdır.
- Mushafa bir defa olsun bakmaksızın hiçbir gün geçirmemelidir.
- Pazarlarda, gürültü olan, boş işlerle uğraşılan ve ayak takımından kimselerin toplandığı uygunsuz yerlerde Kur’ân okumamalıdır.
- Onu münasip olmayan yerlere yazmamalıdır.
- Uygun bir yere yazarken eksik, küçük ve hoş olmayan hatlarla yazmamalıdır.
- Mescidcik, Mushafcık, küçük Kur’ân, küçük sûre gibi lafızları kullanmamalıdır.
- Kur’ân’dan ve âyetlerinden bahsederken dâimâ hürmetle konuşmalıdır.
- Üzeri tozlandı ise hemen temizlemelidir.
- Üzerinde Allah ve Rasûlü’nün sözü yazılı bir kâğıtla yiyecek veya başka bir şey tutmamalı, bu kâğıtları yırtıp atmamalı, yok edilmesi gerekiyorsa ayak basılmayan temiz bir toprağa gömülmeli veya yakılmalıdır.
- Kur’ân-ı Kerîm’e doğru ayak uzatmamalıdır.
MUHABBETLE HAREKET ETMELİYİZ
Bugün biz de Kur’ân-ı Kerim’e karşı son derece tâzim ve muhabbet duyguları içinde olmalıyız. Onu okurken, yazarken, bir yerde muhâfaza ederken veya bir yere götürürken her halde tâzim ve muhabbetle hareket etmeliyiz.
Önceleri mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. Enes (r.a), Hulefâ-i Râşidîn zamanındaki talebelerin, kendisiyle Kur’ân âyetlerinin yıkandığı suları rasgele sağa sola atmadıklarını, bilâkis husûsî bir kapta biriktirerek kabir kenarlarında veya ayak basılmayan yerlerde açılan temiz kuyulara döktüklerini bildirir. Aynı zamanda bu suları şifâ niyetiyle kullandıkları da olmuştur.[2]
Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.a), her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi. Hz. Ömerʼin oğlu Abdullah (r.a), her sabah Mushaf-ı Şerîfʼi eline alır, büyük bir tâzimle öper ve duygu derinliği içinde “Rabbimin ahdi, Rabbimin apaçık fermânı!” diye bağrına basardı.[3] İkrime (r.a) Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne-gözüne sürerek ağlar ve “Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzim ve muhabbetini ifâde ederdi.[4]
İbn-i Ömer (r.a) Kur’ân okumaya başladığında, virdini veya okuduğu sûreyi bitirmeden kimseyle konuşmazdı.[5] Yani Cenâb-ı Hak ile mükâleme hâlindeyken insanların söze girmesine müsâade etmez, kendisi de Kur’ân’ı bırakıp başkasıyla konuşmazdı.
Mushaf-ı Şerîf’e ve Cenâb-ı Hakk’ın isminin ve kelâm-ı şerîfinin yazılı olduğu kâğıtlara hürmet göstermek, onları kirli ve uygun olmayan yerlerden uzaklaştırmak gerekir. Bunun bizim için büyük bir bereket vesîlesi olduğunu unutmayalım. Buna dair iki misal zikredelim: Allah dostlarından Bişr-i Hâfî Hazretleri, hayatının ilk devresinde günahkâr biriydi. Bir gün sarhoş vaziyette yolda yürürken üzerinde besmele yazılı bir kâğıt buldu. Hemen onu yerden kaldırdı. Bakışlarını semâya çevirip:
“‒Efendim, ism-i şerîfin buraya atılmış!” dedi.
Kâğıdı güzelce temizledikten sonra bir attâr dükkânına gitti. Yanındaki son dirhemiyle pahalı ve güzel kokulardan biraz alıp kâğıdı kokuladı. Sonra onu yüksekçe bir duvarın taşları arasına yerleştirdi. O gece rüyâda şöyle müjdelendi:
“Sen bize hürmeten ismimizi yerden kaldırdın, çiğnetmedin, Biz de dünya ve âhirette mutlakâ senin şânını yücelteceğiz!”
Bunun üzerine Bişr-i Hâfî Hazretleri, tevbe etti, sadâkat ve samîmiyetle Allah’a yöneldi.[6]
KAĞIDA GÖSTERDİĞİ HÜRMETLE AÇILAN HİKMET KAPISI
Büyük zâhid ve vâiz Mansûr bin Ammâr, hikmet ehli bir zât idi. Son derece üstün bir belâğatla konuşur ve kalpleri heyecâna getirip Allah’a yönlendirirdi. Ona bu meziyetin verilişi şöyle olmuştur: Mansûr (r.a) bir gün yolda besmele yazılı bir kâğıt görür. Onu yerden kaldırır, ancak koyacak bir yer bulamaz. O da kâğıdı ağzına atıp yutar. Rüyâsında bir kişinin kendisine:
“O kâğıda gösterdiğin ihtirâm sebebiyle Allah Teâlâ sana hikmet kapısını açtı” dediğini görür. O günden sonra hikmetle konuşmaya başlar.[7]
Kur’ân’a tâzim ve muhabbetin tarihimizdeki en güzel misallerinden biri de şu meşhur hâdisedir: Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi Hazretleri, Şeyh Edebali Hazretleri’nin hânesinde misâfir edildiği bir gece, duvarda Kur’ân-ı Kerîm bulunduğu için, ona hürmetsizlik olacağı endişesiyle yatamamıştır. Devletinin büyüyerek dünyanın büyük bir kısmına hâkim olacağı şeklinde tabir edilen meşhur rüyâsını da o gece oturduğu yerde uyuklarken gördüğü nakledilir. O mübârek zâtın temellerini attığı devlet, Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdiği bu hürmet ve muhabbetin bereketi ile çok genişlemiş, uzun bir ömür sürmüş ve ilâhî teyîde mazhar olmuştur.
Osman Gâzi’nin oğlu Orhan Gâzî’nin, oğlu Murad Hân’a olan şu nasihatleri de Kur’ân’a tâzimin diğer bir ifâdesidir:
“Oğul! Kur’ân-ı Kerîm’in hükmünden ayrılma! Adâletle hükmet! Gâzîleri gözet! Fakirleri doyur! Dîne hizmet edenlere, bizzat hizmet etmeyi şeref bil!”
Ecdâdımızın, Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdikleri bu büyük tâzim ve hürmet, onların Cenâb-ı Hakk’a duydukları muhabbetin en açık göstergesidir. Allah Teâlâ da kelâmına muhabbet besleyen ve onunla hemhâl olan kullarını kendine yaklaştırmaktadır.[8]
Yine Osmanlının son pâdişahlarından Mehmed Reşâd bir gün sarayın baş imamı İsmail Hakkı Efendi’yi huzuruna çağırmış ve şöyle demiştir:
“–İmam efendi, sarayda bulunan kalfalara din dersleri verdirmek istedim. Meseleyi sertabip Hayri Paşa’ya açtım. Bir hanım getirdi. Dersler başladı. Fakat işittiğime göre talebelerine Kur’ân-ı Kerim dersi okuturken kendisi iskemleye oturup sigara içiyormuş. Bu hâlini beğenmedim. Derhal altı aylık maaşını verdim. İâşesi için lazım gelen parayı da emrettim. Kendisini vazifeden affettik. Şimdi bir muallimeye ihtiyacım var. Siz vâsıta olur, böyle bir hoca bulabilirseniz pek memnun olacağım.”[9]
Bu Padişah, okunan Kur’ân-ı azîmüşşân’a hürmeten kandil merasimlerinde alçak bir sedirde otururmuş.[10]
Mûsâ Efendi Hazretleri şöyle anlatır:
“Bir gün Mescid-i Nebevî’nin Bâbü’l-Mecîd kısmında oturuyordum. Biraz ileride bir siyâhî, Kur’ân-ı Kerim okuyordu. Yüzünde öyle bir nûr, melâhat-i îman vardı ki, güzelliği tasvir edilemez. Büyük bir huzur ve vecd içinde ara sıra sahifeleri çeviriyordu. Bir saat kadar geçmişti. Hangi sûreyi okuduğunu merak ettim, yaklaştım. Bir de ne göreyim? Sahifeleri tersine koymuş. Yani sahifelerin alt tarafını üste getirmiş. Yalnız sahifedeki satırlara bakıyordu. Çok hayret ettim. Sonra düşündüm ve Cenâb-Hakk’ın bu ümmî kuluna, bilenden daha fazla bir iltifatı olduğuna kanâat getirdim. Belki de, bu îmânı tam siyâhî, o sahifeleri çevirdikçe Cenab-ı Hakk’ın azametini, saltanatını, gaffarlığını, rahmanlığını tefekkür ediyordur da diğer yüzünden okuyanlardan daha fazla istifâde ediyordur, Allahu aʻlem!
Yine orada ümmî Şamlı Abdullah Efendi isminde (mânevî ismi Mehmed) bir şahıs vardır. Yılın sekiz ayını Medîne-i Münevvere’de, dört ayını da Şam’da geçirir. Şam’da bulunduğu zamanda daima Şeyhül-Ekber Muhyiddin-i Arabî türbesi kurbundaki câmide bulunur. Okuması yazması yoktur. Gençliğinde bir gece yatıyor, sabah kalktığında (Cenâb-ı Hakk’ın izni ile) kendisini Kur’ân-ı Kerim hâfızı buluyor. Mânevî erlerden olsa gerek. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği bu büyük nîmeti gaib etmemek için şükrâne olarak iki günde bir hatim indirirdi. Kavî îmânı ile Allah dostlarındandı.
Bir hacı, Mescid-i Nebevî’deki Kur’ân-ı Kerimleri elindeki temiz bir bezle siliyor, öpüyor, aldığı raflara tertiplice koyuyordu. Kaldığı müddetçe bu vazifeye devam etti. O, bu yaptığı hizmeti öyle bir hulûs-ı kalp, aşk ve neş’e içinde ifâ ediyor idi ki kendimi onu seyretmekten alamıyordum. Bunu muhterem Üstazımız Sâmi Efendi Hazretlerine anlattım. Çok memnun kaldıklarını, o gül yüzlü sîmâlarındaki sürûrlarından anlamış oldum. Çünkü o kişi yaptığı hizmet, tâzim sayesinde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmış oluyordu. Bu bahsetmiş olduğum şahıslar, Kur’ân-ı Kerim’e olan saygı, edeb ve tâzimleri dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rızâsını kazananlardan idiler.”[11]
Dipnotlar:
[1] el-Mâide 5/2.
[2] Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye, 2: 200.
[3] Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye, 2: 196-197.
[4] Hâkim, el-Müstedrek, 3: 272/5062; Beyhakî, Şuab, 3: 512/2037.
[5] Buhârî, Tefsîr, 2/39; Beyhakî, Şuab, 3: 457/1947.
[6] Bkz. Beyhakî, Şuab, 4: 214/2415; Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, Tahran 1372: 128.
[7] Beyhakî, Şuab, 4: 215/2416.
[8] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 17/2911.
[9] Safiye Ünüvar, Saray Hâtıralarım, İstanbul, 2000, s. 6.
[10] Safiye Ünüvar, Saray Hâtıralarım, s. 103.
[11] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, İstanbul 1430/2009, 5: 123-124.
Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları