Kur’an Nasıl Korundu?

KUR’ÂNIMIZ

Allah Kur’an’ı koruyor mu? Kur’an-ı Kerim nasıl korundu? Kur’an bozulmadan günümüze kadar nasıl gelmiştir? Kur’an’ın korunması ile ilgili ayetler.

Cenâb-ı Hak önceki kitapları korumayı taahhüd etmemiş, onları koruma vazifesini o ümmetin âlimlerine ve zâhidlerine bırakmıştı.[1]

KUR’AN’IN KORUNMASI İLE İLGİLİ AYETLER

Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla vazifelendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu halde siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (el-Mâide 5/44)

Bu âyet-i kerimeden, kendisini Allah’a vermiş olan rabbânîler ve âlimlerin, kitabullahın muhafazasına memur, onun üzerine gözcü ve murâkıb tayin edildiğini anlıyoruz. Ancak onlar bu vazifede kusur göstermişler ve ilâhî kitapları tahrif edilmiştir. Son ilâhî kitap ise kıyamete kadar bâkî kalacağı için Allah Teâlâ onun muhafazasını kullarına bırakmamış, bizzat kendi üzerine almıştır.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’i nâzil olmadan önce, inzâl buyururken ve indikten sonra dâima muhafaza etmiştir. Değerli, tertemiz, emîn ve kuvvetli meleklerine yazdırmış, yine aynı vasıflara sahip olan Cebrail (a.s.) vâsıtasıyla Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e indirmiştir. Nâzil olmadan evvel Kur’ân, “şerefli ve sâdık yazıcı meleklerin elindeki yüksek, tertemiz ve çok değerli sahifelerde”[2] idi. Levh-i Mahfûz’da, lâyık olmayan her türlü şeyden korunuyordu.[3] Oradan yeryüzüne inerken nasıl korunduğunu da şu âyetlerde görüyoruz:

“Biz onu (Kur’ân’ı) hak olarak indirdik ve o da hak ile indi. Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (el-İsrâ 17/105)

“Biz yakın semayı yıldızların güzelliğiyle bezedik. Ve (onu) her türlü isyankâr şeytanî güce karşı koruduk. Onlar artık o yüce topluluğu dinleyemezler, (bölgeden) uzaklaştırmak için üzerlerine her yönden atış yapılır; ayrıca onlar (âhirette de) bitmez bir azaba çarptırılacaklardır. Ancak, (o yüce topluluktan) bir bilgi kırıntısı kapan olursa onu da delip geçen bir ışık topu kovalar.” (es-Sâffât 37/6-10)

“Hakikaten biz (cinler), göğü yokladık, onu güçlü muhafızlar ve alev toplarıyla doldurulmuş bulduk. Hâlbuki biz (daha önce, göğü) dinlemek için onun oturulabilecek yerlerinde otururduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse kendisini gözetleyen bir alev topuyla karşılaşıyor.” (el-Cin 72/8-9)

“Gaybı O bilir, gizlisini kimseye açmaz; ancak elçi olarak seçtiği başka. Allah, bu elçilerin her türlü durumlarını ilmiyle kuşattığı ve her şeyin sayısını belirlediği halde, Rablerinin mesajlarını tebliğ ettiklerini ortaya çıkarmak için onların önlerinden ve arkalarından gözcüler gönderir.” (el-Cin 72/26-28. Bkz. el-Mülk 67/5)

Kur’an’ın Kıyamete Kadar Korunacağını Bildiren Ayet

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i inişi esnasında cin ve şeytan saldırılarından, indikten sonra azılı müşriklerin tahrifinden koruduğu gibi, kıyâmete kadar da bu korumasına devam edeceğini müjdelemiştir:

“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (el-Hıcr 15/9)

“…Onun kelimelerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Ondan başka bir sığınak da bulamazsın.” (el-Kehf 18/27)

“Kur’ân kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler mutlaka cezalarını göreceklerdir. Şüphesiz o çok değerli ve sağlam bir kitaptır. Ona ne önünden ne de ardından batıl gelemez. O hüküm ve hikmet sahibi, övülmeye layık olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussılet 41/41-42)

Allah Teâlâ, Kitâb-ı Kerîm’ini mucizevî bir kelâm kılmak sûretiyle de muhafaza altına almıştır. Böylece insanlar ve cinler onda herhangi bir tahrif ve ilave yapamadıkları gibi ona benzer bir söz de getirememişlerdir. Böyle bir şeyi yapmış olsalar onların ifadeleri Kur’ân’ın mucizevî ifadelerinden derhal ayrılacağı için aklı başında kimse buna inanmayacaktır. Kur’ân’ın muhteşem üslûbu, muhkem bir kale gibi kuşatarak onu beşer müdahalesinden korumuştur.

Hâsılı bugüne kadar Kurʼân-ı Kerîmʼe yönelik hiçbir şeytânî ve beşerî müdâhale teşebbüsü maksadına ulaşamadığı gibi, kıyâmete kadar da bu tür teşebbüsler, dâimâ neticesiz kalmaya mahkûmdur. Hiçbir insan ve cin şeytanı onu değiştiremez, tahrif edemez, ona herhangi bir bâtıl karıştıramadığı gibi ondan herhangi bir hakkı da eksiltemez.

Bu ilâhî muhafazanın yakın zamandaki bir tecellîsini nakledelim:

17. asırdan beri Avrupalılar, kendi dinlerinin kitabındaki büyük farklılıkları görünce bundan rahatsız oldukları için bu psikoloji içinde Kur’ân üzerinde çalışmaya başladılar. Hattâ bazı müsteşrikler Kur’ân nüshaları üzerinde de benzeri bir çalışmanın yapılmasını üniversitelerine teklif ettiler. Münih Üniversitesi bu teklifi kabul etti ve onun bünyesinde Kur’ân Araştırmaları Enstitüsü kuruldu. Gayeleri dünyadaki mevcut bütün Kur’ân nüshalarının fotoğraflarını imkân nisbetinde toplamak idi. Toplama işini gerçekleştirdikten sonra nüshaları karşılaştırdılar. Bu iş yaklaşık altmış yıl kadar sürdü. Bu enstitünün faaliyetlerini bilen ve bazı üyeleri ile görüşen Muhammed Hamîdullah, bu konuda şu bilgileri vermektedir:

“Ben Fransa’da öğrenci iken 1934 yılında adı geçen Enstitünün müdürü Kur’ân nüshalarının sûretlerini almak için Paris’e gelmişti. Paris’deki Millî Kütüphane’de (Bibliotheque Nationale) Hicrî ikinci asırdan kalan en az iki Kur’ân nüshası mevcuttur. Bu zatı ziyaret etmiş ve meşgul oldukları iş hususunda kendisiyle konuşmuştuk. 1934 yılına kadar toplamış oldukları nüsha sayısının 42 bin olduğunu söyledi. Bu büyük rakam dünyanın çeşitli yerlerinden alınmış muhtelif asırlara ait tam veya noksan nüshaların fotoğraflarını ihtiva ediyordu. 1934 yılında nüshaları karşılaştırmaya devam ediyorlardı. Enstitünün kütüphanesinde Kur’ân tefsirlerini ve kıraat ilmine dair kitapları da toplamışlardı. Zira bunlarda sık sık diğer kırâatlar da zikrolunur. Mesela Fatiha sûresindeki Mâlik ve Melik kırâatları gibi. Onların gayeleri bu bilgileri de toplamaktı.

Daha sonra İkinci Dünya Harbi başladı. Harp sırasında, bir Amerikan bombası Münih Üniversitesi’ndeki bu enstitüye isabet etti. Binanın içinde bulunan şahıslarla birlikte toplanan malzeme de mahvoldu. Fakat bu imha hadisesi, benzer bir teşebbüsü imkânsız hale getirmiş değildir. Zira Münih’te ortadan kalkan nüshalar, Kur’ân nüshalarının asılları değil fotoğrafları idi. Prof. Pretzl, bu enstitünün üçüncü müdürü oluyordu, kendisi de bombardımanda ölmüştü. Enstitüde büyük âlimler ile onların birçok yardımcıları vardı. Bunlardan biri Jeffery adlı Amerikalı bir âlim idi. Bu şahıs, Kur’ân’daki rivayet farklarını bulmaya çalışırdı. Nitekim İbn Ebî Davud’un bu konu ile ilgili “Kitâbu’l-Mesâhif”ini neşretmişti. Jeffery’nin Abdulmuîd Han adlı benim de arkadaşım olan bir talebesi vardı. Jeffery İkinci Dünya Harbi’nden az önce, enstitünün çalışmaları hakkında bazı notlar yayınlamıştı. Ben bu notları göremedim. Bu sıralarda Abdulmuîd Han da vefat etmişti. Yalnız onun bana şifahi olarak naklettiğine göre Jeffery notlarında açıkça şöyle diyordu:

“Biz, şimdiye kadar rivayet farkı göremedik; gördüğümüz, kâtib hatasından ileri gelmiş olan istinsah farklarıdır.”

