Kuran'da Takva'nın Fazileti ve Önemi
Takvanın önemi ve fazileti nedir? Takvanın faydaları nelerdir? Takvaya nail olabilmek için neler yapmalıyız? Takva sahibi kimselerin özellikleri nelerdir?
Kur’ân-ı Kerîm’de “takvâ” kelimesi, muhtelif kalıplarda yaklaşık 258 defa zikredilir. Bu durum, mü’minler için takvânın ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.
Cenâb-ı Hak; itikatta, ibadette, muâmelâtta, yani hayatın her safhasında, hattâ her nefeste hakkıyla takvâ sahibi olmamızı arzu etmektedir.[1]
Takvâ; yasaklarından kaçınmak, emirlerine sarılmak sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girmek, Allah’a sığınmak demektir. O, celâl sahibi yüce Allah’ın gazabından ve azâbından korkarak, rahmetinin gölgesine girmeye gayret etmek demektir.
Takvâ; iki cihan saadetimize vesile olan Kur’ân ve sünnetteki yüce talimatları; âile hayatı, ticarî hayat, içtimaî hayat... gibi hayatın her safhasına intikal ettirmektir.
Takvâ; dinî hükümleri heyecan, vecd ve istiğrak içinde îfâ edebilmektir. Yani Allah’ın emir ve yasaklarına riâyette titizlik göstermek, bilhassa günahlardan şiddetle kaçınmaktır.
Takvâ; Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden kalbin korunmasıdır. Aynı zamanda Allah’a yakınlaştıracak her şeye de yakınlık ve muhabbet içinde olmaktır.
Takvâ sahibi mü’min, Allah’ın koyduğu harâm sınırlarına yaklaşmaz.[2]
Takvâ sahibi mü’min, helâl ve hoş olan rızıklardan yer.[3]
Takvâ sahibi mü’min, malını Allah yolunda infâk ederek temizlenir ve kendisini cehennem azâbından korur.[4]
Takvâ sahibi mü’min, sâdıklarla beraber olur.[5]
Takvâ sahibi mü’min, dînî sembollere tâzim gösterir.[6]
Takvâ sahibi mü’min, âhirete ne hazırladığını sık sık kontrol eder.[7]
2.1. Kıymet Ölçüsü: Takvâ
İnsanın Allah katındaki değeri, takvâsı nisbetindedir. Cenâb-ı Hak bunu şöyle beyan buyurur:
“…Muhakkak ki Allah katında en değerli ve en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır.” (el-Hucurât 49/13)
Bu âyet-i kerîmenin nüzûlüne sebep olan ve müttakî kulların, hem Allah hem de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz nezdinde ne kadar kıymetli olduğunu gösteren şu hâdise pek ibretlidir:
Allah Rasûlü (s.a.v) birgün Medîne-i Münevvere’deki çarşılardan birisine uğramıştı. Çarşıda siyahî bir köle müzâyede ile satılıyordu. Köle:
“–Beni alacak olan kişiye bir şartım var!” diyordu. Alıcılardan birisi:
“–Nedir o şart?” diye sordu. Köle:
“–Benim farz namazları Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in arkasında kılmama mânî olmayacak!” dedi.
Adam bu şartı kabul ederek köleyi satın aldı. Rasûlullah (s.a.v) her namazda gözüyle bu köleyi arardı. Birgün yine baktı fakat göremedi. Sahibine:
“–Kölen nerede?” diye sordular. Sahâbî:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, o hummaya yakalandı” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ashâbına:
“–Kalkın onu ziyarete gidelim!” buyurdular. Birlikte kalktılar ve siyâhî kölenin yanına gidip geçmiş olsun ziyaretinde bulundular. Birkaç gün sonra Allah Rasûlü (s.a.v) kölenin sahibine:
“–Kölenin hâli nasıl?” diye sordular. Sahâbî:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, onun ölümü yakındır!” cevâbını verdi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) kalkıp kölenin yanına gittiler ve ölmek üzereyken yanına vardılar. Köle o esnâda vefât etti. Peygamber Efendimiz onun yıkanması, kefenlenmesi ve defnedilmesiyle bizzat ilgilendiler. Ashâb-ı kirâm bu duruma çok şaşırdılar. Muhâcirler:
“–Biz vatanımızı, mallarımızı, âilemizi terk edip buralara geldik; hiçbirimiz şu kölenin Rasûlullah’tan gördüğü îtibârı ne hayatında ne hastalığında ne de ölümünde görmedi!” dediler. Ensâr da:
“–Allah Rasûlü’nü barındırdık, yardım ettik ve mallarımızla onu destekledik ama habeşli bir köleyi bize tercih etti” diye düşündüler. İşte bunun üzerine yukarıda geçen Hucurât Sûresi’nin 13. âyet-i kerimesi nâzil oldu. Onlara, bütün insanların aynı anne babanın evlâtları olduğu hatırlatılarak faziletin takvâ ile ölçüldüğü ve takvânın ne kadar üstün bir haslet olduğu anlatıldı.[8]
Yine Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Asıl birr (iyilik ve hayrın kemâli), gerçek takva sahibi olan kimsenin davranışıdır.” (el-Bakara 2/189)
2.2. Takvâ’ya Nâil Olabilmek İçin
Yukarıdaki âyet-i kerîmeler, mü’minler için en faydalı hasletin takvâ olduğunu göstermektedir. Ancak, takvâya nâil olabilmek için de insanda bir azim ve gayretin olması zarûrîdir. Nitekim Hz. Ömer (r.a) buna işaretle:
“Günahlardan korunmaya çalışmayan kimse, korunup takvâya erdirilmez” buyurmuştur.[9]
Hz. Ömer’in takvâya erme husûsundaki gayretini Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:
“Ömer bin Hattab’ın sesini işittim. Hemen yanına çıktım. Bu esnâda o da bir bahçeye girmişti. Aramızda bir duvar vardı. Bahçenin içinde kendi kendine şu telkini yaptığı işitiliyordu:
«Ömer bin Hattab, Mü’minlerin Emîri! Bak dikkat et, dikkat et!.. Vallâhi ya Allah’a karşı takvâ sahibi olursun ya da sana azap eder».”[10]
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu hususta bize bâzı duâlar da tâlim etmişlerdir. O:
“Allah’ım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim!” diye Allah’a yalvarırlardı.[11]
Yolculuğa çıkarken:
“…Ey Allah’ım! Biz, bu yolculuğumuzda senden iyilik ve takvâ, bir de râzı olacağın ameller işlemeyi nasip etmeni dileriz” diye dua ederlerdi.[12]
Kendileri takvâ mertebelerine ulaşmaya gayret eden mü’minler, diğer kardeşlerinin de böyle güzel bir hayatı öğrenip yaşamalarına yardımcı olmalıdırlar. Yani mü’minler, elbirliğiyle takvâya sarılmalı, takvâyı öğrenmeli, takvâyı yaşamalı ve takvâyı yaşatmalıdırlar. Yüce Rabbimiz şu tavsiyede bulunur:
“…İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın! Allah’a karşı takvâ sahibi olun! Çünkü Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.” (el-Mâide 5/2)
2.3. Takvâ’nın Faydaları
Takvâ, insanı Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine nâil eyler. İnsan, kalbini takvâ hissiyâtı ile doldurup amellerini takvâ üzere yaparsa Allah Teâlâ’nın sevdiği bir kul hâline gelir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Her kim ahdine vefâ gösterir ve takvâ sahibi olursa, şüphe yok ki Allah müttakîleri sever.” (Âl-i İmrân 3/76. Krş. et-Tevbe 9/4)
Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî (r.a), Uhud’da Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte savaşmışlar ve yaralı olarak Medîne’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü’nün düşmanı takip için müslümanları dâvet ettiğini işittikleri zaman:
