Kuranı Kerim Tefsiri Nedir?
Kuran'ı Kerim tefsiri nedir? Kuran'ı Kerim tefsiri neden yapılır? İşte Kuran'ı Kerim'in tefsir edilmesinin beş nedeni...
Kur’ân-ı Kerîm, insanlara hakla bâtılı, doğruyla yanlışı beyan edip onları doğru yola eriştirmek için lütfedilmiş ilâhî kelamdır. Allah Teâlâ’nın kullarına buyruklarını bildirdiği mukaddes bir mektuptur. Okunmak, anlaşılmak ve emirleri doğrultusunda yaşanmak için vahyedilmiştir. Malumdur ki o, ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için indirilmiştir. İşlemeli kılıflar içine konup, duvarlarda asılı durması, iki de bir hürmet için alınıp öpülmesi için de indirilmemiştir. Hangi dilden ve hangi renkten olursa olsun, Kur’an’ın hidâyetine muhtaç olan herkesin mutlaka onun mânasını öğrenmeye ve mesajını anlamaya ihtiyacı vardır. Bu açıdan bakıldığında Kur’ân-ı Kerîm, yeryüzünde ne kadar konuşulan ve yazılan dil varsa ve bundan itibaren de olacaksa hepsine kesinlikle tercüme edilmeli, o dillerin her birinde mutlaka tefsîri yapılmalıdır. Bu, İslâm’ı tebliğ açısından müslümanların üzerine terettüp eden pek mühim vazifedir.
Kur’ân-ı Kerîm tefsîr edilmelidir. Çünkü:
- Kur’ân-ı Kerîm, tüm insanlara tebliğ ve beyan edilmek için gelmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan elçilik vazifeni yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (Mâide 5/67)
Böylesine açık ve kesin ilâhî emirlere muhatap olup “Bize düşen apaçık tebliğden başka bir şey değildir” (bk. Yâsîn 36/17) diyen peygamberlerin, Allah’tan gelen buyrukları gizlemeden ve hiçbir değişikliğe tâbi tutmadan insanlara ulaştırma sorumlulukları vardır. Dolayısıyla bu âyet-i kerîme hem Peygamber’i, hem de ondan sonra tebliğ vazifesini ifa edecek âlimleri, dinle alakalı hiçbir bilgiyi gizlememeleri, en zor şartlarda bile tebliğe devam etmeleri hususunda ciddi bir şekilde uyarmaktadır. Hz. Âişe şöyle der: “Her kim Hz. Muhammed (s.a.v.)’in vahiyden herhangi bir şey gizlediğini söyleyecek olursa, şunu bil ki o kimse yalan söylemiştir. Çünkü Yüce Allah: «Rabbinden sana indirilen âyetleri tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan O’nun elçilik vazifesini yerine getirmemiş olursun» buyurmaktadır.” (Buhârî, Tevhid 46; Müslim, İman 287)
Bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Peygamberleri apaçık delillerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da, hikmet ve öğüt dolu bu Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirilen gerçekleri insanlara apaçık bir şekilde anlatasın ve böylece onlar da Allah’ın âyetleri üzerinde sistemli bir şekilde düşünsünler.” (Nahl 16/44)
Allah önceki ve sonraki bütün peygamberleri insanlar arasından göndermiştir. Onlara açık belgeler, deliller, mûcizeler vermiş, kitaplar indirmiştir. Aynı minval üzere Hz. Muhammed (s.a.v.)’i de ahir zaman ümmetine peygamber yapmış, ona Kur’ân-ı Kerîm’i inzal buyurmuş ve onu, inen âyetlerin mâna ve muhtevâsını insanlara beyan etmekle vazifelendirmiştir. Onun vazifesi bununla sınırlıdır. Diğer insanların vazifesi ise, peygambere karşı gelmek değil, kendilerine tebliğ edilen âyetler üzerinde tefekkür ederek gerçeği anlamaya çalışmaktır. Herkes kendine düşen vazifeyi yerine getirdiğinde maksat hâsıl olacaktır.
- Kur’ân-ı Kerîm belli bir zamana ve bölgeye indirilmiş bir kitap değildir. Bilakis o cihanşumüldür. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığın kitabıdır. O halde tüm insanlık onu okuyabilmeli ve onu anlayabilmelidir. Bunun iki yolu vardır. Ya Kur’an’ın indirildiği dil olan Arapçayı herkese öğretmek veya her dilden insanın anlayacağı şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsîrlerini yapmaktır. Birinci ihtimalin imkânsızlığı ortada olduğundan, geriye tek geçerli yol, ikinci ihtimal kalmaktadır.
Kur’an’ın cihanşumüllüğünü bildiren âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Şehirlerin anası Mekke halkı ile onun çevresindekileri uyarman ve geleceğinde şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetinden sakındırman için sana böylece Arapça bir Kur’an vahyediyoruz. O gün geldiğinde insanlardan bir kısmı cennette, bir kısmı ise çılgın alevli cehennemde olacaktır.” (Şûrâ 42/7. Ayrıca bk. En‘âm 6/92)
اُمُّ الْقُرٰى (Ümmü’l-Kurâ), Mekke’dir. Mekke, insan hayatının buradan başlayıp yayılması, içerisinde yeryüzünün ilk mâbedi olan Kâbe’nin bulunması, orada Makâm-ı İbrâhim, Hacer-i Esved gibi ilâhî nişânelerin bulunması gibi sebeplerle şerefli kılınmış ve bu yüzden ona “Şehirlerin Anası” rütbesi verilmiştir. “Çevresi”nden maksat ise tüm dünyadır. Kur’an ilk olarak Mekke halkını sonra da zaman, zemin ve imkânlar elverdikçe dalga dalga tüm dünya halklarını uyarmak için Arapça indirilmiş cihanşumûl bir kitaptır. Arapça bilenler onu, orijinal diliyle okuyup anlayacak ve gereğince amel edeceklerdir. Arapça bilmeyenlere de onun mâna ve mesajları anlayacakları dille tebliğ edilecektir. Zaten vâkıa da böyle tahakkuk etmiştir.
Şu âyet-i kerîme ise bu hususa daha açık bir şekilde yer verir:
“Bütün sorumlu varlıklara ve kıyamete kadar tüm çağlara uyarıcı olması için seçkin kulu Muhammed’e hakkı bâtıldan ayıran kitâbı bölüm bölüm indiren Allah çok yücedir, her türlü nimet, feyiz ve bereketin kaynağıdır.” (Furkān 25/1)
Âyet-i kerîmeden Kur’ân-ı Kerîm’in, bütün âlemlere, hususiyle kıyamete kadar gelecek akıl sahibi sorumlu kişilere uyarıcı olması için indirildiği anlaşılır. “Uyarıcı” olma vasfı, hem Resûlullah (s.a.v.), hem de Kur’an için geçerlidir. Her ikisi de bir bütünün eşit iki yarısı gibi birbirini tamamlamakta ve her ikisi de akıl sahibi varlıkları, nefsânî temâyüllerinden vazgeçip Allah’ın emrine tâbi olmadıkları takdirde kahr-ı ilâhî ve ebedî azap ile korkutmaktadırlar. Bu âyet Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)’in risâletinin cihânşumûl olduğunu beyân eden âyetlerden biridir. Nitekim bu hususa yer veren başka âyetler de vardır:
“Resûlüm! De ki: Ey insanlar! Muhakkak ben sizin hepinize gönderilmiş Allah’ın Resûlüyüm…” (A‘râf 7/158)
“Biz senin ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe’ 34/28)
- Allah Teâlâ, insanları doğru yola davet etmek için vazifelendirdiği ve onların önüne numûne şahsiyetler olarak koyduğu her bir peygamberi, hitap edeceği toplumun diliyle göndermiştir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Biz her bir peygamberi, dinî emir ve yasakları onlara en güzel şekilde anlatmaları için kendi kavminin diliyle gönderdik…” (İbrâhim 14/4)
Tebliğin açık ve anlaşılır bir dille yapılabilmesi, diğer taraftan insanların dâveti anlayamama gibi bir bahanelerinin olmaması için her peygambere vahiy, gönderildiği kavmin diliyle indirilmiştir. Sırf mûcize olsun diye herhangi bir peygamberin yabancı bir dille kavmine gönderildiği vâki değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın murâdı, genel mânada hârikulâde ve alışık olunmayan şeyler gösterip insanların meraklarını gidermek değil, daha çok davetin anlaşılmasını ve bu vesileyle insanların doğru yola ulaşmasını kolaylaştırmaktır. Bu hikmete binâendir ki O, her topluma, o toplumun dilini bilen bir peygamber aracılığıyla dâvetini ulaştırmıştır.
Resûlullah (s.a.v.) Arap’tı. Dili Arapçaydı. İlk olarak Araplara peygamber olarak gönderilmişti. Bu sebeple ona indirilen Kur’ân-ı Kerîm de Arapça olarak nâzil oldu. Nitekim Hz. Mûsâ İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderildiği için, onlara kendi dilleri olan İbrânice olarak hitap etti. Tevrat da ona İbrânice diliyle nâzil oldu. Diğer peygamberlerin durumu da böyleydi. Demek ki, aslolan vahyedilen kitabın dili değil, o kitabın mesajının muhataplar tarafından anlaşılmasıdır. Bu sebepledir ki, Kur’an inmeye başlamadan önce Mekke toplumunun zaman zaman şöyle talepleri olduğu âyet-i kerîmelerde haber verilmektedir:
“Müşrikler, kendilerine bir uyarıcı geldiği takdirde, doğru yola uymada, önceki ümmetlerden daha ileride olacaklarına dair Allah’a var güçleriyle yemin ediyorlardı. Fakat kendilerine bekledikleri uyarıcı gelince, bu onların doğru yoldan daha da uzaklaşmalarına sebep oldu.” (Fâtır 35/42)
Mekke müşrikleri, Peygamberimiz (s.a.v.) henüz gönderilmeden önce, Ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanların durumlarını da iç açıcı görmediklerinden, kendilerine gerçek bir peygamber gönderildiği takdirde onu asla inkâr etmeyeceklerine ve onun getireceği tâlimatlara, geçmiş ümmetlere nazaran çok daha fazla sahip çıkacaklarına yemin ediyorlardı. Fakat Resûl-i Ekrem (s.a.v.), nübüvvetini ilan edince ondan süratle uzaklaştılar. Bunun sebebi ise, Allah Resûlü (s.a.v.)’in getirdiği tâlimatların onların nefsânî arzularına uymaması ve dünyevî menfaatleriyle çatışması idi. Çünkü Kur’an onları dürüstlüğe, doğruluğa, tevazua, Allah ve Resûlü’ne itaate, mahlukata karşı şefkat ve merhamete davet ediyordu. Onlar ise tüm bu ahlâkî faziletlerin aksine büyüklük taslıyorlar, insanları hele yetim ve köleleri küçük görüyorlar, işlerine geldiği gibi haince planlar yapıyorlardı. Âdeta Peygamberin mesajıyla onların arzuları arasında kan ve doku uyuşmazlığı vardı. Bu sebeple onlar yemin ettikleri gibi Peygamber’e inanacakları yerde onu reddettiler, davetini engellemek için sinsi tuzaklar kurdular ve onu öldürmek için suikastlar düzenlediler. Hasılı, peygamberin ne dediğini anlamadıkları için değil, sırf işlerine gelmediği için doğru yola gelmeyi kabul etmediler. Halbuki Peygamberin vazifesi, sadece yapılacak ve sakınılacak hususları açık bir dille bildirmek ve bildirdiği esasların tatbikatı bakımdan güzel bir örnek olmaktı.
- Kur’ân-ı Kerîm, bütün dillere tercüme ve tefsîr edilmeli ki insanların itiraz kapısı kapansın; Allah Teâlâ karşısında ileri sürebilecekleri bir mazeretleri kalmasın. Nitekim Yüce Rabbimiz, Araplara hitâben, Kur’an gibi kendi dillerinde bir kitabı onlara indirme hikmetini şöyle haber verir:
“Biz Kur’an’ı «Bizden önceki iki topluma (yahudi ve hıristiyanlara) kitap indirildi, biz ise onların okuduklarından habersizdik» demeyesiniz diye indirdik. Veya «Eğer bize de kitap indirilseydi, onlardan daha çok doğru yol üzere olurduk» demeyesiniz diye indirdik. İşte gerçekten size de Rabbinizden apaçık bir delil, bir hidâyet ve rahmet olan Kur’an geldi. O halde Allah’ın âyetlerini yalanlayıp ondan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Biz, âyetlerimizden yüz çevirenleri, böyle yüz çevirmeleri sebebiyle, azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.” (En‘âm 6/156-157)
Bu âyetlerde Kur’ân-ı Kerîm’in indirilişinin iki mühim hikmeti üzerinde durulur. Birincisi, onun ilk muhatapları olan Arapların, önceki iki topluma yani yahudi ve hıristiyanlara kendi dillerinde kitabın indirildiğini, onların bunu rahatlıkla okuyup anladıklarını, fakat yabancı bir dil olması sebebiyle kendilerinin bu kitaplardan, taşıdıkları ilahi buyruklardan bir şey anlamadıklarını, bu sebeple iyi bir kul olma imkânı bulamadıklarını söyleyerek dünya veya ahirette mazeret beyan etmelerine fırsat vermemektir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki: «Âyetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab’a yabancı dilden bir kitap olur mu hiç?»” (Fussılet 41/44)
İkincisi de yine Arapların, kendilerine kitap indirildiği takdirde, pek çok mezhep ayrılığı içinde birbiriyle boğuşan, ellerindeki büyük nimetlerin kıymetini bilmeyen yahudi ve hıristiyanlardan daha doğru yolda olacaklarını söylemelerine, böyle bir mazeret ileri sürmelerine engel olmaktır.
- Kur’ân-ı Kerîm, muhtevası geniş ve mâna derinlikleri nihâyetsiz olan bir kitaptır. Yerin altına doğru katman katman uzanan altın madeni gibi, her âyetin ifade ettiği mâna katmanları vardır. Bunlar zahirden batına, dıştan içe, satıhtan derinliğe doğru giderler. Denizin sahili, yüzeyi, derinliği ve çeşitli inci, mercan ve denizaltı bitki örtüsüyle süslü en dip tarafları olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm de böyledir. Belki denizin sahilinden ve yüzeyinden kalabalık insan kitleleri istifade edebilir; kıyısında oturabilir, kenarında yüzebilir. Fakat ancak son derece maharetli dalgıçlar onun dibine dalıp inci ve mercan çıkarabilir. Bu açıdan bakıldığında, Kur’ân-ı Kerîm’in niçin indirildiğini, beyan buyurduğu mâna ve maksatlarını iyi bilen âlimler, denizin dibine dalabilen dalgıçlar gibidir. İnsanların istifade etmesi için onlar, güçleri nispetinde Kur’an’ın güzelliklerini ortaya koymaya çalışırlar.
Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin tefsîrine gerek duyulan yönlerine birkaç misal verildiğinde konu daha iyi anlaşılabilecektir:
- Lügat itibariyle belli mânaları olduğu halde, Kur’an’da daha hususi bir mâna ifade etmek üzere kullanılan kelimeler vardır. Bu kelimeleri sadece lügat yardımıyla anlamak mümkün değildir. اَلصَّلَوةُ (salât), اَلزَكَوةُ (zekât), اَلصِّيَامُ (sıyâm), اَلّحَجُّ (hac) gibi. Bilindiği üzere bu kelimelerin her biri İslâm’ın bir rüknünü ifade edecek seviyede şumüllüdür. Her biri, hakkında müstakil kitap yazılacak derecede geniş bir muhtevaya sahiptir.
