Kur’ân-ı Kerîm’in Şekli ve Muhtevası
Kur’ân-ı Kerîm’in Resûlullah (s.a.v.)’e vahyedilmesi, geliş şekli, Efendimiz’den insanlara intikâli, âyetler ve sûreler halinde yazılması, Mushaf haline getirilmesi ve zerre kadar hiçbir değişme ve bozulmaya uğramadan günümüze ulaşması hakkında bilinmesi gerekenler...
Kur’ân-ı Kerîm, lafzı ve mânasıyla, şekli ve muhtevasıyla Allah kelâmıdır. Burada “şekli” derken Kur’ân-ı Kerîm’in Resûlullah (s.a.v.)’e vahyedilmesini, geliş şeklini, Efendimiz’den insanlara intikâlini, âyetler ve sûreler halinde yazılmasını, Mushaf haline getirilmesini ve zerre kadar hiçbir değişme ve bozulmaya uğramadan günümüze ulaşmasını kastediyoruz. “Muhtevası” derken de onun ele aldığı konuları, meseleleri, maksatları, gayeleri ve bunları ele alış tarzını kastediyoruz.
A. ŞEKLİ YAPISI
-
KUR’AN’IN EFENDİMİZ (S.A.V)’E VAHYEDİLMESİ
Allah Teâlâ insanı yaratmış, onu sahipsiz ve kendi haline bırakmamıştır. Yüce Allah insanla devamlı irtibat ve iletişim halindedir. Onunla konuşur ve onu dinler. Bu durum, bütün insanlar için geçerlidir. Fakat Cenâb-ı Hak, insanlar içinden seçtiği peygamberlerle daha özel mânada konuşur. Onlara dinî buyrukları vahyeder. Bu konuyu ele alan âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah bir insanla ya vahiyle veya perde arkasından konuşur. Yahut ona kendi izniyle dilediğini vahyedecek bir elçi gönderir. Doğrusu O, çok yücedir, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Şûrâ 42/51)
Âyet-i kerîmeye göre Allah Teâlâ kullarına üç yolla hitap eder, onlarla konuşur:
- Birincisi vahiydir.
Bu şekilde vahy, sözün ruhânî bir yolla vasıtasız olarak insanın içine doğması ve alınması halinde tezahür eder. Bu tür vahiy, hem peygamberler hem de insanlardan bazıları için söz konusudur. Peygamberlere uykuda gelen vahiy buna örnek teşkil eder. Kendine bu tarz bir vahiy gelen peygamber uyandığı zaman kalbinde doğruluğu kesin bir bilgi bulur ve onun vahy eseri olduğuna yakînî bir şekilde inanır. Peygamberlerin dışındakilere yapılan bu şekil vahy ise ilham anlamındadır. Nitekim Hz. Mûsâ’nın annesine (bk. Tâhâ 20/38-39; Kasas 28/7) ve Hz. İsa’nın havarilerine (Mâide 5/111) bu tarzda vahyolunduğu belirtilir.
- İkincisi, Allah’ın peygamberine perde arkasından hitap etmesidir.
Bunda da vahiy meleği Cebrâil’in aracılığı söz konusu değildir. Allah Teâlâ bazı cisimlerde ve kulaklarda söz yaratıp işittirir. Bu söz doğrudan doğruya kalbe değil, kulaktaki işitme gücüne söylenir ki perde arkasından olması bu yönüyledir. Ayrıca bu tarz bir iletişimde sözü dinleyen konuşanı göremez. Sadece kendisine yakın bir yerden harikulâde bir şekilde hitap eden gizli bir varlık olduğunu anlar. Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ’ya Tur dağında bir ağaçta yarattığı sesle hitap etmesi (bk. Tâhâ 20/11-23; Kasas 28/30-35) bu neviden bir konuşmadır.
- Üçüncüsü ise vasıtalı vahiydir.
Bu tür vahiyde Allah Teâlâ vahyini bildirmek üzere Cebrâil’i aracı olarak gönderir. Kur’ân-ı Kerîm’in Peygamberimiz (s.a.s)’e vahyi umumiyetle bu üçüncü yolla olmuştur. Bu tür vahy de iki şekilde gerçekleşir. Birincisi, vahiy meleğinin melekiyetten sıyrılıp beşeriyete inmesi iledir. Nitekim vahiy meleği bazen insan suretinde gelerek Resûlullah (s.a.v.)’in mübarek elini tutmuş (bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 9), hanımlarının yanında fakat onlara görünmeden Peygamberimiz (s.a.v.)’le konuşmuş (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 150), bazen de sahâbeden Dihyetü’l-Kelbî suretinde gelerek yine Efendimiz’le konuşmuştur. (Buhârî, Fedâilü’l-Kuran 1) İkincisi ise Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in beşeriyetten melekiyete geçmesi ile gerçekleşmiştir ki vahyin en zor olanı budur ve Kur’an vahiyleri daha çok bu yolla gelmiştir. İşte vahiy meleği Cebrâil (a.s.) Kur’ân-ı Kerîm’i bu yolla Peygamberimiz (s.a.v.)’in kalbine indirmiştir.
Kur’an’ın Efendimiz (s.a.v.)’in kalbine indirilişi hakkında şöyle buyrulur:
“De ki: «Cebrâil’e kim düşmansa şunu iyi bilsin ki, daha önce gönderilen kitapları doğrulayan, mü’minlere bir doğru yol rehberi ve müjdeci olan Kur’an’ı Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir.»” (Bakara 2/97)
Aynı hususa Şuarâ sûresinde ise şöyle yer verilir:
“Şüphesiz ki Kur’an, Âlemlerin Rabbinin indirdiği bir kelâmdır. Onu Rûhu’l-Emîn Cebrâil, uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine indirmiştir.” (Şuarâ 26/193-195)
Vahiy hâdisesinde normalde Cebrâil (a.s.), vahyi Allah Resûlü’ne okuyor, işittiği âyetlerin lafız ve mânaları Efendimiz’in kalbine iyice yerleşiyordu. (bk. Kıyâme 75/16-19; Tâ-hâ 2/114) Burada ise Kur’an’ın Peygamber Efendimiz’in “kalbi üzerine” indirildiği ifade edilerek, vahyin tesirine ve kuvvetine dikkat çekilmektedir. Vahiy, kalbin üzerine yani şuur ve şuuraltının bütün bölümlerine inerek oraya sağlam bir şekilde yerleşir. Böylece, kalbi her yönden tamamen kaplayıp istîlâ ederek büyük bir kesinlik ve karşı konulamaz bir hüküm ifade eder. Vahiy, diğer bütün his ve idrakleri devre dışı bırakarak kalbe yerleşince onunla amel etmek ve onu diğer insanlara ulaştırmak bir zarûret hâline gelir.
Şu hâdise, Efendimiz (s.a.v.)’in kalbine inen Kur’ân-ı Kerîm karşısında nasıl bir titizlik, dikkat ve uyanıklık halinde olduğunu göstermeye yeter:
Kinde kabilesinin temsilcileri hicrî 10. senede altmış veya seksen kişi olarak gelip, Mescid’de bulunan Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıkmışlardı. Resûlullah (s.a.v.):
“–Allah beni hak bir dinle peygamber gönderdi ve bana bir de kitab indirdi. O kitaba bâtıl ne önünden, ne de ardından yaklaşabilir!” buyurdu. Kinde temsilcileri:
“–Bize ondan biraz okuyup dinletebilir misin?!” dediler. Resûlullah Sâffât sûresinin başından okumaya başladı:
“Yemin olsun saf saf dizilenlere, haykırıp sürenlere, zikir okuyanlara ki sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O, göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan her şeyin Rabbi, aynı şekilde doğuların da Rabbidir.” (Sâffât 37/1-5)
Allah Resûlü (s.a.v.) bu âyetleri okuyup susmuştu. Hiç kımıldamadan duruyordu. Gözleri yaşarmış, gözyaşları sakalına doğru akmaya başlamıştı. Kindeliler:
“–Biz senin ağladığını görüyoruz!? Yoksa seni gönderen zâttan korktuğun için mi ağlıyorsun?” dediler. Peygamber Efendimiz:
“–Beni korkutan ve ağlatan, Allah’ın beni kılıcın ağzı gibi ince ve keskin olan dosdoğru bir yol üzere göndermiş olmasıdır ki, ondan azıcık eğrilsem helak olurum!” buyurduktan sonra:
“Eğer istesek elbette sana vahyettiğimiz Kur’an’ı hafızalardan ve yazıldığı sayfalardan tamâmen silip yok ederiz; sonra bize karşı onu yeniden elde etmene yardımcı olacak bir destekçi bulamazsın.” (İsrâ 17/86) âyetini okudu. Bunun üzerine Kinde temsilcileri müslüman oldular. (bk. İbn Hişam, es-Sîre, IV, 254; Ebû Nuaym, Delâil, I, 237-238; Halebî, İnsânu’l-uyûn, III, 260)
Peki lafzı, mânası ve getirdiği sorumluluk böylesine büyük ve ağır olan ilâhî kelam Rabden Peygamber’e intikalde kemiyet bakımından nasıl bir seyir takip etmiştir:
-
KUR’AN’IN PARÇA PARÇA İNMESİNİN HİKMETLERİ
Kur’ân-ı Kerîm, bir defada değil, yirmi üç yıl boyunca parça parça inmiştir. Bunun elbette pek çok sebep ve hikmeti vardır. Âyet-i kerîmede bu husus şöyle dile getirilir:
“Biz Kur’an’ı insanların zihinlerine ve kalplerine sindire sindire okuyasın diye kısımlara ayırdık ve onu parça parça indirdik.” (İsrâ 17/106)
Furkān sûresinde ise şöyle buyrulur:
“Kâfirler: «Bu Kur’an Peygamber’e toplu olarak bir defada indirilseydi ya!» diyorlar. Halbuki biz, Kur’an’ı kalbine iyice yerleştirelim, onunla kalbini pekiştirelim ve ortaya çıkan yeni durumlar münasebetiyle sana gerekli talimatı verelim diye onu böyle parça parça indiriyor ve onu sana tane tane okuyoruz. Bu sebepledir ki, onlar seni zor durumda bırakmak için ne zaman bir misal, biri soru getirecek olsalar, ona karşı biz mutlaka sana işin gerçeğini bildirmekte ve en güzel açıklamayı yapmaktayız.” (Furkān 25/32-33)
Kur’ân-ı Kerîm’i bir bütün halinde indirmeye kadir olan Allah, böyle yapmayıp onu parça parça indirmesinin ve ağır ağır okumasının hikmetini şöyle beyan eder:
Birincisi; Resûlullah (s.a.v.)’in ve mü’minlerin kalplerine sebât vermek, onları kuvvetlendirmek ve onları cesaretle doldurmak. Zira diğer mü’minler gibi Efendimiz (s.a.v.) de müşriklerin inkârları, alayları ve eziyetleri karşısında elbette mütessir oluyordu. Bu sebeple Yüce Rabbinin tesellisine ihtiyaç ve iştiyak duyuyordu. Üzüntü, sıkıntı ve meşakkatin tekerrürüne karşılık teselli ve takviyenin yenilenmesi, ona bütün çektiklerini unutturuyordu. Cebrâil (a.s.) gibi kuvvetli bir dostun peyderpey gelerek ünsiyet vermesi, Efendimiz için nihâyetsiz bir teselli ve umut kaynağı oluyordu. Bu teselli de değişik tarzlarda vuku buluyordu:
- Bazen önceki peygamberlerin kıssalarından misaller veriliyor; onun başına gelenlerin önceki peygamberlerin başına da geldiği hatırlatılıyordu. Böylece teselli edilip sabretmesi isteniyordu:
“Peygamberlerin mühim haberlerinden, onunla senin kalbini kuvvetlendireceğimiz her şeyi sana anlatıyoruz. İnen bu âyetlerde sana doğru bilgiler, mü’minler için de bir öğüt ve bir hatırlatma gelmiştir.” (Hûd 11/120)
- Bazen açıkça sabretmesi ve olan bitene üzülmemesi isteniyordu:
“Resûlüm! Sabret; şunu bil ki sabretmen de ancak Allah’ın yardımıyla olur. Davetini kabul etmiyorlar diye üzülme; kurmaya çalıştıkları tuzaklar sebebiyle de telâş edip sıkıntıya düşme. Çünkü Allah, gönülleri kendisine saygı ve sevgiyle dopdolu olup buyruklarına karşı gelmekten sakınanlarla ve dâimâ iyilik edip işini güzel yapanlarla beraberdir.” (Nahl 15/127-128)
- Bazen de Allah Teâlâ’nın Peygamberi’ni koruyacağı teminatı veriliyordu:
“Resûlüm! Rabbinin hükmü yerine gelene kadar sabret. Çünkü sen bizim himâyemizde, gözetimimiz altındasın. Her kalktığında Rabbini överek tesbih et!” (Tûr 52/48)
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen âyetleri tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan O’nun elçilik vazifesini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (Mâide 5/67)
İkincisi; Peygamberimiz ve mü’minlerin inen âyetleri okumalarını, ezberlemelerini ve anlamalarını kolaylaştırmak. Eğer Kur’ân-ı Kerîm bir defada inseydi gerçekten onu okuyabilmek, ezberleyebilmek ve anlayabilmek çok zor olurdu. Muhitin okuma yazma nispetinin çok düşük olduğu ümmî bir muhit olduğu düşünüldüğünde bunun önemi daha iyi fark edilecektir.
Üçüncüsü; bunları insanlara peyderpey tebliğ etmesini, ihtivâ ettikleri ahkâmı mü’minlerle birlikte tedricî olarak tatbik etmesini sağlamak.
Dördüncüsü; fert ve toplum olarak ümmetini terbiye ve tezkiye etmesine; onları ahlâkî, içtimâî, iktisâdî, siyâsî ve askerî yönlerden geliştirmesine yardımcı olmak. Kur’an’ın, İslâm toplumunun sosyal yapısında inkılâplar yapan öyle hükümleri vardır ki, bunlar birden bire indirilseydi tatbiki güç olurdu. Bu sebeple bu hükümler zamanı gelince indirilmiştir. Toplumda iyice kökleşmiş olan içki, kumar, faiz gibi bir kısım haramların kaldırılmasında ve yapılması belli bir güçlüğü beraberinde getiren zekat, oruç ve hac gibi ibâdetlerin getirilmesinde Kur’an’ın izlediği bu mükemmel ve ince siyâset gerçekten akılları hayran bırakacak ölçüdedir. Kur’ân-ı Kerîm âdeta hitap ettiği fert ve toplumu çok yakından takip etmekte, meydana gelen tüm değişme ve gelişmeleri derin bir nazarla izlemekte, ortaya çıkan yepyeni hâdiselerde mü’minlerin ihtiyaçlarını görüp müşkillerini halletmekte, onlara en güzel şekilde rehberlik yapmaktadır. İniş sebebi bulunan âyetlerin hepsi bu hususa ışık tutmaktadır. İçkiyi kademe kademe yasaklayan âyetleri örnek verdiğimizde bu hikmet daha kolay ve net olarak anlaşılabilecektir.
İçkinin haram kılınması dört merhalede olmuş ve bu konuda belli aralıklarla dört âyet inmiştir:
Birinci merhale:
“Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının meyvelerinden hem sarhoşluk veren bir içki hem de güzel bir rızık elde ediyorsunuz. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için kesin bir delil vardır.” (Nahl 2/67)
Bu âyet inince müslümanlar içki içmeye devam etmişlerdir. Çünkü o zaman henüz içki içmek haram kılınmamıştı. Ancak iman ve feraseti güçlü bir kısım müslümanlar, ta o zamanda içki hakkında bir yasağın geleceğini farketmişlerdi.
İkinci merhale:
Hz. Ömer, Muâz b. Cebel ve sahâbeden bir grup Resûlullah (s.a.v.)’e gelerek: “Ya Resûlallah bize içki hakkında fetvâ ver. Çünkü o aklı gidermektedir” dediler. Bunun üzerine:
“Resûlüm! Sana içki ve kumarın hükmünü soruyorlar. Şöyle de: «Onlarda büyük bir günah ve zarar, bununla birlikte insanlar için birtakım faydalar da vardır; fakat günah ve zararları faydalarından daha büyüktür.” »…” (Bakara 2/219) âyeti indi.
Bu âyetin inişinden sonra bir takım müslümanlar içki içmeye devam edip: “Biz faydasını alır kötülüğünü terk ederiz” dediler. Bir kısmı ise içki içmeyi terk edip: “İçinde pek büyük bir günah olan bir şeye bizim ihtiyacımız yok” dediler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nuzûl, s. 73)
Üçüncü merhale:
Abdurrahman b. Avf (r.a.), içki içenlerden bazılarını evine dâvet etti. İçtiler ve sarhoş oldular. Namaz vakti olunca namaza durdular. İmam “Kâfirûn” sûresini okumaya başladı. Şöyle diyordu: “De ki: Ey kâfirler, ben sizin ibâdet ettiğinize ibâdet ederim.” Sûrenin sonuna kadar “ibâdet etmem” ifâdelerini hep “ibâdet ederim” şeklinde okudu. Bunun üzerine:
“Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilecek derecede ayıkıncaya kadar namaza yaklaşmayın.” (Nisâ 4/43) âyeti indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nuzûl s. 73)
Bu âyetin inmesinden sonra içki içenler epey azaldı. İçkiyi terkedenler: “Bizi namazdan alıkoyan bir şeyde hayır yoktur” dediler. Bazı kimseler ise namaz vakti dışında olmak üzere içki içmeye devam ettiler. Meselâ yatsı namazından sonra içiyor, sabahleyin sarhoşluğu gitmiş oluyordu. Veya sabah namazından sonra içiyor ve öğle vakti gelinceye kadar ayılıyordu.
Dördüncü merhale:
Utban b. Mâlik bir ziyâfet tertip edip müslümanlardan bazılarını dâvet etti. Dâvet edilenlerin içinde Sa‘d b. Ebî Vakkâs (r.a.) da vardı. Utban misafirleri için deve kellesi kızartmıştı. Ondan doyuncaya kadar yediler ve sarhoş oluncaya kadar içki içtiler. Sonra nesepleriyle övünmeye ve bu konuda şiirler söylemeye başladılar. Bu sırada Sa‘d, Ensâr’ı hicveden, kötüleyen bir şiir söyleyip kavmiyle övününce bir adam, devenin çene kemiğini alarak Sa‘d’ın başına vurdu ve başını yardı. Sa‘d, Resûlullah (s.a.v.)’e gelerek Ensâr’dan olan adamı şikâyette bulundu. Bunun üzerine içkiyi kesin olarak yasaklayan:
“Ey iman edenler! İçki, kumar, tapınmak ve putlara kurban kesmek için dikilen taşlar, fal ve şans okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Hiç şüphesiz şeytan içki ve kumar yoluyla sizin aranıza ancak düşmanlık ve kin bırakmak, sizi Allah’ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?” (Mâide 5/90-91) âyetleri indi. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe 43; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VII, 45-6)
Kur’an’ın parça parça indirilmesinin hikmetlerinden beşincisi; hem Peygamber (s.a.v.)’in hem de onun izinden giden mü’minlerin heyecan ve iştiyaklarını zinde tutarak, tabii bir süreç içinde safha safha İslâm’ı bir bütün halinde anlayıp yaşamalarına en uygun zemini hazırlamak.
Altıncısı; inkârcıların iki de bir ileri sürdükleri kafa karıştırıcı soruları, getirdikleri çapraşık misalleri, ileri sürdükleri asılsız iddiaları yerinde ve zamanında cevaplandırmak; bu hususlarda lazım gelen izahları anında ve en doğru bir şekilde yapmak. Bu durum, Efendimiz (s.a.v.)’in tebliğ hayatında çok önemli bir yere sahiptir. Eğer Kur’an bir defada indirilmiş olsaydı, insanların peyderpey sordukları bu sorulara Peygamberimiz (s.a.v.)’in vereceği cevap kalmazdı. Halbuki, nübüvvetin açık bir alâmeti olarak Kur’an onların sorduğu tüm sorulara cevap vermiş; böylece hem Allah Resûlü’nün hem de mü’minlerin gönülleri huzur ve sukûna kavuşmuştur.
Bahsedilen hikmetler sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm, bir kısmı peygamberliğin Mekke döneminde bir kısmı da Medîne döneminde olmak üzere parça parça inmiştir:
-
MEKKÎ – MEDENÎ SÛRELER
Hicretten önce inen sûrelere, Mekkî yani Mekke’de inmiş sûreler adı verilir. Hicretten sonra inen sûrelere de Medenî yani Medine’de inmiş sûreler denilir.
Bu taksim, zaman dikkate alınarak yapılmıştır. Hicretten önceki dönem yaklaşık 13 yıldır. Bu süre içinde inen bütün sûrelere Mekkî sûreler denir. Mekke’de inen sûrelerin sayısı genellikle 86 (seksen altı) olarak kabul edilmiştir. Diğer 28 (yirmi sekiz) sûre ise Medine’de inmiştir. Bunlara da Medenî sûreler denir.
Mekke’de inen sûreler içinde Medenî âyetler olduğu gibi, Medine’de inen sûreler içinde de Mekkî âyetler vardır. Sûrelerin Mekkî mi, Medenî mi oldukları Mushaflarda sûre başlarında belirtilmektedir.
Sûrelerin Mekke’de mi, yoksa Medine’de mi indiklerini bilmenin çeşitli faydaları vardır. Sûrenin veya âyetin nerede ve ne zaman indiğini bilmek, Kur’an’ın daha kolay kavranmasını ve Kur’an’ın parça parça indirilmesindeki hikmetin anlaşılmasını sağlar.
Mekke’de inen sûre ve âyetlerin başlıca özellikleri şunlardır:
- Âyetler daha kısa ve daha vecizdir.
- Kelime ve tabirler daha heyecanlı, ses bakımından daha etkilidir.
- İman ve ahlâk esasları üzerinde durmakta, yalnız Allah’a ibâdet edilmesi hususu işlenmektedir.
- Müşriklerin bozuk inançları ve sapık düşüncelerini ortaya koymakta, cennet ve cehennem tasvirleri, kıyamet sahneleri anlatılmaktadır.
Medine’e inen sûre ve âyetlerin başlıca özellikleri şöyledir:
- Âyetler, Mekkî âyetlere göre daha uzun ve üslup daha yumuşaktır.
- İslâm devletinin hukuk kâideleri, had cezaları, miras, fert ve toplum ilişkileri gibi esaslar yer almaktadır.
- Cihada izin verilmesi ve cihadın hükümleri açıklanmaktadır.
- Münafık, yahudi ve hristiyanların durumu, bunların bozuk düşünceleri, işledikleri cinayetleri ihtiva etmekte, kitaplarında yapmış oldukları tahrifatı belirtmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm, Mekke’de ve Medîne’de, gece gündüz, yaz kış, seferde ve hazarda 23 yıl boyunca parça parça indiği halde Yüce Allah onu pek sağlam bir koruma altına almıştır:
-
KUR’AN’IN KORUNMASI
Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ ﴿9﴾
“Şüphesiz ki bu Kur’an’ı biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz.” (Hicr 15/9)
Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’i hem inişi esnasında cin ve şeytan saldırılarından korumuş, hem de onu kıyâmete kadar her türlü bozulma, değişme, artma ve eksilmeden koruyacağını müjdelemiştir. Cenâb-ı Hakk’ın bu va‘dinin beşer planında iki yolla gerçekleştirildiği görülür. Bunların birincisi “ezberlenmesi”, ikincisi ise “yazılması”dır:
- EZBERLENMESİ
Kur’ân-ı Kerîm’in ezberlenmesi hususunda dikkati çeken en mühim nokta, Resûlullah (s.a.v.)’in inen âyetleri hemen ezberliyor olmasıdır. Zira Cenâb-ı Hak Kur’an’ı onun kalbine indirmiş ve ona ezberletmiştir. (bk. Bakara 2/97; Şuarâ 26/192-195)
Cebrâil (a.s.), vahyi Allah Resûlü’ne okumakta, işittiği âyetlerin lafız ve mânaları Efendimiz’in kalbine iyice yerleşmekteydi. Allah Resûlü (s.a.v.) bu şekilde aldığı Kur’an vahiylerini ezberliyor ve ezberden okuyordu. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنْسٰى ﴿6﴾ اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُ
“Resûlüm! Biz sana Kur’an’ı okutacağız; ondan hiçbir şeyi unutmayacaksın. Allah’ın unutmanı dilediği müstesnâ.” (A‘lâ 87/6-7)
Allah Teâlâ Peygamberimiz (s.a.v.)’e Kur’ân’ı ezberleteceğini, okutacağını ve mânasını öğreteceğini va‘detmiştir:
“Resûlüm! Sana vahyedilen âyetleri hemen ezberleyip bellemek için dilini kıpırdatma. Çünkü onu senin kalbinde toplayıp ezberletmek de, onu dilinde akıtıp okutmak da bize aittir. Biz onu sana okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu tâkip et. Sonra onu açıklamak da elbette bize ait bir iştir.” (Kıyâme 75/16-19)
Bu âyetlerin inişi hakkında şöyle bir rivâyet vardır:
“Melek Cebrâil vahyi getirdiği zaman Resûlullah (s.a.v.), gelen vahyi unutmamak ve iyi bellemek için dilini, dudaklarını depretirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyetleri indirdi.” (Buhârî, Tefsîr 75/1-2; Müslim, Salât 148; Tirmizî, Tefsîr 75/1) Bununla ilgili olarak diğer bir âyette de: “Resûlüm! Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan önce unutma endişesiyle Kur’an’ı okumakta acele etme! «Rabbim! Benim ilmimi artır!» diye dua et” (Tâhâ 20/114) buyrulmuştur. Bu âyet de, daha önce inen Kıyâme sûresinin 17-19. âyetlerini hem tefsîr hem de tekid etmektedir. Zira Peygamberimiz (s.a.v.)’e ilk inen âyette, dilini depretmemesi söylenirken bir anlamda susması emredilmiş ancak bunun süresi yani ne zamana kadar suskun durması gerektiği belirtilmemiştir. İşte daha sonra inen Tâhâ sûresinin 114. âyeti, Resûlullah (s.a.v.)’e, Cebrâil’in getirdiği vahyin tamamını dinledikten sonra okumaya başlamasını bildirmek suretiyle hem ilk inen âyetteki kapalılığı gidermiş, hem de acele etmemesi gereken hususu teyid etmiştir.
Bu âyetlerde Kur’an inerken onu çarçabuk alabilmek ve unutmamak için dilini depreten Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e böyle yapmasını yasaklayan Cenâb-ı Hak ezberletmek, okutmak ve mânasını öğretmek üzere üç hususta da müjde vermiştir. Âyette geçen “onu toplamak bize aittir” ifadesi, İbn Abbas (r.a.)’dan gelen bir rivâyette “Onu senin göğsünde toplamak yani onu sana, senin irade ve gayretin olmadan ezberletmek bize aittir” şeklinde tefsîr edilmiştir. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an 28; Nesâî, İftitah 37; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIX, 116-118)
Bu âyetleri dikkatlice incelediğimiz zaman burada Kur’an’ı ezberleme metoduyla ilgili önemli prensiplere temas edildiği görülecektir:
- Öncelikle hocayı düzgün bir şekilde dinlemek. Böylece doğru bir şekilde ezber yapılmış olur.
- Dikkatli olmak, zihnî toplamak, ezberi engelleyici hal ve hareketlerden uzak durmak.
- Allah’a güvenmek, O’nun kendi kitabını ezberlemeye çalışanlara yardım edeceğine ve zihinlerini açacağına inanmak.
- Allah’a dua etmek.
Resûlullah (s.a.v.)’le birlikte sahâbe-i kirâm da durumlarına göre Kur’ân-ı Kerîm’i ezberliyorlardı. Bu şekilde Kur’anı ezberleyen pek çok sahâbinin ismi geçmektedir. Bunların bir kısmı Kur’an’dan bazı sûreleri ezber bildikleri gibi, içlerinden Kur’an’ı başından sonuna ezber bilen “hâfız”lar da vardı. (bk. Suyûtî, İtkân, I, 72)
Resûlullah (s.a.v.) Kur’ân-ı Kerîm’i her vesileyle devamlı ezberden okurdu. Kıldırdığı namazlarda, özellikle cehrî okuduğu sabah, akşam ve yatsı namazlarında, Cuma namazlarında bize göre uzun sayılabilecek sûreler okurdu. Hele gece namazlarında kıyâm ve kırâati gerçekten uzun olurdu. Cüzlerle ifade edilecek derecede namazda Kur’an tilâvet ederlerdi. Şu rivâyet bu açıdan ne kadar dikkat çekicidir:
Birgün nâfile namaz kılmakta olan Efendimiz’e uyan Huzeyfe (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Bir gece Allah Resûlü’yle beraber namaza durdum. Bakara sûresini okumaya başladı. Ben içimden, «Yüzüncü âyete gelince rukûya varır.» dedim. Yüzüncü âyete geldikten sonra da okumasını sürdürdü. «Herhalde bu sûre ile iki rekât kılacak» diye zihnimden geçirdim. Okumasına devam etti. «Sûreyi bitirince rükûya varır» diye düşündüm. Ancak yine bitirmedi, Nisâ sûresini okumaya başladı. Bitirince de Âl-i İmrân sûresine başladı. Ağır ağır okuyor; tesbih âyetleri geldiğinde «sübhânallâh» diyor, dua âyeti geldiğinde dua ediyor, istiâze âyeti geldiğinde de Allah’a sığınıyordu. Sonra rükûya vardı. «Sübhâne Rabbiye’l-Azîm» demeye başladı. Rükûu da kıyâmı kadar sürdü. Sonra «Semiallâhu limen hamideh. Rabbenâ leke’l-hamd» diyerek doğruldu. Rükûda durduğuna yakın bir müddet kıyamda durdu. Sonra secdeye vardı. Secdede «Sübhâne Rabbiye’l-A‘lâ» diyordu. Secdesi de kıyâmına yakın uzunlukta sürdü.” (Müslim, Müsâfirîn 203)
Allah Resûlü (s.a.v.)’in her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in yedide birini okuma âdeti vardı. (bk. Müslim, Müsâfirîn 142; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 9; İbn Mâce, Salât 178)
Ashâb-ı kirâm da böyle yapardı. Nitekim Medîne’ye gelen Sakîf kabilesi heyetinde bulunan Evs b. Huzeyfe (r.a.) şöyle anlatır:
“Resûlullah (s.a.v.) bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmedi.
«–Yâ Resûlallah! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk. Peygamber Efendimiz (a.s.):
«–Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazîfe edinmişimdir. Bunu yerine getirmeden gelmek istemedim» buyurdu. Sabah olunca ashâb-ı kirâma; «Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk. Onlar:
«–Biz sûreleri ilk üçünü bir hizb, sonra devamındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf sûresinden sonuna kadar mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i yedi günde okuruz» dediler.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 9; İbn Mâce, Salât 178)
Yine Efendimiz (s.a.v.):
“Kim geceleyin hizbini veya hizbinden bir kısmı okumadan uyursa bunu sabah namazı ile öğle namazı arsında tamamlasın! Bu takdirde, sanki gece okumuş gibi aynı sevâba nâil olur” buyururdu. (Müslim, Müsâfirîn 142)
Kur’ân-ı Kerîm’in korunup en sağlam bir şekilde günümüze kadar aktarılmasında ezberlemek kadar onun ilk günden itibaren yazıya geçirilmiş olmasının da büyük önemi vardır:
- YAZILMASI
Kur’ân-ı Kerîm, okuma ve yazmanın çok az olduğu ümmî bir toplumda inmeye başladı. Bu yüzden ilk inen âyetlerde hemen okuma ve yazmanın önemine dikkat çekti. O ümmî toplumu ilim ve irfan sahibi medenî bir toplum hâline getirmek için okumanın ve kalemle yazmanın şart olduğunu bildirdi. İlk olarak inen şu âyetler bu açıdan dikkat çekicidir:
اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَ ﴿1﴾ خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ ﴿2﴾ اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُ ﴿3﴾ اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ ﴿4﴾ عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ ﴿5﴾
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı rahim duvarına tutunan aşılanmış bir hücreden yarattı. Oku! Rabbin sonsuz lütuf ve kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten O’dur. İnsana bilmediği her şeyi öğreten O’dur.” (Alak 96/1-5)
Yine ilk inen sûrelerden biri olan Kalem sûresinin başında şöyle buyrulur:
نٓ وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ ﴿1﴾
“Nûn. Kaleme ve kalem ehlinin satır satır yazdıklarına yemin olsun!” (Kalem 68/1)
Kur’ân-ı Kerîm’in önemli isimlerinden birinin “kitap” olması da, zımnen onun yazılması gerektiğini hatırlatır.
Bu âyetlerin mesajını en iyi anlayan Allah Resûlü (s.a.v.), kalbine inen âyetleri bir taraftan hemen insanlara tebliğ ederken, bir taraftan da hiç ara vermeden yazdırıyordu. Efendimiz’in pek çok vahiy kâtibi vardı. Rivâyetlere bakıldığında bunların sayısının altmış beşe (65) kadar çıktığı görülür. Âyetler indikçe Sevgili Peygamberimiz, kâtiplerden müsait olanları çağırır ve onlara vahyi yazdırırdı. Onlar da, inen âyetleri o zamanın;
- Hurma ağacının yaprakları, kabukları, yapraklarının orta damarları,
- Kürek ve kaburga kemikleri,
- İşlenmemiş deri,
- İnce deri (rakk)
- Çanak çömlek parçaları,
- Parşömen parçaları,
- Tahtadan yapılmış levhalar,
- Bez parçaları
gibi yazı malzemelerine yazarlardı. Yazma işlemi bittikten sonra Resûlullah, kâtiplere yazdıklarını okutturur ve eksikleri varsa düzelttirirdi. (bk. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an 4; Tirmizî, Menâkıb 74/3954)
Bu hususta meşhur vahiy kâtibi ve hâfız sahâbi Zeyd b. Sâbit şöyle demektedir:
“Resûlullah (s.a.v.) bana vahyi yazdırıyor ve bitirince de yazdığım vahyi okutturuyordu. Eğer herhangi bir yanlış veya noksan bulursa bunu hemen tashih ediyordu. Ben de ancak ondan sonra kalkıp sözkonusu vahyi insanlara bildiriyordum.” (Heysemi, Mecma‘u’zevâid, I, 152; VIII, 257)
İşte kendisine okunarak mukâbele görmüş bu metin, Efendimiz (s.a.v.)’e teslim edilip hâne-i saâdette korunuyordu. Ashâb-ı kirâmdan isteyenler, sonra kendileri için şahsî nüshalar istinsah edebiliyorlardı. Resûlullah (s.a.v.) de inen âyetleri önce erkek sonra da kadın sahâbîlere okuyordu. Müslümanlar da gelen vahyi ezberliyor, bir kısmı da yazarak yanında muhafaza ediyordu. (bk. M. M. el-A‘zami, Kur’an Tarihi, s. 106-107; M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, s. 42)
Kısım kısım inen âyet ve sûrelerin Kur’ân’ın neresine yerleştirileceği Cenâb-ı Hak tarafından bildiriliyor, Cebrâil (a.s.) bunları Allah Resûlü’ne târif ediyor, Efendimiz de kâtiplerine yazdırıyordu. (Buhârî, Tefsîr 2/45; Ebû Dâvûd, Salât 120-121/786; Tirmizi, Tefsîr 9/3086)
Peygamberimiz hayatta iken tüm Kur’an vahiyleri bu şekilde yazıyla kayda geçirilmiştir. Bunlardan ihmal edilip yazılmayan veya kaybolan hiçbir âyet yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın kıyâmete kadar kalmasını takdir buyurduğu bütün âyetler ve sûreler, Allah’tan geldiği şekilde sağlam olarak kayıt altına alınmıştır. Bu gerçeğin pek çok sağlam delili bulunmaktadır. Şöyle ki:
- Abese sûresinin 11-16. âyetlerinde, Kur’ân’ın ilk senelerde mevcut çok sayıdaki yazılı metinlerinden, nüshalarından bahsedilmektedir:
“… Bu Kur’an âyetleri bir hatırlatma ve bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt ve ders alır. Kur’an çok şerefli sahîfelerde kayıtlıdır; Allah katındaki değeri yüce ve tertemiz sahifelerde. Kâtiplerin elleriyle yazılmıştır, taşınmıştır; Allah’a karşı saygıyla dolu, itaatkâr, çok değerli, iyilik timsâli katiplerin! ” (Abese 80/11-16)
- Vâkıa sûresinde yer alan:
“Şüphesiz o, çok değerli, pek şerefli bir Kur’an’dır. Onun aslı çok iyi korunmuş bir kitaptadır. Tertemiz olanlardan başkası ona dokunamaz.” (Vâkıa 56/77-79) âyetleri, Kur’an’ın yazılı olduğunu ve ona dokunmak için abdestli olmak gerektiğini haber verir.
- Hz. Ömer, henüz peygamberliğin ilk yıllarında kız kardeşinin elinde bulunan Tâhâ sûresinin baş tarafındaki âyetlerin yazılı bulunduğu sayfayı okuyarak iman nimetine erişmiştir. (İbn Hişam, Sîret, I, 368-371)
- Râfi b. Mâlik (r.a.) Akabe Bey‘atı’na katıldığında, Resûlullah (s.a.v.) o zamana kadar vahyedilmiş tüm âyet ve sûrelerden oluşan bir Kur’an metnini ona teslim etmişti. Râfi, Medine’ye döndüğünde kendi mahallesinde inşâ ettirdiği ve İslâm âleminde ilk câmi diye bilinen mescidde toplanan müslümanlara bu âyet ve sûreleri tilâvet ederdi. Yûsuf sûresini de Medîne’ye ilk defâ Râfî getirmiştir. (İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 152; İbnü’l- Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 157)
- PEYGAMBERİMİZ’İN KUR’AN’I CEBRÂİLE ARZI
Her ramazan ayında Peygamberimiz (s.a.v.) o zamana kadar vahyedilmiş Kur’an âyetlerini Cebrâil’e, Cebrâil de kendisine okur, böylece mukâbele ederlerdi. Arz sırasında ashâb-ı kirâmdan bazıları da bulunurdu. Son ramazanda bu arz işini iki defa yapmışlardı. Buna “arza-i ahîre” denilmiştir. (Buhârî, Bed’ü’l-halk 6; Fedâilü’l-Kur’an 7; Savm 7)
İbn Mesûd (r.a.) şöyle der:
“Resûlullah ve Cebrâil birbirlerine Kur’an okumayı bitirdiklerinde ben de Allah Resûlü’ne okuyordum ve Efendimiz benim okuyuşumun son derece güzel olduğunu söylüyordu.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 405)
Yine sahih bir rivâyete göre Cebrâil (a.s.)’la yapılan son mukabelenin ardından; Allah Resûlü, Zeyd b. Sâbit ve Übey b. Ka‘b, Kur’ân’ı birbirlerine okudular. Hatta Allah Resûlü (s.a.v.), Übey’e iki kez okudu. (Mukaddimetân, nşr. A. Jeffery, s. 74, 227; Tâhir el-Cezâirî, et-Tibyân, s. 26)
İslâm âleminde Asr-ı saâdetten günümüze kadar devam edegelen “mukâbele” geleneği, Resûlullah (s.a.v.)’in Cebrâil ile yaptığı bu karşılıklı arz keyfiyetinin hatırasını canlı tutmak arzu ve iradesinin takdire şayan bir tezâhürüdür.
Kur’ân-ı Kerîm’in korunup devam ettirilmesi bakımından Peygamberimiz (s.a.v.)’in vefatından sonra hülefâ-i râşidînin de çok büyük hizmetleri olmuştur:
-
HZ. EBÛBEKİR (R.A.)’IN KUR’AN’A HİZMETİ
Peygamberimiz (s.a.v.), hayatta olduğu müddetçe vahyin gelmesi devam ettiği için Kur’ân-ı Kerîm derlenip tek Mushaf haline getirilmemişti. Efendimiz’in vefâtından sonra, en büyük teminat mercii müslümanların arasından ayrıldığı için Kur’an’ın bir Mushaf halinde derlenip ona devlet otoritesiyle resmî bir hüviyet kazandırmak lüzûmu ortaya çıkmıştı. Bundan böyle esas otorite ve teminat, Kur’an metninin kendisi olacaktı. Zira Peygamberimiz (s.a.v.), kendisinden sonra en büyük emanet olarak Allah’ın kitabını bıraktığını, ona tabi oldukları müddetçe müslümanların asla yollarını şaşırmayacaklarını bildirmişti. (bk. Muvatta, Kader 3) Bu sebeple Hz. Ömer’in de teşvikleriyle Hz. Ebûbekir, ilk iş olarak Kur’ân-ı Kerîm’i cem ettirmiştir. Bu mühim iş için çok zeki, dikkatli, müttakî, emin, âlim, hâfız, vahiy kâtibi ve arza-ı ahîrede bulunmuş, Efendimiz’in Cebrâil’le olan mukâbelesini başından sonuna dinlemiş ve elindeki yazılı nüsha ile karşılaştırmış sahabî Zeyd b. Sâbit (r.a.)’ı vazifelendirmiştir.
Hz. Ebûbekir’in talimatı uyarınca Zeyd b. Sabit, insanların yazılı veya ezberden getirdikleri Kur’an parçalarını şu şartlarla kabul etmiştir:
- İlgili şahıs onu Resûlullah (s.a.v.)’in huzurunda yazmış olacak,
- Buna dair iki şâhit getirecek,
- Genel olarak halkın ezberlediği ve bildiğine uygun bulunacak.
Resûlullah (s.a.v.) zamanında yazdırılan Kur’an’ın yazılı olduğu tüm evraklar ve malzemeler Hz. Zeyd’in elinin altında bulunuyordu. Aslında onun bu malzeme ve bilgiye dayanarak Kur’an’ı derleyip mushaf tertibinde yazması mümkündü. Buna rağmen Hz. Ebûbekir’in de talimatıyla halkın hafızasındaki ve ellerindeki malzemeye başvurmuş, karşılaştırma yapmış ve tam bir ittifak hâsıl olduktan sonra kaydetmiştir. O dönemin şartlarına göre en ciddi yollarla gerçekleştirilen bu titiz çalışma, hem Kur’an’ı Allah’tan geldiği gibi korumaya matuf çok mühim bir tedbirdir. Hem de ileriye dönük ortaya çıkması muhtemel ihtilâfları ve iddiaları ta işin başında ortadan kaldırmayı hedeflemiştir.
Hz. Ebûbekir zamanında cem edilen bu sahifelere Abdullah b. Mesûd (r.a.)’ın teklifiyle اَلْمُصْحَفُ (el-Mushaf) adı verilmiştir. Bu kelime sözlüte “iki kabı arasında sahifeler bulunduran” demektir. Terim olarak ise “Hz. Osman zamanında, üzerinde ittifak edilen şekliyle, âyetleri ve sûreleri tertip edilmiş tarzda Kur’an metnini ihtiva eden evrak” mânasında kullanılmıştır. O zamandan beri bütün müslümanlar arasında bunu ifade etmektedir.
Hâsılı bu Mushaf en sağlam ilmî usullerle gerçekleştirilmiştir. Bu nüshada âyetler geliş sırasına göre değil, Resûlullah’ın bildirdiği nihaî sıralamaya göre ve ait oldukları sûrelere yazılmıştır Mensûh olan âyetler yazılmamıştır. Bu nüsha, Efendimiz zamanında okunmasına ruhsat verilen yedi harfi ihtiva etmekteydi. Burada kaydedilen tüm âyetlerin tevâtür yoluyla bize kadar intikal etmiş olduğunda ümmetin icmaı vardır. Mushaf-ı Şerif, Hz. Ebûbekir’den sonra Hz. Ömer’e intikal etmiş, vefat edince de kızı Hafsa’ya kalmıştır.
Şimdi Allah’ın kelamına hizmet sırası Hz. Osman’da:
-
HZ. OSMAN (R.A.)’IN KUR’AN’A HİZMETİ
Hz. Osman, zamanında İslâm coğrafyası genişlediği için Kur’an’ı okuma ve yazma bakımından tüm müslümanların birlik halinde olmaları ve aralarında herhangi bir ihtilafın çıkmaması için çok mühim bir çalışma gerçekleştirdi. Hz. Ebûbekir zamanında Kur’an’ı tek Mushaf haline getiren Zeyd b. Sâbit başkanlığında dört kişiden oluşan bir heyet kurdu. Bu heyet Kur’an’ı yeniden istinsah edip çoğaltacaktı.
Heyet şu esaslar üzerine çalışmaya başladı:
- İstinsahta Hz. Ebûbekir tarafından derlenen Mushaf esas alınacaktır.
- Arza-i ahîrede Kur’an olduğu kesinleşmiş olan kırâat tarzı yazılacaktır. Yani Resûlullah (s.a.v.)’in Cebrâil’e son arzada okumuş olduğu “bir harf” alınıp, diğer “altı harf” terk edilecektir.
- Heyet üyeleri arasında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf ortaya çıkarsa, Kureyş lehçesi esas alınacaktır.
- Sûreler bugün bilinen şekliyle tertip edilecektir.
- Tefsîr ve açıklama maksadıyla yazılan birtakım özel notlar bu Mushaf’lara yazılmayacaktır.
- Birkaç Kur’an nüshası yazılarak çeşitli bölgelere gönderilecek, daha önce yazılıp kırâati ve kitâbeti bu örnek nüshaya uymayan Mushaflar veya sahifeler yakılarak imha edilecektir.
Heyet bu şekilde yedi nüsha yazmış, halife olan Hz. Osman bunları İslâm ülkesinin yedi bölgesine göndermiştir.[1] Ayrıca bunların doğru okunmasını sağlamak üzere beraberinde bu işi yapacak muallimler görevlendirmiştir. Halife bundan sonra Kur’an’ın bu nüshalardaki şekil ve lehçeye göre yazılıp okunmasını, ona uymayan farklı lehçelerden kelimelerle açıklamaları ihtiva eden özel yazmaların imha edilmesini istemiştir. Böylece Kur’an, Peygamber Efendimiz’in ağzından nasıl çıktıysa harfi harfine aynen diğer insanlara öğretilmiş, bu konuda çok büyük bir titizlik gösterilmiştir. Bir kimsenin kendi başına yazılı bir malzemeden Kur’an öğrenmesine müsaade edilmemiş, mutlaka yazıyla birlikte ehil bir hocanın ağzından öğrenmesi istenmiştir. Nitekim bu hususta, Kur’an’ın harf harf nasıl okunacağını öğreten Tecvîd ismiyle bir ilim dalı teşekkül etmiştir ki bu ancak bir hocadan tatbikat yoluyla öğrenilebilir. Bu, “Kur’ân’ı bir fem-i muhsinden alma” yani düzgün bir ağızdan öğrenme geleneği, ilk günden zamanımıza kadar aynen tatbik edilegelmiştir.
Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm “yazı”, “ezber” ve “bir üstad” yanında tâlim görme şeklinde alınmış üçlü tedbir sayesinde tam ve kâmil olarak zamanımıza kadar ulaşmış bulunmaktadır. Kısa zaman zarfında müslümanlar, ucuz fiyatta satın alınabilen ve bol miktarda temin edilmesi mümkün olan “kağıt”ın üretilmesi yollarını keşfettiler. Böylece ister “parşömen”, ister “papirüs” nevinden olan nadir ve pahalı yazı malzemelerinden kurtuldular. İşte bu durum, bütün orta çağ boyunca Kur’ân-ı Kerîm’in bol miktarda yazılıp dağıtılması yanı sıra her çeşit ilmin müslümanlar arasında çıkması ve yaygın hale gelmesinin sırrını bize gösteren bir gerçektir. (bk. M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, s. 52)
Şimdi de Peygamberimiz zamanında ruhsat verilen, Hz. Ebûbekir’in cem ettiği Mushaf’ta korunan, fakat Hz. Osman’ın istinsah ettirdiği nüshalardan kaldırılan “yedi harf” meselesine gelelim:
-
YEDİ HARF MESELESİ
Bu konu, tefsîr usûlü ve Kur’an ilimleri içinde اَلأحْرُفُ السَّبْعَةُ (el-ahrufu’s-seb‘a) olarak yer alır. Bu terkipte iki kelime bulunmaktadır. “Ahruf” ve “seb‘a” kelimeleri. Ahruf, “harf” kelimesinin çoğuludur. “Harf”, sözlük itibariyle bir şeyin ucu, kenarı, kıyısı, hece harflerinden her biri, vech ve tarz gibi anlamlara gelir. “Seb‘a” ise sözlükte yedi sayısını ifade etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm, Kureyş lehçesine göre inmiştir. Kur’ân’ın indiği Mekke döneminde, inen âyetlerin farklı formlarda okunduğunu belirten hiçbir haber ve rivâyete rastlanmamaktadır. Bu da, gâyet tabiidir. Çünkü Mekke toplumu lehçeler yönünden homojen bir yapı arz etmektedir. Mekke’de bulunan kabilelerin tamamı, Kureyş kabilesine bağlıdır ve bu lehçeyi konuşmaktadır. Dolayısıyla Kur’an âyetlerinin hem inişi hem okunup öğretilmesi hem de yazımı bu dönemde Kureyş lehçesine göre olmaktaydı.
Ancak İslâm davetinin başka kabile ve milletlere yayılması neticesinde Kureyş lehçesi dışında lehçelere sahip olan Araplar ve Arap dilinin çeşitli lehçelerini konuşan yahudi, hıristiyan, Habeşli, İranlı, Rum vb. birçok etnik ve dini bünyeye sahip insanlar, müslüman olarak İslâm toplumuna dâhil olmuşlardır. Bu safhada tek lehçeye yani Kureyş lehçesine sahip Mekke toplumunda görülmemiş olan “telaffuz” ve “anlam” temelli bir kısım problemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Şöyle ki, tüm Arap dilindeki lehçelerde müşterek olan noktalarda bir sorun çıkmamasına karşın, metnin içindeki bazı Kureyşî unsurlar, öteki lehçeye sahip müslümanların anlamasını, öğrenmesini ve telaffuzunu zorlaştırıyordu. Buna bu insanların, aynı zihnî yapı ve kabiliyete sahip olmadıklarını; bunlar içerisinde çocuk, yaşlı, kadın ve kölelerin mevcut olduğunu ve bunların ilâhî mesajı okuma, algılama ve anlama kabiliyetlerinin birbirinden farklı olduğunu eklersek, ortadaki bu sorunun ciddiyeti daha iyi anlaşılacaktır.
Kur’ân’ın kolay okunmasını ve mânalarının kolayca anlaşılmasını isteyen, üstelik bunu pek mühim hedef olarak gören Peygamberimiz (s.a.v.), ortaya çıkan bu ciddi problem karşısında Kur’an’ın bir kısım lehçelere göre okunmasının bir ihtiyaç olduğunu anladı. Yedi harfle ilgili hadîslere bakıldığında, Peygamberimiz’in Cebrâil vasıtasıyla Allah’tan böyle bir müsaade istediği ve Allah’ın da buna, “Kur’an yedi harf üzere nâzil olmuştur, kolayınıza geleni okuyun” şeklinde müspet cevap verdiği görülmektedir.
Bu rivâyetlerden bazıları şunlardır.
Resûlullah (s.a.v.) Cebrâil’le buluştu ve ona: “Ey Cebrâil! Ben içinde ihtiyar kadınların, yaşlı erkeklerin, çocuk ve cariyelerin, hiçbir şekilde bir kitap okuyamayacak kimselerin bulunduğu ümmî bir topluluğa Peygamber olarak gönderildim” dedi. Cebrâil ise Pegyamberimiz (a.s.)’a: “Kur’an yedi harf üzere indirildi” diye cevap verdi. (Tirmizî, Kırâat 11)
“Cebrâil bana bir harf üzerine okuyordu; kendisine müracaat ettim, (yukarıdaki gerekçeleri arz ettikten sonra) ben kendisine «artır», dedim, artırdı, ta ki yedi harf oluncaya kadar.” (Buhârî, Fedâil 5; Müslim, Salât 48)
“el-Ahrufu’s-seb‘a” kavramı ve içeriği, harf ve seb‘a kelimelerinin mânalarına göre âlimler tarafından çok değişik şekillerde yorumlanmış; bu konuda 40’a yakın görüş serdedilmiştir. Bunlar içerisinde yedi harf ve kırâat meselesiyle irtibatlandırılması güç olanlar olduğu gibi, hiç alakasız olanlar da vardır.
Bunlardan kayda değer dördü şöyledir:
- Müterâdif görüşü
Bu görüş, yedi harfin yedi müterâdif okuma yani aynı anlama gelen yedi ayrı kelime olduğunu savunur. Yani bir kelimenin yerine, lafzı ve formatı değişik olan ancak aynı anlamı ifade eden başka bir kelimenin kullanılmasıdır. Bu yaklaşıma göre doğal olarak bu tür okumalar, Kur’ân’ın bütününde değil, belli kelimelerinde bulunmaktadır. Örnek vermek gerekirse Kur’an’da:
“Gel” anlamını ifade etmek için اَقْبِلْ (akbil), عَجِّلْ (‘accil), هَلُمَّ (helumme) ve تَعَالْ (te‘âl) kelimeleri kullanılır.
“Yün” mânasında اَلْعِهْنُ (‘ıhn) ve اَلصُّوفُ (sûf) kelimeleri kullanılır.
“Koşun” mânasında فَاسْعَوْا (fes‘av) ve فَامْضُوا (femdû) kelimeleri kullanılır.
Örnekleri daha da artırmak mümkündür. Bu görüşe göre sonuçta Hz. Osman zamanında altı harf kaldırılmış ve tek harf kalmıştır. Bu görüş, bu şekliyle tüm yedi harf birikimini kapsamadığı için eleştiriye tabi tutulmuştur.
- Lehçe görüşü
Âlimlerin çoğunluğu, yedi harfin yedi Arap lehçesi olduğunu kabul etmektedir. Bunlara göre tüm okumalar, yedi lehçe çerçevesinde oluşmuştur. Bu lehçelerin hangileri olduğu hususunda fikir birliği olmasa da, genel kanaat Kureyş, Hüzeyl, Temîm, Ezd, Rabia, Hevâzin ve Sa‘d b. Bekr lehçeleri olduğudur. Bu görüş, ötekiler tarafından, hem lehçelerin isimlerini tespitte birlik sağlanamaması, hem de Kur’an’da yedi lehçenin ötesinde lehçe farklılıklarının olması açısından eleştirilmiştir.
- Yedi vecih görüşü
Bu görüş, kırâat alanındaki farklılıkları gruplandırarak yedi vecih olarak belirlemektedir. Bir kısım klasik ve modern âlim tarafından ileri sürülen bu görüşe göre, kırâat farklılıkları yedi grup olarak belirlenerek, yedi harfin bu gruplar olduğu söylenmiştir. Ancak bu yedi vecih, bu görüşe sahip olan bütün âlimler tarafından bütünüyle aynı olarak doldurulmayıp, yer yer farklılıklar ve tedahüller bulunmaktadır. İbn Kuteybe, Ebu’l-Fadl er-Râzî, İbn Cezerî, Zerkeşî, Kadi İbn Tayyib, Zerkânî ve Subhî Sâlih bu âlimlerdendir. Küçük değişikliklerle birlikte âlimler bu yedi grubu şu şekilde izah etmeye çalışırlar:
- Harekesi değişen, fakat mânası ve sureti değişmeyen:
Misâl: Şuarâ 26/13. âyetindeki وَيَض۪يقُ صَدْر۪ي kısmını Yâkub (kāf)’ın fethasıyla وَيَض۪يقَ صَدْر۪ي olarak okumaktadır.
- Hareke ve mânası değişen, fakat sureti değişmeyen:
Misâl: Bakara 2/37. âyetindeki فَتَلَقّٰٓى اٰدَمُ مِنْ رَبِّه۪ كَلِمَاتٍ kısmını İbn Kesîr Âdem’deki mimin fethası ve kelimattaki te’nin ötresiyle: فَتَلَقّٰٓى اٰدَمَ مِنْ رَبِّه۪ كَلِمَاتٌ şeklinde okur.
- Harfleri ve sureti değişen fakat mânası değişmeyen:
Misâl: Fâtiha 1/6. âyetindeki اَلصِّرَاطُ kelimesini Kunbul ve Ruveys س (sin) harfiyle اَلسِّرَاطُ şeklinde okur.
- Hem suret hem de mâna değişen:
Misâl: Vâkıa 56/29. وَطَلْحٍ مَنْضُودٍ âyetindeki طَلْحٍ (talhin) kelimesini Hz. Ali (ha) yerine (‘ayn) koyarak طَلْعٍ (tal‘in) şeklinde okumuştur. طَلْحٌ “muz” mânasına gelirken, طَلْعٌ “hurma” anlamındadır.
- Takdîm-te’hîr: Âyet içinde bazı kelimelerin yerinin değişmesi, öndekinin sonraya, sonradakinin öne alınması. Burada hem suret hem de mâna değişir.
Misâl: Kāf 50/19. وَجَٓاءَتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ âyetini İbn Mesûd (r.a.) سَكْرَةُ (sekretü) ile بِالْحَقِّ “bilhakkı” kelimelerinin yerlerini değiştirerek وَجَٓاءَتْ سَكْرَةُ الْحَقِّ بِالْمَوْتِ şeklinde okumuştur. Birinci okuyuşa göre âyetin mânası “Derken ölüm sarhoşluğu tüm gerçekliği ile gelip çatar” iken ikinci okuyuşa göre “Derken hakkın sarhoşluğu ölümle gelip çatar” şeklindedir.
- Ziyâde- noksan:
Misâl: Leyl 92/3 وَمَا خَلَقَ الذَّكَرَ وَالْاُنْثٰى âyetini İbn Mesûd ve Ebudderdâ (r.a.), âyetten مَا خَلَقَ (mâ haleka) kısmını çıkararak وَ الذَّكَرَ وَالْاُنْثٰى olarak okumuşlardır. Bu şekildeki bir farklı okuyuşta hem suret hem de mâna değişmektedir. Birinci okuyuşa göre âyet “Hem erkeği hem dişiyi yaratan Allah’a yemin olsun” mânasına gelirken, ikinci okuyuşa göre: “Erkeğe ve dişiye yemin olsun” anlamını taşır.
- Eş mânalı kelimelerin birbiri yerine kullanılması:
Misâl: Yâsîn 36/29. اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً âyetini İbn Mesûd (r.a.) صَيْحَةً (sayhaten) kelimesi yerine زَقْيَةً (zakyeten) kelimesini koyarak اِنْ كَانَتْ اِلَّا زَقْيَةً وَاحِدَةً şeklinde okumuştur. Mâna da bir değişiklik yoktur.
- Çokluktan kinâye görüşü
Bu görüş ise “yedi vecih” görüşünde kategorik ayrımlarda ortaya çıkan eksiklikleri gidermek; kırâat farklılıklarını daha ince ayrıntılarına kadar kategorize edebilmek amacıyla benimsenmiş olup, yedi vechin gelişmiş şeklidir. Buna göre terkipteki “yedi” kelimesi gerçek anlamında değil, mecâzî anlamıyla çokluktan kinayedir. Bu sebeple de kırâat çeşitlerini yediyle sınırlamaya; “yedi”de dondurmaya gerek yoktur. Tüm alt türleriyle beraber kırâat birikimi, yedi harf çokluğunun içerisindedir.
Yedi harf ruhsatının Peyamberimiz zamanında veya daha sonra kaldırılıp kaldırılmadığı hususunda ise üç görüş vardır:
- Kureyş lehçesinin istikrar bulmasıyla bu ruhsat kaldırılmıştır.
- Yedi harf ruhsatı halen devam etmektedir. Zira bu ruhsatın sadece sahâbe dönemine değil, tüm dönemlere şâmil olduğu ileri sürülmektedir. Dolayısıyla ümmet için Kur’an’ın seslendirilmesindeki bu kolaylık, tıpkı i‘câzında olduğu gibi belli zamanla sınırlı değil süreklidir.
- Yedi harf ruhsatının tamamı değil, bir kısmı kaldırılmış, bir kısmı devam etmektedir. Buna göre yedi harf, Hz. Osman’ın çoğalttığı mushafların kapsamına girebildiği kadar mevcuttur. Mushafın hattına uygun olmayan tüm okumalar dışarda bırakılmış ve uygun olanlar ise muhafaza edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in farklı şekillerde okunmasıyla ilgili bir durum da “kırâat meslesi”dir:
-
KIRÂAT MESELESİ
اَلْقِرَائَةُ (kırâat), قَرَأَ (karae) kökünden masdardır. Sözlükte “okumak, tilâvet etmek” mânasına gelir. Terim olarak:
“Kur’an kelimelerinin edâ keyfiyetini ve bu kelimelerdeki okuyuş farklılıklarını râvîlerine nisbet ederek bildiren ilimdir.”
Diğer bir tarife göre:
“Kur’an lafızlarındaki med, kasr, hareke, sükûn, nokta, hazf, isbât, tahrîk, teskîn, fasl, vasl[2] ve diğer okuma şekilleri hakkında râvîlerin ittifak ve ihtilaflarını bildiren ilimdir.”
اَلْقُرَّاءُ (kurrâ), sözlükte “okuyucu, okuyan” demektir. Terim olarak ise “yedi ya da on kırâatin kendilerine nispet edildiği imamlar” anlamını ifade eder.
اَلرِّوَايَةُ (rivâyet), kırâat imalarının râvileri arasındaki ihtilaflara denilir.
اَلطَّرِيقُ (tarik), ravilerden sonra gelenlerin ihtilafları da bu kavramla ifade edilir.
Bir kırâatin sahih olması için üç şart lazımdır:
- Sahih ve muttasıl bir senetle Peygamberimiz (s.a.v.)’e ulaşmak,
- Bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygun olmak,
- Yazılış bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına uygun olmak.
Rivâyet edilen kıratlar arasında bu şartları taşıyanlar sahih kabul edilir ve bunlara “mütevatir kırâat” denir. Bu şartlardan biri eksik olan kırâat mütevatir kırâat olarak kabul edilmez ve onunla Kur’an tespit olunamaz.
Kırâat ilminin konusu, Kur’an kelimelerinin telaffuzundaki değişikliklerle bu kelimelerin seslendirme biçimidir. Başka bir ifade ile Kur’ân’daki lafızların ihtilafları ve bu ihtilafa neden olan “takdîm”, “te’hîr”, “ziyâde”, “ibdâl”, “nakl”, “kasr”, “izhâr”, “idğâm” ve “işmâm”[3] gibi etkenlerdir. Daha geniş bir bakış açısıyla kırâatın çeşitleri, kırâat ilminin tarihî ve ekolleri de kırâat ilminin konusuna girmektedir. Kırâat ilminin gayesi ise, kırâat imamları tarafından okunan ve Peygamberimiz’e kadar ulaşan sahîh kırâatleri, zayıf ve uydurma olanlarından ayırarak öğretmektir.
Kırâat ilminin önemine gelince; öğrenmeyi kolaylaştırmak ve âyetlerin anlaşılmasına ve tefsîr edilmesine katkı sağlamaktır. Çünkü kırâat sadece kelimelerin veya harflerin farklı ve doğru seslendirilmesiyle alakalı değil, aynı zamanda o harflerin cümle içindeki konumu ve fonksiyonuyla da alakalıdır. Dolayısıyla bu durum bazı âyetlerin daha farklı yönlerden yorumlanmasına neden olmaktadır. Böylece kırâat farklılıkları, ilk muhatap olan ve farklı lehçeleri konuşan Arapların Kur’an’ı doğru anlamalarını ve öğrenmelerini kolaylaştırmakta, Kur’an okurken hataya düşmelerini engellemektedir. Ayrıca İslâm ümmetini, kaynak bazında değişme ve bozulmadan korumaktadır. Yine hukukî hükümler için kaynak teşkil eden bazı âyetlerden hüküm istinbât edilirken veya kapalı bir âyet beyan edilirken kırâat farklılıkları, gerek hükümde gerekse beyanda etkili olmaktadır. Hatta bazıları, bu konuda “olmazsa olmaz” delil konumundadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in yedi harf üzere indirilmiş olmasına bağlı olarak sahâbe-i kirâm, Kur’an’ın bazı kelime ve harflerinin eda ve telaffuzunu farklı şekillerde rivâyet etmişlerdir. Buna bağlı olarak sahâbenin Peygamberimizden kırâatı alış şekilleri ve dereceleri farklı idi. Bunlar içerisinde Resûlullah (s.a.v.)’den bir kırâat alan olduğu gibi iki veya daha fazla alanlar da vardı. Bu nedenle sahâbeden kırâat alan tâbiûn ve etbau tâbiînin kırâatlerindeki bu farklılık devam etti ve neticede birbirinden farklı kırâat tarzları ortaya çıktı. Bu dönemde okuma şekilleri daha ziyâde semâ‘ (işitme) ve rivâyet yoluyla nakledilmiştir.
Kırâat ilmi, h. I. asırda tâbiûn devrinin sonlarında sistemleşmeye ve yayılmaya başlamıştır. İslâm topraklarının genişlemesi ve Arap olmayan milletlerin İslâm toplumuna girmesi sebebiyle, bu bölgelere Kur’an’ı öğretmek için giden tâbiûn, kırâatın bu geniş coğrafyaya yayılmasında en büyük etkendir. Tabiûn devri sonlarına kadar kırâatler, hafızlar ve kırâat imamları tarafından hocadan talebeye şifahi olarak nakledilmiştir. Bu rivâyet ve nakil zinciri, aynı şekil ve tarzda meşhûr imamlara kadar sürmüştür. Bu imamlar da, kendilerine ulaşan bu kırâatleri almışlar, tespitini ve kritiğini yapmışlar, bu ilmin kaide ve kurallarını ortaya koymuşlardır. Bu kaideler ışığında tesbit ettikleri bu kırâatler, kendi isimleriyle birer kırâat ekolü olarak tarihe geçmiştir. Âsım kırâatı, İbn Kesir kırâatı gibi.
Zamanla bu konuda kitaplar tedvin edilmeye başlanmış, böylece ortaya çıkabilecek karışıklık ve disiplinsizlikler, bu kitaplarda oluşturulan kriterlerle önlenmeye çalışılmıştır. Kırâatlerin zabtı konusuna itina gösterilmeye başlanan tarih olan hicrî 1. yüzyıl tâbiûn devrinin sonlarıdır. Bu konuda ilk araştırma yapan, sahîh ve şâzz kırâatleri inceleyen ve bunların isnadlarından ilk söz eden kişi de, Hârûn b. Mûsâ (ö. h. 170)’dır. Fakat yaygın olan görüşe göre bu konuda ilk eser yazan kimse, Ebu Ubeyd Kâsım b. Sellâm’dır. Daha sonra bu müellifi Ebu Hâtim es-Sicistânî ve Ebû Ca‘fer et-Taberî takip etmiştir. Bu müellifler, eserlerinde sadece yedi meşhûr kırâatı değil, yedinin dışındaki diğer sahîh kırâatleri de zikretmişlerdir. Zira onlar, bir kırâatın sahihliğini ortaya koyan senedin sahih olması, resm-i mushafa ve arap diline uygun olması kriterlerine uygun olan her kırâatı kabul etmiş ve nakletmişlerdir.
- II. asrın başlarında İslâm beldelerinde müslümanların imamlardan bir kısmının kırâatlerini tercih etmesiyle birlikte “yedi kırâat” meşhûr olmaya başlamıştır. H. III. asırda Ebûbekir b. Mücâhid, “Kitabu’s-Seb‘a” adlı eseriyle kırâatleri yediye tahsis etmiş ve onun bu tasnifi genel kabul görerek, yedi kırâat tesbit edilmiştir. Bu yedi kırâat imamları ve ravileri şunlardır:
Nâfi‘ b. Ebî Nuaym (ö. 169/811): Kâlun, Verş
Abdullah b. Kesir (ö. 120/737): el-Bezz, Kunbul
Ebû Amr b. el-A‘la el-Basrî (ö. 154/770): ed-Dûrî, es-Sûsî
İbn Âmir Abdullah eş-Şamî (ö. 118/736): Hişâm, İbn Zekvân
Âsım b. Ebi’n-Necûd (ö. 128/745): Hafs, Ebubekr b. Şu‘be
Hamza b. Habîb el-Kûfi (ö. 156/772): Halef, Hallâd
Kisâî, Ali b. Hamza el-Kûfi (ö. 189/804): Ebu’l-Hâris, ed-Dûrî
Daha sonra bu yedi kırâata şu üç kırâat daha ilâve edilerek, “kırâat-ı aşere” meydana gelmiştir. Bu üç kırâatın da yedi kırâat gibi meşhûr olduğu İbn Cezerî tarafından isbat edilmiştir:
Ebu Cafer Yezid b. el-Ka‘ka‘a (ö. 130/747): İsa b. Verdân, Süleyman b. Cemmâz
Yâkub b. İshâk b. Yezîd el-Hadramî: (ö. 205/820): Rüveys, Ravh
Halef b. Hişâm b. Sa‘leb el-Bezzâz (ö. 129/746): İshâk, İdris
Kur’ân’ın düzgün okunup doğru anlaşılmasını sağlayan kırâat ilmi, genişleyen İslâm topraklarına paralel olarak gelişmiş ve yayılmıştır. Doğuda ve Endülüs’te yaşayan müslümanlar, bu ilme büyük bir ehemmiyet göstererek çeşitli eserler kaleme almışlardır. İbn Cezerî’nin belirttiğine göre, bu beldelere h. dördüncü asrın sonlarında Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed et-Talammekî sayesinde girmiştir. Bu zatı Mekkî b. Ebî Tâlib el-Kaysî takip etmiş, daha sonra da meşhûr “et-Teysir” sahibi Ebu Amr Osman b. Saîd ed-Dânî ile kırâat bu bölgede zirveye ulaşmıştır. Türkler arasında ise, kırâat ilminin devamlı okunduğu ve okutulduğu tarihî bir realitedir. Fakat bu ilmin tedrisinin yaygınlaşması İbn Cezerî’nin h. 798 yılında Yıldırım Beyazıt zamanında Bursa’ya gelip, “en-Neşr”, “et-Tayyibe” ve “et-Tahbîr” isimli eserlerini yazmasıyla başlamıştır.
Günümüzde ise “kırâat-ı aşere” olarak bilinen on kırâat, aktüalitesini devam ettirmekte, bir bilim dalı olarak uzmanları tarafından okutulmakta ve bilinmektedir. Müslüman toplumlar ise bu on kırâattan sadece üç tanesini pratik olarak kullanmaktadır. Bunlardan biri ve en yaygın olanı Âsım kırâatının Hafs rivâyetidir. Diğeri Nâfi kırâatının Verş rivâyetidir. Bu kırâat Libya, Mısır ve Tunus’un bazı bölgelerinde okunmaktadır. Bir diğeri ise, Ebû Amr kırâatıdır. Bu da Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerinde takip edilmektedir.
Kur’an’ın farklı okunmasıyla ilgili olarak “yedi harf” ve “kırâat” gibi Kur’an harflerine nokta ve hareke koymak da önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır:
-
KUR’AN’A NOKTA, HAREKE, VAKF VE DİĞER İŞARETLERİN KONMASI
Hz. Osman’ın çoğaltıp çevre illere gönderdiği Kur’an nüshalarında nokta, hareke, vakıf ve benzeri işaretlerin hiçbiri yoktu. Bunlar daha sonraları ihtiyaca binâen ve âlimlerin uygun görmesiyle konulmuştur. Bütün bu işaretlerin gayesi Kur’an’ın doğru ve kolay okunmasına yardımcı olmaktır. Özellikle Arap olmayan ve Arapça bilmeyen milletlerin İslâm’a girmesiyle bu ihtiyaç kendini iyiden iyiye hissettirmiştir. Çünkü zaman zaman mânayı tamamen bozacak, hatta yüzde yüz zıt mânalar içerecek fahiş okuma hataları sözkonusu olabiliyordu.
Bu alanda yapılan faaliyetleri şu şekilde hülâsa edebiliriz:
- Mushafın noktalanmasına ilk defa hicrî 65 yıllarında Abdülmelik b. Mervân (ö. 86/105) zamanında başlanmıştır. İşin başlangıcında “hareke” yerini tutmak üzere “nokta” kullanıldı. Ebu Esved ed-Düelî (ö. 69/688) ve talabeleri tarafından, Mushafın yazısında kullanılan mürekkebin renginden farklı bir renkle “fetha” için harfin üstüne, “kesre” için altına, “ötre” için de önüne bir nokta konuldu. Bu faaliyete اَلنَّقْتُ (nakt) denilir. Anlaşıldığı üzere sözkonusu edilen “nokta”lar, bugün bildiğimiz “hareke” yerine konan noktalardır.
- Bu tarz bir harekeleme işi, kelimelerin irabı hususunda yapılabilecek hataların önüne geçebilmişti. Fakat Arap olmayan insanlar için Kur’an’daki ب، ت، ث (be, te, se); ج، ح، خ (cim, ha, hı); ر، ز (re, ze); س، ش (sin, şin); ط، ظ (tı, zı); ف، ق (fe, kaf) gibi şekil itibariyle birbirlerine benzeyen harfleri birbirinden ayırt edecek sağlıklı bir okumada yine zorluklar vardı. Bu zorluğu gidermek üzere Irak valisi Haccâc b. Yûsuf’un (ö. 95/713) talimatıyla Nasır b. Asım (ö. 89/707) ve Yahya b. Ya‘mer (ö. 129/746) gibi âlimler, bugünkü bildiğimiz mânada benzer harfleri birbirinden ayıran noktaları koymuşlardır. Bu faaliyete اَلْإعْجَامُ (i‘câm) denilir. Ancak bu durumda önceleri hareke yerine konan noktalarla, benzer harfleri ayıran noktaları birbirinden ayrı gösterebilmek için farklı renkler kullanılmıştır. Mesela metin “siyah” ise hareke yerine kullanılan noktalar duruma göre kırmızı, sarı, yeşil veya mavi renklerden biriyle işaretlenmiştir. Böylece Kur’an yaklaşık bir asra yakın bir süre bu işaretlerle okunmuştur. Daha sonra büyük lügat âlimi Halil b. Ahmed (ö. 175/791) bugün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur’an’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir. (bk. Demirci, Tefsîr Usulü, s. 112)
- Kur’an’a yönelik yapılan faaliyetlerden biri de âyetlerin sonlarına konulan duraklardır. Bu duraklar ilk önce daire meyilli çizgilerden oluşurken, daha sonra daire şeklinde gösterilmiş ve zamanla da gül şeklini almıştır. Bugün basılan Mushaflarda da sözü edilen bu durakların içinde âyet numaraları yer almıştır.
- Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımızda dikkatimizi çeken hususlardan biri de “vakıf” işaretleridir. Bunlar ilk defa hicrî altıncı asırda Muhammed b. Tayfûr es-Secâvendî (ö. 560/1165) tarafından, mâna göz önünde bulundurularak konulmuştur. Bunlara, bu faaliyeti gerçekleştiren âlimin isminden hareketle “secâvend” denilmiştir. Bu işaretler ve ifade ettikleri mânalar şöyledir:
م (mim): Kesin olarak durmanın lüzûmuna işarettir.
ط (tı): Cevaz ve lüzûma delâlet etmeden mutlak durmaya işarettir.
ج (cim): Durmanın caiz olduğuna, durmak ve geçmek arasında serbestliğe işarettir. Fakat durmak evlâdır.
ص (sad): Ruhsat işaretidir. Yani tilâvet edenin nefesi daraldığı zaman durur, sonra geriden almaksızın devam eder.
ز (ze): Cevaz işaretidir. Fakat geçmek durmaktan evlâdır.
لا (lâmelif): Durmanın caiz olmadığına işarettir. “Durma! Çünkü mâna tamam değil” demektir. Zarureten durursa, üzerinde durulmuş kelimeyi geriden alır. Fakat bu işaret âyetin sonunda ise durur, sonra o âyeti geriden almaz.
ق (kaf): Kurranın çoğuna göre geçmek işaretidir, fakat durmak da caizdir.
قِفْ (kıf): Durmak için emirdir. Bu, durmakta mâna açısından bir fayda olduğuna işaret olarak, durmanın geçmekten evlâ olduğuna işarettir.
ع (ayn): Rukûya işarettir. Eğer okuyan namazda olur da rukû etmek isterse, onun için rukûya varmak münâsip olur. Ayrıca bu, iki alâmet arasının bir “aşır” olduğunu gösterir.
(iki grup üç nokta): Bu üç noktalar, birbirine geçmiş duruşa işarettir. Tilavet eden eğer birinci noktalarda durursa, o zaman ikincide durmaz. Eğer birincide durmazsa, o vakit ikinci de durur. Maksat mânanın doğru olmasıdır. Çünkü her ikisinde de durursa mâna tamam olmaz.
Bunlardan başka sûre başlıkları, âyet sayıları, cüz başlıkları, hizip ve secde işaretleri, tahmîs yani her beş âyetten sonra خ (hı) harfi, ta‘şir yani her on âyetten sonra da ع (ayn) harfi konulmuştur. Ancak Türkiye’de basılan Mushaflardaki “ayn” harfi ta‘şir değil, mâna tamamlandığı için “rukû” işâreti olarak konmuştur.
B. ELİMİZDEKİ MUSHAF
- ÂYET
- TÂRİFİ
اَلأيَةُ (âyet) kelimesi sözlükte mûcize, alâmet, ibret ve hayrette bırakan görülmemiş iş, delil gibi mânalara gelir. Kelime, Kur’ân-ı Kerîm’de bu mânaların hepsi için kullanılmıştır. Birbiriyle yakın irtibatı olan bu mânalardan başka bir de âyetin dindeki terim mânası vardır. Buna göre âyet: “Kur’an’ın herhangi bir sûresindeki başı ve sonu belli olan, bir veya daha fazla cümleden teşekkül eden söz” mânasına gelir. Kur’an âyetleri derken bu mâna kastedilir. Bu tarifin, kelimenin lügat mânalarıyla da yakın alakası bulunmaktadır. Çünkü Kur’an âyetleri hem Peygamberimiz (s.a.v.)’in nübüvveti için en büyük mûcize, hem düşünenler için ibret, hem hayret ve hayranlık uyandıran nâdir bir şey, hem de hidâyet delileridir. (Yıldırım, Kur’ân-ı Kerîm ve Kur’an İlimlerine Giriş, s. 41)
Âyetleri birbirinden ayıran son kelimeye اَلْفَاصِلَةُ (fâsıla), bu kelimenin son harfine de حَرْفُ الْفَاصِلَةِ (harfü’l-fâsıla) denilir.
Kur’ân-ı Kerîm’in en uzun âyeti Bakara sûresinin 282. âyetidir. Tam bir sayfa olan bu âyet, alışveriş, borçlanma ve şâhitlik konularını içerdiği için “Müdâyene âyeti”olarak bilinir. En kısa âyetleri Rahmân 55/1, Fecr 89/1; Duhâ 93/1; Asr 103/1’dir. Harf olarak ise, bir âyet sayılan Yasîn 36/1’dir.
İlk inen âyetler ittifakla Alak sûresinin ilk beş âyetidir. Son inen âyetlerin ise Mâide 5/3; Bakara 2/281; Nasr sûresi olduğu hakkında rivâyetler vardır.
Peki âyetler Kur’ân-ı Kerîm içinde neye göre tertip edilmiş ve hangi kriterlere göre sayılmıştır:
-
TERTİBİ ve SAYISI
Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri âlimlerin ittifakıyla Resûlullah (s.a.v.) tarafından tertîp edilmiştir. Tevkîfîdir yani vahye dayalıdır. Sûrelerin başına “besmele”nin konması da tevkîfîdir. Bu yüzdendir ki, her sûrenin başında besmele olduğu halde, Tevbe sûresinin başında yoktur. Cebrâil (a.s.) vahiy getirdikçe, her âyetin yerini, hangi sûre içinde nereye konacağını Resûlullah (s.a.v.)’e bildirmiştir. Efendimiz de Cebrâil’in öğrettiği şekilde vahiy kâtiplerine yazdırmış ve bu ilâhî nizama göre âyetlerin tertibini gerçekleştirmiştir. Allah Resûlü (s.a.v.) bu tertip üzere Kur’an’ı ashâbına okumuş, ramazanlarda Cebrâil’e aynı tertiple arz etmiştir. Hz. Ebûbekir tarafından derlenen Mushafta ve Hz. Osman zamanında istinsah edilip çoğaltılan Mushaflarda da aynı tertip muhafaza edilmiştir. Böylece sözkonusu tertip herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze gelmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan âyet sayılarına gelince, âyetlerin miktarı ve tertibi aynı olduğu halde, bir kısım arizî sebeplerle bu konuda farklı sayılar belirtilmiştir. Bu sebepler şunlardır:
- Bir kısım âlimler, bazı yerlerde iki âyeti bir âyet saymışlardır.
- Sûre başlarında yer alan besmeleyi bağımsız âyet veya o sûreye ait bir âyet sayanlar olduğu gibi, bunu âyet saymayıp oraya teberrüken konduğunu söyleyenler de olmuştur.
- Hurûf-ı mukataa dediğimiz sûre girişlerindeki bağımsız harflerin müstakil âyet sayılıp sayılmayacağı noktasında da kırâat âlimleri arasında görüş ayrılığı olmuştur.
Bugün dünyanın her bir tarafında yaygın olarak okunan Mushaf-ı Şerif’e göre Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerin sayısı 6236’dır.
Kur’an âyetleri içinde secde âyetlerinin ayrı bir yeri, önemi ve fıkhî bakımdan getirdiği bir sorumluluk vardır:
-
SECDE ÂYETLERİ
Kur’ân-ı Kerîm’de “secde âyeti” olarak bilinen bir kısım âyetler vardır.
“Secde âyeti”, okunması ve dinlenmesi halinde secde edilmesi gereken âyete denilir. Bu âyetler okununca yapılması gereken secdeye de “tilâvet secdesi” denilmektedir.
Tilâvet secdesi şöyle yapılır:
Ayağa kalkılıp kıbleye dönülür. “Niyet ettim Allah rızası için tilâvet secdesi yapmaya” diyerek niyet edilir. اَللَّهُ اَكْبَرُ (Allahu ekber)[1] diyerek secdeye gidilir. Secdede üç defa namaz secdelerinde olduğu gibi سُبْحَانَ رَبِّيَ الأعْلَي (sübhâne rabbiyel a‘lâ)[2] denilir. Sonra ayağa kalkılır. Kalkınca da سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَ اِلَيْكَ الْمَصِيرُ (semi‘nâ ve eta‘nâ gufrâneke rebbenâ ve ileykel mesir)[3] denilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de on dört (14) secde âyeti vardır:
1. A‘râf 7/206 |
2. Ra‘d 13/15 |
3. Nahl 14/49 |
4. İsrâ 17/107 |
5. Meryem 19/58 |
6. Hac 22/18 |
7. Furkān 25/60 |
8. Neml 27/25 |
9. Secde 32/15 |
10. Sād 38/24 |
11. Fussılet 41/37 |
12. Necm 53/62 |
13. İnşikāk 84/21 |
14. Alak 96/19 |
Kur’ân-ı Kerîm’i oluşturan en mühim unsurlardan biri, orada yer almakta olan sûrelerdir:
- SÛRE
- TÂRİFİ
اَلسٌّورَةُ (sûre) “şeref, rütbe, mevki, güzel ve yüksek bina veya binanın bölümü veya katı” gibi mânalara gelir. Terim olarak ise “Âyetlerden meydana gelen, başı ve sonu bulunan müstakil Kur’an parçası” olarak târif edilir. Anlaşılacağı üzere bu tarifin, kelimenin sözlük mânalarıyla yakın ilgisi vardır. Çünkü Kur’an parçaları; yerli yerinde kelimelerden meydana gelen ve omuz omuza vererek birbirine destek olan âyetlerden örülmüş sağlam ve yüksek bir şehir sûru gibidir. Başkalarından hemen ayırd edilebilen yüksek ve muhkem bir bina konumunda olup, hakikatlerin bir kalesidir.
Acaba sûreler hangi ölçülere göre tertip edilmiştir ve sayıları ne kadardır:
-
TERTİBİ VE SAYISI
Sûrelerin bugün mevcut haliyle tertibini âlimlerin çoğunluğuna göre Cebrâil (a.s.)’ın öğretmesiyle bizzat Resûlullah (s.a.v.) yapmıştır. Tevkîfîdir, yani vahye dayalıdır. Şöyle ki:
- Hz. Osman zamanında yazılıp İmam adı verilen Mushaf-ı Şerif’i, ellerinde hususi mushafı bulunanlar da dâhil bütün ashâb-ı kirâm ittifakla kabul etmişlerdir. İmam Mushaf’taki tertip bugün bilinen tertibin aynısıdır. Eğer bu tertip tevkîfî olmasaydı sahâbe arasında ihtilaf çıkardı.
- Resûlullah (s.a.v.)’in pek çok hadislerinde sûrelerin, bugün bilinen tertibe uygun tarzda sıralandığı görülür.
Ashâb-ı kirâmdan Vâsıle b. el-Evka‘ Peygamberimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu nakleder:
“Bana Tevrat’a bedel es-Seb’u’t-tuvel; Zebur’a bedel el-Miûn, İncil’e bedel el-Mesânî verildi ve Mufassal ile de ben mümtaz kılındım.”
- Kur’ân-ı Kerîm’de Hâmîm’ler peşpeşe olduğu halde, Müsebbihât’ın arasına Mücâdele, Mümtehene ve Münâfikûn sûreleri girmiştir. Tâ Sîn Mîm ile başlayan Şuarâ ile Kasas sûreleri arasına Tâ Sîn ile başlayan Neml sûresi girmiştir. Bunlar hâdisenin vahye dayandığını gösterir. (M. Ebu Şuhbe, Medhal, s. 329-331)
Kur’ân-ı Kerîm’de 114 sûre vardır. En uzun sûre, 286 âyetten oluşan Bakara sûresidir. En kısa sûre ise üç âyetten oluşan Kevser sûresidir. Sûrelerin ayrılması vahye dayalıdır. Kur’an’ın irili ufaklı şekilde sûrelere ayrılmasının çeşitli fayda ve hikmetleri vardır:
- Okumayı, ezberlemeyi ve anlamayı kolaylaştırır. Eğer bölümlere ayrılmasaydı bu iş daha zor olabilirdi. Zira bilinen bir gerçektir ki, bir kitabı eline alan okuyucu, bölümlere ayrılması halinde onu daha şevkle okur, bölüm bölüm ilerler. Bir sûreyi okuyan veya ezberleyen kimse de, Allah’ın kitabından müstakil bir parçayı hıfzedip kendisine mal ettiğini veya okuduğunu düşünür ve bundan büyük mutluluk duyar. Bunların sayılarını artırmak hususunda şevke gelir. Sûreler halinde olmasaydı, gözümüzde büyütür, ezberlemeye, belki kolay kolay okumaya bile kendimizde şevk bulamayabilirdik. (Yıldırım, age, s. 52-53)
-
İSİMLERİ ve TASNİFİ
Kur’an sûrelerinin kendilerine has isimleri vardır. Bu isimler Cebrâil (a.s.)’ın öğretmesiyle Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından verilmiştir. İsimler ve sûrelerin muhtevaları dikkate alındığında, bu isimlerin verilmesine şu unsurların tesirinin olduğu söylenebilir:
- Bazı sûreler isimlerini, kıssalarını ihtiva ettikleri şahsiyetlerden alırlar. Nûh, Hûd, Yûsuf, İbrâhim, Âl-i İmrân, Muhammed… gibi.
- Hakkında bilgi verdikleri topluluklardan alırlar: Cin, Melâike[4], Mü’minûn, Kâfirûn, Münâfikûn, Mutaffifîn… gibi.
- Anlattıkları konulardan alırlar: Bakara, Nisâ, Mâide, En‘âm, A‘râf, Enfâl, Tevbe… gibi. Bu kısma pek çok sûre ismi yazmak mümkündür.
- Sûrenin ilk kelimelerinden alır: Kad semi‘a, Sübhân, Lem yekün… gibi.
- Hurûf-i mukattaalardan alır: Tâhâ, Yâsîn, Kāf, Sād.
- Bazı sûrelerin birden çok ismi vardır: İnsan-Dehr, Fâtır-Melâike, Mü’min-Ğâfir… gibi. Mesela Fatiha sûresinin Salât, Dua, Esas, Şifa, Ümmü’l-Kitâb… gibi 20 kadar ismi vardır.
Bunun dışında iki veya daha çok sûre gruplarına verilen isimler vardır. Bakara ve Âl-i İmrân için “iki parlak sûre” anlamında “Zehrevân”; Felak ve Nâs için “Müavvizetân”; İhlas, Felak ve Nâs için “Müavvizât”; tesbih ile başlayan sûrelere “Müsebbihât”; Hâmîm ile başlayan sîreler “Havâmîm”; Tâsîn ile başlayan sûrelere de “Tavâsîn” denilir. (bk. Abdullah Aydemir, Kur’ân-ı Kerîm’in Faziletleri, s. 85)
Kur’ân-ı Kerîm’in sûreleri, okuma ve ezberleme kolaylığı sağlama bakımından bazı gruplara ayrılmıştır:
s اَلسَّبْعُ الطُّوَلُ (es-Seb‘u’t-tuvel): Bu ifade “en uzun yedi sûre” anlamına gelip, Fâtiha’dan sonra Kur’ân-ı Kerîm’in baş tarafında yer alan yedi sûreyi ihtiva eder. Bunlar Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, En‘âm, A‘râf, Enfâl-Tevbe’dir.
s اَلْمِئُونَ (el-Miûn): Birinci grubu tâkip eden ve âyet sayıları 100’e yaklaşan veya biraz geçen sûrelerdir.
s اَلْمَثَانِي (el-Mesânî): Âyet sayısı bakımından el-Miûn’dan sonra gelenlerdir. Tefsîr ve dil âlimlerinden Ferrâ (ö. 207/822), bunlar hakkında şöyle der: “Âyetleri 100’den az olduğu için ve Tuvel ile Miûn’dan daha çok tekrar edilip okunduğu için bunlar mesânî diye isimlendirilmişlerdir.”
s اَلْمُفَصَّلُ (el-Mufassal): Kur’ân-ı Kerîm’in son bölümünde bulunan sûrelerdir. Meşhur olan görüşe göre Kāf sûresinden başlayarak Nâs sûresine kadar (50-114) devam eder. Kısalığı sebebiyle besmele ile sık sık ayrıldığı için bu ismi almışlardır.
Mufassal sûreler de kendi içinde kısımlara ayrılır:
- “Tıvâl-ı mufassal: uzun olanlar”, Kāf-Burûc (50-85) arası.
- “Evsat-ı mufassal: orta olanlar”, Tārık-Beyyine (86-98) arası.
- “Kısâr-ı mufassal: kısa olanlar”, Zelzele-Nâs (99-114) arası.
Âyetler ve sûreler, şekil itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasını oluştururlar.
[1]. “Allah en büyüktür.”
[2]. “Benim Yüce Rabbim bütün ortaklardan ve her türlü noksanlıktan pak ve uzaktır.”
[3]. “İşittik, itaat ettik, günahlarımızı bağışla ey Rabbimiz, dönüş yalnız sanadır.”
[4]. Fâtır sûresinin diğer ismi.
Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik, Tefsîr Usûlü ve Tarihi, Erkam Yayınları