“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah (s.a.v)’in bulunduğu bir seferi de kaçırmak istemeyiz” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın gâh yürümesine yardım etti, gâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Allah Rasûlü’nün yanından ayrılmadılar.[13] Onlar gibi böylesine büyük fedakârlıklar sergileyen başka sahâbîler de vardı. Cenâb-ı Hak, bu mübârek sahâbîleri iltifât-ı ilâhîsine mazhar kılarak şöyle müjdeledi:
“Yara aldıktan sonra yine Allah’ın ve Peygamber’in emrine icâbet edenler; mü’minler içinde bilhassa böyle ihsân ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir ecir vardır.” (Âl-i İmrân 3/172)
Cenâb-ı Hak, takvâ sahibi kullarıyla beraberdir. Âyet-i kerimelerde bu husus tekrar tekrar hatırlatılır ve:
“Allah’a karşı takvâ sahibi olun ve şunu bilin ki Allah Teâlâ müttakîlerle beraberdir” buyrulur.[14]
Cenâb-ı Hak bir kulunu sevip onunla beraber olduğunda, onun gören gözü, konuşan dili, işiten kulağı, akleden kalbi, tutan eli, yürüyen ayağı olur[15], onu akla hayâle gelmeyen maddî-mânevî nîmetlerle rızıklandırır ve bütün işlerini âsân eyler. Ona basîret ve firâset ihsân eder. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (el-Aʻrâf 7/201)
“Ey îmân edenler! Eğer Allah’a karşı takvâ sahibi olursanız, O size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış (furkân) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi mağfiret eder. Allah büyük lûtuf sahibidir.” (el-Enfâl 8/29)
Büyük müfessir Mücâhid, bu âyette geçen “furkân”ı, “dünya ve âhirette çıkış yolu verir”[16] diye tefsir ederken, Tüsterî (ö. 283/896), “dinde bir nûr verir, sizi hak ile batıl arasındaki şüphelerden kurtarır” manasını vermiştir.[17] Kelbî (ö. 146/763) “size bir basîret verir” diye açıklamıştır.[18]
Kuşeyrî (ö. 465/1072) âyette geçen furkān’ı, hak ile batılı ayıran bol ilim ve kuvvetli ilham diye tefsir ederek, âlimlerin furkānının burhandan (delilden) geldiğini, âriflerin furkānının ise ilâhî bir mevhibe olduğunu, âlimlerin bunu çalışarak elde ettiklerini, âriflere ise Rablerinin cömertliği gereği ihsan edildiğini söylemiştir.[19]
İbn Cüzey (ö. 741/1340) furkān’ın hak ile batıl arasındaki ayrım olduğunu söyledikten sonra “Bu, takvanın kalbi nurlandırdığına, sadra inşirah verdiğine, ilmi ve marifeti artırdığına bir delildir” açıklamasını yapar.[20]
Hâzin (ö. 741/1341) bu âyeti, “Kalbinize bir nûr ve tevfîk verir, onunla hak ile batılın arasını ayırırsınız” şeklinde açıklar.[21]
İbn Kesîr (v. 774/1373) furkān’ın farklı manalarını verdikten sonra şöyle der: İbn İshâk’tan gelen şu tefsir öncekilerden daha umumîdir ve onların hepsini gerektirir: Kim Allah’ın emirlerini yaparak ve yasaklarını terkederek ondan sakınırsa (takvâ), hakkı tanıyıp batıldan ayırmaya muvaffak kılınır. Bu da onun zafer kazanması, kurtulması, dünya işlerinden bir çıkış yolu bulması, kıyamet günü saadete ermesi, günahlarının silinip insanlardan örtülmesi ve Allah’ın bol sevabına nail olmasının sebebidir. Zira Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler; Allah’a karşı gelmekten sakının ve peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”[22]
Ebû Zer (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v) bir gün:
«–Ben öyle bir âyet biliyorum ki, şayet insanların tamamı onunla amel etseydi, hepsine de kâfi gelirdi» buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:
«–Ey Allah’ın Rasûlü, bu hangi âyettir?» diye sordular. Allah Rasûlü r:
«Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış ve kurtuluş yolu ihsan eder»[23] âyetini tilâvet buyurdular.”[24]
Cenâb-ı Hak, bunun akabinde gelen âyetlerde takvâ sahiplerine lûtfedeceği ihsanları şöyle zikreder:
“(Kim takvâ sahibi olursa, Allah Teâlâ) onu hiç beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (et-Talâk 65/2-3)
“…Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, Allah ona işinde bir kolaylık verir. İşte bu, Allah’ın size indirdiği buyruğudur. Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını artırır/çok büyük ecirler ihsân eder.” (et-Talâk 65/4-5)
Dünya hayatındaki bereketler de takvâya bağlıdır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Eğer o memleketlerin ahâlisi îmân edib Allah’a karşı takvâ sahibi olsalardı mutlakâ üzerlerine yerden ve gökten bereketler açardık. Lâkin yalanladılar, biz de yaptıkları yüzünden onları yakalayıverdik.” (el-Aʻrâf 7/96)
Âyet-i kerîmelerde, takvâ ehline bahşedilecek başka mükâfâtlardan da bahsedilir. Bunlar:
- Cenâb-ı Hakk’ın medh ü senâsına,[25] dostluğuna,[26] rahmetine[27] ve düşmanlara karşı yardımına[28] nâil olmak,
- Amellerin ıslah edilerek günahların bağışlanması[29],
- Âhiretin korku ve hüzünlerinden kurtulup ölüm anında müjdeyle karşılanmak[30],
- Cehennem azabından kurtulup[31] cennette ebedî saâdete vâsıl olmaktır.[32] Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanın cennete girmesine en çok sebep olan şey, onun Allah’a karşı takvâ sahibi olmasıdır.”[33]
Allah Teâlâ takvâ sâhibi kullarına Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok müjdeler vermiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Dünya ve âhirette ikramlara mazhar olmak,[34] Allah’ın yardımına nâil olup zaferler kazanmak,[35] ilim ve hikmet sahibi olmak,[36] günahların örtülmesi, ecrin büyük olması, işlerin kolaylaşması, üzüntü ve sıkıntıdan çıkış, emniyet ve rahatlık içinde bol rızka nâil olmak,[37] mağfiret ve rahmet,[38] azap ve cezadan kurtuluş,[39] başarıya erme ve korunma, Allah’ın onun sâdıklar zümresinden olduğuna şâhitlik etmesi,[40] Allah katında en değerli kul olma,[41] Allah’ın muhabbetine nâiliyet,[42] felâha ermek,[43] Allah’a vâsıl olmak ve O’na yakınlık kazanmak,[44] çektiği sıkıntıların ecrine nâil olmak,[45] sadaka ve hayırlarının kabul edilmesi,[46] kalp safâsı ve seçkin kullardan olmak,[47] kulluğun kemâline ulaşmak,[48] cennetleri ve pınarları kazanmak,[49] emîn bir makâma ulaşmak, âhiret sıkıntılarından emîn olmak,[50] insanlardan üstün olmak ve izzet sahibi olmak,[51] cezalandırma korkusundan ve hüzünden kurtulmak,[52] gencecik ve aynı yaşta zevceler,[53] Cenâb-ı Hakk’a yakınlık, ona kavuşmak ve O’nu görmek (kurb, likâ ve rü’yet).[54]
Rabbimizʼin katında âhiret saadeti, müttakîlere mahsustur.[55] Cennetler, pınarlar, nehirler, gölgeler ve her türlü nîmetler onlar için hazırlanmıştır.[56] Allah Teâlâ cennetlerde takvâ ehline bahşedeceği idrâk ötesi makamları şöyle tasvir eder:
“Allah’a saygısızlıktan sakınanlar ise Rablerinin kendilerine verdiklerini alarak cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. Çünkü onlar daha önce güzel davranışlar içindeydiler. Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı. Seher vakitlerinde Rablerinden bağışlanmalarını dilerlerdi. Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı.” (ez-Zâriyât 51/15-19)
“Şüphesiz müttakîler cennetlerde ve ırmak kenarlarında nûr içindedirler. Kudretine nihâyet olmayan padişahlar padişahının yüce huzûrunda doğrulara has sadâkat meclisindedirler.” (el-Kamer 54/54-55)
“Şüphesiz (o gün) takvâ sahipleri, gölgeliklerde ve pınar başlarında, canlarının çektiğinden çeşit çeşit meyveler arasında olacaklardır. (Kendilerine:) «İşlediklerinizin karşılığı olarak şimdi âfiyetle yeyin için» (denir). İşte, biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız. O gün, (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!” (el-Mürselât 77/41-45)
Takvâ ehli mü’mini Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de sever. Nitekim O şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz benim dostlarım müttakîlerdir.”[57]
“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allah’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.”[58]
O hâlde dünyada bereketlere nâîl olmak, âhirette cehennemden kurtulup ebedî cennet nîmetlerine nâîl olmak takvâ ile mümkün olabilmektedir. Yani Allah’ın farzlarına, Rasûlü’nün sünnet-i seniyyesine hassâsiyetle sarılmaya, geçmiş günâhlar sebebiyle Allah’tan korkarak tevbeye koşmaya ve ömrün kalan kısmını dikkatli yaşamaya bağlıdır.
Yüce Rabbimiz bütün bunları öz olarak şöyle ifâde buyurur:
“Her kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’na karşı takvâ sahibi olursa, işte asıl kazananlar bunlardır.” (en-Nûr 24/52)
Dipnotlar:
[1] Âl-i İmrân 3/102.
[2] el-Bakara 2/187.
[3] el-Mâide 5/88.
[4] el-Leyl 92/17-18.
[5] et-Tevbe 9/119.
[6] el-Hacc 22/30, 32.
[7] el-Haşr 59/18.
[8] Vâhıdî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 411-412.
[9] Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 371.
[10] Muvatta’, Kelâm, 24.
[11] Müslim, Zikir, 72; Tirmizî, Deavât, 72; İbn Mâce, Duâ, 2.
[12] Müslim, Hac, 425; Ebû Dâvûd, Cihad, 72; Tirmizî, Deavât, 45-46.
[13] İbn Hişâm, 3: 53.
[14] Bkz. el-Bakara 2/194; et-Tevbe 9/36; en-Nahl 16/128.
[15] Buhârî, Rikâk, 38. Ayrıca bkz. İbn Mâce, Fiten, 16; Ahmed, 6: 256; İbn Hibbân, Sahîh, 2: 58/347; Taberânî, Kebîr, 8: 221/7880; Heysemî, 2: 248.
[16] Tefsîru Mücâhid, s. 354.
[17] Ebû Muhammed Sehl b. Abdillâh et-Tüsterî, Tefsîrü’l-Ķur’âni’l-azîm (Tefsîrü’t-Tüsterî), thk. Muhammed Bâsil Uyûn es-Sûd (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1423/2002), s. 71.
[18] Saʻlebî, 4: 348.
[19] Ebü’l-Kāsım Zeynülislâm Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, thk. İbrahim el-Besyûnî (Mısır, el-Hey’etü’l-Mısrıyyetü’l-Âmme li’l-Kütüb, ts.), 1: 619.
[20] İbn Cüzey, Ebü’l-Kāsım Muhammed b. Ahmed el-Gırnâtî, et-Teshîl li-ulûmi’t-Tenzîl, thk. Abdullah el-Hâlidî (Beyrut: Dâru’l-Erkam b. Ebi’l-Erkam, 1416), 1: 325.
[21] Ebü’l-Hasen Alâüddîn Alî b. Muhammed b. İbrâhîm el-Hâzin, Lübâbü’t-te’vîl fî meʻâni’t-Tenzîl, tash. Muhammed Ali Şâhin (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1415), 2: 306.
[22] el-Hadîd 57/28; İbn Kesîr, 4: 43.
[23] et-Talâk 65/2.
[24] İbn Mâce, Zühd, 24.
[25] Âl-i İmrân 3/186.
[26] Yûnus 10/62.
[27] el-Aʻrâf 7/156.
[28] Âl-i İmrân 3/120.
[29] el-Ahzâb 33/70-71.
[30] el-Aʻrâf 7/35; Yûnus 10/63.
[31] Meryem 19/71-72; ez-Zümer 39/61; el-Leyl 92/17.
[32] Âl-i İmrân 3/133.
[33] Ahmed, 2: 392, 442; Beyhakî, Şuab, 7: 290. Krş. Tirmizî, Birr, 62/2004; İbn Mâce, Zühd, 29.
[34] Yûnus 10/62.
[35] en-Nahl 16/128.
[36] el-Enfâl 8/29.
[37] et-Talâk 65/2-5.
[38] el-Enfâl 8/69.
[39] Meryem 19/72.
[40] el-Bakara 2/177.
[41] el-Hucurât 49/13.
[42] Âl-i İmrân 3/76; et-Tevbe 9/4, 7.
[43] el-Bakara 2/189; Âl-i İmrân 3/130, 200.
[44] el-Hac 22/37.
[45] Yûsuf 12/90.
[46] el-Mâide 5/27.
[47] el-Hac 22/32.
[48] Âl-i İmrân 3/102.
[49] el-Hıcr 15/45; ed-Duhân 44/52; ez-Zâriyât 51/15; el-Mürselât 77/41;
[50] ed-Duhân 44/51.
[51] el-Bakara 2/212.
[52] el-A‘râf 7/35.
[53] en-Nebe’ 78/31-33.
[54] el-Kamer 54/55. Bkz. Ebü’t-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya’kūb el-Fîrûzâbâdî, Besâiru zevi’t-temyîz fî letâifi’l-Kitâbi’l-Azîz, thk. Muhammed Ali en-Neccâr (Kâhire: el-Meclisü’l-Aʻlâ li’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, 1393-1416), 2: 301-303.
[55] ez-Zuhruf 43/35.
[56] er-Raʻd 13/35; el-Hıcr 15/45; ed-Duhân 44/51-55; ez-Zâriyât 51/15; et-Tûr 52/17; el-Kamer 54/54; el-Kalem 68/34; el-Mürselât 77/41; en-Nebe’ 78/31-36.
[57] Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242.
[58] Ahmed, 5: 235; Heysemî, 9: 22.
Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları
YORUMLAR