- Kur’an âyetlerinin hepsi aynı açıklıkta değildir. İçlerinde tam olarak hangi mânayı ifade ettiğine karar vermenin zor olduğu “müteşâbih âyet”ler vadır. Bunlar sayıca hayli fazladır. Aslında öyle olmadığı halde ilk bakışta birbiriyle çelişkili gözüken âyetler vardır. Bunların telif ve izahı gerekir. İsm-i işâretlerle, ism-i mevsullerle ve zamirlerle kendilerine işaret edilen şahıslar vardır. Mânanın anlaşılıp, sağlıklı sonuçların çıkarılması için bunlarla kimlerin kastedildiği hakkında işin ehli âlimler tarafından izahların yapılması gerekir.
- Kur’ân-ı Kerîm, hak ve adalet ölçülerine göre fert ve toplum hayatını düzenleyen ibâdet, hukuk ve muamelatla alakalı bir takım temel kaideler beyan etmektedir. Bu kaidelerin tespit, tefsîr ve izahının lüzûmu açıktır.
- Kur’ân-ı Kerîm bir dil mûcizesi ve bir edebiyat şâheseridir. İlâhî sanat hârikasıdır. Onda dilin bütün incelikleri vardır. Edebî sanatların hepsi yerli yerinde ve en güzel bir tarzda kullanılmıştır. Bunları ise ancak işin uzmanları anlayıp açıklayabilir.
- Kur’ân-ı Kerîm’de zamanla ortaya çıkacak bir kısım ilmî gelişmelere işaret eden âyetler bulunmaktadır. Bunlar astronomi, matematik, fizik, kimya, biyoloji, anatomi, botanik, coğrafya, jeoloji, tarih, sosyoloji, psikoloji… gibi ilimlerin sahalarını ilgilendiren âyetlerdir. Bu âyetleri, o sahalardaki ilmî gelişmeler ışığında tefsîr etmek gerekir. Çünkü bu nevi izahlar bir taraftan mü’minlerin imanını kemale erdirirken, bir taraftan da inkârcıların hidâyetine sebep olmaktadır.
Son olarak şunu ifade edelim ki Kur’ân-ı Kerîm, beşerî ölçülere göre tertip ve tanzîm edilmiş bir kitap değildir. Onda ilâhî bir tanzîm vardır. Âyetlerin tertibi, sûrelerin tertibi ve mevzuların anlatımı bütünüyle ilâhîdir. Kur’ân-ı Kerîm pek çok mevzudan bahseder. Fakat bunları belli bir sınıflamaya tâbi tutmaz. İnsanların yaptığı gibi konuları belli başlıklar altında ve bölümler halinde anlatmaz. Bilakis çeşitli konuları iç içe ele alır. Bunlar içinde ulûhiyet, nübüvvet, âhiret, insan, ibâdet gibi ana konular yanında, pek çok tâli hususlar da bulunur. Fakat Kur’an bunların hepsini bir tek küllî mânanın etrafında döndürür durur. O küllî mâna da, “insanları hür iradeleriyle Allah Teâlâ’ya kulluğa davet”tir. “İman, İslâm, ihsan, ihlas ve takvâya sarılarak Cenâb-ı Hakk’ın yakınlığına, muhabbet ve rızasına kavuşmuş bir kul olmaya çağırmak”tır. Kur’an, okuyucunun dikkatinin başka alanlara kayıp, bu küllî mânadan uzaklaşmasına asla müsaade etmez. Bilakis onu devamlı uyanık halde tutar. Böylece o, çeşitli mevzuları siyakla uyum sağlayacak şekilde merkezî mânanın etrafına serpiştirerek, adeta bedendeki ruhun, vücudun her tarafına canlılık kazandırması gibi, o küllî mâna merkezli olarak muhtevasını hep canlı tutar. İşte Kur’an’ın, beşeri telif mantığına uymayan bu beyan tarzını, onun asıl gayesine uygun olarak tefsîr edip bütün muhatapların zihnine yerleştirmek gerekmektedir. Bunu, sıradan okuyucunun -hele bir de dile yabancı ise- kendi kendine başarması zordur. Mutlaka ehliyetli makamların ve ehil âlimlerin tefsîr ve izahına ihtiyaç duyacaktır.
Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik, Tefsîr Usûlü ve Tarihi, Erkam Yayınları
YORUMLAR