Kur'ân-ı Kerim'in Fesahât ve Belâğati
Kur’ân-ı Kerîm’in indiği toplum, edebiyâtın zirvesinde idi. Panayırlarda herkesin huzûrunda belâğat ve fesâhat müsâbakaları yapılırdı. Toplum yediden yetmişe güzel söz ve şiirle meşgul olurdu. Buna rağmen bütün edebiyat ustaları, Kur’ân-ı Kerîm’in belâğat, fesâhat ve hârikulâde nazmı karşısında çaresizlikten kıvranmış, sükûtun derinliklerine gömülmek zorunda kalmıştır.
KUR'ÂN-I KERİM'İN MEYDAN OKUMASI
Kur’ân-ı Kerîm onlara karşı defalarca meydan okudu, bütün yardımcılarını çağırıp Kur’ân’ın âyetlerine benzeyen bir söz getirmelerini istedi. Bu açık meydan okumaya rağmen, o gururuna düşkün, enâniyeti uğruna canını, malını ve bütün âilesini fedâ eden Araplar cevap veremediler.
Bir gün Mekke müşriklerinden Velîd bin Muğîre Peygamber Efendimiz’e gelmişti. Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- ona Kur’ân-ı Kerîm’den bâzı bölümler okudu. Velîd’in kalbi biraz İslâm’a yumuşamıştı. Onun bu hâlini haber alan Ebû Cehil, yanına geldi ve:
“–Amca, kavmin sana vermek üzere mal topluyor. Zira sen Muhammed’e gidip mal istemişsin!” dedi. Velîd:
KUR'ÂN-I KERİM'E "SİHİR" DİYENLERE ALLAH TEALÂ NE BUYURDU?
“–Kureyş beni iyi bilir ki malı en çok olanlardan biriyim.” dedi. Ebû Cehil:
“–O hâlde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki senin onu inkâr ettiğini ve ondan hoşlanmadığını kavmin bilsin!” dedi. Velîd:
“–Ne söyleyeyim? Vallâhi, içinizde şiiri benden iyi bilen kimse yoktur, recezi[1], kasîdeyi benden daha iyi bilen yoktur. Vallâhi onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallâhi, onun söylediğinde bir tatlılık var, onun apayrı bir lezzeti var, bütün sözleri yıkıp geçiyor ve hepsinin üstüne çıkıyor, hiçbir söz onun üstüne çıkamıyor!” dedi.
Ebû Cehil ısrar etti:
“–Sen onun aleyhine bir şey söylemedikçe kavmin râzı olmayacak!” dedi. O da:
“–Bırak beni biraz düşüneyim!” dedi. Sonra da:
“–Bu nakledilen bir sihirdir.” diyebildi. (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 468)
Onun bu hâli, Kur’ân-ı Kerîm’de bütün canlılığı ile şöyle tasvir edilir:
“O düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı. Derken suratını astı, kaşlarını çattı. En sonunda kibrini yenemeyip sırt çevirdi: «Bu, nakledilen bir sihirdir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir.» dedi.” (el-Müddessir, 18-25)
UTBE BİN REBÎA'NIN ALLAH RESÛLÜ İLE KONUŞMASI
Müslümanların sayısının hızla artması ve Hazret-i Hamza, Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- gibi bahâdırların İslâm’a girmesi üzerine müşrikler iyice telâşa kapıldılar. Bir toplantı yaparak İslâm’ın yükselişine mânî olmak için çâreler düşündüler:
“−Muhammed’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehânette, şiirde en âlimimizi ona gönderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler.
Bu iş için Utbe bin Rebîa’yı seçerek Allah Rasûlü r’e gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce yapmış olduğu mal, makam, kadın gibi teklifleri, fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-, sözleri bitinceye kadar onu sessizce dinledi. Sonra da künyesiyle hitâb ederek:
“−Ebû’l-Velîd! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu. Utbe:
“–Evet!” deyince Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-:
“−Şimdi de sen beni dinle!” buyurdu.
Besmele çekerek Fussilet Sûresi’ni okumaya başladı. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:
“−Ey Ebû’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdu.
Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, kendisini gören müşrikler:
“−Vallâhi Ebû’l-Velîd, gittiğinden çok farklı bir yüzle dönüyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler. Yanlarına vardığında heyecanla:
“−Ne oldu, anlatsana?” dediler. Utbe:
“−Vallâhi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:
فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ
«Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: Ben sizi, Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım ile îkâz ettim.»[2] dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tuttum. Durması için akrabâlığımızın hakkını ileri sürerek yemin ettim. Zira Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim için üzerimize azâb ineceğinden korktum.
Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! O’nu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer O’nu Araplar öldürürse, başkası vâsıtasıyla O’ndan kurtulmuş olursunuz. Şâyet O, Araplara hâkim olursa, O’nun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, O’nun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mes‘ûdu olursunuz!” dedi.
Kureyşliler:
“−Ebû’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:
“−Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın!” karşılığını verdi. (İbn-i Hişâm, I, 313-314; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112)
KUR'ÂN-I KERİM'İN ETKİLEYİCİLİĞİ
Hicretin 9. senesinde Medîne’ye her taraftan heyetler gelmeye başlamıştı. Bu esnâda, Benî Ukayl kabilesinden Ebû Harb bin Huveylid de, Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- ona Kur’ân-ı Kerîm okudu ve İslâm’ı anlattı. Kur’ân-ı Kerîm ve İslâm karşısında hayran kalan Ebû Harb:
“–Vallâhi Sen, ya Allâh’a, ya da Allâh’a kavuşana kavuşmuşsun! Sen öyle sözler söylüyorsun ki, doğrusu, biz onun gibi güzel bir söz hiç işitmedik...” dedi.[3]
KUR'ÂN'IN, ALLAH'IN KİTABI OLDUĞUNU KABUL EDİYORLARDI
Kur’ân-ı Kerîm nâzil olmadan evvel, edebiyat fuarlarında çok şiddetli fesâhat ve belâğat yarışmaları yapılıyordu. Buna rağmen hiç kimse; “Bir benzerini hazırlayıp da Kur’ân ile mücâdele edelim.” diyemedi. Bu meşhur edebiyatçılar, inen âyet-i kerîmelerin Hak’tan geldiğini vicdânen kabul ettikleri hâlde, sırf nefsâniyetleri sebebiyle reddediyorlardı. Kur’ân’ın Allâh’ın kitâbı olduğunu kabûl ediyorlar, fakat -hâşâ- Allâh’ın irâdesine ve takdîrine yanlışlık izâfe ediyorlardı. Onların, nefsâniyete bürünmüş akıllarınca, Kur’ân, zengin olmayan, yetim ve öksüz birine değil; ya Mekke’nin zenginlerinden Velîd bin Muğîre’ye ya da Tâif’in zenginlerinden Amr bin Umeyr’e indirilmeliydi. Nitekim Velîd bin Muğîre şöyle demişti:
“−Kureyş’in büyüğü ve efendisi olan ben, yahut Sakîf’in ulusu Amr bin Umeyr dururken, Kur’ân Muhammed’e mi inecek?!..” (İbn-i Hişâm, I, 385. Krş. ez-Zuhruf, 31)
KULLARIN KIYMETİ TAKVA İLEDİR
Hâlbuki kulların Hak katındaki kıymeti, ne zenginlikle ne de soylulukladır; ancak takvâ iledir. Kaldı ki, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, soy cihetiyle de onların en şereflisi idi.
Meşhur Arap şâirlerinden ve ediplerinden Ebu’l-Alâ el-Maarrî, Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizeliği husûsunda şöyle der:
“İlhâda sapanlar, hidâyete kavuşanlar, orta hâlden ayrılanlar ve doğru yolu bulanlar, bütün bunların hepsi, Muhammed -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in getirdiği mûcizevî Kitâb’ın, her şeyi mağlup ettiğinde ittifak etmişlerdir… Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği bir âyet-i kerîme veya onun bir kısmı, her ne zaman en fasih bir sözün arasına konulacak olsa, bu âyet, karanlığın ortasında parlayan bir yıldız gibi kendini göstermektedir…”
KUR'ÂN'A MEYDAN OKUYAN KİMSE ÇIKMADI
Kur’ân’ın, tesirinden hiçbir şey kaybetmeden günümüze kadar gelen mûcizevî bir kitap olduğuna delil arandığında, tecrübe ve müşâhededen daha açık ve daha bağlayıcı bir delil bulmak mümkün değildir. Zira ilk nâzil olmaya başladığı günden zamanımıza kadar, Kur’ân’a meydan okuyabilen kimse çıkmamıştır. Böyle bir şeyi tecrübe etmek isteyenler de bütün insanlığın huzurunda rezil olarak kıyâmete kadar kendilerinden ayrılmayacak bir âr yüklenmişlerdir.[4]
Dipnotlar: [1] Recez: Arap şiirindeki aruz bahirlerinden biridir. [2] Fussilet, 13. [3] İbn-i Sa’d, I, 302-303; İbn-i Esir, Kâmil, II, 286; İbn-i Haldun, Târih, II, 2, 51. [4] Bkz. Bûtî, Ravâi’, s. 126, 129, 130; Karaçam, İsmâil, Sonsuz Mu’cize Kur’ân, s. 159-175; Hacımüftüoğlu, Nasrullah, Kur’ân’ın Belâğati ve İ‘câzı Üzerine, s. 58-62, 90.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları