Kuran'da İlim Hangi Vasıfta Zikredilir?

İbadet Hayatımız

Kuran'da ilim hangi vasıfta zikredilir? Mârifetullah ve takvâdan nasîb alamamış bir insanın akıbeti nedir?

Kur’ân-ı Kerîm’de “ilim” tâbiri, kişiyi Allah karşısında takvâ ve haşyet duygularına sevk eden bir vasıfta zikredilmektedir. Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9)

Şayet bir kimsede mârifetullah ve onun neticesi olarak takvâdan eser yoksa, isterse on tane fakülte bitirmiş, kütüphaneler dolusu kitap okumuş, çantasını diploma tomarlarıyla doldurmuş olsun, Allah indinde câhil demektir.

Zira cehâlet, dünyevî bilgileri bilmemek değildir. Asıl cehâlet, Cenâb-ı Hakkʼı bilmemektir. Yani Allâhʼın lûtfuyla var olup yine Oʼnun nîmetleriyle perverde olduğu hâlde, bütün bu nîmetleri bahşeden yüce kudreti yeterince tanımamaktır.

Nitekim Cenâb-ı Hak, insanın menfî husûsiyetlerine dâir, âyet-i kerîmede;

“…Muhakkak ki o (insan), zalûm (çok zâlim) ve cehûl (çok câhil)dir.” (el-Ahzâb, 72) buyuruyor.

Mârifetullah ve takvâdan nasîb alamamış bir insan “zalûm”dur; en büyük zulmü de kendine yapar; zira ebedî istikbâlini kendi eliyle mahveder.

İkinci olarak da “cehûl”dur. Yani “Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, geliş niye, gidiş niye, bu akış nereye?..” bunların tefekküründen uzaktır. Sayısız hikmet tecellîleriyle dolu bu cihan dershânesinde en büyük cehâlet, Allâhʼı unutmaktır.

Maalesef bugünkü seküler ilim anlayışı, Allâh’ın kâinâta koyduğu maddî ve fizikî kanunların, yani aslında kevnî âyetlerin keşif ve tespitinden öteye geçmiyor. Böylece o kanunları yaratan Allâh’ı bilmek demek olan “mârifetullah” safhası, yani işin özü ve âdeta can damarı göz ardı ediliyor. Topluma ilâhî sanatın tezâhürleri anlatılıp bunların Sanatkâr’ı olan Allâh’a kalben intikâlin eğitimi verilmiyor. Böylece, yarım ve noksan bir ilim anlayışı oluşturuluyor.

Hâlbuki mâneviyattan mahrum bir şekilde, tek taraflı verilen eğitim, noksandır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, eğitimde madde ve mânâ dengesini sağlamak elzemdir.

Günümüzde, üniversiteyi bitirmiş, yüksek tahsil yapmış, bilgili, kültürlü nice gençler görüyoruz. Fakat ne hazindir ki Kur’ân ve Sünnet kültüründen yeterince haberleri yok. Yaptıkları tahsilin de, Kur’ân ve Sünnet’te medhedilen “ilim” olduğunu zannediyorlar.

Hâlbuki insanın zihnini ve kalbini Allâh’a götürmeyen, O’nun kudret ve azametini idrâke ulaştırmayan bilgiler, kişiye belki bu dünyada bir etiket ve meslek kazandırır, fakat onu ebedî saâdete eriştiremez. Kişiyi Hak katında makbul kılacak olan, onun diploması değil, kalbindeki takvâsıdır.

Dolayısıyla dînî tahsil bile olsa, zemininde takvâ hassâsiyeti yoksa, yani dînî ilimler de sırf akılla okunup kalben hazmedilmemişse, bu da bir nevî “faydasız ilim” mâhiyetindedir.

Zira dînî tahsil; ne marangozluk, ne demircilik, ne inşaatçılık mesleklerinin tahsiline, ne de mâneviyattan uzak akademik kariyer çalışmalarına benzer. Cenâb-ı Hakkʼın dînini tahsil etmek, ilme ilâveten irfân ister, hâl ister, amel ister, muhabbet ister, edep ve tâzim ister.

İlim, hâl ile kıymet kazanır; hâl de muhabbetle elde edilir. Bir mekanik ilmi öğrenir gibi dînî ilimler öğrenilemez. Aksi hâlde buz üzerine yazılan bir yazı gibi, Güneş vurduğu zaman erir gider.

Şunu da unutmayalım ki dindar olmak, dinle ilgili bütün meseleleri ezbere bilmek değildir. Farzları, vâcipleri, sünnetleri saymakla, birkaç kitaptan imtihan olup geçmekle, dînî tahsil kemâle ermiş olmaz. Dünyevî bir ilim veya mesleği öğretir gibi dîn öğretilemez.

Meselâ Siyer-i Nebî, kuru bir kronoloji bilgisinden ibaret değildir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nerede doğdu, ne zaman hicret etti, hangi savaşları yaptı, ne zaman vefât etti, gibi kitâbî bilgiler, Siyer-i Nebî’yi bilmek değildir. Böyle zâhirî bilgilerden ibâret bir Siyer tahsili, insanların hayatlarına müsbet bir yön verme hususunda, arzu edilen neticeyi temin edemez.

Asıl Siyer tahsili, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sergilediği örnek davranışları, güzel ahlâkı, Kur’ân’ı tâlim aşkını, İslâmʼı tebliğ gayretlerini; ibret nazarıyla okumak, anlamak ve yaşamaya çalışmaktır. O’nun hissiyâtından, fikriyâtından, istikâmetinden, gönül dokusundan hisseler almaya gayret göstermektir.

Aksi hâlde sırf zihinde arşivlenip kalbe inmeyen, îman, ibadet, ahlâk ve davranışları güzelleştirmeyen bir dînî ilim tahsili bile “faydasız ilim” muhtevâsına girmekten kurtulamaz.

Bunun içindir ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dâimâ, Allah’tan faydalı ilim istemiş ve faydasız ilimden Oʼna sığınmıştır. [Müs­lim, Zi­kir, 73.]

Mevlânâ Hazretleriʼnin şu îkâzı ne kadar mânidardır:

“Çok âlim vardır ki irfandan nasîbi yoktur. (Bilgileri zihnine istifleyerek) ilim hâfızı olmuştur da, (kalben sığ kaldığı için) Allâh’ın sevdiği bir dostu olamamıştır!”

Rabbimiz, rızâ ve muhabbetine vesîle olacak bir ilim ve irfan tahsilini, bizlere de nesillerimize de nasip ve müyesser eylesin. Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Ekim, Sayı: 464