Kur’ân’ı Anlamak ve Yaşamak Ancak Sünnet’le Mümkündür
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in en mühim vazifesi kendisine gelen vahyi derhal okuyup tebliğ etmek, gerektiğinde tefsir ve beyân etmek, emrolunduğu şekilde istikâmet üzere amel etmek ve yaşamaktı. Bu sebeple Kuran'ı yaşamanın yolu sünnetten geçmektedir.
Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafâ’yı (s.a.v) insanlığı irşad edip doğru yola çağırması için son elçisi olarak vazifelendirmiştir. Bunu bize şu âyetlerde haber verir:
“Yâ-sîn. Hikmet dolu Kur’ân’a andolsun ki, sen kesinlikle dosdoğru bir yolda yürümek üzere gönderilmiş peygamberlerden birisin.” (Yâsîn 36/1-4)
“Muhammed Allah’ın rasûlüdür.” (el-Fetih 48/29)
Alemlere Rahmet Olarak Gönderdik
Allah Teâlâ, Muhammed (a.s)’ı, başta iman edenler[1] olmak üzere bütün âlemlere olan rahmeti sebebiyle ve o bütün âlemlere rahmet olsun diye gönderdiğini bildirmektedir:
“Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ 21/107)
O, kendisine tabi olan, getirdiği hidayetle doğru yolu bulan, Rabbinin katından getirdiği şeyleri tasdik eden kimseler için hem dünyada hem de âhirette bir rahmettir. Zira Allah bu insanları onunla hem önceki kavimlerin başına gelen dünyevî azaplardan hem de dalaletten kurtarmış ve ona ittiba etmeleri sebebiyle kendilerini cennetlerine koyacağını vaad etmiştir.[2] Rasûlullah (s.a.v) kâfirler için bile rahmettir. Her ne kadar âhirette ondan istifade edemeseler de dünyada, peygamberlerini yalanlayan önceki kavimlere âcilen isabet eden yere batırılma, gökten üzerlerine taş yağması gibi toplu belâlardan korunmuşlardır.[3]
Müminlere Karşı Şefkatli ve Merhametli
Allah Teâlâ, Rasûlü’nü bilhassa mü’minlere çok düşkün, çok şefkâtli ve merhametli kılmıştır:
“Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir, size çok düşkündür, mü’minlere karşı şefkat ve merhamet doludur.” (et-Tevbe 9/128)
Yüce Rabbimiz onu kıyâmete kadar gelecek tüm insanlığa peygamber yapmış ve bizlere ona inanmayı, itaat ve ittiba etmeyi farz kılmıştır.[4] Kendisini sevmeyi de ona ittibaya bağlamıştır:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. De ki: Allah’a ve Rasûle itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân 3/31-32)
Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne İtaati Kendisine İtaat Saymıştır
Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne itaati kendisine itaat saymıştır:
“Rasûl’e itaat eden Allah’a itaat etmiş olur, yüz çevirenlere gelince seni onlara bekçi olarak göndermedik.” (en-Nisâ 4/80)
Allah Teâlâ pekçok âyette Rasûlü’ne itaat ve ittibâyı bilhassa vurgular ki bunların birinde şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre (âlimlere, idarecilere) de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bir meseleyi hemen Allah’a ve Peygamber’e götürün. Böyle yapmanız, elde edilecek sonuç bakımından hem daha hayırlı ve hem de en güzelidir.” (en-Nisâ 4/59)
Allah’a itaat etmek, O’nun vahiyle bildirdiği emir ve hükümlerine itaat etmek demektir. Peygambere itaat ise onun hadislerine ve sünnetine uymayı gerektirir. Âyette “itaat edin” emrinin hem Allah, hem de Rasûlü için tekrar edilmesi bunu açıkça gösterir. Zâten Rasûlullah (s.a.v) de Kur’ân’da yer almayan hususların çoğunda yine Allah’tan aldığı sünnet vahyi istikametinde hareket ediyor, kendi ictihadıyla yaptığı işler ve açıklamalar ise ilâhî kontrol altında bulunuyordu. Kendi ictihadıyla verdiği hükümler isabetli ise ilâhî tasdike mazhar oluyor, hatalı ise derhal düzeltiliyordu. Kur’ân ve sünnette bunun pek çok örneği yer alır. Zira bir peygamberin hata üzere bırakılması hikmete uygun değildir. Bu durumda hem Kur’ân hem de sünnette yer alan hükümlerin hepsinin de ilahî kaynaklı olduğunu, Allah Rasûlü’nün kendi görüşlerinin de en azından Allah’ın tasdikine mazhar olduğunu söylememiz mümkündür. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Rasûlüm! Doğrusu biz, ilâhî gerçekleri ortaya koyan bu kitabı sana, insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm veresin diye indirdik.” (en-Nisâ 4/105)
Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ı Allah’ın Kendisine Öğrettiği Şekilde Tefsir Etmiştir
Yani Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ı Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde tefsir etmiştir. Bu sebeple Allah (c.c), onun verdiği hükümleri içimizde hiçbir sıkıntı hissetmeden tam bir teslimiyetle kabul etmemizi emreder:
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (en-Nisâ 4/65)
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman mü’minlerin yegâne sözü ancak: «Baş üstüne! İşittik ve itaat ettik» şeklinde olur. İşte kurtuluşa erecek olanlar, yalnız bunlardır.” (en-Nûr 24/51)
“Bir mü’min erkek veya bir mü’min kadının, Allah ve Rasûlü bir emir ve hüküm verdiklerinde artık işlerinde bundan başkasını seçme hakları olamaz. Allah’ın ve Rasûlünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.” (el-Ahzâb 33/36)
Allah Teâlâ, insanların, Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmelerinin ve elçisine karşı saygıda kusur etmelerinin son derece tehlikeli olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin, Allah’a itaatsizlikten sakının! Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir. Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden fazla çıkarmayın, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider.” (el-Hucurât 40/1-2)
Ona saygısızlık etmek bu kadar tehlikeli ise muhalefet etmek, emirlerine karşı gelmek kim bilir insanı hangi uçurumlara sürükler. Yüce Rabbimiz şöyle îkâz eder:
“Rasûlün çağrısını aranızda, birinizin diğerini çağırması gibi görmeyin. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri Allah elbette bilir. Onun emrine aykırı davrananlar başlarına ya bir belânın gelmesinden yahut can yakan bir cezaya çarpılmaktan korksunlar!” (en-Nûr 24/63)
RASÛLULLAH (S.A.V) EFENDİMİZ’İN EN MÜHİM VAZİFESİ
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in en mühim vazifesi kendisine gelen vahyi derhal okuyup tebliğ etmek, gerektiğinde tefsir ve beyân etmek, emrolunduğu şekilde istikâmet üzere amel etmek ve yaşamaktı. Şimdi bunları maddeler hâlinde biraz açalım:
-
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili birinci vazifesi onu okuyup insanlara tebliğ etmekti. Allah Teâlâ ona şöyle buyurmuştur:
“Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku! Onun kelimelerini değiştirecek hiç kimse yoktur. Ondan başka bir sığınak da bulamazsın.” (el-Kehf 18/27)[5]
“Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (el-Mâide 5/67)
-
Allah Rasûlü’nün ikinci vazifesi anlamı kapalı olan ve açıklamaya ihtiyacı olan âyetlerin mânâlarını beyân etmekti:
“O peygamberleri apaçık delillerle ve kutsal metinlerle gönderdik. İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve (ola ki üzerinde) düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik.” (en-Nahl 14/44)
“Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma. Onu zihninde toplayıp okumanı sağlama işi bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da elbette bize aittir.” (el-Kıyâme 75/16-19)
Kur’ân-ı Kerîm’i, sadece metnini veya mealini okuyarak anlayamayız. O, 23 senede peyderpey indirilmiştir. Bir kısım âyetleri muhtelif hâdiseler sebebiyle nâzil olmuştur. Bu âyetleri anlayabilmek için bu hâdiseleri bilmek gerekir. Nüzul sebebi bilinmeyen âyetleri anlayabilmek için de yine nüzul ortamını, o dönemde kullanılan Arap dilini, başta sünnet ve siyer olmak üzere söz konusu dönemin tarihî, coğrafî ve kültürel yapısını bilmek lâzımdır. Sahabe-i kiram anladığı için Allah Rasûlü’nün tefsir etmediği, ancak bugün biz okuduğumuzda anlayamadığımız birçok âyet vardır. Bunları anlayabilmek için bizim Hadis, Sünnet, Siyer gibi ilimlere ve ashâb-ı kiramın hayatını bilmeye ihtiyacımız vardır. Zira Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ve ashâbı, Kur’ân’ı anladıkları gibi yaşamışlardır. Bu sebeple, sözlü olarak beyan etmedikleri hususları anlamak için onların hayatlarına bakmamız gerekir.
-
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in üçüncü vazifesi Kur’ân’ın ahkâmını fert, aile ve toplum hayatına tatbik etmekti:
“Rabbinden sana vahyedilene uy. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Ahzâb 33/2)
“Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Bir de azıp sapmayın. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.” (Hûd 11/112)
-
Rasûlullah (s.a.v)’in bir vazifesi de Kur’ân-ı Kerîm’de hükmü açıklanmayan konularda yine vahye dayalı olarak İslâm’ın hükümlerini açıklamaktı. Yani o sünnet vahyi ile, Kur’ân’da olmayan hükümler ve bilgiler de getirmişti. Bunun bazı misalleri şunlardır:
- Bir kadının üzerine onun halası ve teyzesi nikâhlanamaz.[6]
- Mest üzerine mesh yapılabilir.[7]
- Hayızlı kadın tutamadığı oruçları kaza etmelidir, ama kılamadığı namazları kaza etmesine gerek yoktur.[8]
- Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana mirasçı olamaz.[9]
Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayan kişi, hiç şüphesiz Rasûlullah (s.a.v) idi. Çünkü Kur’ân’ın mânâlarını ona öğreten Cenâb-ı Hak idi. O, Kur’ân’ı okumuş, anlamış, tebliğ ve tefsir etmiş ve yaşamıştır. Canlı bir Kur’ân olmuştur. Bu sebeple biz de Kur’ân’ı anlayıp yaşayabilmek için onun sözlerini, hayatını ve sünnetini bilmeye son derece muhtacız. Bunları tam olarak öğrenebilmek için ashâb-ı kirâmı da tanımaya ihtiyacımız var.
RASÛLULLAH (S.A.V) EFENDİMİZ’İN KUR’ÂN-I KERÎM’İ TEFSİRİ
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’i tefsiriyle ilgili birkaç misal verelim:
-
Kur’ân-ı Kerîm’de “salât”, “zekât”, “savm”, “hac” gibi ibadetler emredilmektedir. Bunların, bilinen lügat mânalarının yanında, geniş muhtevalı dinî anlamları da vardır. Bunları Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) söz ve fiilleriyle tefsir etmişlerdir. Buna “Mücmelin beyânı veya tafsili” denilir. Meselâ Rasûlullah (s.a.v);
- Namazın nasıl kılınacağını,
- Vakitlerini,
- Rekât sayılarını,
- Namazın farz ve vaciplerinin neler olduğunu,
- Zekâtın nasıl, ne zaman ve ne miktarda verileceğini,
- Orucun nasıl tutulacağını,
- Orucu bozan şeyleri,
- Haccın nasıl ifâ edileceğini
anlaşılabilir ve tatbik edilebilir bir şekilde beyan buyurmuştur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v), “Benim namazı nasıl kıldığımı görüyorsanız siz de öyle kılın”[10]; “Haccın menâsikini benden alın”[11] buyurmuşlardır. Mâlum olduğu üzere Kur’ân’da bu ibadetler defalarca emredilir, ancak ne zaman, nasıl ve ne kadar yapılacağı bazı işaretler dışında açıkça öğretilmez. Bunların tafsilatlı beyânı Rasûlullah Efendimiz’e bırakılır.
Ashâb-ı kiramdan İmrân b. Husayn (r.a)’in bu konudaki açıklaması çok güzeldir. İmrân (r.a), Hz. Ömer zamanında Basra valisi olmuştu. Bir gün Müslümanlara sohbet ediyordu. Cemaatten biri, “Siz bize bazı hadisler okuyorsunuz, ama biz onları Kur’ân’da bulamıyoruz” dedi. İmrân (r.a) bu adamın sözüne kızdı ve ona, “Sen Kur’ân okudun mu?” diye sordu. Adam “Evet, okudum” dedi. Bunun üzerine İmrân (r.a):
“–Peki, sen Kur’ân’da akşam namazının farzının üç rekât, yatsı namazının farzının dört rekât, sabah namazının farzının iki rekât, öğle ve ikindi namazının farzlarının dörder rekât olduğunu gördün mü? Görmedin. Peki, siz bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? İşte biz de bunları Allah Rasûlü’nden öğrendik” dedi.
İmrân b. Husayn (r.a) adama bir soru daha sordu: “Siz paranın ve koyunun kırkta birinin zekât olarak verileceğini Kur’ân-ı Kerîm’den mi öğrendiniz?” Adam “Hayır” dedi. İmrân (r.a) şöyle devam etti:
“–Peki, siz bunu kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? İşte biz de bunları Allah’ın Nebîsi’nden öğrendik.”
İmrân b. Husayn (r.a) konuşmasını şöyle sürdürdü: “Kullarım Kâbe’yi tavaf etsinler”[12] âyet-i kerimesini Kur’ân-ı Ker’im’de görüyorsunuz. Peki, tavafın yedi defa yapılacağını, tavaftan sonra Hz. İbrahim’in makamının arkasında iki rekât namaz kılınacağını Kur’ân-ı Ker’im’de bulabiliyor musunuz? Bulamıyorsunuz. Peki, siz bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? İşte biz de bunları Rasûlullah’tan öğrendik.”
Sonunda o mecliste bulunan insanlar İmrân b. Husayn’e “Doğru söylüyorsun” diyerek hak verip teslimiyet gösterdiler.[13]
Bu misâlden açıkça anlaşılıyor ki Peygamber Efendimiz’in hadisi ve sünneti olmazsa Kur’ân-ı Kerim lâyıkıyla anlaşılıp uygulanamaz. Hadis ve sünneti terkeden Müslümanlar dinlerini yaşayamazlar.
-
Kur’ân-ı Kerîm’de kapalı, mânâsı anlaşılamayan bazı âyet-i kerîmeler vardır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) âyetteki bu kapalı yönleri izah eder. Buna “Müşkilin tavzîhi” veya “Mübhemin tavzîhi” denilir. Meselâ:
“İman edip de imanlarına bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan ve azaptan emniyet onlara aittir ve hidâyete erdirilmiş kimseler de onlardır”[14] âyeti inince bu müslümanlara çok ağır geldi ve:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, bizden hangimiz nefsine zulmetmiyor ki?” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurdular:
“–Burada kastedilen sizin zannettiğiniz zulüm değildir. Burada Lokman (a.s)’ın oğluna hitaben söylediği: «Evlâdım! Allah’a ortak koşma; çünkü şirk şüphesiz en büyük zulümdür»[15] sözündeki zulüm kastedilmiştir.”[16] Yani bu iki âyette “zulüm” kelimesi şirk anlamında kullanılmıştır. Ancak bu kelime her âyette ve hadiste aynı mânada kullanılmaz, yerine göre farklı mânalar kastedilir. Bu konuya çok dikkat etmek, dâimâ işin ehline sormak gerekir.
-
Kur’ân-ı Kerîm’de, aslında kesinlikle öyle olmadığı halde, zâhiren bakıldığında sanki birbirine zıt mânâ ifade ediyormuş gibi gözüken bir kısım âyet-i kerîmeler vardır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), yaptığı açıklamalarla bunların arasını telif etmiş, zihinlere takılan soruları cevaplamışlardır. Meselâ mü’minlerin cennete gireceğini vaat eden pek çok âyet-i kerime vardır. Bununla birlikte;
“Hem sizden cehenneme uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbinin tatbikini kendi üzerine aldığı kesin bir hükümdür”[17] âyeti, mü’min-kâfir herkesin cehenneme uğrayacağını haber verir. Rasûlullah (s.a.v), âyette geçen “vürûd” kelimesinin “dühûl” yani “girmek” mânasında olduğunu; ancak ateşin Hz. İbrâhim’e serin ve selâmet olduğu gibi, mü’mine serin ve selâmet olacağını bildirdiler. Peşinden;
“Sonra takvâ sahiplerini kurtaracağız. Zâlimleri ise orada diz üstü çökmüş hâlde bırakacağız”[18] âyetini okudular.[19]
Aynı âyetin îzâhıyla ilgili diğer bir rivayet de şöyledir: Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bir gün Hz. Hafsa’nın yanında:
“–İnşaallah ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse cehenneme girmeyecek!” buyurmuşlardı. Bu söz üzerine aklına bir soru takılan Hafsa vâlidemiz:
“–Peki, yâ Rasûlallah Cenâb-ı Hak: “İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere mutlaka herkes cehenneme varacaktır”[20] buyuruyor. (Bu nasıl olacak?)” dedi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):
“–Allah Teâlâ şöyle de buyurdu” diyerek bir sonraki âyeti okudular: “Sonra müttakî olanları kurtarırız da zalimleri dizleri üstü bırakırız.” (Meryem 19/72)
Böylece buradaki “cehenneme varmak”tan maksadın sırattan geçerken cehennemin üzerinden hızla geçmek manasına geldiğini, yoksa içine girmek demek olmadığını îzâh etmiş oldular.[21] Bu izaha göre mü’minler cehennemde kalmayacak, üzerinden amellerinin durumuna göre kendilerine lütfedilen bir hızla geçip gidecekler ve onun sıcaklığını hissetmeyecekler, kâfirler ise orada kalacaklardır.
-
Kur’ân-ı Kerîm’de insanların kendi anlayış ve ictihadlarıyla sınırlandırılması mümkün olmayan hükümler vardır. Bunları görünen halleriyle uygulamak da zordur ve çok farklı tartışmalara yol açabilir. Neticede sıhhatli bir hükme de varılamaz. İşte Rasûlullah (s.a.v) yaptığı açıklamalarla bu buyruklara bir sınır getirmişlerdir. Buna “Mutlakın takyîdi” denilir. Meselâ âyet-i kerimede;
“Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza, Allah’tan bir ibret olarak ellerini kesin. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir”[22] buyrularak hırsızın elinin kesilmesi emredilmiştir. Fakat burada;
- Sağ elin mi sol elin mi kesileceği,
- Omuzdan mı, dirsekten mi, bilekten mi, el ayasından mı kesileceği söylenmemiştir. Yani kesme fiiline bir sınır getirilmemiştir.
- Ayrıca el kesmek için ne kadar malın, nereden ve ne şekilde çalınması gerektiği de bildirilmemiştir.
İşte Allah Rasûlü (s.a.v) hadis-i şerifleriyle bu konulara açıklık getirmiş ve “sağ elin bilekten itibaren kesileceğini” haber vermişlerdir.[23]
-
Kur’ân-ı Kerîm’de bazı umûmî hükümler vardır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu hükümleri belirgin hâle getirir. Buna “Âmmın tahsîsi” denir. Meselâ âyet-i kerimede; “Kesilmeden ölen murdar hayvan size haram kılındı”[24] buyrulur. Acaba kesilmeden ölen bütün hayvanların eti haram mıdır, yoksa bunun istisnası var mıdır? Rasûlullah (s.a.v) balığı bu hükmün dışında tutar ve “balığın ölüsünün helâl olduğunu” bildirir.[25]
-
Allah Rasûlü (s.a.v), bazen âyet-i kerimelerde anlaşılması zor olan kapalı kelimeleri tefsir eder. Nitekim:
“Güzel işler yapanlara daha güzel bir karşılık (hüsnâ), bir de ziyâde’si vardır…”[26] âyetindeki “hüsnâ”yı cennet, “ziyâde”yi ise rü’yetullah (Allah Teâlâ’nın cemâlini seyretmek) olarak şöyle tefsir etmişlerdir:
“Cennet ehli Cennet’e girince Allah Tebâreke ve Teâlâ onlara:
«‒Size artırmamı istediğiniz başka bir nîmet var mı?» diye sorar. Onlar:
«‒Yâ Rabbi! Yüzümüzü ak etmedin mi? Bizi Cennet’e koyup Cehennem’den kurtarmadın mı, (daha ne isteyelim)?!» derler.
İşte o zaman Allah Teâlâ perdeyi kaldırır (ve Cemâlullâh’ı seyrederler). Onlara, Rab’lerine bakmaktan daha sevimli bir nîmet verilmemiştir.”
Bir rivayete göre de Efendimiz bu açıklamasının ardından: “Güzel işler yapanlara daha güzel bir karşılık (hüsnâ), bir de ziyâde’si vardır” âyetini okumuşlardır.[27]
Yine Rasûlullah (s.a.v):
“Hayır! Doğrusu onların yaptıkları günahlar, kalpleri üzerinde pas tutmuştur”[28] âyetini şöyle tefsir etmişlerdir:
“Kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta vurulur. Şâyet o günâhı terk edip istiğfâra sarılarak tevbeye yönelirse kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar günahlara dönerse, siyah noktalar artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar. İşte Hak Teâlâ Hazretleri’nin «Hayır! Doğrusu onların yaptıkları günahlar, kalpleri üzerinde pas tutmuştur» diye zikrettiği durum budur.”[29]
-
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), bazen tilâvet buyurduğu âyetlerin mânalarını tekit edecek izahlarda bulunurlardı. Nitekim:
“Kadınlarla hoşça ve güzelce geçinin”[30] âyetinin mânasını tekit babında şöyle buyururlar:
“Ey insanlar! Kadınların haklarına riâyet edin! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele edin! Onlar hakkında Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim…”[31]
-
Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), bazen de âyetten kastedilen maksadı tayin ederlerdi. Nitekim:
“İman edip sâlih ameller işleyenler için Rahmân olan Allah, gönüllerde bir sevgi yaratacaktır”[32] âyetini şöyle izah buyurmuşlardı:
“Yüce Allah bir kulu sevdi mi, Cibril’e: «Ben filânı sevdim, sen de onu sev» diye nidâ eder. Bunun üzerine o da semâda nidâ eder. Sonra ona olan sevgi yeryüzündekiler arasına kadar iner. İşte yüce Allah’ın: «Onlar için Rahman gönüllerde bir sevgi yaratacaktır» buyruğu bunu anlatır.”[33]
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirine dair açıklamaları çoktur. Bunları konuyla ilgili kaynaklarımızda görebiliriz. Meselâ Taberî’nin Câmiu’l-beyân ve İbn Kesir’in Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm isimli tefsirlerine bakabiliriz. Zikrettiğimiz misallerden anlaşıldığı üzere Kur’ân-ı Kerîm’in doğru bir şekilde anlaşılması, murâd-ı ilâhînin tespiti ve bunlara uygun olarak istikâmet üzere bir kulluk ancak Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hadis ve sünneti ile mümkün olabilir. Bunlar olmadan ne Kur’ân-ı Kerîm’i doğru anlamak ne de İslam’ı istikâmet üzere yaşamak mümkün değildir.[34]
[1] et-Tevbe 9/61; Âl-i İmrân 3/164: Taberî, Câmiu’l-beyân, 6: 212.
[2] et-Tevbe 9/61; el-Enbiyâ 21/107: Taberî, Câmiu’l-beyân, 11: 539; 16: 439-441.
[3] el-Enbiyâ 21/107: Taberî, Câmiu’l-beyân, 16: 440-441.
[4] el-A‘râf 7/158.
[5] en-Neml 27/92; el-Ankebût 29/45.
[6] Buhârî, Nikâh 27; Müslim, Nikâh 33.
[7] Buhârî, Vüdû’ 50; Müslim, Tahâret 72-80.
[8] Buhârî, Hayz 20; Müslim, Hayz 67-69.
[9] Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1.
[10] Buhârî, Ezân 18; Edeb 27.
[11] Ahmed, 3: 318; Müslim, Hac, 310.
[12] el-Hac 22/29.
[13] Ebû Dâvûd, Zekât 2; İbn Ebî Asım, es-Sünen, 2: 372.
[14] el-En‘âm 6/82.
[15] Lokman 31/13.
[16] Buhârî, İman 23; Müslim, İman 197.
[17] Meryem 19/71.
[18] Meryem 19/72.
[19] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3: 328.
[20] Meryem 19/71.
[21] Bkz. Ahmed, 6: 285, 362, 420; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 163; Nevevî, el-Minhâc, 16: 58.
[22] el-Mâide 5/38.
[23] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 12: 98-99.
[24] el-Mâide 5/3.
[25] Ebû Dâvûd, Tahâret 21; Tirmizî, Tahâret 52.
[26] Yûnus 10/26.
[27] Müslim, İman 297-298; Tirmizî, Tefsîr, 11, Cennet 16.
[28] el-Mutaffifîn 83/14.
[29] Tirmizî, Tefsîr 83/3334.
[30] en-Nisâ 4/19.
[31] Müslim, Hac 147; Ebû Dâvûd, Menâsik 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5: 30.
[32] Meryem 19/96.
[33] Buhârî, Edeb 41; Müslim, Birr 157.
[34] Bu konuda tafsilat için bkz. Mehmed Yaşar Kandemir, Hadis Karşıtları Ne Yapmak İstiyor (İstanbul: Tahlil Yayınları, 2018).