Kur’an-ı Kerim’i Huşuyla Okuyup Yaşamanın Mükafatı

Kur’an-ı Kerim’i huşu ile okuyup hayatımızda tatbik etmenin fazileti ve mükafatı nedir? Kur’an’a ve Peygamber (sav.) Efendimiz’e duyulan muhabbetin hayatımıza etkisi...

Hz. Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur: 

KUR’AN’I HUŞUYLA OKUMANIN FAZİLETİ

“Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâl ve evsâfıdır. Kur’ân-ı Kerîm’i huşû ile okuyup tatbik edersen, kendini peygamberler ile, velîler ile görüşmüş farzet! Peygamber kıssalarını okudukça ten kafesi, can kuşuna dar gelmeye başlar.” “Biz bu ten kafesinden ancak bu vâsıta ile kurtulduk. O kafesten halâs olmak için, bu yoldan, yâni tevhîd tarîkından başka çâre yoktur.”

Sûreti kırmaktan maksat; “Ölmeden evvel ölünüz!” emrine ittibâdır. Ölmeden evvel ölenler, hakîkat baharına dirilir, sûretlerden sıyrılırlar. Allah Rasûlü’nün hakîkatinde hayat bulurlar. Âyet-i kerîmede: 

(Ey Rasûlüm!) Sen’i ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107) buyruluyor. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, eşyânın hilkat sebebidir. Gâye, bu ilâhî rahmetten nasîb alıp Allah ve Rasûlü’nde fânîleşmedir. Bu sebeple İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bastığı toprağa hürmeten, Medîne-i Münevvere’de hayvan üstüne binmedi. Ayakkabı giymedi. Kendisine hadîs-i şerîften suâl soracak misafir geldiği vakit, abdest alır, sarık sarar, koku sürünür, yüksek bir yere oturur, ondan sonra kabul ederdi. Kendini Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetine hazırlar, O’nun mübârek kelâmını nakledeceği için edebe son derece îtinâ gösterirdi.

Osmanlılar devrinde Medîne-i Münevvere’ye müteveccihen giden sürre alayı, şehre girmeden yakın bir yerde konaklar, kendilerini Medîne’nin mânevî havasına hazırlayıp istihâreden sonra mânevî işâretle huzûr-i Rasûlullâh’a yaklaşırlar, ziyaretlerini îfâ ederlerdi. Dönüşlerinde de memleketlerine şifâ ve teberrük olarak Medîne’nin toprağını götürürlerdi. Yine Medîne-i Münevvere’nin muhafazası ile vazîfeli Osmanlı paşaları, arabalarını Mescid-i Nebevî’nin uzağında durdururlar, huzûr-i Rasûlullâh’a büyük bir edeple yürüyerek gelirlerdi. Hasta yatağında yarı baygın ve sararmış bir vaziyette yatan Sultan Abdülazîz’e;

“–Medîne-i Münevvere mücâvirîninden bir dilekçe var!” denildiğinde yâverlerine: 

“–Derhal beni ayağa kaldırınız! Ayakta dinleyeyim! Allah Rasûlü’ne komşu olanların talepleri böyle ayak uzatılarak edebe mugâyir bir şekilde dinlenmez!” demesi, Osmanlı sultanlarının Medîne’ye ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetlerinin en güzel tescîli ve tezâhürüdür. Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, Şam’ın tatlı suyunu, develerle Harameyn’e, hacılara ikram edilmek üzere taşıtır, Harameyn’in rûhâniyetinden nasîb almaya çalışırdı. 

Şâir Nâbî, 1678 yılında, devlet adamları ile beraber Hac seferine çıkar. Kâfile Medîne’ye yaklaşırken Nâbî, heyecandan uykusuz hâle gelir. Kâfilede bulunan bir paşanın gafleten ayağını, Medîne-i Münevvere’ye doğru uzattığını görür. Bu durumdan çok müteessir olarak meşhur na’tini yazmaya başlar. Sabah namazına yakın kâfile Medîne-i Münevvere’ye yaklaşırken Nâbî, yazdığı na’tin Mescid-i Nebî’nin minârelerinden okunduğunu duyar: 

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu; Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu. (Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..)

Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha, Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu. (Ey Nâbî, bu dergâha edep kâidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübârek bir makamdır.) Bu durum karşısında çok heyecanlanan şâir Nâbî, hemen müezzini bulur:

“–Bu na’ti kimden ve nasıl öğrendiniz?” diye sorar. Müezzin:

“–Bu gece Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rüyâmızda bize; «–Ümmetimden Nâbî isimli bir şâir beni ziyarete geliyor. Bu zât bana son derece aşk ve muhabbetle doludur. Bu aşkı sebebiyle onu Medîne minârelerinden kendi na’ti ile karşılayın!..» buyurdu. Biz de bu emr-i nebevîyi yerine getirdik...” der. Nâbî, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şunları söyler:

“–Demek ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana «ümmetim» dedi! Demek ki, İki Cihân Güneşi beni ümmetliğe kabul buyurdu!..” 

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Mesnevî Bahçesinden BİR TESTİ SU, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KUR’ÂN-I KERİM OKUMANIN FAZİLETİ İLE İLGİLİ HADİSLER

Kur’ân-ı Kerim Okumanın Fazileti İle İlgili Hadisler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.