Biz de meselâ bir mektup yazdığımızda, farkında olmadan hata yaparız. Bazı kâtipler de Kur’ân’ı istinsah ederken yanılarak hatalar yapmışlardır. Buna dair bir misâl verelim: Kur’ân’da “Bismillâhirrahmânirrahîm” yerine “bismillâhirrahman” gördüğümüzde bu, rivayet hatası da olabilir, kâtip hatası da. Bu durum bir tek sûrede ve sûrenin başında vâkî olursa kâtibin hatası olduğuna hükmederiz. Fakat bütün sûrelerde görülürse rivayet hatası sayılır. Bu enstitünün bombardıman edilişine (hatırladığıma göre 1946 senesine) kadar Jeffery, sadece istinsah hatası bulduklarını, rivayet hatası müşahede etmediklerini söylüyor. Bu çalışma sonuçlanmamıştı; muhtemelen karşılaştırmadıkları nüshalar da vardı…

Bu enstitünün çalışması altmış sene devam etmişti; bu çalışmayı bütün Hristiyan ve Yahudi âlemi biliyordu. Çalışmaya çok sayıda âlim katılmıştı. Onların ellerinde olan veya görebilecekleri yerlerde bulunan çok nüsha vardı. Kur’ân’da ihtilaf olsaydı, bu âlimlerin incelemelerinin bunu ortaya koyması gerekirdi. Bunu göstermenin, kendilerince ciddî sebepleri de vardı. İncil’de iki yüz bin varyant bulmuşlardı; Kur’ân’da da fark bulmaya muhtaç idiler. Kur’ân’da bu farkları bulsalardı “İşte bakın! Kur’ân’a da güvenilmez, onda da ihtilâflar var” der gibilerden, farkları ifşa etmeleri gerekirdi.[4]

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i muhâfaza etme vaʻdini gerçekleştirmek için önce onun okunup ezberlenmesini kolaylaştırmış,[5] onu en gelişmiş dilde indirmiş, onun için hâfızası ve anlayışı kuvvetli, niyeti sağlam, istikâmet üzere güçlü bir ümmet yaratmıştır. Her devirde mevcut olan bu insanlar Kur’ân’ın okunması, ezberlenmesi, yazılması ve matbaada tab edilmesi esnâsında âzamî hassâsiyeti göstermişlerdir. Meselâ Emevîler zamanında devlet; Âsım el-Cahderî, Nâciye bin Rumh ve Ali bin Asmaʻı insanların okumak için kopyaladıkları şahsî Mushafları inceleyerek içinde hatâ bulunanları imha etmekle vazifelendirmiştir.[6]

Daha sonra da muhtelif heyetler kurularak Mushafların okunması, yazılması ve çoğaltılması kontrol edilmiştir. Mesela son olarak Türkiye’de “Mushaflar ve Dîni Eserler Tedkîk Heyeti” nâmı ile ilmî, resmî bir müessese kurulmuştur ki başlıca vazifesi, Kur’ân’da yazım hatasının zuhuruna fırsat vermemek­tir. Bu sebeple, her asırda yüz binlerce hâfızın ezberlediği ve milyonlarca matbu ve yazma nüs­haları bulunan Kur’ân-ı Kerîm’in velev bir harfinin olsun değiştirilmesine ihtimal yoktur. Bazı Mushaflarda matbaa hatası olsa bile bunun derhal tashih edileceği şüphesizdir. Bir de İslâm âleminde “İlmü Resmi’l-Kur’ân” ismiyle bir ilim tedvin edilmiştir. Bu ilim, Mushaflara mahsûs hatt-ı ıstılâhî ile kıyâsî olan resm-i hat arasında hangi kelimelerde muhalefet bulunduğunu ve bunun hikmetini göstermektedir. Bu ilmin gâyesi ve faydası pek yüksek olduğundan öğretilmesi ve öğrenilmesi farz-ı kifâye kabul edilmiştir.[7]

Dipnotlar:

[1] Ebü’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an hakâiki gavâmızı’t-Tenzîl ve uyûni’l-ekâvîl fî vücûhi’t-te’vîl (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, 1407), 1: 636-637. [2] Abese 80/13-16. [3] el-Vâkıa 56/77-79. [4] Bkz. Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, “The Practicability of Islam in This World”, Islamic Cultural Forum (Tokyo, Nisan 1977), s. 15; a.mlf., Kur’ân-ı Kerim Târihi Ders Notları (Erzurum 1978), s. 10-11; A. Jeffery, Materials, Preface (Leiden 1937), s. 1; Muhammed Mustafa el-A‘zamî, Kur’an Tarihi (İstanbul: İz Yayıncılık, 2006), s. 260; Celâl Kırca, Kur’ân ve Bilim (İstanbul 1997), s. 114-116. [5] el-Kamer 54/17. [6] İbn Kuteybe, Tevîlü müşkili’l-Kur’ân (Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts.), s. 37. [7] Bkz. Ömer Nasûhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, İstanbul 1973, I, 27.

Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları