Kuran'ı Kerim’in İçerdiği Konular (Ana Konuları) Nelerdir? Kuran'ın Muhtevası
Kuran'ı Kerim'in muhtevası nedir? Kuran'ı Kerim'in içeriği, ana konuları nelerdir? Madde madde Kuran'ın konuları hakkında detaylı bilgi...
Kur’ân-ı Kerîm insanlar için hidayet rehberidir. Onların dünya ve âhiret saâdeti için ihtiyaç duydukları bütün bilgileri en güzel şekliyle takdim eder. İnsanı, sırât-ı müstakîm üzere en sağlam ve en doğru yoldan götürüp en yüksek mertebelere yükseltecek esasları açıklar. Bütün bunları da kendine has bir üslup ve metodla arzeder.
Kur’ân-ı Kerîm her şeyden önce insanlara kendilerini yaratan Allah’ı, lâyık olduğu şekliyle tanıtır. Yani Kur’ân’ın en büyük maksadı mârifetullahtır, Allah’ı hakkıyla tanıtmaktır. Allah’ı tanımadan ve râzı olduğu şeyleri öğrenmeden hakkı bulmak, adaleti sağlamak ve ilâhî hükümleri tatbik etmek mümkün değildir. Bu sebeple Kur’ân, öncelikle Allah’ın birliğine ve azametine ısrarla vurgu yapar. İman edenlerle inkârcıların geçmiş hâllerinden ve gelecekteki durumlarından bahseder. Onların ibretlik hallerini anlatarak insanları uyarır. Allah’a nasıl ibadet edileceğini öğretir. Güzel ahlâkın ve insanlarla muamelenin esaslarını ortaya koyar.[1]
Kur’ân, inmeye başladığında önce Allah’ın birliğini, kudretini, merhametini, lutuf ve keremini, âhireti, iyi veya kötü dünyada yapılan amellerin karşılığının mutlaka verileceğini anlattı. Bunu yaparken özetten tafsilata doğru bir seyir takip etti. Bununla birlikte insanlara merhametli ve diğergam olmayı, âdil davranmayı, akraba ve kul haklarına riayet etmeyi öğretti. Gökleri, yeri, güneşi, ayı, yıldızları, kâinattaki nizâmı, bitkilerin, hayvanların ve insanın yaratılışını ve bu cihandaki ilâhî kudret akışlarını ve azamet tecellîlerini tefekküre dâvet etti. Putlara tapmanın yanlışlığını ve anlamsızlığını ortaya koymak ve müşriklerin hatalı inançlarını düzeltmek için aklî ve kevnî deliller gösterdi.
Mekke-i Mükerreme’de daha çok dinin ana gayeleri olan din, can, akıl, mal ve nesebin korunmasıyla ilgili esas hükümler nâzil oluyordu. Medîne-i Münevvere’de ise bunların tafsilatı ve tamamlayıcı unsurları indirildi.[2] Bu esnâda önceki kavimlerden ve onlara gönderilen peygamberlerin hayatından ibret ve ders alınacak kıssalar nakledildi. Bu hâdiseler vesile edinilerek cihânşümul esaslar ve değerler ortaya konuldu. Allah’ın muradına uygun bir toplumun îtikâdî ve ahlâkî temelleri atıldı.
Mekke-i Mükerreme’de nâzil olan âyetler daha kısa, seçili ve duruma göre bazen sert idi. İnsanları hem aklî yönden iknâ ediyor, hem de duygularına hitap ediyordu. Yüksek fesahat ve belâgatıyla, şiir ve edebiyatta zirveye çıkmış olan müşrikleri âciz bırakıyordu. Kısa kısa sûreler bu muhteşem üsluplarıyla samîmî ve ön yargısız insanlara derinden tesir edip onları iknâ ederken, inatçı kâfirlere meydan okuyor ve onları âciz bırakıyordu. Kur’ân âyetlerinin nüzulü ile mutad olarak yapılan edebiyat fuarları iptal edildi.
Medîne-i Münevvere’de ise bir taraftan îtikâdî ve ahlâkî konular devam ederken, diğer yandan da muâmelâtın tatbîki ile siyasî ve hukukî yapının teşkîli başladı. Doksan kadar âyette geçen “ey iman edenler” hitabıyla hem mü’minlere şeref bahşediliyor hem de İslâm toplumu tanzim ediliyordu. Her hususta Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edilmesi, ihtilâf edilen meselelerin Allah’a ve Rasûlü’ne götürülmesi ısrarla emrediliyordu.
Medine’de yahudiler olduğu ve hristiyan elçiler gelip gittiği için Kur’ân’da Ehl-i kitabın tarihine genişçe yer veriliyor ve onlar İslâm’a dâvet ediliyordu. Medine’de bir de münafıklar türemişti. Onlarla ilgili de pek çok âyet-i kerime nâzil oldu. Müslümanların yaptığı savaşlardan, sonuçlarından ve bu vesileyle savaş hükümleriyle diplomasi kâidelerinden bahsedildi.
Medenî sûrelerin üslûbu muhtevalarına uygun olarak daha sade idi. Müteşâbih ifadeler, mecaz ve istiareler daha az idi. Sûre ve âyetler, muhtevaları gereği daha uzundu.[3]
Şimdi Kur’ân’ın ana konularından bir kısmını biraz daha genişçe ele alalım:
1. İman ve Sâlih Amel
Allah Teâlâ’nın insandan istediği kulluğu îmân ve sâlih amel diye özetleyebiliriz. İnsan Allah’a iman ederek mü’min olmalı ve ona ibadet ederek sâlih bir kul hâline gelmelidir. Allah’ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur, ancak insan, kulluğunu îfâ ederek madden ve mânen arınıp Allah’ın lütuf mekânı olan cennete lâyık hâle gelmek mecburiyetindedir. Bu kulluğunda da ihlâslı olmalıdır. Her amelin bir zâhiri, bir de bâtını vardır. İnsan namazındaki huşûya, orucundaki ihlâsa, merhametindeki genişliğe bakarak ibadetlerinin kalitesini anlayabilir. İbadetler ne kadar ihlâslı olursa kul, önündeki mesafeleri o kadar hızlı kateder.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de, 90 kadar yerde “Ey îmân edenler!” diye hitâb ederek mü’minlerden nasıl bir îmân ve amel-i sâlih istediğini îzâh buyurmaktadır. Bu âyet-i kerîmelerde, îman vasfını hâiz insanların mutlakâ riâyet etmesi gereken hususlara temas edilir. Îmânın gereğinin, âyet-i kerîmelerde vârid olan ilâhî emir ve tavsiyelere itaat etmek olduğu hatırlatılır. Îmân ehli kişilere yakışan amel-i sâlihler emredilir, onların şeref ve haysiyetine yakışmayan hal ve davranışlar da yasaklanır. Bu hitâb, aynı zamanda husûsî bir iltifat ve ilâhî bir lûtuftur, müslümanlara büyük bir şeref bahşeder. İnşâallah bu ilâhî hitâbın tesiriyle ehl-i îman, emniyet ve huzur içinde yaşayacak ve âhirette büyük lûtuflara nâil olacaktır. Abdullah bin Mesʻûd (r.a), kendisinden nasihat isteyen birine şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ’nın: «Ey îmân edenler!» buyurduğunu işittiğinde hemen kulak ver ve onu dikkatle dinle! Çünkü Allah Teâlâ, bu hitabın ardından ya bir iyiliği emreder ya da bir fenâlıktan sakındırır.”[4]
Bu hitâb-ı ilâhî, mü’minlere bir şahsiyet yükler… Kinâyeli olarak “Siz, diğerlerinden farklısınız, fâsıklarla aynı vasıfları taşıyamazsınız, îmânî değerinizin farkında olun!” îkâzında bulunur. Mü’min, seçkin, aklı başında ve sözü anlayan insandır. Bu sebeple, ona husûsî olark hitâb edilerek söz, ehline tevcih edilir. Bu hitâb, müslümanları sarsarak kendilerine getirir. Zamanın geçmesiyle gevşemeyip îmân üzere sebât etmeleri ve îmanlarını daha da kuvvetlendirmeleri teşvik edilir.
Câfer-i Sâdık (r.a) bu hitapla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ’nın «Ey îmân edenler!» hitâbındaki lezzet, kişiden ibadet ve tâatin bütün yorgunluk ve ağırlığını giderip yok eder.”[5]
Bundan sonra ibadet ve tâatler mânevî bir ziyâfet hâline gelir. Zira Allah’ı seven bir kul, Mahbûb’unun emirlerini en güzel şekilde yerine getirmek için gayret eder. Bu uğurda karşılaştığı meşakkatler bile, ecrini düşündüğü için ona lezzet verir.
İsmail Hakkı Bursevî (r.a) de şöyle buyurur:
“يا: Yâ” nidâsı, Habîb’in habîbine hitâbı, “أَيُّهَا: eyyühâ” edatı, Habîb’in habîbini îkâzı, “آمَنُوا: âmenû” kelimesi de Habîb’in habîbine şâhitliğidir. Yani Cenâb-ı Hak, emirlerine itaat eden kulunun îmânına şâhitlik etmektedir.[6]
- Sağlam Bir Akîde
“Ey iman edenler!” diye başlayan âyetlerde bizden istenen öncelikle sağlam bir akîdedir. İnsan fıtratı, inanma ihtiyacı içindedir. Hidâyete ulaşamayan insanlar pek çok yanlış inançtan birine saparlar. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, doğru bir îtikâdın nasıl olması gerektiğini beyân etmiştir. Allah’a, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafâ’ya, Kur’ân’a, meleklere, daha önce indirilen kitaplara, gönderilen peygamberlere, âhiret gününe ve kadere îmân etmeli, îmânı kuvvetlendirmeli, yakîne ve huzura ermelidir. Bu şekilde îmân etmeyen kişi, çok dehşetli bir sapıklığa düşmüş olur.[7]
- Allah ve Rasûlü’ne İtaat
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin! İşitip durduğunuz hâlde onun emirlerinden yüz çevirmeyin!” (el-Enfâl 8/20)
“Ey îmân edenler! Peygamber, sizi hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman, Allah’a ve Rasûl’e icabet edin! Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer! Yine bilin ki siz mutlakâ O’nun huzûrunda toplanacaksınız!” (el-Enfâl 8/24)
Mü’minler, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmedikleri zaman amelleri boşa gidiverir.[8]
- Allah Rasûlü’ne Hürmet ve Onu Üzmemek
Cenâb-ı Hak, mü’minlere, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e karşı son derece hürmetkâr davranmalarını ve onu dinleyip itaat etmelerini emreder. Mü’minler onunla konuşurken ve ondan bahsederken çok hassas davranmalı, sözlerine dikkat etmeli ve kelimelerin en güzelini seçmelidirler.[9]
Mü’minler, Allah Rasûlü’nü hiçbir sûrette üzmemelidirler. Efendimiz (s.a.v), hayâsı sebebiyle insanlara bir şey söyleyemezse, Cenâb-ı Hak onun hakkını müdâfaa ve muhâfaza eder.[10] Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de ona salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin!” (el-Ahzâb 33/56)
Mü’minler, Hz. Mûsâ’ya eziyet eden yahûdiler gibi olmamalı, Peygamber Efendimiz’in hukûkuna riâyet etmelidirler.[11]
Mü’minler, Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmemeli, devamlı takvâ üzere bulunmaya gayret etmelidirler. Hattâ seslerini Peygamber Efendimiz’in sesinin üstüne çıkarmamalı, birbirlerine bağırdıkları gibi, Allah Rasûlü’ne yüksek sesle hitâb etmemelidirler. Yoksa farkına varmadan amelleri boşa gidiverir.[12]
Bugünkü mü’minlere düşen de onun sünnetine saygılı olmak, kendi görüşlerini onun önüne geçirmemek ve Efendimiz’in mescidinde sükûnete riâyet etmektir.
- Helâl ve Harâma Dikkat Etmek
Sahip olduğumuz herşey ve istifâde ettiğimiz bütün nîmetler Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfudur. O hâlde bu nîmetlerden faydalanırken Rabbimizin koyduğu ölçülere riâyet etmeliyiz. Cenâb-ı Hak bizden, ihsân ettiği nîmetlerin helâl ve hoş olanlarından yememizi emrediyor. Hakkımız olan şeyi alıp bunun için de Allah’a bin şükür etmemizi istiyor. Allah’a kulluğun îcâbı budur. Bu hâlet-i rûhuyenin dışına çıkanlar, kullukta kusur ediyorlar demektir.[13]
Cenâb-ı Hak, haram-helâl düşünmeden insanların mallarını bâtıl yollarla yiyen, Allah’ın yolundan alıkoyan, altını ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infâk etmeyenleri tehdit etmekte ve onları acı bir azâb ile müjdelemektedir.[14]
Mü’minler, insanların mallarını kumar, fâiz, aldatma gibi bâtıl yollarla alamazlar. Ancak rızâya dayalı ticâret gibi meşrû muâmelelerle alabilirler. Buna riâyet edilmediğinde ortalığı fitne kaplayarak insanlar birbirini öldürmeye kadar gider. Haram yiyenler ise zaten kendi kendilerini en fecî şekilde helâk edip cehennem azâbına sürüklemiş olurlar. Cenâb-ı Hak ise kullarını çok sevmekte ve onlara merhamet etmektedir. Onların huzûr içinde nezîh bir hayat sürmeleri için En Sevgili Kulu ve Rasûlü ile İslâmî esasları göndermiştir.[15]
Cenâb-ı Hak, ihram yasakları gibi bâzı haramları, mü’minleri imtihan etmek ve îmânlarını kuvvetlendirmek için koymuştur. Kimsenin görmediği yerde bu tür basit yasakları çiğneyen bir mü’min, malını ve canını fedâ etmesi gereken yerlerde ilâhî emirleri nasıl dinleyebilir ki?! Mü’minler, büyük küçük demeden bütün yasaklara riâyet ederek kalplerindeki Allah korkusunu kuvvetlendirmelidirler. Böyle yapmayıp da ilâhî hududları aşanlar için elem verici bir azâb vardır.[16] Zâhidliğiyle meşhur olan Bilâl bin Saʻd (r.a) ne güzel söyler:
“Günahın küçüklüğüne değil, kime karşı isyân ettiğine bak!”[17]
- Günahlardan Şiddetle Sakınmak
Dînî bir cezâ olmaksızın bir insanın canına kıymak veya yaralamak çok büyük bir günâhtır. Bunu yapan kimseye kısas tatbik edilir ve o yaptığının aynısıyla cezâlandırılır. Cenâb-ı Hak, kullarının, birbirlerine dâîmâ af ve ihsân ile muâmele etmelerini arzu etmekte ve onlara devamlı merhametiyle muamele ederek dînî hükümleri hafifletmektedir. Artık bundan sonra kim haddi aşarsa onu dehşetli bir azap beklemektedir.[18]
Dâimâ mü’minlerin iyiliğini istemek ve haklarında güzel düşüncelere sahip olmak îcâb eder. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin! Belki de onlar, kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın! Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler zâlimlerdir.” (el-Hucurât 49/11)
“Ey îmân edenler! Zannın birçoğundan kaçının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın! Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin! Sizden biri hiç ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun! Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (el-Hucurat 49/12)
Mü’minler birbirleriyle fısıldaşırken ve gizli konuşurken, günâh, düşmanlık ve Peygamber Efendimiz’e isyân mâhiyetinde şeyler konuşmamalıdır. İyilik ve takvâlarını artırmak için konuşmalı, sonunda huzûruna çıkacakları Allah’tan dâimâ korkmalıdırlar.[19]
- Fâiz
Allah Teâlâ, mü’minlere, takvâ sahibi olmalarını ve eğer gerçekten îmân ediyorlarsa fâiz alacaklarını derhal terketmelerini emreder. Eğer bırakmazlarsa Allah ve Rasûlü’nün kendilerine büyük bir harp îlân ettiğini bilmelidirler. Şayet tevbe ederlerse, anaparaları kendilerine âittir, ancak fâiz kısmını almayıp ondan uzaklaşmalıdırlar.[20]
Fâiz, toplumun ve iktisâdî hayatın kanseridir. Ona bulaşan insanın kurtulması çok zordur. Fâiz borcu ve hırsı, katlanarak büyümeye devam eder. Bu büyük mûsibetten kurtulmanın yolu takvâ ve Allah korkusudur. Ebedî hayattaki dehşet verici azâbı düşünerek bu günahtan kurtulmak îcâb eder. Böyle olursa kul felâha erer, aksi takdirde âkıbeti çok acı olur.[21]
Fâiz, toplumda zengini bir müddetliğine daha zengin, fakiri de daha fakir eder, enflasyonu artırır ve sınıf farkına sebebiyet verir.
- Şeytanın Adımlarına Uymamak
Cenâb-ı Hak, mü’minlere, açıkta ve gizlide tam olarak Allah’a teslim olarak İslâm’ı hayatın her sahasına yaygınlaştırmayı ve bu sûretle sulh ve selâmet içinde yaşamayı emretmektedir. Bunun dışında bir hareket, şeytanın adımlarını takip etmek olur ki bu, kuzunun kurda âşık olup peşinden gitmesinden daha fenâ bir hâldir. Zira şeytan, insana karşı düşmanlığını açıkça îlân eden ve onu ebedî felâkete sürüklemek için çalışacağına yemin eden apaçık ve azılı bir düşmandır.[22]
Mü’minler, şeytanın adımlarına uymamalıdırlar. Zira şeytan, devamlı edepsizliği ve kötü şeyleri emreder.[23]
- En Mühim Husus Takvâ
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler; Allah’a karşı takvâ sahibi olun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe 9/119)
Allah Teâlâ, mü’minlere herşeyden evvel takvâya sarılmalarını emretmektedir. Bütün güçleriyle takvâya sarılıp, takvâda zirveye çıkmalarını tavsiye etmektedir. Zira istikâmet üzere yaşayıp îmân ile ölebilmek, büyük ölçüde buna bağlıdır.[24]
Yüce Rabbimiz, mü’minlere orucu farz kılarak onları takvâ yolunda sağlam adımlarla yürümeye alıştırmaktadır. Bizden evvelki ümmetlere de farz kılınan oruç, helalleri bile asgarî seviyede, belli ölçülerle ve dikkatli kullanmayı öğreterek mü’minlere takvâda seviye kazandırır.[25]
Mü’minler takvâ üzere bir hayat yaşarlarsa Allah onlara, hakkı bâtıldan ayıracak bir firâset lûtfeder, kötülüklerini örtüp günahlarını affeder. Çünkü Allah büyük lûtuf sahibidir.[26]
Cenâb-ı Hak mü’minlere, iyilik, hayır ve takvâ yolunda yardımlaşmayı, günâh ve düşmanlık üzere yardımlaşmamayı emreder. Eğer onlar ilâhî emirlere riâyet etmezlerse âhirette şiddetli bir azâba mâruz kalırlar.[27]
- Maddî ve Mânevî Temizliğe Dikkat
Mü’minler, abdestlerine, gusüllerine ve temizliklerine çok dikkat ederler. İbadetlerini temiz bir mekânda temiz olarak yaparlar. Su bulamadıklarında veya hastalık, yolculuk gibi bir sebeple suyu kullanamayınca temiz bir toprakla teyemmüm ederler. Cenâb-ı Hak bu tür hükümleri onlara zorluk çıkarmak için değil, onları tertemiz kılarak üzerlerindeki nîmetlerini tamamlamak için göndermiştir. Rabbimizin üzerimizdeki sayısız nîmetleri için ne kadar şükretsek azdır.[28]
Müşrikler ve kâfirler madden ve mânen pisliktirler. Tahâret, abdest, gusül nedir bilmedikleri gibi îtikâd ve fikirleri de pistir. Bu sebeple onların Mescid-i Harâm’a yaklaşmalarına izin verilmez. Bundan hareketle onları mübârek ve mukaddes mekânlara, câmilere ve Mukaddes Emânetler’e de yaklaştırmamak lâzımdır. Bu hususta ticâretin zayıflamasından ve maddî menfaatin azalmasından da korkmamalıdır. Zira Allah Teâlâ dilediği kullarını kendi lûtfundan bolca rızıklandırır.[29]
Gerçekten de turistlerden elde edilecek kâra tamah ederek turizm için bütün kapıların açılıp mânevî hasletlerin bu uğurda fedâ edilmesi, ahlâkî aşınma başta olmak üzere pek çok zarara sebebiyet vermektedir. Mü’minler dünya malından evvel, îman ve ahlâkı düşünmeli, İslâm’ın emirlerini ikâme etmeye gayret göstermelidirler.
- Devamlı Zikir
Cenâb-ı Hak mü’minlere kendisini çokça zikretelerini ve sabah akşam tesbih etmelerini emreder.[30]
Mü’minler, rükûya, secdeye, diğer ibadetlere ve hayır işlerine çok ehemmiyet vermelidirler ki felâha erebilsinler. Bir beldede Allah’a kulluk edemezlerse, Allah’ın arzı geniştir, ibadetlerini rahatca yapabilecekleri başka bir yere hicret ederler.[31]
Cumâ günü ezan okunduğunda hemen Allah’ın zikrine koşarak ticâreti bırakmak gerekir. Eğer bilirlerse bu mü’minler için daha hayırlıdır. Cuma namazı kılındığında ise yeryüzüne dağılarak Allah’ın fadlından rızıklarını aramalı, ama bunu yaparken asla gaflete düşmemeli, bir taraftan da devamlı ve çokça Allah’ı zikretmelidirler. Bu şekilde “El kârda gönül Yâr’da” vaziyetinde güzel bir hayat yaşayabilirlerse felâha ererler.[32]
Allah Teâlâ, içki, kumar, dikili taşlar ve fal ile meşgul olmanın çok kötü bir pislik olduğunu, şeytanın işlerinden olduğunu haber veriyor. Şeytan bu tür pis ve zararlı şeyleri süsleyerek insanlara güzel gösterir. Onlar vâsıtasıyla insanların arasına düşmanlık ve buğz atarak Âdemoğullarından öcünü almaya çalışır. Bu pisliklerle akıllarını ve duygularını tahrip ettiği insanları Allah’ın zikrinden ve namazdan alıkoyar. Onları böylesine emsalsiz hayırlardan mahrûm bırakır. O hâlde mü’minler akıllarını vahyin tâlimâtları istikâmetinde kullanarak bu zararlı şeylerden şiddetle sakınmalıdırlar. Mü’minler, şeytan işi menfîliklerden uzak dururlarsa felâha ererler, aksi takdirde başlarına ummadık belâlar gelir.[33]
Yüce Rabbimiz, mü’minlere, toplu olarak kâfirlerle karşılaştıklarında, sebat etmelerini, arkalarını dönüp kaçmamalarını emreder. Zira cepheden kaçmak, büyük bir günahtır. Sabır ve sebatla düşmana karşı sertlik göstermek ve kuvvetimizi ortaya koymak zarûrîdir. Allah Teâlâ, emirlerine itaat eden müttakî kullarıyla beraberdir. Mü’minler, savaş esnâsında bile Allah’ı çok çok zikretmelidir ki felâha erebilsinler.[34]
- Zekât, Sadaka ve İnfâk
Cenâb-ı Hak, lûtfettiği nîmetlerin zekâtlarını vermemizi ve fazladan olarak devamlı infaklarda bulunmamızı emrediyor. İslâm’ın bütün insanlara öğretilip yayılması için malımızı infâk etmemizi ve canla başla gayret etmemizi arzu ediyor. Bu gayretler, en mühim âhiret hazırlığıdır. Âhirete hazırlanma yeri de bu dünyadır. Elimizdeki fırsatı kaçırırsak öyle bir gün gelir ki orada malımız, dostlarımız ve kuvvetli bildiğimiz merciler fayda vermez. Zekâtı ve Allah yolunda infâkı terketmek, cimrilik felâketidir ki bu da kâfirlerin vasfıdır. Bu sebeple mü’minler, bu hâle düşmekten sakınmalıdırlar.[35]
Rabbimiz mü’minlere, kendi rızâsı için verdikleri sadaka ve iyilikleri, insanların başına kakmak ve gönüllerini kırmak sûretiyle boşa çıkarmamalarını emrediyor. Allah’a ve âhiret gününe îmânı kuvvetli olan bir kişi, insanlara gösteriş yapmak için infakta bulunmadığı için yardım ettiği kişilere eziyet etmez. Gösteriş yapanlar, Allah’tan hiçbir ecir alamazlar. Bunlar, üzerinde ince bir toprak tabakası bulunan kaya gibidirler. Biraz şiddetli bir yağmur yağdığında onu yalçın kaya hâline getiriverir. Kayanın üzerine istediğin kadar tohum ek, hiçbir şey elde edemezsin. Zira tohum toprakta yeşerir. Aynı şekilde Allah katındaki makbûliyet de, ancak ihlâs toprağı üzerinde yetişir. Riyâ, başa kakmak ve gönül kırmak ise, kâfirlerin sıfatıdır. Mü’minler, bunlardan şiddetle kaçınmalıdır.[36]
Mü’minler, kazandıklarının temiz ve güzel olanlarından ve Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzünden bitirdiği nîmetlerden infâk etmelidirler. Ancak kendilerine verildiğinde almayacakları değersiz ve bozuk şeyleri vermeleri doğru olmaz. Zira herkes kendisi için verir. Allah Teâlâ insanları bu şekilde imtihan ediyor. Yoksa O’nun hiçbir şeye ihtiyâcı yok. Dilediğinde bütün kullarını zengin ediverir. Ancak mühim olan, mü’minlerin dünya imtihanını kazanarak felâha ermeleridir.[37]
- Şükür
Mü’minler, Allah Teâlâ’nın lûtuf ve ihsanlarını dâimâ hatırda tutarak bunlara sayısız şükürlerde bulunmalıdır. Cenâb-ı Hak, onları pek çok düşmanlarından muhâfaza etmektedir. Mü’minler, Allah’a tevekkül ederek, dâimâ O’na güvenerek vazifelerini îfâ etmelidirler.[38]
Mü’minler, Allah’ın nîmetlerini, daha önceki yardımlarını her fırsatta hatırlayarak kalp, dil ve hâl ile şükretmelidirler.[39]
- Sabır ve Sebât
Mü’minler dâima Allah’tan yardım istemeli, bu esnâda sabrı elden bırakmamalı ve namaza ehemmiyet vermelidirler. Farzlardan sonra nâfile namazları da artırmalı ki duâların kabûlüne medâr olabilsin.[40]
- Tevekkül ve Teslîmiyet
Cenâb-ı Hak, kullarının kendisine karşı tevekkül ve teslîmiyet içinde olmasını arzu buyurmaktadır. Lüzumlu tedbirleri aldıktan sonra Allah’a güvenip kadere rızâ göstermenin mü’minler için daha hayırlı olacağını beyân etmektedir. Mü’minler, kâfirler gibi kendi akıl ve tedbirleriyle kaderi değiştirebileceklerini düşünmezler. Nitekim Uhud sonrası münâfıklar, şehidler için:
“–Bizim yanımızda olsalardı öldürülmezlerdi” dediler.[41]
Fâsık Ebû Âmir, Uhud’da harp meydanını gezerken, şehîd olan oğlu Hanzala (r.a)’ı gördü. Sadrına tekme vurarak:
“–Sen yeni dîne girmekle felâkete uğradın! İşte ben senin vurulup düştüğün yere kadar gelmiş bulunuyorum, ey şeref kirletici oğul! Eğer sen evlatlık vazifeni yapıp babanın sözünü dinlemiş olsaydın, hiç şüphesiz yaşar, ölmezdin!” dedi.[42]
Rasûlullah (s.a.v) ve ashâbı ağır yaralı vaziyette Medine’ye döndüklerinde, münâfıklarla yahûdiler sevinip gülüyor ve en çirkin sözleri açıkça söylüyorlardı. Münâfık başı Abdullah bin Übeyy’in, samîmî bir müslüman olan oğlu Abdullah da Uhud’da yaralanmıştı. Sabaha kadar ateş yakıp yaralarını dağlamakla meşgul oldu. Babası kendisine:
“–Muhammed ile bu şekilde savaşa çıkman doğru değildi. O, beni dinlemedi de çocuklara uydu. Ben böyle olacağını gözümle görür gibiydim” deyip duruyordu. Oğlu da cevâben:
“–Allah Teâlâ’nın, Rasûlü’ne ve müslümanlara takdir edip başlarına getirdiği hâl, her şeyden daha hayırlıdır!” diyordu.[43]
Hiç şüphesiz, inançsızların sahip olduğu bu düşünce yapısı, onları hayat boyu rahatsız edip üzüntülere garkeder. “Şöyle yapsaydık böyle olurdu, şunu yapmasaydık bu başımıza gelmezdi” şeklindeki anlayışlarıyla, kalplerinde dâimâ bâzı şeylerin hasretini ve acısını çeker dururlar. Münâfıklar da bu anlayışları sebebiyle, ticârî seferlere ve cihada çıkmaya cesâret edemezler. Cesur müslümanlar, büyük kârlar veya ganimetler elde ederek döndükçe de pişmanlık ve hüzünleri artar, tahassür içinde kalırlar. Âhiretteki pişmanlık ve acıları ise daha büyük olacaktır. Hâlbuki hayatı veren de öldüren de Allah Teâlâ’dır. Eceli gelmeyen bir insan, Hâlid bin Velîd (r.a) gibi en ön safta yüzlerce savaşa katılır ve vücûdunun her yerinden yara alır da yine ölmez.[44] Kimisi de evinde bir yudum suyu içerken boğuluverir. Yüce Rabbimiz onlara:
“Eğer sözünüzde doğru iseniz, ölümü başınızdan savın bakalım!” buyurmaktadır. (Âl-i İmrân 3/168)
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e de şöyle buyurmaktadır:
“…De ki: «İşin tamamı Allah’a aittir.» Sana açmadıklarını içlerinde gizliyorlar: «Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik» diyorlar. De ki: Evlerinizde dahi olsaydınız, yine de haklarında ölüm yazılmış olanlar ölüp düşecekleri yere geleceklerdi. Bu, Allah’ın içinizde olanı ortaya çıkarması ve kalplerinizdeki şüpheyi gidermesi içindir. Allah kalplerde olanı bilir.” (Âl-i İmrân 3/154)
Her şey Allah Teâlâ’nın elindedir. Öyleyse kâfirler gibi davranmayıp hakîkî mü’minlerin yolundan gitmeli, gerekli tedbirleri alarak Allah’a tevekkül etmelidir.[45]
- Doğru Sözlülük, Sadâkat
Allah Teâlâ, mü’minlere, kendisinden korkmalarını ve dâimâ doğru söylemelerini emreder.[46] Mü’minlerin özleriyle sözleri bir olmalı, yapmayacakları şeyleri söylememelidirler. Zira samîmiyetsizlik ve sadâkatsizlik, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeden kötü bir haslettir.[47] Bu sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minlere, akitlerini en güzel şekilde yerine getirmelerini emreder.[48]
- Firâsetli Davranmak
Bir fâsık, haber getirdiğinde müslümanlar onu iyice araştırmalıdırlar. Yoksa yanlış bilgilere dayanarak suçsuz insanlarla mücâdeleye başlar, sonra da pişman olurlar.[49]
- Adâlet
İdâreciler adâletle muâmele etmeli, mü’minler de Allah’a, Rasûlü’ne ve kendilerinden olan idârecilere itaat etmelidirler. Bir hususta ihtilâfa düştüklerinde meseleyi Allah’ın Kitâbıʼna ve Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine arzetmelidirler. Allah’a ve âhiret günündeki hesâba, cezâya ve mükâfâta inanan bir mü’minin böyle yapması zarûrîdir. Bu, en hayırlı ve en güzel yoldur, sonu selâmettir.[50]
Mü’minler, bütün hususlarda âdil davranmalı, adâleti hayatın her safhasına yaygınlaştırmalı ve doğru şâhitlik yapmalıdırlar. Bir ism-i şerifi de Adl olan Cenâb-ı Hak katında adâlet öyle ehemmiyetlidir ki, kişi kendi aleyhine bile olsa Allah için doğru şâhitlik yapmalıdır. Üzerinde başkalarının hakkı varsa, ikrar ve itiraf etmelidir. Aynı şekilde, anne-babası ve akrabaları aleyhine de olsa âdil hüküm ve doğru şâhitlikten kaçınmamalıdır. Diğer taraftan, kişinin üçüncü şahıs aleyhine yapacağı şâhitlik, kendisinin ve akrabalarının herhangi bir zarara uğramasına sebep olacaksa bile yine dosdoğru şâhitlik yapmalıdır.
Hüküm ve şâhitlik esnâsında kişilerin zenginlik ve fakirlik durumları kesinlikle dikkate alınmamalıdır. Zengine yaranmak veya fakire merhamet etmek için hak ve adâletten ayrılmak doğru değildir. Allah Teâlâ, zengine de fakire de herkesten daha yakındır, onları insanlardan daha iyi koruyup gözetir. Adâlet onlara zarar verecek olsaydı Cenâb-ı Hak ona göre hüküm indirirdi. Ancak adâlet, zenginliğe veya fakirliğe göre belirlenecek bir mevzû değildir. O ancak hakka ve doğruluğa göre taayyün eder. Zenginlik ve fakirliğin hikmetleri ise başkadır. İtaat konusunda Allah zengin ile fakir arasında fark gözetmemiştir.
Kâfirlere karşı olan öfkeleri, mü’minleri adâletsizliğe sevk etmemelidir. Zira takvâya en yakın olan adâlettir. Takvânın gereği de adâlettir.
Mü’min, haktan yüz çevirip nefsin arzularına uymamalı ki adâlet üzere devam edebilsin. Mü’min, adâletle hükmetme ve şâhitlik husûsunda dilini eğip bükmemeli, bunlardan büsbütün yüz çevirmemeli, adâletin yerini bulmasına ve insanların doğru şâhitlik yapmasına mâni olmamalıdır. Zira Allah Teâlâ, şâhitliği yapanları da, ondan kaçanları da görür ve bilir. Doğruları mükâfatlandırırken, yalancıları da cezâlandırır.[51]
Mü’minler, birbirlerine borçlandıklarında bunu âdil bir kâtip ve iki şâhidle yazmalıdırlar ki daha sonra şüpheye düşüp aralarında ihtilâf çıkmasın. Alış-veriş yapıldığında da şâhid tutulması iyi olur. Ancak ne kâtibe, ne de şâhidlere herhangi bir zarar verilmemelidir. Zira bu, fâsıklık alâmetidir. Bizim için faydalı olan, Allah’tan korkup, O’nun öğrettiği ahkâma riâyet etmektir. Zira herşeyi bilen ve ona göre hüküm koyan Allah Teâlâ’dır.[52]
- Kadınlara Güzel Muâmelede Bulunmak
Allah Teâlâ, mü’minlerin, kadınlara hüsn-i muâmelede bulunmalarını, onlara hiçbir şekilde haksızlık yapmayıp insafla muâmele etmelerini emretmektedir. Açık bir hayâsızlık yaparlarsa onları tedip etmelidir. Beğenilmeyen bazı vasıfları olursa bunları büyütmemelidir. Herkesin kusûru olur. Kadınların dâimâ güzel yönlerine bakmak îcâb eder. Zira Cenâb-ı Hak, bizim bir yönüyle hoşlanmadığımız şeylerde pek çok hayırlar yaratmış olabilir.[53]
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Bir mü’min, hanımına buğzetmesin! Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.”[54]
- Âileyi İdâre Etmek ve Korumak
Malları ve evlâdları, mü’minleri Allah’ın zikrinden alıkoymamalıdır. Kim böyle gaflete düşerse işte onlar hüsrâna uğrayanlardır.[55]
Bazen hanımları ve çocukları, mü’minleri ibadet ve tâatten alıkoyarak onlara düşmanlık yapmış olurlar. Bu hususta uyanık ve firasetli olmak îcâb eder. Ancak onları hoş görüp kusurlarını affetmek ve ıslahına gayret etmek daha doğrudur. Böyle yapılırsa Allah Teâlâ da af ve merhametiyle muâmele eder.[56]
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi öyle bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Onun başında gayet katı, şiddetli, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri her şeyi yapan melekler vardır.” (et-Tahrîm 66/6)
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden mes’ûlsünüz. Devlet reisi bir çobandır ve sürüsünden mesʼûldür. Erkek âilesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden mesʼûldür. Hizmetkâr efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden mes’ûldür. Netice itibariyle her biriniz bir çobandır ve güttüğü sürüden mes’ûldür.”[57]
Çoban, güttüğü sürünün hâlet-i rûhiyesinden anlar.
Çoban, sürüsünü kurtlar ve canavarlardan muhafaza eder.
Çoban önde giderek sürüsüne istikâmet verir. Çoban arkada kalarak, geri kalan hasta ve zayıf koyunları kucağına alıp onları sürüye yetiştirir, kurtlara bırakmaz. Yani, bazen önden bazen arkadan giderek dâimâ mes’ûl olduğu sürüyü kontrol eder.
Çoban, hayvanlarını münbit arazilerde otlatır, orada dinlendirir, orada gıdâlandırır, onları kurak yerlerde helâk etmez.
- Âhiret İçin Hazırlık Yapmak
Cenâb-ı Hak, mü’minlere, huzûruna gelecekleri gün için hazırlık yapmalarını emrederek şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler, Allah’tan korkun ve herkes yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın! Allah’tan korkun, takvâ üzere yaşayın; çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr 59/18)
Allah Teâlâ, mü’minlere, onları acı bir azâbdan kurtaracak en hayırlı ticâreti haber vermiştir. O da Allah’a ve Rasûlü’ne îmân ederek, Allah yolunda mal ve can ile cihâd etmektir.[58]
Müslümanlar, Allah’ın kendilerine lûtfettiği can ve malı Allah yolunda kullanarak âhiret için hazırlık yaparlar ve nihâyetinde cenneti satın alırlar.
Mü’minler bir taraftan takvâ üzere hayat sürerken diğer taraftan da Allah’a daha fazla yaklaşmak için vesîleler ararlar. Günahlardan sakınmak, ilâhî emirleri yerine getirmek başta olmak üzere O’na yaklaştıran her vesîleye sarılırlar. Bu zor işi gerçekleştirmek için de Allah yolunda açık ve gizli düşmanlarla cihâd ederler. Bu minvâl üzere gayret ederek felâha ererler.[59]
- İslâm’ı Tebliğ, Emr bi’l-Mâruf ve Nehy ani’l-Münker
Mü’minler, öncelikle kendilerini ıslah edip hidâyet ve takvâlarını artırmaya gayret etmelidirler. Onlar, İslâm’ı en güzel şekilde yaşayarak emr bi’l-mâruf ve nehy ani’l-münkerde bulunmalı, bundan sonra dalâlette ısrar edenlere aldırmamalıdırlar. Sonunda herkes mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkacaktır. O gün Allah Teâlâ, insana her yaptığını haber verir ve hesâba çeker.[60]
Bir gün Ebû Bekir (r.a) Allah’a hamd ü senâdan sonra şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Siz şu âyeti okuyor, lâkin yanlış anlıyorsunuz:
«…Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz sürece sapıtan kimseler size zarar veremezler...» (el-Mâide 5/105)
Hâlbuki biz Nebiyy-i Ekrem’i şöyle buyururken işittik:
«İnsanlar zâlimi görüp de onun elini tutmaz (zulmüne mânî olmazlar)sa, Allah’ın onları umûmî bir şekilde cezalandırması yakındır».”
Ebû Bekir (r.a) sözlerine şöyle devam etti: “Ben Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururlarken işittim:
«Bir topluluğun arasında mâsiyetler ve günahlar işlenir de onlar güçleri yettiği hâlde bunu değiştirmezlerse, Allah Teâlâ, yakın bir zamanda mutlaka onlara umûmî bir azap gönderir».”[61]
- Düşmana Karşı Dâimâ Uyanık Olmak
Mü’minler dâîmâ teyakkuz hâlinde olup düşmana karşı hazırlıklı bulunmalıdır. Grup grup veya topyekün düşmana karşı mücâdele etmeli, sadece cihâda değil her türlü hayra bu şekilde koşmalıdırlar.[62]
Mü’minler şahsiyetlerini muhâfaza etmeli, inançsızlardan farklı olduklarını hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Mü’min olmayanlara hiçbir hususta benzememeye gayret etmeli, onlara karşı dâimâ dikkatli olmalıdırlar. Mü’minler, eğer yahûdîlere, hristiyanlara ve diğer kâfirlere uyarlarsa ayakları kaymaya başlar, îmandan uzaklaşıp küfre yaklaşmaya başlarlar. Sonunda hüsrâna uğrayıp acı bir pişmanlık yaşarlar.[63]
Allah Rasûlü (s.a.v) ibadette bile gayr-i müslimlere benzememeyi telkin etmişlerdir. Meselâ Muharrem’in 10. günü yahûdiler de oruç tuttuğu için, Efendimiz (s.a.v) bir gün evvel veya bir gün sonrasıyla birlikte tutmayı sünnet kılmışlardır. Şöyle buyurmuşlardır:
“Kim bir kavme benzerse, onlardan olur.”[64]
“Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.”[65]
Bir kişi Abdullah bin Mesʻûd (r.a)’ı düğün yemeğine davet etmişti. Abdullah (r.a) düğün evine geldiğinde eğlence sesi işitti ve içeri girmedi. Ev sahibi:
“‒Ne oldu, niçin girmiyorsun?” deyince İbn-i Mesʻûd (r.a) şöyle dedi:
“‒Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işittim:
«Kim bir kavmin karaltısını artırırsa onlardandır. Kim bir kavmin yaptığı işten râzı olursa, o işi yapanlarla ortak olur».”[66]
- Dostluk
Mü’minler firâsetli olup dost ile düşmanı çok iyi tefrik edebilmelidirler. Dünya malı peşinde koşarak mü’minleri dışlamak ve müslüman kanı dökmek çok büyük günahtır. Bin kâfiri hayatta bırakmak, Allah katında bir müslümanı katletmekten daha hafiftir. Bu hâl, îmân cevherinin ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Allah’ın lûtfedeceği nîmetler, dünya menfaatlerinden çok daha fazla ve güzeldir. Herkes kendi kusuruna baksın ve fiillerine dikkat etsin, zira Cenâb-ı Hak herşeyden haberdârdır.[67]
Mü’minler, mü’min kardeşlerini bırakarak kâfirleri dost edinmemelidirler. Böyle bir davranış, ilâhî intikâma ve azâba sebep olur.[68]
Cenâb-ı Hak, mü’minlere, yahûdi ve hristiyanları dost edinmemeyi emrediyor. Zira onlar birbirlerinin dostlarıdır. Yüce Rabbimiz onları dost edinenlerin, onlardan olacağını haber veriyor. İlâhî emirleri dinlemeyerek yahudi ve hristiyanları dost edinenler, zâlim olur ve Allah Teâlâ onlara aslâ hidâyet vermez.[69]
Ancak onlara da bir takım haklar verilmiş, aslâ kendilerine zulmedilmemiştir. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Medîne’ye hicret edince evvelâ müslümanlar arasında bir kardeşlik tesis etti, ardından gayr-i müslimler için bir vesîka hazırlayarak onlara hukuk tevzi etti. Dolayısıyla İslâm toplumunda gayr-i müslimlerin hukûku vardır ve ona hassâsiyetle riâyet edilir. Aksi takdirde kul hakkı ihlâl edilmiş olur. Kişi, üzerindeki kul haklarını dünyadayken ödemezse bunlar âhirette mutlaka kendisinden alınır. Ancak bu, dünyadaki kadar kolay olmaz.
Mü’minler, dinleriyle alay eden ve onu hafife alan kimselerle de dost olmamalıdırlar. Îmânın gereği, İslâm’ı hafife alanlardan uzak durmak, onlara buğzetmek ve düşman olmaktır.[70]
Îmânı terkedip küfrü sevenler babaları ve kardeşleri de olsa, mü’minler onları dost edinmezler. Zira kâfirleri dost edinenler zâlim olurlar.[71]
Mü’minler, Allah’ın ve kendilerinin düşmanı olan kimseleri dost edinmemelidirler. Onlar bizim dînimizi inkâr edip müslümanlara muhtelif eziyetler ettikleri ve pek çok zararlar verdikleri hâlde hâla onlara muhabbet duymak ahmaklık olur. Bu hatâya düşen mü’minler, dosdoğru yoldan sapmış, pek kıymetli bir nîmeti kaybetmiş olurlar. Cenâb-ı Hak, kalplerde gizlenen duyguları bilir. O’ndan hiçbir şey gizli kalmaz.[72]
Hâsılı mü’minler, Allah’ın gazap ettiği hiçbir kâfiri dost edinmemelidirler. Zira onlar, kabirdeki ölülerden ümid kestikleri gibi âhiretten ümidlerini kesmişlerdir, ona inanmazlar.[73]
Mü’minler, kendilerinden başkasını sırdaş da edinmemelidirler. Zira gayr-i müslimler fırsat bulduklarında mü’minlere fenâlık etmekten aslâ geri durmazlar. Dâimâ mü’minlerin sıkıntıya düşmelerini isterler. Zaman zaman kendilerine hâkim olamayarak düşmanlıklarını ağızlarından kaçırdıkları da olur. Lâkin şunu unutmamak îcâb eder ki kalplerinde gizledikleri kinleri daha büyüktür. Akıllı mü’minler, Cenâb-ı Hakk’ın bu beyânını hiçbir zaman akıllarından çıkarmaz ve ondan istifâde ederler.[74]
- Dinden Uzaklaşmamak
Cenâb-ı Hak, mü’minlere hâinlikten şiddetle sakınmalarını emrediyor. Allah’ın farzları, Efendimiz’in sünneti, mü’minlerin hakları ihmâl edilirse, ganimet ve vakıf malı haksız yere kullanılırsa hıyânet edilmiş olur. Bunların zararı da yine insanlara döner.[75]
Mü’minler, ilâhî emirleri dinlemeyerek İslâm’dan uzaklaşırlarsa Allah Teâlâ onları helâk eder, yerlerine sâlih insanlar getirir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı şefkat, merhamet ve tevâzu ile muâmele ederler, kâfirlere karşı izzetli davranırlar. Allah yolunda cihâd ederler. Kınayanın kınamasına hiç aldırmadan istikâmet üzere hayatlarını devam ettirirler. Bu kıvamda bir mü’min olmak, Allah Teâlâ’nın büyük bir lûtfudur, onu dilediği kuluna bahşeder. Allah Teâlâ, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.[76]
- Lüzumsuz Şeylerle Meşgul Olmamak
Mü’min, Allah’ın helal kıldığı temiz ve hoş şeyleri kendi kendine haram etmemelidir. Zira İslâmî bir esasa dayanmadan kendi fikrince bazı hükümler vererek bidʻatler ortaya koyan, böylece haddi aşarak itaatsizlik eden kimseleri Cenâb-ı Hak sevmez.[77]
Mü’minler, lüzumsuz sorular sormamalı, gereksiz şeyleri araştırmamalıdırlar. Aksine kendilerinden istenen amel-i sâlihleri samîmiyetle îfâya gayret etmelidirler. Mü’min, takvâ ile amellerine devam ederse Cenâb-ı Hak ona bilmediği şeyleri öğretir.[78]
- Allah’ın Dînine Yardım Etmek
Cenâb-ı Hak, mü’minlerden, İslâm’a hizmet etmelerini istemektedir. Eğer onlar Allah’ın dînine yardım ederlerse Allah da onlara yardım eder ve ayaklarını sâbit kılarak yanlış yollara saptırmaz.[79]
Mü’minler, Hz. Îsâ’nın havârileri gibi İslâm’ın yardımcıları olmalı, onu tâlim ve tebliğ etmelidirler.[80]
Allah yolunda cihâd etmek gerektiğinde, yere çakılıp kalmak, mü’minliğe yakışmaz. Mü’minler, âhireti bir kenara bırakarak dünya hayatıyla tatmin olmazlar. Zira dünyada elde edilecek menfaatler, âhiret nîmetleri yanında yok denecek kadar azdır. Hem zaman, hem kemiyet, hem de keyfiyet olarak…[81]
Mü’minler, hakkı müdâfaa ederken, kâfirlerin bâtıl dâvâları uğruna sarf ettiği gayretten daha fazla gayret gösterip sebât etmeli, sabır yarışında düşmanlarını geçmelidirler. Kâfirlerle mücâdele ederken, şecaat, yiğitlik ve kahramanlık gösterme husûsunda birbirleriyle yarışmalıdırlar. Kim hakkı ve ehlini korumak, dâvetini yaymak uğrunda sabreder, mânîlere direnir, tehlikelere karşı uyanık olup gerekeni yapar ve Allah’ın emrine saygısızlıktan sakınır, diğer işlerinde de bu kâideleri göz önünde bulundurursa kurtuluşa erer ve Allah katındaki saâdete nâil olur.[82]
- Toptan Tevbeye Sarılmak
Allah Teâlâ, mü’minlere, hep birlikte ve büyük bir ihlâsla tevbe etmelerini emretmektedir. Böylece Allah, onların günahlarını affederek cennetine koyar, o dehşetli günde rezîl olmaktan kurtarır ve nurlarını artırır.[83]
Yüce Rabbimizin bizden istediği nasûh bir tevbedir. Yani ihlâs ve samîmiyetle yapılan bir tevbe… Tevbenin bu kıvamda olabilmesi için pişmanlık zarûrîdir. Bu şiddetli pişmanlığın ardından tevbeyi amel-i sâlihlerle teyid etmek zarûrîdir.
- Ancak Müslüman Olarak Can Verin
İnsanoğlu için dünya hayatının gâyesi, âhiret saâdetini elde edebilmektir. Bu gâyeye ulaşmanın bir tek yolu vardır. Yüce Rabbimiz, o yolu şöyle beyan buyurur:
“Ey îmân edenler! Allah’a karşı, O’nun azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ üzere olun ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân 3/102)
Her hayat sahibinin başından mutlakâ geçecek olan ölüm, fânî hayata büyük vedâ ânı ve her canlının şahsına münhasır yaşayacağı husûsî bir kıyâmettir. Son nefes, her insanın bir defa yaşayacağı, tekrârı ve misli olmayan bir ândır. O ânı Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu şekilde geçirebilmek için, O’nun emirleri istikâmetinde bir hayat yaşamak îcâb eder.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed 47/7)
Şunu unutmamalıdır ki, insanoğlu aslında her gece ve gündüz, farkında olsun veya olmasın, sayısız ölüm sebepleri ile karşı karşıyadır. Ölüm, insanı her an pusuda beklemektedir. Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle buyurur:
“Aslında her an, canının bir cüz’ü ölüm hâlindedir. Her an, can verme zamanıdır ve her an, ömrün tükenmektedir.”
Gerçekten hergün şu fânî hayattan bir gün daha uzaklaşırken kabre bir adım daha yaklaşmıyor muyuz? Hergün ömür takvimimizden bir sayfa kopmakta değil midir?
2. Takvâ
Kur’ân-ı Kerîm’de “takvâ” kelimesi, muhtelif kalıplarda yaklaşık 258 defa zikredilir. Bu durum, mü’minler için takvânın ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.
Cenâb-ı Hak; itikatta, ibadette, muâmelâtta, yani hayatın her safhasında, hattâ her nefeste hakkıyla takvâ sahibi olmamızı arzu etmektedir.[84]
Takvâ; yasaklarından kaçınmak, emirlerine sarılmak sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girmek, Allah’a sığınmak demektir. O, celâl sahibi yüce Allah’ın gazabından ve azâbından korkarak, rahmetinin gölgesine girmeye gayret etmek demektir.
Takvâ; iki cihan saadetimize vesile olan Kur’ân ve sünnetteki yüce talimatları; âile hayatı, ticarî hayat, içtimaî hayat... gibi hayatın her safhasına intikal ettirmektir.
Takvâ; dinî hükümleri heyecan, vecd ve istiğrak içinde îfâ edebilmektir. Yani Allah’ın emir ve yasaklarına riâyette titizlik göstermek, bilhassa günahlardan şiddetle kaçınmaktır.
Takvâ; Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden kalbin korunmasıdır. Aynı zamanda Allah’a yakınlaştıracak her şeye de yakınlık ve muhabbet içinde olmaktır.
Takvâ sahibi mü’min, Allah’ın koyduğu harâm sınırlarına yaklaşmaz.[85]
Takvâ sahibi mü’min, helâl ve hoş olan rızıklardan yer.[86]
Takvâ sahibi mü’min, malını Allah yolunda infâk ederek temizlenir ve kendisini cehennem azâbından korur.[87]
Takvâ sahibi mü’min, sâdıklarla beraber olur.[88]
Takvâ sahibi mü’min, dînî sembollere tâzim gösterir.[89]
Takvâ sahibi mü’min, âhirete ne hazırladığını sık sık kontrol eder.[90]
2.1. Kıymet Ölçüsü: Takvâ
İnsanın Allah katındaki değeri, takvâsı nisbetindedir. Cenâb-ı Hak bunu şöyle beyan buyurur:
“…Muhakkak ki Allah katında en değerli ve en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır.” (el-Hucurât 49/13)
Bu âyet-i kerîmenin nüzûlüne sebep olan ve müttakî kulların, hem Allah hem de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz nezdinde ne kadar kıymetli olduğunu gösteren şu hâdise pek ibretlidir:
Allah Rasûlü (s.a.v) birgün Medîne-i Münevvere’deki çarşılardan birisine uğramıştı. Çarşıda siyahî bir köle müzâyede ile satılıyordu. Köle:
“–Beni alacak olan kişiye bir şartım var!” diyordu. Alıcılardan birisi:
“–Nedir o şart?” diye sordu. Köle:
“–Benim farz namazları Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in arkasında kılmama mânî olmayacak!” dedi.
Adam bu şartı kabul ederek köleyi satın aldı. Rasûlullah (s.a.v) her namazda gözüyle bu köleyi arardı. Birgün yine baktı fakat göremedi. Sahibine:
“–Kölen nerede?” diye sordular. Sahâbî:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, o hummaya yakalandı” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ashâbına:
“–Kalkın onu ziyarete gidelim!” buyurdular. Birlikte kalktılar ve siyâhî kölenin yanına gidip geçmiş olsun ziyaretinde bulundular. Birkaç gün sonra Allah Rasûlü (s.a.v) kölenin sahibine:
“–Kölenin hâli nasıl?” diye sordular. Sahâbî:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, onun ölümü yakındır!” cevâbını verdi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) kalkıp kölenin yanına gittiler ve ölmek üzereyken yanına vardılar. Köle o esnâda vefât etti. Peygamber Efendimiz onun yıkanması, kefenlenmesi ve defnedilmesiyle bizzat ilgilendiler. Ashâb-ı kirâm bu duruma çok şaşırdılar. Muhâcirler:
“–Biz vatanımızı, mallarımızı, âilemizi terk edip buralara geldik; hiçbirimiz şu kölenin Rasûlullah’tan gördüğü îtibârı ne hayatında ne hastalığında ne de ölümünde görmedi!” dediler. Ensâr da:
“–Allah Rasûlü’nü barındırdık, yardım ettik ve mallarımızla onu destekledik ama habeşli bir köleyi bize tercih etti” diye düşündüler. İşte bunun üzerine yukarıda geçen Hucurât Sûresi’nin 13. âyet-i kerimesi nâzil oldu. Onlara, bütün insanların aynı anne babanın evlâtları olduğu hatırlatılarak faziletin takvâ ile ölçüldüğü ve takvânın ne kadar üstün bir haslet olduğu anlatıldı.[91]
Yine Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Asıl birr (iyilik ve hayrın kemâli), gerçek takva sahibi olan kimsenin davranışıdır.” (el-Bakara 2/189)
2.2. Takvâ’ya Nâil Olabilmek İçin
Yukarıdaki âyet-i kerîmeler, mü’minler için en faydalı hasletin takvâ olduğunu göstermektedir. Ancak, takvâya nâil olabilmek için de insanda bir azim ve gayretin olması zarûrîdir. Nitekim Hz. Ömer (r.a) buna işaretle:
“Günahlardan korunmaya çalışmayan kimse, korunup takvâya erdirilmez” buyurmuştur.[92]
Hz. Ömer’in takvâya erme husûsundaki gayretini Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:
“Ömer bin Hattab’ın sesini işittim. Hemen yanına çıktım. Bu esnâda o da bir bahçeye girmişti. Aramızda bir duvar vardı. Bahçenin içinde kendi kendine şu telkini yaptığı işitiliyordu:
«Ömer bin Hattab, Mü’minlerin Emîri! Bak dikkat et, dikkat et!.. Vallâhi ya Allah’a karşı takvâ sahibi olursun ya da sana azap eder».”[93]
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu hususta bize bâzı duâlar da tâlim etmişlerdir. O:
“Allah’ım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim!” diye Allah’a yalvarırlardı.[94]
Yolculuğa çıkarken:
“…Ey Allah’ım! Biz, bu yolculuğumuzda senden iyilik ve takvâ, bir de râzı olacağın ameller işlemeyi nasip etmeni dileriz” diye dua ederlerdi.[95]
Kendileri takvâ mertebelerine ulaşmaya gayret eden mü’minler, diğer kardeşlerinin de böyle güzel bir hayatı öğrenip yaşamalarına yardımcı olmalıdırlar. Yani mü’minler, elbirliğiyle takvâya sarılmalı, takvâyı öğrenmeli, takvâyı yaşamalı ve takvâyı yaşatmalıdırlar. Yüce Rabbimiz şu tavsiyede bulunur:
“…İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın! Allah’a karşı takvâ sahibi olun! Çünkü Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.” (el-Mâide 5/2)
2.3. Takvâ’nın Faydaları
Takvâ, insanı Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine nâil eyler. İnsan, kalbini takvâ hissiyâtı ile doldurup amellerini takvâ üzere yaparsa Allah Teâlâ’nın sevdiği bir kul hâline gelir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Her kim ahdine vefâ gösterir ve takvâ sahibi olursa, şüphe yok ki Allah müttakîleri sever.” (Âl-i İmrân 3/76. Krş. et-Tevbe 9/4)
Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî (r.a), Uhud’da Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte savaşmışlar ve yaralı olarak Medîne’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü’nün düşmanı takip için müslümanları dâvet ettiğini işittikleri zaman:
“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah (s.a.v)’in bulunduğu bir seferi de kaçırmak istemeyiz” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın gâh yürümesine yardım etti, gâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Allah Rasûlü’nün yanından ayrılmadılar.[96] Onlar gibi böylesine büyük fedakârlıklar sergileyen başka sahâbîler de vardı. Cenâb-ı Hak, bu mübârek sahâbîleri iltifât-ı ilâhîsine mazhar kılarak şöyle müjdeledi:
“Yara aldıktan sonra yine Allah’ın ve Peygamber’in emrine icâbet edenler; mü’minler içinde bilhassa böyle ihsân ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir ecir vardır.” (Âl-i İmrân 3/172)
Cenâb-ı Hak, takvâ sahibi kullarıyla beraberdir. Âyet-i kerimelerde bu husus tekrar tekrar hatırlatılır ve:
“Allah’a karşı takvâ sahibi olun ve şunu bilin ki Allah Teâlâ müttakîlerle beraberdir” buyrulur.[97]
Cenâb-ı Hak bir kulunu sevip onunla beraber olduğunda, onun gören gözü, konuşan dili, işiten kulağı, akleden kalbi, tutan eli, yürüyen ayağı olur[98], onu akla hayâle gelmeyen maddî-mânevî nîmetlerle rızıklandırır ve bütün işlerini âsân eyler. Ona basîret ve firâset ihsân eder. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (el-Aʻrâf 7/201)
“Ey îmân edenler! Eğer Allah’a karşı takvâ sahibi olursanız, O size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış (furkân) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi mağfiret eder. Allah büyük lûtuf sahibidir.” (el-Enfâl 8/29)
Büyük müfessir Mücâhid, bu âyette geçen “furkân”ı, “dünya ve âhirette çıkış yolu verir”[99] diye tefsir ederken, Tüsterî (ö. 283/896), “dinde bir nûr verir, sizi hak ile batıl arasındaki şüphelerden kurtarır” manasını vermiştir.[100] Kelbî (ö. 146/763) “size bir basîret verir” diye açıklamıştır.[101]
Kuşeyrî (ö. 465/1072) âyette geçen furkān’ı, hak ile batılı ayıran bol ilim ve kuvvetli ilham diye tefsir ederek, âlimlerin furkānının burhandan (delilden) geldiğini, âriflerin furkānının ise ilâhî bir mevhibe olduğunu, âlimlerin bunu çalışarak elde ettiklerini, âriflere ise Rablerinin cömertliği gereği ihsan edildiğini söylemiştir.[102]
İbn Cüzey (ö. 741/1340) furkān’ın hak ile batıl arasındaki ayrım olduğunu söyledikten sonra “Bu, takvanın kalbi nurlandırdığına, sadra inşirah verdiğine, ilmi ve marifeti artırdığına bir delildir” açıklamasını yapar.[103]
Hâzin (ö. 741/1341) bu âyeti, “Kalbinize bir nûr ve tevfîk verir, onunla hak ile batılın arasını ayırırsınız” şeklinde açıklar.[104]
İbn Kesîr (v. 774/1373) furkān’ın farklı manalarını verdikten sonra şöyle der: İbn İshâk’tan gelen şu tefsir öncekilerden daha umumîdir ve onların hepsini gerektirir: Kim Allah’ın emirlerini yaparak ve yasaklarını terkederek ondan sakınırsa (takvâ), hakkı tanıyıp batıldan ayırmaya muvaffak kılınır. Bu da onun zafer kazanması, kurtulması, dünya işlerinden bir çıkış yolu bulması, kıyamet günü saadete ermesi, günahlarının silinip insanlardan örtülmesi ve Allah’ın bol sevabına nail olmasının sebebidir. Zira Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler; Allah’a karşı gelmekten sakının ve peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”[105]
Ebû Zer (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v) bir gün:
«–Ben öyle bir âyet biliyorum ki, şayet insanların tamamı onunla amel etseydi, hepsine de kâfi gelirdi» buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:
«–Ey Allah’ın Rasûlü, bu hangi âyettir?» diye sordular. Allah Rasûlü r:
«Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış ve kurtuluş yolu ihsan eder»[106] âyetini tilâvet buyurdular.”[107]
Cenâb-ı Hak, bunun akabinde gelen âyetlerde takvâ sahiplerine lûtfedeceği ihsanları şöyle zikreder:
“(Kim takvâ sahibi olursa, Allah Teâlâ) onu hiç beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (et-Talâk 65/2-3)
“…Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, Allah ona işinde bir kolaylık verir. İşte bu, Allah’ın size indirdiği buyruğudur. Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını artırır/çok büyük ecirler ihsân eder.” (et-Talâk 65/4-5)
Dünya hayatındaki bereketler de takvâya bağlıdır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Eğer o memleketlerin ahâlisi îmân edib Allah’a karşı takvâ sahibi olsalardı mutlakâ üzerlerine yerden ve gökten bereketler açardık. Lâkin yalanladılar, biz de yaptıkları yüzünden onları yakalayıverdik.” (el-Aʻrâf 7/96)
Âyet-i kerîmelerde, takvâ ehline bahşedilecek başka mükâfâtlardan da bahsedilir. Bunlar:
- Cenâb-ı Hakk’ın medh ü senâsına,[108] dostluğuna,[109] rahmetine[110] ve düşmanlara karşı yardımına[111] nâil olmak,
- Amellerin ıslah edilerek günahların bağışlanması[112],
- Âhiretin korku ve hüzünlerinden kurtulup ölüm anında müjdeyle karşılanmak[113],
- Cehennem azabından kurtulup[114] cennette ebedî saâdete vâsıl olmaktır.[115] Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanın cennete girmesine en çok sebep olan şey, onun Allah’a karşı takvâ sahibi olmasıdır.”[116]
Allah Teâlâ takvâ sâhibi kullarına Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok müjdeler vermiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Dünya ve âhirette ikramlara mazhar olmak,[117] Allah’ın yardımına nâil olup zaferler kazanmak,[118] ilim ve hikmet sahibi olmak,[119] günahların örtülmesi, ecrin büyük olması, işlerin kolaylaşması, üzüntü ve sıkıntıdan çıkış, emniyet ve rahatlık içinde bol rızka nâil olmak,[120] mağfiret ve rahmet,[121] azap ve cezadan kurtuluş,[122] başarıya erme ve korunma, Allah’ın onun sâdıklar zümresinden olduğuna şâhitlik etmesi,[123] Allah katında en değerli kul olma,[124] Allah’ın muhabbetine nâiliyet,[125] felâha ermek,[126] Allah’a vâsıl olmak ve O’na yakınlık kazanmak,[127] çektiği sıkıntıların ecrine nâil olmak,[128] sadaka ve hayırlarının kabul edilmesi,[129] kalp safâsı ve seçkin kullardan olmak,[130] kulluğun kemâline ulaşmak,[131] cennetleri ve pınarları kazanmak,[132] emîn bir makâma ulaşmak, âhiret sıkıntılarından emîn olmak,[133] insanlardan üstün olmak ve izzet sahibi olmak,[134] cezalandırma korkusundan ve hüzünden kurtulmak,[135] gencecik ve aynı yaşta zevceler,[136] Cenâb-ı Hakk’a yakınlık, ona kavuşmak ve O’nu görmek (kurb, likâ ve rü’yet).[137]
Rabbimizʼin katında âhiret saadeti, müttakîlere mahsustur.[138] Cennetler, pınarlar, nehirler, gölgeler ve her türlü nîmetler onlar için hazırlanmıştır.[139] Allah Teâlâ cennetlerde takvâ ehline bahşedeceği idrâk ötesi makamları şöyle tasvir eder:
“Allah’a saygısızlıktan sakınanlar ise Rablerinin kendilerine verdiklerini alarak cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. Çünkü onlar daha önce güzel davranışlar içindeydiler. Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı. Seher vakitlerinde Rablerinden bağışlanmalarını dilerlerdi. Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı.” (ez-Zâriyât 51/15-19)
“Şüphesiz müttakîler cennetlerde ve ırmak kenarlarında nûr içindedirler. Kudretine nihâyet olmayan padişahlar padişahının yüce huzûrunda doğrulara has sadâkat meclisindedirler.” (el-Kamer 54/54-55)
“Şüphesiz (o gün) takvâ sahipleri, gölgeliklerde ve pınar başlarında, canlarının çektiğinden çeşit çeşit meyveler arasında olacaklardır. (Kendilerine:) «İşlediklerinizin karşılığı olarak şimdi âfiyetle yeyin için» (denir). İşte, biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız. O gün, (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!” (el-Mürselât 77/41-45)
Takvâ ehli mü’mini Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de sever. Nitekim O şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz benim dostlarım müttakîlerdir.”[140]
“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allah’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.”[141]
O hâlde dünyada bereketlere nâîl olmak, âhirette cehennemden kurtulup ebedî cennet nîmetlerine nâîl olmak takvâ ile mümkün olabilmektedir. Yani Allah’ın farzlarına, Rasûlü’nün sünnet-i seniyyesine hassâsiyetle sarılmaya, geçmiş günâhlar sebebiyle Allah’tan korkarak tevbeye koşmaya ve ömrün kalan kısmını dikkatli yaşamaya bağlıdır.
Yüce Rabbimiz bütün bunları öz olarak şöyle ifâde buyurur:
“Her kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’na karşı takvâ sahibi olursa, işte asıl kazananlar bunlardır.” (en-Nûr 24/52)
3. İhsân
“İhsân” kelimesi lugatta iki şekilde kullanılır. Birincisi “ahsenehû”dur ki, bir şeyi güzel yapmak, bir şeyi bildiğinde iyi bilmek ve bir şey yaptığında güzel yapmak demektir. İkincisi de “ahsene ileyhi”dir ki, ona iyilik etti demektir.[142] Lisânımızda ihsân bu ikinci mânâda meşhurdur.
Allah Rasûlü (s.a.v) ilk mânâdaki ihsânı, “Sanki O’nu görüyormuşsun gibi Allah’a ibadet etmen”[143] diye tefsir etmişlerdir. Yani bu şekilde ihsân, “vazifeyi en güzel şekilde yapmak” demektir. Yine bu mânâda Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Allah her şeyi en güzel şekilde yapmayı emretmiştir. Öldürdüğünüzde bile en güzel tarzda öldürünüz! Kestiğiniz zaman da kesmeyi en iyi şekilde yapınız! Her biriniz bıçağını bilesin ve hayvanını rahatlatsın!”[144]
İkinci mânâdaki ihsân da “kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen”[145] hadis-i şerifi ile tefsir edilmiştir.
İhsân; îmân ve İslâm ile berâber kullanıldığında murâkabe ve güzel bir şekilde itaat etme mânâlarını ifâde eder. Cibrîl hadîsindeki ihsân bu nevîdendir. Mutlak olarak kullanıldığında ise, güzel davranış, fiil ve hareket mânâsına gelir.
Tehânevî de ihsânın ıstılâhî olarak şu üç mânâdan birinde kullanıldığını bildirir:
- Bir şeyin tab’a uygun olması, nefret uyandıran bir şey olmaması.
- Bir şeyin kemâl sıfatı ile muttasıf olması, noksanlık ifâde eden bir sıfatta olmaması. İlim ve cehl gibi.
- Bir şeyin medhe şâyân olması, zemmedilmemesi.[146]
Allah (c.c) kullarına ihsanı emretmektedir:
“Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı, akrabaya karşı cömert olmayı emreder; hayâsızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar. İşte Allah, aklınızı başınıza alasınız diye size böyle öğüt veriyor.” (en-Nahl 16/90)
Âyette ihsânın, iki mânâya da gelmesi muhtemeldir ve her ikisi ile de tefsiri yapılmıştır.
“Allah yolunda infak edin; kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin, şüphesiz Allah iyilik edenleri (muhsinleri) sever.” (el-Bakara 2/195)
İhsân derecesi takvanın üzerindedir. Peygamberler ihsan sahibi kimselerdir.[147]
İhsan sahibi olmak güzel ahlâkı ve bilhassa da affetmeyi, aldırmamayı gerektirir.[148]
Kulun ihsân sahibi olması ona şu faydaları sağlar:
- İhsân vasfı sâhibini maiyyetullah’a mahzar kılar. Zira Allah (c.c) muhsinlerle beraber olduğunu haber vermiştir.[149]
- İhsan, insanı Allah Teâlâ’nın muhabbetine nâil eder:
“O müttakîler ki bollukta ve darlıkta infak ederler ve kızdıklarında öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını afvedicidirler, Allah da muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân 3/134)
- Muhsinler Allah’ın rahmetine yakındır:
“Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a korkuyla ve ümitle dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır.” (el-Aʻrâf 7/56)
- Allah muhsinleri müjdeler:
“Onların ne etleri Allah’a ulaşır ne de kanları; O’na ulaşacak olan sadece sizin takvânızdır. İşte Allah onları sizin istifadenize verdi ki size doğru yolu göstermesinden ötürü O’nu tâzimle anasınız. Muhsinleri müjdele!” (el-Hac 22/37)
- Allah ihsân sahiplerine dünyâda ve âhirette ecir ve mükâfâtlarını verir:
“Hayır, hayır! Kim muhsin olarak yüzünü Allah’a tertemiz döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir.” (el-Bakara 2/112. Bkz. Âl-i İmrân 3/172)
“…Bu dünyada güzel amel işleyenlere güzel bir mükâfat var. Elbette ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Allah’tan korkanların yurdu ne güzeldir!” (en-Nahl 16/30)
- Allah muhsinlerin ecrini zâyî etmez:
“Yoksa sen, gerçekten sen Yûsuf musun?” diye sordular. O da “Evet” dedi, “Ben Yûsufum, bu da kardeşim. Allah bize lutufta bulundu. Kim Allah’tan korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez.” (Yûsuf 12/90)
“İhsânın (iyiliğin) karşılığı, yalnız iyilik değil midir?” (er-Rahmân 55/60)
- Allah ihsan sahiplerini yaptıklarının daha güzeliyle mükâfatlandıracaktır.[150]
- Allah ihsan sahibi kullarına nimetlerini ve onların mükâfatını artırır:
“Dedik ki: “Şu şehre girin, orada bulunanlardan dilediğiniz şekilde bol bol yiyip için, kapıdan eğilerek girin ve af dileyin ki hatalarınızı bağışlayalım. Biz muhsinlere fazlasıyla vereceğiz.” (el-Bakara 2/58)[151]
“Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Yûnus 10/26)
Güzellik edenlere, yani Allah Teâlâ’nın nazarına layık ve rızasına muvafık güzel ameller işleyenlere, yaptığı işin hakkını verenlere, bu şekilde işini, vazifesini, ibadetini güzel yapanlara, hasenat kazanan muhsinlere dünyada ve âhirette daha güzeli, daha fazlası vardır. Kendilerine, yaptıkları iyiliklerin daha güzeli bir ecir ve sevap verildikten sonra, Allah’ın lütuf ve kereminden bir de ziyade vardır. Bu da katmerli bir şekilde on katından yediyüz katına ve daha fazlasına doğru gittikçe artarak devam eder. Onlar bu şekilde murâdlarına nâil olduktan sonra, can sıkacak, yüz kızartacak, küçük düşürecek her türlü leke ve kederden de emin ve sâlimdirler.
- İhsan sahiplerine kıyamet günü korku ve hüzün yoktur.[152] Allah için yüzünü lekeden sâlim tutan, şirk emârelerinden temizlenen, ihlâs ve samimiyetle Allah’a yönelen ve bu hâlinde özü muhsin olan, yani Allah’ı görüyormuş gibi kendini Allah’ın huzurunda bilen, yaptığı her ibadeti temiz bir kalple ve her yönüyle güzel yapan kimsenin Rabbi katında mükâfatı vardır ve bu tür insanlara hiçbir korku yoktur. Bunlar mahzun da olmayacaklardır.
- İhsan sahiplerinin mükâfatı altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennettir.[153]
- Onlara, Rablerinin yanında ne dilerlerse vardır.[154]
Kıyamet günü azabı gören insan “Keşke bana bir fırsat daha tanınsa da muhsinlerden (ihsan sahiplerinden) biri olsam!” diyerek hayıflanacaktır.[155] Dolayısıyla o pişmanlık günü gelmeden evvel bu dünyada ihsân hâlini kazanmak gerekir. Böylece insan hem o büyük pişmanlıktan kurtulmuş, hem de ihsânın yukarıda zikredilen faydalarını elde etmiş olur.
4. İhlâs
Arınmak, saflaşmak, kurtulmak mânalarına gelen hulûs ve halâs kökünden türeyen ihlâs kelimesi “bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan yabancı maddelerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak” demektir. Dînî ıstılahta, ibadet ve iyilikleri riyadan ve menfaat kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmayı ifade eder. Daha geniş bir tarifle “şirk ve riyâdan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, menfaat hesaplarından ve gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızâsını gözetmeyi ifade eder.[156]
Kur’ân-ı Kerîm’in dokuz yerinde “muhlisîne lehü’d-dîn”, bir yerde de ed-dînü’l-hâlis” ifadesi geçer.[157] Bununla yalnızca Allah’a yönelip O’na kulluk etmek, O’na güvenip O’ndan dilekte bulunmak, sadece Allah’ın dinini tanıyıp din konusunda kendini Allah’a adamak, tevhid inancının saflığını bâtıl itikadlarla zedelemekten sakınmak ve saf dindarlık kastedilir.[158] Mü’minlerden böyle bir hayat istenir. Cenâb-ı Hak kullarından ihlâs isteyerek şöyle buyurur:
“(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Kitâb’ı Sana hak olarak indirdik. O hâlde Sen de dîni Allah’a has kılarak ihlâs ile kulluk et!” (ez-Zümer 39/2)
“De ki: Ben, dîni Allah’a has kılarak ihlâslı bir şekilde O’na kulluk etmekle emrolundum.” (ez-Zümer 39/11)
Allah Teâlâ, ihlâssız ve kendi rızâsı gözetilmeden yapılan amelleri, ne kadar çok olursa olsun, kabul etmeyeceğini bildirir. İhlâsla yapıldığında ise, az amel bile değerlidir. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ, sadece kendisi için (ihlâsla) ve rızâsı aranarak yapılan ameli kabul buyurur.”[159]
Sahabe-i kirâmın ihlâsına, amellerini sırf Allah için yapmalarına dair bir misal nakledelim: Bir bedevî Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelerek ona îmân edip tâbi olduktan sonra:
“‒Senin yanına hicret edeceğim” dedi. Nebî (s.a.v) bazı ashâbına onu kollamalarını tavsiye buyurdu. Bir müddet sonra gazveye çıktılar. Efendimiz (s.a.v) bu harbin sonunda bazı esirler elde etti. Bunları mücâhitler arasında taksim ederken bu bedevîye de hisse ayırdı. Ona ayırdığı malları ashâbına teslim etti. Bu zât o esnada ashâbın binek hayvanlarını güdüyordu. Yanlarına geldiğinde ashâb-ı kiram hissesini ona verdiler. O:
“‒Nedir bu?” diye sordu.
“‒Rasûlullah (s.a.v)’in senin için ayırdığı hissedir?” dediler. Bedevî onları alıp Rasûlullah (s.a.v)’in yanına geldi ve:
“‒Ya Rasûlullah! Bunlar nedir?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v):
“‒Sana ayırdığım hissendir” diye cevap verdi. O:
“‒Ya Rasûlullah! Ben sana bunun için ittibâ etmedim. Lâkin (boğazına işâret ederek) şuramdan okla vurulup şehîd olayım da cennete gireyim diye ittibâ ettim” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“‒Allah’a karşı sâdık olursan Allah da senin sözünü doğru çıkarır!” buyurdular.
Bir müddet sonra düşmanla tekrar kıtâle kalktılar. Az sonra birkaç kişi bu zâtı taşıyarak Efendimiz’e getirdi. Tam işâret ettiği yere ok isabet etmişti. Rasûlullah (s.a.v):
“‒Bu o mu?” diye sordu.
“‒Evet!” dediler. Allah’ın Rasûlü (s.a.v):
“‒O, Allah’a verdiği söze sâdık kaldı, Allah da onun sözünü doğru çıkardı” buyurdular. Rasûlullah (s.a.v) onu kendi cübbesiyle kefenledikten sonra öne koyup cenaze namazını kıldırdılar. Onun için yaptığı duâlar arasında şu cümleler işitildi:
“Allah’ım bu kulun, senin için hicret etmek üzere yola çıktı ve şehit olarak öldürüldü. Ben de buna şehâdet ediyorum.”[160]
Abdullah bin Mesʻûd (r.a) ihlasla yapılan amellerin zâyî olmayacağına işaret ederek şöyle buyurmuştur:
“Kim hazînesini semâda saklayabilirse bunu yapsın! Zîrâ oradaki hazîneyi kurt yiyemez ve hırsız çalamaz. Şu muhakkak ki kişinin kalbi dâimâ hazînesi ile beraberdir.”[161]
Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre ihlas o kadar gizlidir ki, melek onu bilemediği için sevap hânesine yazamaz, şeytan bilemediği için bozamaz, insan nefsi de bilemediği için şımarmaz.[162]
İnsanı dünyada ve âhirette ihlâs kurtarır. İhlâsın Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen faydalarından bir kısmı şöyledir:
- İhlâs kişiyi şeytanın azdırıp dalâlete sürüklemesinden, zararlarından[163] ve cehennem azâbından kurtarır.[164]
- İhlâs, Rabbimizin yardımını celbederek, insandan kötülük ve fuhşu uzaklaştırır.[165] Nitekim Rasûlullah (s.a.v), Allah’ın bu ümmete, zayıfların duası, namazları ve ihlâsları sebebiyle yardım ettiğini haber vermiştir.[166]
- İhlâs, ibadetlere seviye kazandırır ve onların Allah katında makbul olmasını sağlar. Pek çok rivâyette, bir ibadet veya zikre sevap vaad edilirken, “kalpten ihlâsla yapmak”,[167] “sevâbına inanıp karşılığını sadece Allah’tan beklemek, yani samîmî bir niyet”[168] şart koşulmaktadır ki, bu da ihlâsın ne derece mühim olduğunu göstermeye kâfîdir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Kul büyük günahlardan kaçınır (takvâ hayatı yaşar) ve tam bir ihlasla «Lâ ilâhe illallah» derse, gök kapıları açılır ve bu söz tâ Arş’a kadar yükselir.”[169]
- İhlâs insana peygamberlerin ahlâkını kazandırır. Zira Allah Teâlâ ihlâsı peygamberlerin en başta gelen vasfı olarak zikreder.[170]
İhlâsın zıddı olan gösteriş (riyâkârlık) ise, büyük bir kalbî hastalık ve iman zaafıdır. İnsanın boş yere çalışıp yorulmasına ve cehenneme atılmasına sebep olur. Şu hadis-i şerif, gösteriş meraklılarının âhiretteki hüsrânını açıkça ortaya koymaktadır:
Şüfey el-Asbahî (r.a) şöyle anlatır:
“Medîne’ye girdiğim zaman insanların etrafında toplandığı bir kişi ile karşılaştım.
«‒Bu zât kimdir?» diye sordum.
«‒Ebû Hüreyre» dediler. O, insanlarla konuşmasını sürdürürken kendisine yaklaşıp önüne oturdum. Konuşmasını bitirip yalnız kaldığında ona:
«‒Sana yeminle söylüyorum ki şu ve şunun hakkı için bana Rasûlullah (s.a.v)’den işittiğin, anladığın ve öğrendiğin bir hadisi nakledeceksin!» dedim. Ebû Hüreyre (r.a):
«‒İstediğini yapacağım. Rasûlullah (s.a.v)’in bana söylediği, anladığım ve öğrendiğim bir hadisi sana anlatacağım» buyurdu. Sonra öylesine derin bir iç çekti ki neredeyse korku ve üzüntüsü sebebiyle bayılacaktı. Bir müddet öylece kaldıktan sonra kendine geldi ve şöyle buyurdu:
«‒Rasûlullah (s.a.v)’in bu evde benden ve kendisinden başka kimse yokken bana söylediği bir hadisi sana anlatacağım!» dedi. Yine derin bir iç çekti ve korku ve üzüntüsü sebebiyle bayılacak gibi oldu. Bu hâl iki defa daha tekerrür ettikten sonra Ebû Hüreyre (r.a) yüz üstü yere düştü. Onu uzun müddet kendime yasladım. Sonra ayıldı ve şöyle dedi:
«‒Rasûlullah (s.a.v) bana anlattı ki; Kıyamet günü olduğunda Allah Tebâreke ve Teâlâ kulları arasında hüküm vermek üzere onlara tecellî edecektir. Bütün toplumlar o gün dizüstü çökmüş durumdadır. Allah’ın ilk hesâba çağıracağı kişiler;
- Kur’ân’ı ezberleyen,
- Allah yolunda savaşan ve
- Mal varlığı çok olan kimse olacaktır.
Allah Teâlâ Kur’ân okuyan kişiye:
“‒Rasûlüme indirdiğim kitabı sana öğretmedim mi?” buyurur. O kişi:
“‒Evet ya Rabbi!” der. Allah Teâlâ:
“‒Sana öğretilen Kur’ân ile hangi sâlih amelleri işledin?” buyurur. Adam:
“‒Gece gündüz hep Kur’ân’la meşgul oldum” der. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
“‒Yalan söylüyorsun!” buyurur. Melekler de:
“‒Yalan söylüyorsun!” derler. Allah Teâlâ:
“‒Sen insanların «Falan kişi ne kadar güzel Kur’ân okuyor!» demelerini istedin, onlar da istediğin sözü söylediler!” buyurur.
Sonra mal mülk sahibi kimse getirilecek ve Allah Teâlâ ona:
“‒Senin rızkını genişletip kimseye muhtaç olmayacak hâle getirmedim mi?” diye sorar. Zengin:
“‒Evet ya Rabbî!” der. Allah (c.c):
“‒Sana verdiğim mal mülk ile hangi amel-i sâlihleri işledin?” diye sorar. Zengin:
“‒Sıla-i rahimde bulunarak yakınlarımı kolladım ve fakirlere tasaddukta bulundum!” der. Allah Teâlâ:
“‒Yalan söylüyorsun!” buyurur. Melekler de:
“‒Yalan söylüyorsun!” derler. Allah (c.c):
“‒Sen insanların «Falan kimse ne kadar cömert!» demelerini istedin, onlar da bu sözü söylediler!” buyurur.
Sonra Allah yolunda öldürülen kişi getirilir. Allah Teâlâ ona:
“‒Ne uğruna öldürüldün?” diye sorar. O kişi:
“‒Senin yolunda cihâd etmekle emrolundum, ben de savaştım ve nihayet öldürüldüm” der. Allah Teâlâ:
“‒Yalan söylüyorsun!” buyurur. Melekler de:
“‒Yalan söylüyorsun!” derler. Allah Teâlâ:
“‒Sen insanların «Falan kimse ne kadar cesur!» demelerini istedin, bu söz de söylendi!” buyurur. Sonra Rasûlullah (s.a.v) dizime vurdular ve:
“‒Ey Ebû Hüreyre, bu üç kişi kıyamet günü kendileriyle cehennemin kızıştırılacağı ilk yaratıklardır” buyurdular».”
Oradan ayrılan Şüfeyy (r.a) o zaman halîfe olan Hz. Muaviye’nin yanına girerek bu hadisi ona anlatmıştı. Bunun üzerine Muaviye (r.a):
“‒Bunlara böyle yapılırsa, geri kalan insanlara nasıl muâmele edilir!” dedi ve şiddetle ağlamaya başladı. Öyle ağlıyordu ki çevresindekiler öleceğini zannettiler ve:
“‒Bu adam bizim başımıza felaket getirdi!” dediler. Sonra Muaviye (r.a) kendine geldi, yüzünü sildi ve dedi ki:
“‒Allah ve Rasûlü daima doğru söyler: «Kim, (yalnız) dünya hayatını ve zinetini istemekte ise, işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, âhirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler (zaten) bâtıldır.» (Hûd 11/15-16)”[171]
Aʻmeş şöyle anlatır: İbrahim en-Nehaî’nin yanına gitmiştim, mushafı önüne açmış okuyordu. O esnada kapı çalıp bir kişi içeri girmek için izin istedi. İbrahim en-Nehaî hemen mushafın üstünü örterek “Bu gelen kişi beni her vakit Kur’ân okurken görmesin!” dedi.[172] Kalbini gösterişten korumaya çalışıyordu.
4. Zikir
Zikir, bir şeyi anmak, hatırlamak demektir. Bu da unutulan bir şeyi hatırlamak veya hatırda olanı muhafaza etmek şeklinde olur. Dînî bir kavram olarak Allah’ı anmak ve unutmamak sûretiyle gafletten ve nisyandan kurtulmaktır. Zikir; dil, kalp ve her ikisiyle birlikte yapılır.[173] En faziletli zikrin kalp ve lisanla birlikte yapılan olduğu, sonra kalp ile, daha sonra da dil ile yapılan zikrin geldiği ifade edilmiştir. Allah’ı zikretmeyen bir dil ve kalp ise, vazifesini yapmamış olur ve âdeta görmeyen bir göz, işitmeyen bir kulak, tutmayan bir el durumuna düşer.
Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde geçen zikir, dille Allah’a hamd etmek, tesbih ve tekbir getirmek, nimetlerini anmak, bunları kalple hissetmek ve tefekkür etmek; kulluğun gereklerini akıl, beden ve mal ile yerine getirmek; namaz kılmak, dua ve istiğfarda bulunmak, kevnî âyetler üzerinde düşünmek mânalarına gelir. Allah’ı zikir; istiâze, besmele, takdis, tesbih, hamdele, tekbir, tehlîl, havkale (lâ havle velâ kuvvete illâ billâh), istiğfar, salavât şeklindeki ifadelerle yapılabilir. Hasan-ı Basrî (r.a), kimseye hissettirmeden Allah’ı anmanın sevabının çok büyük olacağını, ancak haram karşısında Allah’ı hatırlayıp haramdan kaçınmanın daha da üstün olduğunu ifade etmiştir.[174]
Kul Kur’ân ile de Allah’ı zikreder.[175] Onu okur, anlar, tefekkür eder ve onunla amel eder. Diğer ibadetler de Allah’ı zikir için emredilmiştir.[176] Mescidler ve camiler Allah’ı zikretmek için yapılır.[177] Her şey mü’mine Allah’ı hatırlatır. Bilhassa ihsân ettiği nimetlerine bakarak devamlı O’nu hatırlarız.[178]
Allah’ı zikretmek ve Allah’ın kulunu zikretmesi her şeyden üstündür.[179] Melekler gece gündüz hiç usanmadan Allah’ı zikrederler.[180] Kâinâttaki diğer bütün varlıklar da Allah’ı zikir hâlindedir. Allah’ı en fazla zikreden varlıklar cemâdât, sonra nebâtât, sonra hayvanât, en son da insanlardır. Yani varlıklar içinde gafletin en koyusunu yaşayan insandır. İhtiyaç ve meşguliyetlerinin diğer varlıklara göre daha fazla olması sebebiyle o daha fazla unutur. Diğer taraftan, “İnsan” kelimesinin “Nisyân: Unutma” kelimesiyle de alâkası vardır. İnsana çok şeyler kaybettiren bu gaflet ve nisyânın yegâne ilâcı ise “zikir”dir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Yedi kat gök, yer ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir varlık yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız. O, hilim sahibidir, bağışlayıcıdır.” (el-İsrâ 17/44)
Yüce Rabbimiz, âyet-i kerimede bütün varlıkların kendisini tesbîh ettiğini beyan ederek biz insanları da zikir ve tesbîhe teşvik etmektedir. İnsana yakışan, Rabbinin emrine itaat ederek O’nu çokça zikretmek ve lâyık olduğu mertebeye yükselmektir. Zira hayvanlardan ve cansız varlıklardan daha aşağı bir durumda olmak, onun mükerremliğine yakışmaz. Bu sebeple Rabbimizin isimlerini çokça zikrederek, sabah akşam O’nu tesbih etmeliyiz. O’na isimleriyle hitap ederek dua etmeliyiz.[181]
Cenâb-ı Hak kullarına şöyle emreder:
“Rabbini gönülden ve korkarak, içinden hafif bir sesle sabah akşam zikret, gafillerden olma!” (el-A‘râf 7/205)
“Rabbinin adını an, bütün varlığınla ona yönel!” (el-Müzzemmil 73/8)
“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin! O’nu sabah akşam aralıksız tesbih edin!” (el-Ahzâb 33/41-42)
Bu âyet-i kerime, zikir için, diğer ibadetlerde olduğu gibi herhangi bir sınır tâyin etmemiştir. Dolayısıyla, insanın her hâlükârda Allah’ı anması ve O’nu hiçbir zaman unutmaması istenir. İbn-i Abbas (r.a) bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle demiştir:
“Allah Teâlâ kullarına farz kıldığı her farîzaya belli bir sınır tayin etmiştir. Bu hususta özür sâhibi olanların özürlerini de kabul etmiştir. Ancak zikir bunun dışındadır. Allâh Teâlâ onun için nihâyetine erişilebilecek bir sınır tâyin etmemiştir. Aklını kaybedenden başka zikri terk eden hiç kimsenin özrünü de kabul etmez. İnsanlara her hâlükârda zikir hâlinde olmalarını emretmiştir.”[182]
Kolayca yapılabildiği ve çok sevap kazandırdığı için, zikrin mâzereti de yok gibidir. Diğer ibadetler için mâzeret sayılabilen hastalık, yolculuk, çalışma gibi şeyler zikre mânî olmadığı gibi bilâkis onun için güzel bir fırsattır. Zira insan bu durumlarda, Allah’ı daha çok hatırlama imkânı bulur.
Zikirden maksat, kalben Allah’ı hatırlayıp anmak ve ona göre bir tavır almaktır. Yoksa Allah’ın ism-i şerifini şuursuzca sadece dille söylemek değildir. Dolayısıyla kişinin Cenâb-ı Hakk’ı her hâl ve hareketinde kalbiyle anması yani O’nu kalbinden hiç çıkarmaması en mühim zikirdir. Allah’ı kalpten zikretmeye ise hiçbir durum mânî değildir.
Yüce Rabbimiz gerçek mü’minlerin ticaret ve alışveriş gibi dünya işleri esnasında bile Allah’ı zikretmekten geri kalmayacaklarını haber verir.[183] Yani bir mü’minin kalbi her an ve her halde Allah’ı hatırlamalıdır.[184] Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“(O gerçek akıl sahibi) mü’minler, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerinde yatarken dâimâ Allah’ı zikrederler...” (Âl-i İmrân 3/191)
Hz. Âişe vâlidemizin bildirdiğine göre, Rasûlullah (s.a.v), her ânında Allah Teâlâ’yı zikrederdi.[185] Yani diğer ibadetlerin sıhhati için bazı şartlar gerektiği halde zikir için hiçbir şart koşulmamıştır. Abdestli abdestsiz her hâlde ve her zaman zikir yapılabilir.
Hatta zikir en zor ve tehlikeli anlarda dahî terk edilmemelidir. Zira zikir, hayattaki zorlukları aşmada insana büyük bir destek sağlar. Hz. Mûsâ ile Hârûn (a.s) peygamber oldukları hâlde, Cenâb-ı Hak onları tebliğ için Firavun’a gönderirken:
“Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün! Beni zikretme hususunda ihmalkâr davranmayın!”[186] tavsiyesinde bulunmuştur.
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Allah Teâlâ şöyle buyurdu: «Benim hakîkî ve tam mânâsıyla kulum, savaşta kahramanlıkta kendisine denk olan düşmanıyla karşı karşıya geldiğinde bile beni zikreden kulumdur».”[187]
Zorluklar, sıkıntılar, çok büyük meseleler bile o kulu Rabbini zikretmekten alıkoyamaz. Kişi zayıf olan düşmanı karşısında gâlip gelmekten emîn olduğu için huzurla Allah’ı zikredebilir. Kendinden daha kuvvetli düşmanı karşısında da korkuyla Allah’tan yardım diler. Ancak kendisine denk olan, galip gelip gelemeyeceğini tam bilemediği düşmanı karşısında, o endişeli ortamda Allah’ı zikretmesi hepsinden daha değerlidir.
Allah’ı çokça zikretmenin neticesinde mü’min o hâle gelmelidir ki Allah zikredildiğinde kalbi ürpermelidir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığında yürekleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda bu onların imanlarını arttırır. Onlar yalnızca Rablerine güvenirler.” (el-Enfâl 8/2)
Mekke’de çile ve sıkıntı içinde yaşadıkları hâlde, hicretten sonra kısmen rahata kavuştukları için biraz rehâvete kapılan bazı sahâbîleri Cenâb-ı Hak şöyle îkâz etmiştir:[188]
“İman edenlerin Allah’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalblerinin ürpereceği zaman daha gelmedi mi?..” (el-Hadîd 57/16)
İnsan kalbinin canlanarak huzur bulması, ancak Cenâb-ı Hakk’ın zikriyle mümkündür.[189] Nebî (s.a.v), “Rabbini zikredenle zikretmeyen kimsenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir”[190] buyurmuşlardır.
Kul Allah’ı zikrettikçe Allah da kulunu zikreder. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Artık siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, bana nankörlük etmeyin!” (el-Bakara 2/152)
Allah’ı az zikretmek ise münafıkların vasfıdır.[191] Onlar namazı hızlı kılarak tesbihâtı pek az yaparlar.[192]
Şeytan, nefis, hevâ, heves, mal, mülk ve evlat kişiyi zikirden alıkoyar. Dünya nimetlerinin bolluğu da bazı insanlara zikri unutturabilir.[193] Mü’minlerle alay etmek de insana Allah’ın zikrini unutturur.[194] Cenâb-ı Hak şöyle îkâz buyurur:
“Ey iman edenler! Sakın mallarınız ve evlâtlarınız, sizi Allah’ı zikretmekten alıkoymasın! Kim böyle yaparsa, işte onlar, hüsrâna uğrayanların tâ kendileridir.” (el-Münâfikûn 63/9)
Dünya nimetleri insanı namazdan, tevhidden, duadan, cihaddan ve bilcümle farz ve menduplardan alıkoyarsa o kimsenin hüsrana uğrayacağı, büyük bir pişmanlık yaşayacağı âşikârdır.[195]
İnsanın Allah’ı unutarak çokca konuşması kalbini katılaştırır. Kalbi katı olan kimse ise Allah’tan en uzak kişidir.[196] Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“...Allah’ı zikretmek hususunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!..” (ez-Zümer 39/22)
Kalbi zikirden gafil kalan kimse hevasına uyar.[197] Böyle insanlar, hem dünyada hem de âhirette büyük zarara uğrarlar. Âyet-i kerimelerde onların bu kötü hâli şöyle haber verilir:
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun hakkı, dar bir geçimdir ve biz onu, kıyâmet gününde kör olarak haşrederiz.” (Tâ-hâ 20/124)
Yani kim Allah’ın emrinden, Rasûlü’ne indirdiği vahiyden yüz çevirir, ona muhâlefet ederse, onu bilmezden gelir de başka yollara saparsa, dünyada huzur ve rahatlık bulamaz. Her ne kadar zâhiren rahat, istediğini yiyen, istediğini giyen bir insan gibi görünse de kalbi daralır, ruhu sıkılır, bir türlü yakîne ve hidayete ulaşamaz. Endişe, şaşkınlık ve şüphe içinde bocalayıp durur.[198] Bir de pişine şeytan takılarak onu iyice helâke sürükler. Yüce Rabbimiz bunu şöyle haber verir:
“Rahmân’ın zikrini (Kur’ân’ı) görmezden gelen kimseye bir şeytan tahsis ederiz; artık bu onun arkadaşıdır. Kendilerini doğru yolda zannederken bu şeytanlar onları yoldan saptırıp dururlar.” (ez-Zuhruf 43/36-37)
Kur’ân’dan, onun beyan ettiği helâl-haram, emir ve nehiylerden, bir de Allah’ı zikretmekten yüz çeviren, bunları görmezden gelen kimseye bir şeytan musallat olur. Onu haramlara ve mâsiyetlere sevkeder, helâllerden ve tâatlerden alıkoyar. Kıyamet günü kabrinden kalkınca da bu şeytan onun elinden tutar ve cehenneme atılıncaya kadar yanından hiç ayrılmaz.[199] Sonunda gözü, kulağı zikre perdeli olan bu tür kimselerin karşısına cehennem bütün dehşetiyle dikilir.[200]
Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz her namazın sonunda “Allah’ım! Seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzelce kulluk edebilme hususunda bana yardım eyle!” duasını yapmayı tavsiye etmişlerdir.[201]
5. İnfak
Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak maksadıyla kişinin kendi malından harcama yapması, muhtaçlara aynî ve nakdî yardımda bulunmasına “infak” denir. Farz olan zekât ve gönüllü olarak yapılan her türlü hayır, infaka dâhildir. Kurân’da bir de “Allah yolunda infâk”tan bahsedilir. Bu öncelikle cihâd için yapılan harcamaları ifade eder. Aynı zamanda Allah’a itaat ve ibadet niyeti taşıyan, İslâm’a ve müslümanlara yardım ve fayda sağlayan her türlü harcama da Allah yolunda infak sayılmıştır.[202]
İnsanın tabiatında cimrilik sıfatı gâliptir.[203] Onu kırıp da infakta bulunması oldukça zordur. Bu sebeple köle âzâd etmek, kıtlık vakti bir yetimi veya aç ve açıkta kalmış bir yoksulu doyurmak, bu tür hayırlar için infakta bulunmak sarp yokuşu aşmak olarak değerlendirilmiştir.[204] Nefsini ıslah ederek bu cimrilikten korunan ve sarp yokuşu aşabilen kişi kurtulur ve cömertlik vasfını kazanır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“O halde gücünüz yettiğince Allah’a isyandan kaçının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (et-Teğâbun 64/16)
İnsanın sahip olduğu mal ve mülkün asıl sahibi Allah Teâlâ’dır. O’nun emanet olarak verdiği bu nimetlerden yine O’nun kullarına infakta bulunmak gerekir.[205] Yüce Rabbimiz, zengin müslümanların mallarında yardım isteyenlerin ve yoksulların hakları bulunduğunu bildirir.[206] Bu sebeple imkânı olan mü’minler, bir özür sebebiyle çalışamayan veya kazancı ihtiyaçlarına yetmeyen kimselere infak etmelidirler.
Allah’ın kendisine lütfettiği nimetleri Müslüman kardeşleriyle paylaşabilmek, mü’minin önemli bir vasfıdır.[207] Gerçekten iman eden takvâ sahibi kimseler infak ederler. Bunların iman ve namazdan sonra en mühim vasıfları, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden infak etmeleridir.[208] İbrahim (a.s) gibi kerîm insanların güzel hasletlerinden biri de gönülden infak/ikram edebilmek[209] ve diğergam olmaktır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân 3/92)
İnfak, ölmeden evvel daha dünyada iken ve imkân elde iken yapılmalıdır.[210] Bir Müslüman her durumda infak etmelidir. Zira Rabbimiz gizli-açık, gece-gündüz, bollukta-darlıkta hâsılı her durumda infak etmemizi istemektedir.[211] Ancak infakta da ölçülü olmak, dâimâ dengeyi korumak gerekir.[212]
Toplumdaki fakirleri bulup ihtiyaçlarını gidermek müslümanların bir sorumluluğudur.[213] İnfak ederken yakınları, yetimleri ve kimsesizleri öncelikle koruyup gözetmelidir.[214]
İnfak hem geçici olan dünya hayatına hem de sonsuz hayata bir yatırımdır.[215] Şunu da unutmamak lâzımdır ki infak edilen mal hiçbir zaman eksilmez, bilakis bereketlenir.[216] İnfak eden mü’min bunun karşılığını daha fazlasıyla elde eder.[217] Bu sebeple infakı ancak önemini ve anlamını kavrayabilenler yapabilirler.[218]
İnfak Allah’a yaklaşmaya ve O’nun rızasını kazanmaya vesile olur.[219] İnfak edenler, büyük mükâfat kazanırlar ve ahirette üzülmezler.[220] İyiliklerin sevabı umumiyetle bire on verilirken Allah yolunda infakın sevabı bire yedi yüzdür.[221] İnfak sonunda sâhibini cennete götürür.[222]
İnfak ederken dikkat edilmesi gereken bir kısım incelikler vardır. Onları şöyle sıralayabiliriz:
- Kişi sevdiği şeylerden verebilmelidir.[223]
- Başa kakmadan ve gönül kırmadan infak etmelidir.[224]
- Riyâdan, gösterişten uzak durmalıdır.[225]
- İnfak ederken nezakete dikkat etmelidir.[226]
- Hakikî ihtiyaç sahipleri tesbit edilmelidir ki infak yerini bulsun.[227]
6. Şükür
Şükür, Allah Teâlâ’dan gelen nimetleri bilmek, O’na olan minnettarlığımızı ifade etmek, bu nimetlere söz ve fiille mukabelede bulunmak ve O’nun emirlerine itaat edip günahlardan uzak durmak sûretiyle nimetin gereğini yapmaktır.[228] Şükür; ilim, hâl ve amelden teşekkül eder. İlim, hâli; hâl de ameli meydana getirir. İlim, nimetin kimden olduğunu bilmek; hâl, nimet sebebiyle duyulan neşe ve sürûr; amel ise nimet sahibinin istediği şeyleri yerine getirmektir. İnsanlara karşı duyulan minnettarlığa “teşekkür” denir. Şükrün zıddı “küfrân-ı nimet: Nimeti inkâr etmek ve örtmek, görmezden gelmek”, diğer bir ifadeyle “nankörlük”tür. “Hamd”, şükürden daha geniş bir mânâ ifade eder. Zira bir kişi hem iyilikleri hem güzel vasıfları sebebiyle övülür. Şükür ile teşekkür ise sadece iyiliklere karşı edilir.[229]
Allah Teâlâ kullarına lütfettiği nimetlerin anılmasını, bilhassa iman ve ilim nimetlerinin tebliğ edilerek[230] onlara şükredilmesini ister. Zira şükür kul olmamızın bir îcâbıdır. Allah Teâla kullarına şükrü şöyle emreder:
“Siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, bana nankörlük etmeyin!” (el-Bakara 2/152)
“Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (en-Nahl 16/78)
“Artık, Allah’ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yeyin, eğer (gerçekten) yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız, onun nimetine şükredin.” (en-Nahl 16/114)
“Hayır! Yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol!” (ez-Zümer 39/66)
Şükür bir kulluk borcudur. Bazı âyetlerde Allah’ın lutufları sayılarak, “hâlâ şükretmeyecekler mi?”, “…fakat insanların çoğu şükretmezler”, “ne kadar az şükrediyorsunuz!” buyrularak bu kulluk vazifesini îfâ etmeyenler îkâz edilir.[231] Zira kullar şükür imtihanındadırlar. Allah’ın kullarına lûtfettiği maddî ve mânevî pek çok nimetleri vardır.[232] Bunlardan, muhtelif hatalarına rağmen Allah’ın onları mağfiret etmesi,[233] onlara yardım etmesi,[234] kurtarıcı âyetler göndermesi,[235] duyu ve idrak kâbiliyeti vermesi[236] gibi nimetler zikredildikten sonra, “umulur ki şükredersiniz” buyrularak nimetlerin şükür konusunda bir imtihan vâsıtası olduğuna dikkat çekilir.
Şükrün iman ile çok sıkı bir bağı vardır. Şükür, insandaki îmân ve itaatin bir göstergesidir. Bu sebeple Allah’a en çok şükreden kullar peygamberler olmuştur.[237] Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, eğer siz yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O’na şükredin.” (el-Bakara 2/172. Krş. Yûnus 10/22-23)
“Hakikatte biz insanı katışık bir nutfeden yarattık; imtihan edelim diye onu işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik; artık o isterse şükreden olur, isterse nankör.” (el-İnsân 76/2-3)
Allah Teâla kullarının nâil oldukları nimetlere şükretmelerinden râzı olur, bu sebeple onları mükâfatlandırır ve onlara azab etmez.[238]
Şükür insan için bu kadar mühim olduğu için şeytanın ilk hedefi de insanı şükürden alıkoymaktır. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. «Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.” (el-Aʻrâf 7/16-17)
Maalesef şeytan bu sözünde başarılı olmuş görünmektedir. Zira insanlar arasında şükürsüzlük yayılmıştır. Yüce Mevlâmız şöyle buyurur:
“…Kullarım arasında hakkıyla şükredenler pek azdır.” (Sebe’ 34/13)
Ancak şunu bilmelidir ki şükrün faydası insanın kendisinedir. Bunu en güzel şekilde ifade eden bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.” (en-Neml 27/40; Lokmân 31/12)
Bir kul şükretmediğinde bunun Allah’a bir zararı olmadığı gibi şükrettiğinde de O’na faydası olmaz. Fayda da zarar da kula âittir. Şükrederse kendisi kazanır, Allah’a olan minnet borcunu öder ve Allah’ın ona olan nimetleri artar. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Hani Rabbiniz, ‘Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!’ diye bildirmişti.” (İbrâhîm 14/7)
Âyetten anlaşıldığına göre şükür, insan üzerindeki maddî-mânevî bütün nimetleri artırır. Zira çevremize baktığımızda şükür ehlinin daha fazla nimete nâil olduğunu müşâhade ederiz. Mânevî nimetlerin zirvesi ise Allah muhabbetidir. Allah Teâlâ’nın çeşit çeşit nimetlerine nâil olan bir kul devamlı O’nun rahmeti ve cömertliği üzerinde tefekkür eder. Kâinata ibret nazarıyla bakarak Rabbinin varlığının ve azametinin delillerini görür.[239] Bu minval üzere devam ettikçe Allah’a olan muhabbeti ve hayranlığı artar. Daha sonra bir kademe daha ileri giderek nimetten ziyade onun sahibiyle meşgul olmaya başlar, himmeti yükselir, alâka ve muhabbetini O’na yöneltir. Şükür sayesinde mânen zenginler ve yükselir. Ebû Bekir eş-Şiblî bu hâle işaretle şöyle der: “Şükür nimeti değil nimeti vereni görmektir.”[240]
Şükretmeyen bir kimse ise azâba uğrar. İmana ve şükre sarılan insanların ilâhî azaptan kurtulduğunu ifade eden âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size niçin azap etsin? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” (en-Nisâ 4/147)
İnsanlar birbirlerine de teşekkür etmelidirler. Bir Müslüman öncelikle anne babasına, sonra da kendisine iyilik eden diğer insanlara teşekkür etmelidir.[241] Ahmed bin Hanbel’in şu sözü, iyilik eden birine teşekkür etmenin ve kadir kıymet bilmenin en güzel örneklerinden biridir:
“Kırk yıl boyunca kıldığım her namazdan sonra Şâfiî için dua ettim. Zira bende gördüğünüz bu ilimlerin çoğunluğu Şâfiî’den gelmektedir.”[242]
7. Sabır
Bir şeyi engellemek, tutmak mânâsına gelen sabır; başa gelen üzüntü, sıkıntı ve belâlar karşısında direnç göstermek demektir. Sabır, olumsuzlukları müsbete çevirmek için gösterilen metanet; nefsi, aklın ve dinin gerekli kıldığı şey üzerinde bağlı tutmak veya bunların men ettiği şeyden men etmektir.[243] Sabır, nefsi hevâdan engelleyip vazgeçirmek, onu hoşlanmadığı, kendisine ağır gelen şeyleri yapmada kararlı hâle getirmektir.[244] Sabır, musibetlerden gelen acılar sebebiyle Allah’ı başkalarına şikâyet etmekten vazgeçmektir.[245] Sabır, elden gidene yakınıp dövünmemektir.[246]
Bir kısım âyetlerde görüldüğü üzere sabır, Allah’ın kullarına kesin olarak emrettiği, terkini yasakladığı bir davranıştır.[247]
En çok sabır imtihanından geçen insanlar peygamberlerdir. Allah’ın dinini tebliğ ederken yalanlanmış, işkence ve eziyetlere mâruz kalmış, yurtlarından sürülmüş ve hatta şehid edilmişlerdir. Eyyûb (a.s) 18 yıl hastalıkla imtihan edilmiş, sabrı yüklenmiş, “Biz onu sabreden bir kul bulduk” övgüsüne mazhar olmuştur. Nuh (a.s) 950 sene kavmiyle uğraşmış, buna rağmen çok az kişi iman etmiştir. İbrahim (a.s) ateşe atılmış, rüyasında oğlunu kurban etmesi emredilmiş, Nemrud’un zulümlerine mâruz kalmıştır. Yakup (a.s) küçük yaşta evlâdı Yûsuf’u kaybetmiş ve yıllarca acısını yüreğinde taşımıştır. Yûsuf (a.s) kuyuya atılmış, köle diye satılmış, iftiralara uğrayarak zindanlara kapatılmıştır. Sabır, peygamberlerin en bâriz vasfıdır. Ashab-ı Uhdûd’un kazarak ateş doldurduğu hendeklerde dinleri uğruna yanarak can veren, adı sanı bilinmeyen mü’minler de sabır kahramanlarıdır. “Rabbim Allah’tır” dedikleri için bir çukura gömülerek testereyle vücudu baştan aşağı ikiye ayrılan ve demir taraklarla etleri taranan mü’minler[248] de sabra en güzel misaldir.
Peygamberler içinde en fazla çile çemberinden geçen ise Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’dir. İslâm’ın ilk yıllarında ashâbıyla birlikte bütün zorluklara rağmen imana dâvetten vazgeçmemiş, risalet vazifelerine sabırla devam etmişlerdir.[249] Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Andolsun ki mallarınız ve canlarınız konusunda imtihandan geçirilirsiniz. Şüphesiz sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan birçok üzücü şeyler işitirsiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız bilin ki bu size gereken davranışlardandır.” (Âl-i İmrân 3/186)
Allah Teâla mü’minleri, kalabalık düşman ordularına karşı zaferle müjdelemiştir. Ancak bunun için bir şart vardır: Sabretmek ve takvâ sahibi olmak.[250] Zira Allah’ın yardımı ancak sabredenlere ulaşır. Hatta Müslümanlar düşmanlarından daha sabırlı olmalıdırlar.[251] Âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
“Ey iman edenler! Sabredin, kararlılıkta yarışın, düşmana karşı hazırlıklı olun (birbirinize dayanıp bağlanın), Allah’a karşı gelmekten sakının ki başarıya ulaşabilesiniz.” (Âl-i İmrân 3/200)
Mü’minler Allah’tan sabır istemeli,[252] birbirlerine hakkı, sabrı ve merhameti tavsiye etmeli, bu konuda birbirleriyle yardımlaşmalıdırlar.[253] Devamlı Allah’tan sabır istemelidirler. Nitekim Yüce Rabbimiz, “Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin”[254] buyurur. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v) bir sıkıntı ve zorluğa maruz kalınca hemen namaza koşarlardı.[255]
İsrailoğulları Tâlut komutasında Câlut’un ordusuyla savaşmak üzere karşı karşıya gelmişti. Tâlût’un ordusunda imanı zayıf askerler vardı. Bunlar, Câlut’un ordusunun üstünlüğünü görünce korkuya kapılmış ve gevşemişlerdi. İmanı güçlü olanlar onları şöyle uyarmışlardı: “Nice az birlik vardır ki, Allah’ın izniyle sayıca çok birliği yenmişlerdir, Allah sabredenlerle beraberdir.” Savaş başlamak üzereyken güçlü iman sahipleri şöyle yakarmışlardı: “Rabbimiz! Bizi sabırla donat, bize sebat ver ve inkârcı topluluğa karşı bize yardım et!” (el-Bakara 2/49-51)
Hayatta dâima büyük küçük imtihanlar olacaktır. İlahi imtihanlarda sonuna kadar sabırla beklemek gerekir.[256] Bunlara sabredilebilirse mükâfatı çok büyük olur. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Rasûlüm!) Sabredenleri müjdele.” (el-Bakara 2/155)
“…Kim Allah’tan korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez.” (Yûsuf 12/90)
İnsanlar da birbirlerine muhtelif yollarla sıkıntı ve meşakkat verebilir, birbirlerine muhtaç duruma düşebilirler. Tüm bunlara sabretmek, yardıma muhtaç olanlara yardım etmek gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Biz kiminizi kiminiz için imtihan vesilesi yaptık ki bakalım sabredecek misiniz!” (el-Furkân 25/20)[257]
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş! Bu sonuca ancak sabırlı olanlar ulaşabilir, yine buna ancak (faziletlerde) büyük pay sahibi olanlar ulaşabilir.” (Fussılet 41/34-35)
Musîbet ve ibtilâlara sabırdan daha mühimi ise, sâlih amelleri devam ettirme ve günahlardan kaçınma husûsunda gösterilen sabırdır. Mü’minlerin en mühim vasıflarından biri, işte tüm bu alanlarda gösterilecek olan sabırdır.
Allah Teâlâ, her zaman sabredenlerle beraberdir.[258] Onları sever,[259] sabır ve takvâlarıyla güzel davranışlarda bulunanların ecirlerini asla zâyi etmez.[260] Aksine onlara kat kat mükâfat verir.[261] Dünyada sırf Allah rızası için sabredenleri, cennete girdiklerinde melekler tebrik ederler.[262] Sabredenleri dünyada ve ahirette güzel bir âkıbet beklemektedir. Bu âkıbet dünyada zafer, sevinç, ferahlık ve kurtuluştur.[263] Âhiretteki ecirleri ise dünyadakinden çok daha üstün ve ebedîdir.[264] Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
“Sizde bulunanlar tükenip gider, ama Allah’ın katındakiler kalıcıdır. Asla kuşkunuz olmasın ki, güçlüklere göğüs gerenlerin/sabredenlerin ecirlerini, yapmış olduklarının daha güzeliyle vereceğiz.” (en-Nahl 16/96)
“(Rasûlüm!) Söyle: Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah’ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer 39/10)
8. Tevekkül ve Teslîmiyet
Tevekül, kalbin yalnız Allah’a güvenmesi demektir. Zira Allah herşeye vekildir, mü’minlerin mevlâsı, koruyup gözeteni ve yardımcısıdır. O Vekîl’dir, Velî’dir, Mevlâ’dır ve Nasîr’dir. Her an ve her durumda güvenilecek yegâne mercîdir.[265] O, kuluna yeter.[266] Bu sebeple Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“Asla ölmeyecek olan O diri varlığa (Allah’a) dayanıp güven ve O’na hamdederek yüceliğini dile getir. Kullarının günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeterlidir.” (el-Furkân 25/58)
“Mü’minler yalnız Allah’a güvensinler.” (Âl-i İmrân 3/160)
O’na tevekkül etmek, imanın bir gereğidir ve imanı olgunlaştırır.
Allah Teâlâ kendisine tevekkül edilmesini emreder ve kendisine güvenip dayanan kullarını sever.[267]
Tevekkül tedbir almaya mani değildir. Zira tedbirli olmak da Allah’ın emridir.[268]
Tevekkülle birlikte Allah’a gönül huzuruyla teslimiyet göstermeli ve O’ndan râzı olmalıdır.[269]
Peygamberlerin hayatı tevekkül ve teslimiyet konusunda en güzel misallerle doludur.[270] Abdullâh bin Abbâs (r.a)’nın rivâyetine göre “Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir” sözünü İbrâhim (a.s) ateşe atılırken söylemiştir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de bu sözü; “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çâresine bakınız!” denildiğinde söylemişlerdir. Bunun üzerine müslümanların îmanları artmış ve hep birlikte; “Allâh bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek, Allâh’a karşı büyük bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir.[271]
Cenâb-ı Hak bu tevekkül ehli müslümanları şöyle medheder:
“Birtakım insanlar onlara, «İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun» dediler de bu, onların imanlarını arttırdı ve «Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!» diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah’ın lutuf ve keremiyle kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan geri döndüler Allah’ın rızâsına da uymuş oldular. Allah büyük lutuf sahibidir.” (Âl-i İmrân, 173-174)[272]
Cenâb-ı Hak, Mûsâ (a.s)’ın tevekkül ve teslîmiyetini şöyle anlatır:
“Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi: «Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere yapıyorlar. Derhâl (buradan) çık! İnan ki ben, senin iyiliğini isteyenlerdenim!» dedi. Mûsâ etrâfını kontrol ederek endişe içinde oradan çıktı: «Rabbim! Beni zâlimler gürûhundan kurtar!» dedi.” (el-Kasas 28/20-21)
Görüldüğü üzere Mûsâ (a.s) önce istişâre etmiş, sonra karar verip azmetmiş, ardından tedbîrini almış ve duâya sarılarak netîceyi Allah’a havâle etmiştir.
Hz. Yûsuf’un kardeşleri babaları Hz. Yakub’un huzuruna varmış izin istiyorlardı. Kardeşleri Bünyamin’i Mısır’a götürmek istiyorlardı. Tevekkül ve teslimiyeti en güzel şekilde açıklayan bu hâdise âyetlerde şöyle anlatılır:
“Ya‘kūb şöyle cevap verdi: «Aşılamaz engellerle kuşatılmanız hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair Allah adına yeminle kesin söz vermediğiniz takdirde onu sizinle beraber göndermem!» Ona hepsi de kesin söz verince, «Söylediklerimize Allah şahittir» dedi.
Sonra şunu söyledi: «Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah’tan başkasının değildir. Ben yalnız O’na güvenip dayandım. Güvenecek olanlar yalnız O’na güvenip dayansınlar.
Babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiklerinde (emrine uymuş oldular. Fakat bu), Allah’tan gelecek hiçbir şeyi onlardan savamazdı; ancak Ya‘kūb’un duygularından kaynaklanan bir ihtiyacı gidermiş oldu. Şüphesiz o, ilim sahibiydi, çünkü ona biz öğretmiştik. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf 12/66-68)
Ya‘kūb (a.s) tedbirini almış, Rabbine tevekkül edip hükmüne teslim olmuş ve rahatlamıştı. Gerisi Allah’ın takdirine kalmıştı. O ne dilerse ona râzı olacak ve bu sebeple de ayrıca sevap kazanacaktı.
9. Sıdk
Sıdk, söz ve davranışların doğru ve hakikate uygun olması, niyette dürüstlük demektir. Yani hakikati konuşmak, gerçeğe uygun bilgi vermek, dürüst ve güvenilir olmak ve vaadine sadâkat göstermektir.
Sözün en doğrusu ve en güzeli Allah’a âittir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Allah -ki ondan başka hiçbir ilâh yoktur- elbette sizi kıyamet günü toplayacaktır, bunda asla şüphe yoktur. Söz bakımından Allah’tan daha doğru kim vardır!” (en-Nisâ 4/87. Bkz. en-Nisâ 4/122)
Sıdk, peygamberlerin en başta gelen sıfatıdır.[273] İslâm ahlâkının en başta gelen umdelerinden biridir.[274] Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Doğruyu (sıdkı) getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte kötülükten sakınanlar onlardır.” (ez-Zümer 39/33)
O hâlde Allah ve Rasûlü’nün sözlerine inanmalı, ilâhî ahlâk ile ahlaklanarak doğru ve dürüst bir insan olmalıdır. Şunu hiçbir zaman unutmamalıdır ki doğru ile yalan hiçbir zaman gizli kalmaz, mutlaka ortaya çıkar. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (el-Ankebût 29/3)
Bu durumda özü sözü bir, sâdık bir insan olmak en güzelidir.
Sâdık bir kulun vasıflarını Yüce Rabbimiz şöyle sıralar:
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Asıl erdemli kişi Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği maldan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara harcayan; namazı kılıp zekâtı verendir. Böyleleri anlaşma yaptıklarında sözlerini tutarlar; darlıkta, hastalıkta ve savaş zamanında sabrederler. İşte doğru olanlar bunlardır ve işte takvâ sahipleri bunlardır.” (el-Bakara 2/177)
“(Allah’ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.” (el-Haşr 59/8)
“Mü’minler ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (el-Hucurât 49/15)
Allah Teâla sadâkat gösterenleri sadâkatları sebebiyle mükâfatlandıracak,[275] onlara lütuflarda bulunacaktır.[276] Kıyamet günü, sâdıklara sadâkatlerinin fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.[277]
Bu mühim vasfı kazanabilmek için Yüce Rabbimizin şu emrine imtisâl etmek lâzımdır:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun!” (et-Tevbe 9/119)
İnsan sâdık, doğru ve dürüst insanlarla beraber oldukça onlara benzemeye başlar.
10. Felâha Erenler
Felâh; necât, halâs, istenmeyen şeylerden kurtulmak, gâyeye ulaşmak; hayır, nîmet, refah ve saadet içinde bulunmak demektir.
Felâh, takvâ üzere güzel bir kulluk hayatı yaşayan mü’minin, dünyada nâil olacağı nîmet ve huzur ile âhirette kavuşacağı ebedî kurtuluş ve saadeti ifâde eder.
Felâh, cehennemden kurtulup cennete girmek ve Allah’ın rızasını elde etmektir. Allah’ın affına ve âfiyete mazhar olmak da felâh cümlesindendir. Hayrın bekasına ve ebedî kurtuluşa vesile olması sebebiyle cemaatle kılınan namaza da “felâh” denmiştir.[278]
Kurtuluş reçetesi olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’de “Felâh” kelimesi ve müştakları kırk yerde geçer.
Kısaca söylemek gerekirse insanın felâha erebilmesi, karşısına çıkan bütün nefsânî ve şeytânî mânîleri bertaraf etmesine bağlıdır.
Kimler Felâha Erebilir
Cenâb-ı Hakk’ın muhtelif âyet-i kerîmelerde beyan buyurduğuna göre;
- Kur’ân-ı Kerîm’den şüphe etmeyen ve onun rehberliğine tâbî olan, îmân esaslarına, ibadetlerine ve diğer ilâhî hükümlere sıkıca sarılan ve âhiret endişesiyle takvâ üzere bir hayat yaşayan mü’minler felâha ereceklerdir.[279] Zira takvâ duygularına sahip olmak, felâha ermenin en büyük âmilidir.[280]
- Hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan mü’minler felâha ereceklerdir.[281]
Câfer-i Tayyâr Hazretleri, bu hususta bizler için güzel bir numûnedir. O, Habeşistan’a hicret edip orada 13 sene kaldı. Halkının çoğu hidâyete ermeden dönmedi. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hasteriyle kavrulduğu halde uzak diyarlarda ve meşakkatler içinde emr bi’l-mâruf vazifesine devam etti. Tebliğ vazifesini hakkıyla îfâ ettikten sonra Efendimiz’in izniyle Medîne-i Münevvere’ye döndü. Allah Rasûlü’nün hayatında en fazla sevindiği hâdiselerden biri, Hz. Câfer’i görmek oldu. Ancak Câfer (r.a) Peygamber Efendimiz’in yanında doya doya kalamadı. Allah yolunda cihadlara katıldı ve bir sene sonra Mu’te’de şehâdet makâmına nâil oldu.
- Yine takvâsı sebebiyle fâizden uzaklaşan, sabreden, düşmana karşı vatanını koruyan, Allah yolunda cihâd eden ve O’na yaklaşıp rızâsını kazanmanın yollarını arayan mü’minler felâha ereceklerdir.[282]
Ashâb-ı kirâm, bütün varlıklarını Allah yolunda bezleder, hiç birşeyleri kalmayınca yine bir yolunu bularak Allah yolundan geri kalmazlardı. Meselâ Abdullah bin Ebî Hadred (r.a) sarığını elbise olarak kullanmak mecbûriyetinde kalmıştı. Seleme bin Eslem (r.a) bir elbise verdi de onunla Hayber gazâsına çıkabildi. Ebû Abs bin Cebr (r.a), Peygamber Efendimiz’e gelerek:
“‒Yâ Rasûlâllah! Elimizde ne çoluk çocuklar için geçimlik, ne yol azığı, ne de elbise var!” dedi. Rasûlullah (s.a.v) ona bir elbise verdiler. O da bu elbiseyi sekiz dirheme satıp iki dirheme yol azığı olarak hurma satın aldı. İki dirhemini, âilesinin maîşeti için evine bıraktı. Dört dirhemine de kendisi için bir elbise satın aldı ve öylece sefere çıktı.[283]
- İçki, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları gibi şeytan işi birer pislik olan günahlardan kaçınan mü’minler felâha ereceklerdir.[284]
- Dünyevî menfaati çok bile olsa haram ve pis şeylerden ve bunların ticâretinden uzak duran akl-ı selîm sahibi bir mü’min, takvâ ehlidir ve felâha erecektir.[285]
- Hayır-hasenât terâzisi ağır gelen mü’min felâha erecektir.[286] Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar şer işlemişse onu görür!” (ez-Zilzâl 99/7-8)
- Allah’ın nîmetlerini tefekkür edip şükrüne koşan mü’min felâha erecektir.[287]
Âhirzamanda insanlığa lûtfedilen en büyük iki nîmet Kur’ân-ı Kerîm ve Ümmet-i Muhammed’den olma nîmetidir. Rahmân olan Allah Teâlâ, Kur’ân’ı insanlara öğreterek en büyük ihsânda bulunmuştur. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Cenâb-ı Hakk’ın ömrüne yemîn ettiği en güzel örnek şahsiyettir. Bu iki nîmeti hakkıyla idrâk edip onlar için Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler etmeliyiz…
- Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e îmân eden, ona tâzimde bulunan, düşmanlarına karşı ona yardım eden ve kendisine indirilen Kur’ân’a uyan kimseler felâha ereceklerdir.[288]
- Düşmana karşı sebât edip Allah’ı çok çok zikreden mü’minler felâha ereceklerdir.[289]
- Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e tâbî olarak mallarıyla canlarıyla cihâd eden mü’minler felâha ereceklerdir. Cenâb-ı Hak, onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. En büyük kurtuluş ve başarı da budur.[290]
Mal da emânettir, can da… Mühim olan kişinin elindeki imkânlardan verebilmesidir.
- Rükûsuna, secdesine ve ibadetlerine dikkat eden ve hayır işlerine koşan mü’minler felâha ereceklerdir.[291]
- Namazlarını büyük bir huşû ile vaktinde ve tam olarak kılan, boş sözlerden ve faydasız işlerden yüz çeviren, zekâtı vermek, iyilikleri artırmak ve nefislerini temizlemek için sürekli faaliyet hâlinde olan, iffetlerini muhâfaza eden, kendilerine tevdî edilen her türlü emâneti koruyan ve verdikleri sözleri tastamam yerine getiren mü’minler felâha ereceklerdir.[292]
- Gözlerini harama bakmaktan sakınan, iffet ve namuslarını koruyan, -mecbûren görünen kısımları müstesnâ- güzelliklerini ve süslerini teşhir etmeyen, başörtülerini yakalarının üzerine kadar salan, nâmahrem insanların dikkatini çekmek için câzip hareketlerde bulunmayan, hatâlarından tevbe ederek Allah’a yönelen mü’minler felâha ereceklerdir.[293]
- Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman: “Baş üstüne! İşittik ve itaat ettik” diyen mü’minler felâha ereceklerdir.[294]
- Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışlara hakkını veren mü’minler felâha ereceklerdir.[295]
- Her zaman Allah’ın tarafını tutan; babaları, oğulları, kardeşleri ve akrabaları bile olsa Allah’a ve Rasûlü’ne karşı çıkanları sevip dost edinmeyen ve Allah’tan râzı olan mü’minler felâha ereceklerdir.[296]
Lâyıkına muhabbet, müstahakkına nefret…
Bunun en güzel misâlini Cenâb-ı Hak, Tebbet Sûresi’nde vermektedir. Ebû Leheb, Efendimiz’in amcası olduğu hâlde Allah Rasûlü’ne düşmanlığı sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın ebedî lânetine müstahak olmuştur. Aynı zamanda o, Kur’ân’da ismi lânetle zikredilen tek Mekkeli müşriktir. Uzaklardan köle olarak getirilen Zeyd (r.a) Allah Rasûlü’ne sadakati sebebiyle şereflerin en büyüğünü elde etmiş, ismi Kur’ân’da zikredilen tek sahâbî olmuştur. Tüm bunlardan anlıyoruz ki Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek gerekiyor. Rasûlullah (s.a.v) böyle yapan mü’minlerin, îmânın halâvetini tadacağını ifâde buyurmuşlardır.[297] Kalpte, Allah için buğz etme hassâsiyeti kaybolursa, gayr-i müslimlerin nefsânî hayat tarzını taklit neticesinde yavaş yavaş aradaki farklar ortadan kalkmaya başlar.
- Allah’ın emirlerini dinleyip O’na itaat eden, nefsinin cimriliğinden ve mala düşkünlükten kendini kurtarıp müslüman kardeşlerine infâk ve îsârda bulunan, onları sevip kalbinde hiçbirine karşı en küçük bir kıskançlık ve burukluk duymayan mü’minler felâha ereceklerdir.[298]
- Farzları yerine getirdikten sonra bir taraftan maîşetini temin ederken diğer taraftan da Allah’ı çok çok zikreden mü’minler felâha ereceklerdir.[299]
- Nefsini tezkiye ederek her türlü kötülük ve günahlardan arınan, Rabbinin ismini zikredip namaz kılan mü’minler felâha ereceklerdir.[300]
- Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Müslüman olan, kendisine yeterli rızık verilen ve Allah’ın lûtfettiği nîmetlere kanaat eden kimse felâha ermiştir.”[301]
- Allah’ın birliğine inanıp şirkten uzak duran,[302]
- Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sünnetini takip eden[303] ve
- Fitnelerden uzak kalabilen[304] mü’minler felâha ereceklerdir.
Kimler Felâh Bulamaz
- Yalan sözlerle Allah’a iftira eden veya O’nun âyetlerini yalanlayan zâlimler ve mücrimler felâha eremezler.[305]
- Allah hakkında yalan uyduranlar, asla felâha eremezler.[306]
- Sihirbazlar felâha eremezler.[307]
- Allah’a şirk koşan ve O’nu inkâr edenler felâha eremezler.[308]
Dünyaya imtihan için gelen insanın, tek hedefi bu imtihanda başarılı olup selâmete ermek ve gayretlerinin mükâfâtını ilâhî bir lûtuf olarak almaktır. Bunun tek yolu, Kur’ân-ı Kerîm’in sunduğu “felâh reçetesi”ni tatbik etmektir. Kur’ân’ın takdim ettiği felâh reçetesini hakkıyla idrâk edip ondan istifâdeye başlayabilmek için de Kur’ân-ı Kerîm ile beraberliği artırmak ve onu hayatın merkezine yerleştirmek zarûrîdir.
Cenâb-ı Hak cümlemize bunu müyesser eylesin! Âmîn!
11. Allah Kimleri Sever?
Bir kul için en büyük hedef, kendisini yaratan, sayısız nimetler bahşeden ve her türlü iyiliği yapan Rabbinin sevgisini kazanarak O’na yaklaşabilmektir. Bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf olan ve her şeyin mâliki olan Allah’ın sevgisini kazanmak, dünya ve âhiretin saadetine nâil olmak ve bütün dertlerden kurtulmak demektir. Cenâb-ı Hak kullarına lütufta bulunarak kimleri sevdiğini ve O’nun muhabbetine nâil olmak için neler yapmak gerektiğini Kur’ân-ı Kerîm’de bildirmiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
- Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e İttibâ Edenler
Allah’ın muhabbetini elde edebilmek için en mühim rehber, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’dir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana tâbî olun ki Allah da sizleri sevsin ve günahlarınızı mağfiret eylesin! Allah, Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” (Âl-i İmrân 3/31)
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e ittibâ etmek, onun sünnet-i seniyyesine tâbî olmak; bizi Allah’ın sevgisine eriştirmektedir. Zira Allah Rasûlü (s.a.v); yaşayan, canlı bir Kur’ân-ı Kerim’dir. Onun muazzam ve mükemmel ahlâkı, Kur’ân’dır. Kelâmullah olan Kur’ân’ı yaşayanlar ise onun sahibi olan Allah tarafından sevilirler. Allah’ı sevmenin en büyük göstergesi de O’nun kelâmına ve elçisine uymaktır.
- Mü’minler
Allah’ın sevgisinin anahtarı, olmazsa olmaz şartı; tâlim buyurduğu esaslar ile kulun kendisine samimî bir kalp ile inanması, yani sahih bir îmandır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah mü’minlerin dostudur.” (Âl-i İmrân 3/68. Bkz. el-Bakara 2/257)
“Allah, küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.” (el-Bakara 2/276)
- Muhsinler
Allah Teâlâ’nın sevdiği vasıflardan biri de ihsândır. Yani bir işi en güzel şekilde yapmak, cömertlik, infak, iyilikte bulunmak ve Allah’ı görüyormuş gibi kulluk etmektir. Kulluğun ihlâs ve samimiyetle, zâhirî ve bâtınî güzelliğin kemâlinde edâ edilmesidir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Allah yolunda infâk ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz! Zira Allah, muhsinleri sever.” (el-Bakara 2/195)
Bir rivâyete göre bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi şudur: Ensâr, tasaddukta bulunuyor, Allah’ın dilediği kadar veriyorlardı. Ancak bir sene kıtlık olunca onlar da sadaka vermeyi azalttılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[309]
Demek ki Allah Teâlâ, kendi yolunda infâk eden, İslâm’ın yayılması ve öğretilmesi husûsunda tembellik göstermeyerek devamlı gayret eden ve ihsân duygusu içinde hâyatını devam ettirerek insanlara faydalı olmayı şiâr edinen güzel kullarını sevmektedir.
Cenâb-ı Hak, sevdiği takvâ sahibi muhsin kullarının nasıl davrandıklarını ve kendilerine ne mükâfatlar verildiğini şöyle beyan buyurur:
“Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup gökler ve yer kadar geniş olan cennete girmek için yarışın! Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda infak ederler, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah ihsân sahiplerini sever. Onlar çirkin bir şey yaptıkları veya kendilerine kötülük ettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar da hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler. İşte onların yaptıklarının karşılığı Rableri tarafından bir bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!” (Âl-i İmrân 3/133-136)
Cenâb-ı Hak diğer âyet-i kerîmelerde muhsinleri şöyle târif eder:
“Nice peygamber vardır ki onunla birlikte birçok Allah erleri savaştılar. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşemediler, yılmadılar, boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever. Onların sözü şunu demekten ibaretti: «Rabbimiz! Günahlarımızdan ve işimizdeki aşırılıklardan ötürü bizi bağışla, sebatımızı arttır, kâfir topluluğa karşı bize yardım et!» Bu yüzden Allah onlara dünya nimetini ve âhiret nimetinin de güzelini verdi. Allah muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân 3/146-148)
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de ihsan şuurunu muhtelif yönleriyle tarif ederek, onun Allah’ın muhabbetine vesile olduğunu beyan buyuruyor:
“Allah (c.c), sizden biri bir iş yaptığında onu sağlam ve güzel yapmasını sever.”[310]
“Allah Teâlâ; cömerttir, cömertliği sever.”[311]
- Tevekküle Sıkı Sarılanlar
Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Sen onlara sırf Allah’ın lutfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a tevekkül et, doğrusu Allah kendisine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân 3/159)
- Çok Tevbe Edip Çok Temizlenenler
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Şüphesiz Allah çok tevbe edenleri sever ve çok temizlenenleri sever!” (el-Bakara 2/222)
Temizlik hem beşerî bir mürüvvet hem de şerʻî bir vazifedir. Allah Teâlâ, hem zâhiri temizliğe dikkat ederek abdest ve guslüne ihtimâm gösteren, hem de nefsini günah, isyan, cimrilik ve tembellik gibi kötü hasletlerden tezkiye ederek mânevî temizliğe önem veren, yaptığı her işi takvâ temeli üzerine binâ eden kullarını sever.[312]
- Takvâ Sahipleri
Allah Teâlâ, üzerindeki emânetleri hakkıyla edâ eden, mü’min veya kâfir hiçbir kimseye ihânet etmeyen, verdiği söz hususunda Allah’tan korkarak sözüne sâdık kalan ve bilhassa Cenâb-ı Hakk’a verilen sözler üzerine hassâsiyetle titreyen, bu şekilde takvâ hayatı yaşayan kullarını sever. Şöyle buyurur:
“Hayır! (Gerçek onların dediği değil.) Her kim ahdine vefâ gösterir ve takvâ sahibi olursa, bilsin ki Allah müttakîleri sever.” (Âl-i İmrân 3/76)
“Îmân eden ve sâlih ameller işleyenler, hakkıyle takvâ sahibi olup îmân ettikleri ve sâlih ameller işledikleri, sonra yine hakkıyla takvâ sahibi olup îmân ettikleri, sonra da hakkıyla takvâ sahibi olup yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde, (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı onlara günah yoktur. Allah muhsinleri sever.” (el-Mâide 5/93)
Görülüyor ki, bu âyette îman ve sâlih amel iki defa, takvâ da üç mertebe hâlinde zikredilmiş ve neticede ihsan mertebesine gelinmiştir ki, bu durum, çeşitli vecihlere ve takvâ mertebelerine işaret olabilir.
Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah, takvâ sahibi, gönül zengini ve kendisini ibadete vererek şan ve şöhretten uzak duran ve nefsinin ıslâhı ile meşgul olan kulunu sever.”[313]
“Rabbiniz, koyun güden bir çobanın, bir dağın zirvesinde ezan okuyup namaz kılmasından hoşlanır ve şöyle buyurur: «Benim şu kuluma bakın! Ezan okuyor ve namaz kılıyor! Benden korkuyor. Kasem olsun bu kulumu affettim ve onu cennetime koydum!».”[314]
Bir kudsî hadiste, Allah’ın muhabbetini elde etmenin yolu şöyle gösterilir:
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu: «Her kim benim bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona harb ilân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım amellerden daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz. Kulum bana, (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse, onu mutlaka veririm; bana sığınırsa, onu korurum…”[315]
Bâzı rivâyetlerde şu ilâve vardır: “…Akleden kalbi ve konuşan dili olurum.”[316]
- Sabredenler
Cenâb-ı Hak, kendi yolunda sabırla mücâdele eden kullarını sevdiğini şöyle ifâde buyurur:
“Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” (Âl-i İmrân 3/146)
- Zâhidler
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e bir adam geldi ve:
“–Yâ Rasûlâllah! Bana bir amel söyle ki onu yaptığımda beni Allah da sevsin insanlar da!” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Dünyaya karşı zâhid ol, ona rağbet gösterme ki Allah seni sevsin! İnsanların ellerinde bulunan şeylere karşı zâhid ol, (onları isteme) ki insanlar da seni sevsin!” buyurdular.[317]
Rasûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ, bakıma muhtaç ehl ü ıyâl sahibi olup dilencilik ve haram kazançtan kaçınan iffetli fakir mü’min kulunu sever.”[318]
- Adâleti Ayakta Tutanlar
Cenâb-ı Hak kullarından dâimâ adâlet ister. Bunun hiçbir istisnâsı yoktur. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Eğer aralarında hükmedersen adâletle hükmet! Şüphesiz Allah, adâletli davrananları sever.” (el-Mâide 5/42)
“Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin! Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın! Eğer dönerse aralarını adâletle düzeltin ve (her işte) adâletli davranın! Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.” (el-Hucurât 49/9)
“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever.” (el-Mümtehine 60/8)
Bu âyet de gösteriyor ki, cihâdın asıl maksadı, düşmanlık değil, dostluğu umûmîleştirmektir.
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyâmet günü insanların Allah’a en sevgili ve en yakın olanı âdil idârecidir. Allah’ın en çok buğzettiği ve en uzağında olan da zâlim idârecidir.”[319]
- Allah’ın Rızâsından Başka Bir şey Düşünmeyenler
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; mü’minlere karşı yumuşak ve şefkatli, kâfirlere karşı da izzetli ve şiddetlidirler. Bunlar, Allah yolunda cihâd ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lûtfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” (el-Mâide 5/54)
Allah’a inanan kişilere şefkatli, inkâr edenlere karşı sert davranmak, hiç kimseye aldırmadan Allah yolunda koşturmak kişiyi O’nun sevgisine nâil eylemektedir.
- Yek Vücûd Olarak Allah Yolunda Cihâd Edenler
Allah Teâlâ, İslâm kardeşliği neticesinde birlik ve berâberlik içerisinde, yek vücût hâlinde Allah yolunda cihâd eden, İslâm’ı yaymak için var gücüyle çalışan, yapamayacağı işleri söylemeyen ve Cenâb-ı Hakk’ı çokça tesbîh eden kullarını sever.[320]
- Ashâb-ı Kirâmı Sevenler
Bugün biz ashâb-ı kirâma çok şey borçluyuz. Zira onlar, Peygamber Efendimiz’in önüne mallarını, canlarını ve herşeylerini koyarak misli görülmemiş bir fedakârlığa imza attılar. Bu sâyede Kur’ân, Sünnet ve İslâm nîmeti bizlere kadar geldi. Bu emsalsiz iyiliğin hakkını ödeyebilmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla ashâb-ı kirâmı sevmek, onlara hürmet göstermek ve her fırsatta duâ etmek boynumuzun borcudur. Onları tenkîd etmek bizim haddimize değildir. Sahâbeye karşı yaptığımız her saygısızlık ve tenkîdin zararı mutlaka bize dokunacaktır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Ensâr’ı ancak mü’min olan kimse sever ve onlara ancak münâfık olan kimse buğzeder. Kim Ensâr’ı severse Allah da onu sever, kim de onlara buğzederse Allah Teâlâ da ona buğzeder.”[321]
“Ashâbım aleyhinde aslâ konuşmayınız! Ashâbım hakkında konuşmaktan şiddetle sakınınız! Benden sonra onlara kesinlikle laf dokundurmayınız! Onları seven, sırf bana olan muhabbeti sebebiyle sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlığı sebebiyle bunu yapar. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş, bana eziyet eden ise Allah’a eziyet etmiş olur. Allah’a eziyet edenin ise, çok geçmeden Allah belâsını verir.”[322]
Bir defasında Rasûlullah (s.a.v) Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i kucağına alıp elbisesiyle sarmış ve şöyle buyurmuşlardır:
“Bunlar benim torunlarım ve kızımın oğullarıdır. Allah’ım, ben onları seviyorum, Sen de sev! Onları sevenleri de sev!”[323]
Kudsî hadislerde Cenâb-ı Hak, sevdiği kullarını şöyle haber vermiştir:
“Üç kişi vardır, Allah onları sever, üç kişi de vardır Allah onlara buğzeder.
Allah’ın sevdiği üç kişiye gelince:
Bir kişi bir cemaate gelir, aralarındaki herhangi bir yakınlık sebebiyle değil de, sırf Allah adına onlardan bir şeyler ister. İstediğini vermezler. Bu topluluktan biri yavaşça, kimseye hissettirmeden cemaatin arka tarafına kayar ve isteyen kimseye gizlice ihsanda bulunur. (Öyle gizli verir ki) onun verdiğini sadece Allah ile yardım ettiği kimse bilir.
İkinciye gelince; bir cemaat yoldadır. Gece boyu yürürler. Uyku herşeyden kıymetli hâle gelince konaklarlar. Başlarını koyup yatarlar. İçlerinden biri kalkıp bana karşı tevâzu ve tazarrûda bulunur, âyetlerimi okur.
Üçüncüye gelince; bir kişi seriyyeye katılmıştır. Düşmanla karşılaşır, hezimete uğrarlar. Ancak o ilerler, öldürülünceye veya fethe nâil oluncaya kadar savaşmaya devam eder.
Allah’ın buğzettiği üç kişiye gelince: Bunlar zina eden ihtiyar, kibirli fakir ve zâlim zengindir.”[324]
“Ben’im rızâm için birbirlerini sevenlere, benim rızâm için bolca infâk edenlere, birbirlerini sevmede samîmî davranan sâdıklara, akraba ve dost ilişkilerini kesmeyenlere veya birbirlerini ziyâret edenlere sevgim hak olmuştur.”[325]
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bir takım vasıfları şöyle haber vermişlerdir:
“Allah güzeldir, güzelliği sever.”[326]
“Allah «Rafîk»tır (rıfk ve mülâyemet sahibidir), rıfkla muâmeleyi sever. Sertliğe ve diğer şeylere vermediği sevabı, rıfkla muâmeleye verir.”[327]
“Allah (c.c) çok hayâlı ve çok gizlidir. Bundan dolayı hayâyı ve örtünmeyi sever. O hâlde herhangi biriniz gusledeceği zaman örtünsün!”[328]
“Allah Teâlâ; bir şey satarken, alırken, borcunu öderken ve borcunu alırken müsâmaha gösteren kulunu sever.”[329]
Allah Teâlâ, kendine âid isim ve sıfatların tecellîsini kulunda görmeyi sever. “Tek” olduğu için tek’i, güzel olduğu için güzelliği, âlim olduğu için âlimleri, cömert olduğu için cömertliği, ahdine vefâ gösteren olduğu için vefâkarları, sâdık olduğu için doğruları… sevmektedir.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Büyük mükâfatlar, büyük imtihanlardan sonra verilir. Allah Teâlâ bir kavmi sevdiğinde onları imtihanlara tâbî tutar. Kim râzı olur, sabrederse Allah’ın rızâsını kazanır. Kim de kızarsa, Allah da o kimseye gazap eder.”[330]
Büyük müfessir ve muhaddis Fîrûzâbâdî (r.a) şöyle der:
Allah’ın muhabbetini celbeden sebepler on tanedir:
- Düşünerek, manalarını anlayarak ve Allah’ın bu âyetlerle bizden ne istediğini idrak ederek Kur’ân okumak,
- Farzlardan sonra nâfile ibadetlerle Allah’a yaklaşmak. Bu durum insanı muhabbetten sonra mahbûbiyet (sevgili) derecesine ulaştırır.
- İnsanın her hâlde diliyle, kalbiyle, ilmiyle ve hâliyle Allah’ın zikrine devam etmesi. Kişinin muhabbetten nasibi, bu zikirden nasibi kadardır.
- Arzu ve isteklerin kabardığı esnada Allah’ın sevdiği şeyi kendi sevdiğimiz şeye tercih etmek.
- Kalbin Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını öğrenmesi, tekrar etmesi, onları müşahede etmesi ve bu mârifet bahçelerinde gezinmesi. Kim Allah’ı isimleri, sıfatları ve fiilleriyle tanırsa O’nu mutlaka sever.
- Allah’ın açık-gizli bütün iyiliklerini, ihsanlarını ve nimetlerini görmek.
- Kalbin Allah’ın huzurunda tamamıyla inkisâr hâlinde bulunması ki en şaşırtıcı ve en makbul sebep budur.
- Allah Teâlâ’nın dünyâ semâsına nüzûl ettiği seher vakitlerinde O’na münâcâtta bulunmak ve kelâmını tilâvet etmek üzere O’nunla başbaşa kalmak. Kalp ve kalıpla birlikte Allah’ın huzurunda durmak. Sonra bu münâcâtı istiğfâr ve tevbe ile sona erdirmek.
- Allah’ın seven insanların ve sâdıkların meclislerinde bulunmak, onların sözlerinin en hoş meyvelerinden istifade etmek. Çok lüzumlu olmadıkça ve mânevî hâlimize fayda vermedikçe konuşmamak.
- Kalbimizle Allah arasına giren bütün sebeplerden uzaklaşmak.
Bu sebeplere sarılan muhibler, muhabbet menzillerine vâsıl olur ve Habîb’in (Sevgili’nin) huzuruna ulaşırlar.[331]
12. Allah Kimleri Sevmez?
Cenâb-ı Hak, sevdiği sıfatları haber verdiği gibi sevmediği vasıfları da beyân etmiştir ki bunlardan üzerimizde hiçbir eser kalmasın. Zira seven, sevdiğinin hoşlanmadığı şeylerden şiddetle kaçınmalıdır ki sevdiğinin iltifâtına ve muhabbetine mazhar olabilsin. Aksi takdirde muhabbet sarayına vâsıl olmak mümkün değildir. Zira îman, lâyıkına muhabbet ve müstahakkına nefreti gerektirir.
- Haddi Aşanlar
Cenâb-ı Hak, kulları için bâzı sınırlar çizmiş, emir ve nehiylerde bulunmuştur. O hâlde mü’minlerin her hususta bu hududlara riâyet etmeleri îcâb eder. Cenâb-ı Hak bu sınırları aşanları sevmez. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın! Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (el-Bakara 2/190)
“Ey îmân edenler! Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (kendinize) haram kılmayın ve haddi aşmayın! Allah haddi aşanları sevmez.” (el-Mâide 5/87)
“Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice duâ edin! Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.” (el-A‘râf 7/55)
- Fesâd Çıkaranlar
Îmânsız kimseler, insanlara hile ve tuzak kurmak, karışıklık çıkarmak, fitneleri körüklemek, insanların malına, şerefine ve haysiyetine zarar vermek gibi ifsâd edici hareketlere koşarlar. Cenâb-ı Hak böyle kimseleri sevmez. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“(Münâfık biri) iş başına geçtiğinde, yeryüzünde ortalığı fesâda vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah ise fesâdı sevmez.” (el-Bakara 2/205)
“Onlar (yahûdiler) yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.” (el-Mâide 5/64; el-Kasas 28/77)
- Kâfirler
Allah Teâlâ’yı sevdiğini iddiâ eden bir kişinin Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e itaat etmesi zarûrîdir. Bundan yüz çeviren kimsenin varacağı nokta ise küfürdür. Cenâb-ı Hak ise kâfirleri sevmez. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“De ki: Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin! Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân 3/32; er-Rûm 30/45)
- Küfürde ve Günâhta Isrâr Edenler
Yüce Rabbimiz, fâizi şiddetle yasaklayarak kullarının bu günahtan uzaklaşmalarını emretmiştir. İlâhî emirleri dinlemeyip hâlâ bu büyük günahta ısrar edenleri ise hem küfürle vasıflandırmış hem de sevgisinden mahrum bırakmıştır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah Teâlâ faizi mahveder, sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.” (el-Bakara 2/276)
Cenâb-ı Hak, faiz karışan malın bereketini giderir ve onu helâk eder. Sadakaların ise sevaplarını kat kat artırdığı gibi kendisinden sadaka verilen malı da bereketlendirir. Haramları helal sayan ve onları işlemeye devam edenleri ise sevmez. İnsan, işlediği günahların küçüklüğüne-büyüklüğüne değil, bu günahları işleyerek kime karşı isyân ettiğine bakmalıdır.
- Zâlimler
Cenâb-ı Hak, muhtelif âyet-i kerîmelerde zâlimleri sevmediğini îlân etmiştir.[332] Îmanda ve cephede düşman karşısında sebât etmeyen, Allah’ın emirlerine riâyet etmeyen, cezâ verirken haddi aşan, insanların haklarını yiyen, hâsılı yapılması gerekeni yapmayıp, Allah’ın râzı olmadığı işleri yapan kimseler zâlimdir ve Allah Teâlâ hiçbir zâlimi sevmez.
- Kibirli ve Övüngen Kimseler
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın! Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, câriye) iyi davranın! Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (en-Nisâ 4/36)
“O, büyüklük taslayanları aslâ sevmez.” (en-Nahl 16/23)
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokmân 31/18)
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın! Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nîmetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (el-Hadîd 57/22-23)
Âyet-i kerîmelerden anlaşıldığı üzere mü’minler mütevâzı olurlar. Allah Teâlâ’yı hiç unutmaz ve herşeyin O’nun elinde olduğunu bilirler. Mal, makâm, şöhret gibi şeyler onları şımartmaz. Kimseyi hor görmezler. Onlar, büyük bir tevâzu ile Allah’a ibadet eder, anne-babaları başta olmak üzere akrabalarına, komşularına, muhtaçlara ve Allah’ın diğer kullarına ellerinden geldiğince hizmet etmeyi ganimet bilirler.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Servetine güvenip şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez!” (el-Kasas 28/76)
Fânî dünya malıyla sevinmek doğru değildir. Zira böyle bir hareket, insanı, dünyayı sevip ona bağlanarak âhiretten gâfil kalmaya ve muhabbetullahtan uzaklaşmaya götürür. Bu sebeple Allah Teâlâ, dünya süsleriyle sevinip şımaranları sevmez.
- Hâinler
Cenâb-ı Hak, ilâhî emânetlere ve insanların emânetlerine ihânet eden, arkadan vuran ve sinsice işler yapan hâinleri sevmez. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Kendilerine hıyanet edenleri savunma; çünkü Allah hâinliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” (en-Nisâ 4/107)
“(Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onlarla yaptığın ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, hâinleri sevmez.” (el-Enfâl 8/58)
“Allah, îmân edenlerden (müşriklerin gâilelerini) uzaklaştırır. Şu da muhakkak ki Allah, hâin ve nankörlerin hiçbirini sevmez.” (el-Hacc 22/38)
- Kötü Sözü Açıkça Söyleyenler
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işitici ve bilicidir.” (en-Nisâ 4/148)
Bu âyet-i kerîmenin şu hâdise üzerine nâzil olduğu rivâyet edilir:
Rasûlullah (s.a.v) ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir adam geldi, Hz. Ebû Bekir’e hakâretler ederek onu üzdü. Ancak Ebû Bekir (r.a) sükût etti, adama cevap vermedi. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. Hz. Ebû Bekir yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de hakaret edince Ebû Bekir (r.a) adama hak ettiği cevâbı verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) hemen kalkıp yürüdüler. Ebû Bekir (r.a) hemen arkasından yetişerek:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, yoksa bana darıldınız mı?” diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Hayır. Lâkin semâdan bir melek inmiş, o adamın sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” buyurdular.[333]
- İsrâf Edenler
Cenâb-ı Hak hayır işlerinde bile isrâfı yasaklamış, orta yoldan gitmeyi tavsiye etmiştir. Kişinin malını, haram ve çirkin yollarda isrâf etmesi ise en büyük kötülüktür. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yeyin! Devşirilip toplandığı gün de hakkını (sadakasını) verin, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (el-Enʻâm 6/141)
“Ey Âdemoğulları! Her mescide geldiğinizde güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (el-Aʻrâf 7/31)
Allah Teâlâ, isrâfın insanı nasıl bir kötülüğe sürüklediğini şöyle haber verir:
“Saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ 17/27)
Zira isrâf büyük bir karakter zaafıdır. Yine isrâf, aşağılık duygusunu bastırma gayretidir. Hakîkatte mülk Allah’ındır. Kul ise o mülkün sahibi değil ancak belli bir müddet belli sınırlar dâhilinde tasarrufçusudur.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Cenâb-ı Hakk’ın gazap ettiği bâzı kimseleri şöyle haber verir:
“Allah Teâlâ, güzel konuşuyorum diye ineklerin dillerini eğip büktüğü gibi dilini eğip büken kimseye gazab eder.”[334]
“Allah Teâlâ, söz ve fiillerinde fuhşa ve çirkinliğe dalan, bunlarla çok meşgul olan kimseye gazab eder.”[335]
“Allah Teâlâ, dünya işlerini bilip de âhiret husûsunda câhil olan herkese gazab eder.”[336]
“Allah Teâlâ, ısrarla isteyen dilenciye gazab eder.”[337]
13. Hidâyet Önderleri: Peygamberler
Kur’ân-ı Kerîm insanlara gönderilmiş olan peygamberlerin bir kısmından bahseder. Onların faziletlerini, kendilerine verilen bu yüksek vazifeyi nasıl başardıklarını ve bu uğurda yaptıkları fedâkârlıkları anlatır. Geçmiş ümetlere âit en ibretli hâdiseleri ve târihî vâkıâları özlü bir şekilde naklederek insanları bunlardan ibret almaya dâvet eder. Bunun yanında inkârcıların korkunç âkıbetlerini bildirerek insanları inkâr ve isyândan sakındırır.
Kur’ân’da genişçe yer verilen peygamber kıssalarının ibret verici yönlerini kısaca nakletmek istiyoruz:
13.1. Hz. Âdem (a.s)
Yüce Rabbimiz meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” buyurmuştu. Onlar, “Biz seni övgü ile tenzih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.
Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’i topraktan yaratıp ruh üfledikten sonra ona bütün isimleri öğretti. Sonra mahlûkâtı meleklere gösterip “Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin” buyurdu. Onlar, “Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin” cevabını verdiler. Allah Teâlâ, “Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir” dedi. Hz. Âdem mahlûkâtın isimlerini onlara bildirince de “Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim demedim mi!” buyurdu.
Böylece insanın ilimle üstünlük kazandığı ve hilâfete lâyık hâle geldi gösterilmiş oldu. Allah (c.c) meleklere, “Âdem’e secde edin” diye emir buyurdu. İblîs dışındakiler derhal secde ettiler; o ise direndi, büyüklendi ve kâfirlerden oldu. Kendisinin ateşten, Hz. Âdem’in ise topraktan yaratıldığını söyleyerek kendini üstün gördü.
Daha sonra Allah Teâlâ, Hz. Âdem kendisiyle huzur bulsun diye eşi Havvâ’yı var etti. Ona, “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette oturun, orada istediğiniz yerden rahatça yiyip için ve şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz” buyurdu.[338]
İblis, bir şekilde Hz. Âdem ile Havvâ’nın yanına sokuldu. Onlara vesvese verip, “Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacının ve son bulmayacak bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi?”[339] “Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı” dedi. Bir de “Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” diye kuvvetle yemin etti. Böylece onları aldattı[340], ayaklarını kaydırdı, içinde bulundukları nimet deryasından çıkardı. Allah (c.c) onlara, “Birbirinize düşman olmak üzere inin! Bir zamana kadar sizin için yeryüzünde kalacak bir yer ve ihtiyaç maddeleri vardır” buyurdu. Onlar cennette ne açlık biliyorlardı ne çıplaklık, ne susuzluk çekiyorlardı ne de sıcaklık. Allah’a verdikleri sözü unutup O’nun emrini terkedince bu rahattan mahrum kaldılar, dünya külfet ve meşakkatine düştüler. Rızık temini için sıkıntı ve yorgunluk çekmeye başladılar.[341]
Hz. Âdem ile Havvâ, kendilerine yasak edilen ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Allah’tan ve birbirlerinden hayâ ederek hemen cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar. Derhal hatalarını anlayıp pişman oldular, tevbe ve istiğfara sarıldılar. Rableri onlara, “Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylemedim mi?” diye seslendi. Daha sonra Hz. Âdem’e Rabbinden bazı sözler ulaştı, bunlarla tevbe ettiler, büyük bir mahcûbiyet içinde:
“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!” dediler.[342] Allah da onların tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz O, tevbeleri kabul buyuran ve rahmeti sınırsız olandır. Sonunda affedildiler ama yine de dünya sıkıntısını çekmekten kurtulamadılar. Demek ki insanın edep yerlerini örtmesi, buraları açılınca hayâ etmesi fıtratında vardır. İslâm’ın belirlediği şekilde giyinip örtünmek insanlık îcâbıdır.
Rivayete göre Allah Teâlâ, Hz. Âdem’e:
“–Sana, cennette bol bol ihsanda bulunduğum ve kendisinden istediğin gibi istifade ettiğin bunca nimet yetmedi mi ki haram kıldığım şeyden tattın?” buyurmuş. Âdem (a.s) da:
“–Evet, nimetlerin yeterliydi Rabbim, fakat izzetine yemin ederim ki ben bir kimsenin yalan yere senin ismine yemin edebileceğini hiç sanmıyordum” demiş.[343] Hz. Âdem, Allah adına yalan yere yemin etmenin, yalan söze Allah’ı şâhit tutmanın ne büyük bir cür’et olacağını biliyor ve hiçbir akıllı varlığın bunu düşünebileceğine ihtimal vermiyordu. Ama böyle bir şeyi yapabilecek boyutta bir cehâlet ve dalâlet içinde kimselerin olabileceğini ilk defa acı bir şekilde tecrübe etmiş oldu. Bu tecrübeyi hiçbir zaman unutmamak gerekir.
Yeryüzüne inerken Allah Teâlâ onlara şöyle buyurmuştu: “Oradan hepiniz inin! Benden size muhakkak bir rehber gelecektir. Kim benim gönderdiğim rehbere uyarsa artık onlara ne korku vardır ne de üzüleceklerdir. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalan sayanlara gelince onlar cehennemliklerdir ve orada devamlı kalıcıdırlar.”[344]
“Size benden bir hidayet geldiğinde bilesiniz ki hidayetime uyan artık ne sapar ne de bedbaht olur. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse mutlaka sıkıntılı bir hayatı olacaktır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz. O, «Ey Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Hâlbuki daha önce gören biriydim» der. Allah (c.c), «İşte böyle! Sana âyetlerimiz geldiğinde onları unutmuştun, bu gün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!» buyurur. Haktan sapan ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Hiç şüphesiz âhiretteki ceza daha şiddetli ve daha kalıcıdır.”[345]
Yeryüzüne indirilmiş olan insana düşen artık Allah’tan kendisine gönderilen hidayete uyarak tekrar aslî vatanına dönebilmek için bütün gücüyle çalışmaktır.
13.2. Hz. İdris (a.s)
Hz. Âdem ve Şîs (Şît)’ten sonra yoldan sapan, günahlara dalan ve putlara tapmaya başlayan insanoğlunu uyarmak üzere İdris (a.s) peygamber olarak vazifelendirildi. Allah Teâlâ onun hakkında şöyle buyurur:
“Kitâb’da İdrîs’i de zikret! Çünkü O, çok sâdık bir peygamberdi. Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık!” (Meryem 19/56-57)
Onun yüce mekâna kaldırılmasıyla ilgili muhtelif rivayetler vardır:
- İsa (a.s) gibi semâya kaldırılmış ve ölmemiştir.
- Dördüncü kat semâya kaldırılmıştır.
- Altıncı kat semâya kaldırılmış ve orada vefat etmiştir.
- Cennete kaldırılmıştır.[346]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“(Ey Habîbim!) İsmâîl, İdrîs ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da hatırla! Onların her biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimize dâhil ettik! Çünkü onlar, sâlih kimselerdendi.” (el-Enbiyâ 21/85-86)
İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre İdris (a.s) terzi idi. İğneği her batırışında “sübhânallah” diye zikrederdi. Akşam olduğunda yeryüzünde ondan daha fazla amel-i sâlih işlemiş kimse bulunmazdı.[347]
İdris (a.s) kavmini kötülüklerden uzaklaştırıp Allah’a itaat ve ibadete dâvet etmek için büyük bir mücâdele vermiştir.
13.3. Hz. Nûh (a.s)
İnsanların çoğu imanını koruyamıyor, kolayca tevhidden uzaklaşıp putlara tapmaya meylediyordu. Bir müddet sonra zâlim, fâsık ve azgın bir kavim hâline geliyor, kötülüklere dalıveriyorlardı. Hz. İdris’ten sonra da böyle olmuş ve insanların vicdanları körelmişti.[348] Allah Teâlâ Hz. Nûh’u “Kendilerine can yakıcı bir azâb gelmezden önce onları uyar!” diye kavmine peygamber olarak gönderdi.[349] Nûh (a.s) onlara: “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına tapmayın! Ben size gelecek elem verici bir günün azâbından korkuyorum!” dedi.[350] “Bu tebliğime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir. Onun için, Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin!” diye ilave etti. Kavmi, “Senin peşinden gidenler sıradan ve basit kimseler iken biz hiç sana inanır mıyız!” dediler. Fakirleri yanından uzaklaştırmasını istediler. Nûh (a.s);
“–Siz istiyorsunuz diye ben iman edenleri kovacak değilim; onlar imanları sayesinde Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi bilgisizliğe gömülmüş bir topluluk olarak görüyorum. Ey kavmim! Onları kovarsam, beni Allah’a karşı kim koruyabilir? Düşünmüyor musunuz?” dedi.[351] Onlara şöyle nasihat etti:
“Size ne oluyor ki, Allah’a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?! Oysa, sizi türlü merhâlelerden geçirerek o yaratmıştır! Görmediniz mi, Allah yedi kat göğü birbiriyle âhenktâr olarak nasıl yaratmış! Onların içinde Ay’ı bir nûr kılmış, Güneş’i de bir çerağ yapmıştır! Allah, sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır. Allah, onda geniş yollar edinip dolaşabilesiniz diye, yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır.”[352]
“Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum ve Allah’ın âyetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben yalnızca Allah’a tevekkül etmişimdir, artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana ne yapacaksanız yapın, mühlet de vermeyin.”[353]
Kavmi; “Ey Nûh! Bizimle mücâdele ettin ve bize karşı mücâdelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen, kendisiyle tehdîd ettiğin (azâbı) bize getir!” dediler. Nûh (a.s) ise “Onu size, ancak dilerse Allah getirir. Ve siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz! Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. Çünkü O sizin Rabbinizdir ve nihâyet O’na döndürüleceksiniz.”[354]
Allah Teâlâ, nasihat ile akıllanmayan kavmi işledikleri günahlardan vaz geçirmek için kuraklık, kıtlık gibi müsibetler gönderdi. Nûh (a.s) onlara: “Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin; mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın; size bahçeler ihsân etsin; sizin için ırmaklar akıtsın!” diye yol gösterdi.[355]
Allah Teâlâ, kavminin taşkınlıkları sebebiyle Hz. Nûh’u, “Kavminden şu ana kadar îmân etmiş olanlardan başkası artık aslâ inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte oldukları günahlardan dolayı üzülme!” diye tesellî etti.[356]
Öğütlerin fayda vermemesi üzerine Nûh (a.s) şöyle dua etti: “Rabbim! Doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyânını artırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular. Büyük hîleler, büyük desîseler kurdular! Rabbim! Onlar birbirlerine: «Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Vedd’den, Süvâ’dan, Yeğûs’tan, Yeûk’dan ve Nesr’den aslâ vazgeçmeyin!» dediler. Böylece onlar, gerçekten birçoklarını saptırdılar. Rabbim! Sen de bu zâlimlerin ancak şaşkınlıklarını artır!” “Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkârcı bırakma! Şâyet Sen onları bırakacak olursan, kullarını saptırırlar; ahlâksız ve inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler. Beni, anamı, babamı, inanmış olarak evime gireni ve bütün mü’min erkek ve kadınları bağışla! Zâlimlerin ise yalnızca helâklerini artır!”[357] “Yâ Rabbî, mağlûb oldum; artık bana yardım et!”[358]
Cenâb-ı Hak; “Gözlerimizin önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, fakat zâlimlerin kurtuluşu için bana yalvarma! Onlar mutlakâ boğulacaklar!” diye emretti. Nûh (a.s) gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Nûh (a.s) onlara, “Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız, biz de sizinle öyle alay edeceğiz! Kendisini rezil edecek azâbın kime geleceğini ve sürekli bir azâbın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz!” diyordu. Nihâyet Allah’ın emri gelip de fırın kaynadığı, iş kızışıp sular kabarmaya başladığı zaman Allah Teâlâ, Hz. Nûh’a; “Her şeyden iki çifti, aleyhlerinde hüküm verdiklerimiz hâriç, âileni ve îmân edenleri gemiye bindir!” diye emir buyurdu. Zâten, onunla beraber îmân eden pek azdı.[359]
Bundan sonra Allah (c.c) sağanak hâlinde boşalan bir su ile gök kapılarını açtı. Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttı. Derken o sular takdîr edilmiş bir iş (tûfan âfeti) için birleşiverdi. Gemi dağlar gibi dalgalar arasında mü’minleri götürüyordu. Nûh (a.s), gemiden uzakta bulunan oğluna: “Yavrucuğum! Sen de bizimle beraber bin; kâfirlerle beraber olma!” diye nidâ etti. Oğlu: “Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım!” dedi. Nûh (a.s): “Bugün Allah’ın emrinden (azâbından), merhamet sâhibi Allah’tan başka koruyacak kimse yoktur!” dedi. Sonra “Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da âilemdendir. Senin va‘din ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin!” diye yalvardı. Allah Teâlâ: “Ey Nûh! O aslâ senin âilenden değildir. Çünkü onun yaptığı, kötü bir iştir. O hâlde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim!” buyurdu. Nûh (a.s): “Ey Rabbim! Ben senden, hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemekten yine sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olurum!” dedi. Aralarına dalga girdi ve oğlu boğulup gitti.[360]
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“İnkâr edilmiş olan (Nûh’a) bir mükâfât olmak üzere gemi, bizim nezâretimizde akıp gidiyordu. And olsun ki, onu bir ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur? (Ey insanlar bakın;) benim azâbım ve uyarılarım nasılmış!” (el-Kamer 54/11-16)
Yüce Rabbimizin emriyle Nûh (a.s) şöyle dua ediyordu:
“Bizi bu zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamdolsun! Rabbim! Beni bereketli bir yere indir; en uygun şekilde indirip yerleştiren sensin.”[361]
Tûfân’ın altı ay kadar devam ettiği rivayet edilir.[362] Sonra Allah Teâlâ, “Ey yer suyunu yut! Ey gök sen de tut!..” diye emretti. Su çekildi; hüküm yerini buldu; gemi Cûdî dağının üzerine oturdu; “Zalimlerin topunun canı cehenneme!” denildi. Cenâb-ı Hak, “Ey Nûh! Sana ve seninle berâber olan ümmetlere bizden selâm ve bereketlerle gemiden in! Kendilerini dünyâda faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azâbın dokunacağı ümmetler de olacaktır” buyurdu.[363]
Hz. Nûh’un kavmi günahları yüzünden suda boğuldular, ateşe sokuldular ve kendilerine Allah’tan başka yardımcı bulamadılar. Tûfân, inkârcıların sonunun nasıl olduğunu gösteren ibretlik bir hâdise oldu.[364]
Cenâb-ı Hak Hz. Nûh’u “çok şükreden bir kul idi” diye medhetmiştir.[365] Onun bin yıla yakın süren tebliğ azmi ve gayreti bizler için en güzel örnektir.
13.4. Hz. Hûd (a.s)
İnsanlar Tûfân’dan bir müddet sonra yine azgınlaşmışlardı. Bunlardan Âd kavmi birçok nimete ve kuvvete nâil olmuş, muhteşem binâlar yapmışlardı. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayarak: “Bizden daha kuvvetli kim var?” diyorlardı. Kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmüyor, O’nun âyetlerini inkâr ediyorlardı.[366] Hûd (a.s), onlara peygamber olarak gönderildi. “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?” “Rabbinizden mağfiret dileyin! Sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize bol bol yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın! Günah işleyerek Allah’tan yüz çevirmeyin!” diye hakka dâvet etti. Kavminden ileri gelen kâfirler: “Biz seni açık bir sapıklık, kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz!” dediler Hûd (a.s): “Ey kavmim! Ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir elçiyim!” dedi. Onlar: “Sen, tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?” dediler. “Ey Hûd! Sen bize açık bir mûcize getirmedin; biz, senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana îmân edecek de değiliz! Biz, «Tanrılarımızdan biri seni fenâ çarpmış!» demekten başka bir söz söylemeyiz!” diye direttiler.[367]
Âhireti yalanlayan ve dünyada refah içinde yaşayan eşraf takımı; “Bu da sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir beşere itaat ederseniz o takdirde siz, mutlaka ziyâna uğrayanlardan olursunuz” diyerek insanları doğru yola yaklaştırmıyorlardı. “Hayat bizim yaşadığımız şu dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Ölür ve yaşarız; bir daha da diriltilecek değiliz” diye inkâr ediyorlardı.[368]
Hz. Hûd’a, “Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Haydi, doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdîd ettiğin azâbı başımıza getir!” dediler.[369] Hûd (a.s): “Ben Allah’ı şâhid tutuyorum; siz de şâhid olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım! O’ndan başka taptıklarınızın hepsinden uzağım. Haydi, hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Çünkü hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim, mülkünde hak ve adâlet yolunu tutmuştur. Eğer yüz çevirirseniz, tebliğ etmek için gönderildiğim şeyleri size bildirdim. Rabbim dilerse, başka bir kavmi sizin yerinize getirir de O’na hiçbir zarar veremezsiniz! Çünkü benim Rabbim, her şeyi hakkıyla gözetendir.”[370]
Allah Teâlâ onlara dünyâ hayâtında rezillik azâbını tattırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu ve kasıp kavuran bir rüzgâr gönderdi. Uğursuz mu uğursuz bir günde üzerlerine uğultulu bir kasırga saldı. Üzerinden geçtiği şeyi sağlam bırakmıyor, her şeyi kül ediyordu. İnsanları sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi koparıp deviriyordu. Allah o fırtınayı, ardarda yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. O kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere seriverdi. Onlardan geriye hiçbir şey kalmadı, kökleri kesildi. Âhiretteki azâbları ise, daha da perişân edici olacaktır ve onlara aslâ yardım edilmeyecektir.[371]
Allah Teâlâ, Hz. Hûd’u ve onunla berâber îmân edenleri, rahmetiyle kurtardı. Onları, ağır bir azâbdan kurtuluşa erdirdi. Âd kavmi ise Rablerini ve O’nun âyetlerini inkâr ettikleri, O’nun peygamberine âsî oldukları ve inatçı zorbaların emrine uydukları için hem bu dünyâda, hem de kıyâmet gününde lânete uğradılar ve Allah’ın rahmetinden uzak kılındılar.[372]
13.5. Hz. Sâlih (a.s)
Âd kavminden sonra Şam ile Hicaz arasındaki Hicr bölgesinde Semûd kavmi ortaya çıktı. Dağları deldiler, kayaları oydular, gayet sağlam evler yaptılar. Bu kuvvet ve imkânlar onları itaatten uzaklaştırarak azgınlaştırdı. Allah Teâlâ onlara Hz. Sâlih’i peygamber olarak gönderdi. O, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden yarattı ve sizi orada yaşattı. Öyleyse O’ndan mağfiret isteyin; sonra da O’na tevbe edin! Çünkü Rabbim kullarına çok yakındır, duâlarını kabûl eder” dedi.[373]
Hz. Sâlih’in uzun süre gayret ve mücâdele etmesine rağmen kavmi kendisini yalanladı, hidâyete gelmedi ve “babalarımızın taptığı şeylere tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu, bizi kendisine kulluğa çağırdığın şeyden ciddî bir şüphe içindeyiz” dediler.[374] Sâlih (a.s), “Ey kavmim! Siz burada bahçelerin, pınarların içinde; ekinlerin salkımların, sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Böyle sanıp dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin! O haddi aşan kâfirlerin emrine uymayın. Onlar ki yeryüzünde fesat çıkarırlar ve gerek kendilerini gerekse çevrelerinde bulunanları ıslâha gayret göstermezler” dedi.[375]
Kavmi, “Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mûcize getir!” dediler.[376] Allah Teâlâ onları imtihan etmek için kayanın içinden büyük bir deve ile yavrusunu çıkardı. Sâlih (a.s) “Onu bırakın. Allah’ın arzında yesin içsin. Su içme hakkı bir gün onundur; belli bir gün de sizindir. Ona herhangi bir kötülükte bulunmayın; sonra sizi yakın bir azâb yakalar” diye tembihte bulundu. Ancak şehirdeki devamlı bozgunculuk peşinde koşan fesatçılar, deveyi ayaklarını kesip yere düşürerek öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar. “Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdîd ettiğin azâbı getir” diye[377] arsızlık yaptılar.
Fesatçılar Allah’a yemin ederek birbirleriyle anlaştılar: “Gece ona ve âilesine baskın yapalım hepsini öldürelim; sonra da ona sâhip çıkan yakınlarına: «Biz Sâlih âilesinin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz» diyelim” dediler. Allah onların planlarını altüst etti. Allah’ın azabı kendilerini yakalayıverdi. Şiddetli bir sarsıntı ve korkunç bir ses geldi. Yurtlarında diz üstü çökekaldılar, sonra yüz üstü düşüp sel süprüntüsüne döndüler. Allah, Sâlih (a.s) ile mü’minleri rahmetiyle kurtardı.[378]
“İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri! Anlayan bir kavim için elbette bunda bir ibret vardır.” (en-Neml 27/52)
13.6. Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. İshak (a.s)
Hz. Nûh’un oğlu Hâm’ın neslinden Nemrûd isminde biri birçok kabileyi toplayarak şimdiki Musul şehrinin bulunduğu yerlerde Bâbil devletini kurmuştu. Bunlar arasında Sâbie denilen bâtıl bir din türedi. Güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve hükümdarlarına taparlardı. Allah Teâlâ onlara Hz. İbrahim’i peygamber olarak gönderdi. İbrahim (a.s) onlara, bir müddet semada durup sonra batan yıldız ve gezegenlerin, hiçbir fayda ve zarar veremeyen cansız putların ve kral da olsa âciz insanoğlunun ilâh olamayacağını anlatmak için çok uğraştı. Bir gün puthâneye girip bütün putları kırdı, ancak en büyüğüne dokunmadı. Kendisine gelen kavmine putları bu büyüğün kırmış olabileceğini, isterlerse kendisine sorabileceklerini söyleyerek onları düşünmeye zorladı. Onlar da ne kadar yanlış bir yolda olduklarını anlayıp başlarını bir müddet öne eğdilerse de câhiliye hamiyetini yenemeyerek iddialarına yine devam ettiler. İbrahim (a.s) için, “Onu yakarak tanrılarınıza yardım edin” dediler. Büyük bir ateş yakarak Hz. İbrahim’i içine attılar. Allah Teâlâ “Ey ateş! İbrâhîm’e serin ve selâmet ol!” buyurdu.[379] Bu mucizeyi gören bazı insanlar iman ettiler.
İbrâhîm (a.s) kavmine şöyle dedi:
“Siz, sırf aranızdaki dünyâ hayâtına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü (gelip çattığında ise) birbirinizi tanımamazlıktan gelecek ve birbirinize lânet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur.” (el-Ankebût 29/25)
İbrahim (a.s) âilesini ve mü’minleri alarak Şam diyarına hicret etti.
Daha sonra Allah’ın emri ile oğlu İsmail ile annesini Kâbe’nin yanına yerleştirerek şöyle dua etti:
“Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki, bu nîmetlere şükrederler.” (İbrâhîm 14/37)
İsmail (a.s) babasıyla birlikte yürüyüp gezecek çağa erişince İbrahim (a.s) bir rüyâ gördü ve: “Yavrucuğum, rüyâda seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, ne dersin?” dedi. O da cevâben: “Babacığım, sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulursun!” dedi. Her ikisi de teslîm olup, İbrâhîm (a.s) onu alnı üzerine yatırınca Allah Teâlâ: “Ey İbrâhîm, rüyâyı gerçekleştirdin. Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır bir imtihandır” diye seslendi. Oğluna bedel ona büyük bir kurban ihsân eyledi. Geriden gelecekler arasında ona iyi bir nam bıraktı ve “İbrâhîm’e selâm olsun!” buyurdu.[380]
Yaşlılık vaktinde Allah Teâlâ ona kudretini göstererek oğlu İshak’ın doğacağını müjdeledi.[381]
İsmail (a.s) büyüyünce İbrahim (a.s) Allah’ın emriyle onun yanına giderek birlikte Kâbe’yi inşâ ettiler. “Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabûl buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. Ey Rabbimiz! Bizi sana teslîm olanlardan kıl! Neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar; bize ibâdet usûllerimizi göster; tevbelerimizi kabûl et; zîrâ tevbeleri çokça kabûl eden, çok merhametli olan ancak sensin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitâb ve hikmeti öğretecek, onların nefslerini tezkiye edecek bir peygamber gönder! Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin!” diye dua ettiler. Sonra da insanları hacca dâvet ettiler.[382]
Hz. İbrâhîm (a.s), yumuşak huylu, yüreği yanık, kendisini tamâmen Allah’a vermiş bir peygamberdi.[383]
İsmail (a.s) babası Hz. İbrahim’in şeriatıyla amel etmek üzere Yemen kabilelerine ve Amalika denilen eski bir kavme peygamber olarak gönderildi. Rasûlullah (s.a.v) onun neslindendir.
İshâk (a.s) babasının vefâtından sonra Şam ve Filistin halkına peygamber olarak gönderildi. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Sâlihlerden bir peygamber olarak O’na (İbrâhîm’e) İshâk’ı müjdeledik. Kendisini ve İshâk’ı mübârek (kutlu ve bereketli) eyledik. Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa kötülük edenler de olacaktır.” (es-Sâffât 37/112-113)
Hz. İshak’ın neslinden pek çok peygamber gelmiştir.
Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. İshak (a.s), diğer güzel vasıfları yanında bilhassa Allah’a tevekkül ve teslimiyetleriyle bizlere örnek olmuşlardır.
13.7. Hz. Lût (a.s)
Lût (a.s), Hz. İbrâhîm’in kardeşinin oğludur. Ona iman etmiş ve onunla birlikte Şam’a hicret etmiştir. Daha sonra Filistin’deki Sodom bölgesine peygamber olarak gönderildi. Bu bölgenin ahâlîsi dinden çıkmış ve o zamana kadar hiçbir kavmin yapmadığı günahlara cür’et eden insanlardı. Lût (a.s) onlara, “Dünyâda sizden önce hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?[384] Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinde erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz, sınırı aşmış sapık bir kavimsiniz!” dedi.[385]
Kavminin cevâbı: “Lût’u ve ona inananları memleketinizden çıkarın! Çünkü onlar, fazla temizlenen insanlarmış!” demekten başka bir şey olmadı.[386]
Onlar bu fecî günahlarda ısrar edince Allah Teâlâ beldelerinin altını üstüne getirdi ve üzerlerine balçıktan pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdı.[387]
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Lût’a da doğru hüküm kâbiliyeti ve ilim verdik; onu çirkin işler yapmakta olan memleketten kurtardık. Gerçekten onlar fenâ işler yapan kötü bir kavimdi. O’nu rahmetimize kabûl ettik; çünkü O, sâlihlerden idi.” (el-Enbiyâ 21/74-75)
13.8. Hz. Ya‘kûb ve Hz. Yûsuf (a.s)
Ya‘kub (a.s), Hz. İshak’ın oğludur. Lakabı “İsrâîl” olduğu için neslinden gelen insanlara “Benî İsrâîl” denilmiştir. Yûsuf (a.s) da Hz. Ya‘kub’un oğludur. Bu iki peygamberin kıssası Kur’ân-ı Kerîm’de “Ahsenü’l-kasas: Kıssaların en güzeli” diye tavsif edilir.
Hz. Ya‘kûb’un on iki oğlu vardı. Onların içinde en fazla Hz. Yûsuf’u, ondan sonra da kardeşi Bünyamin’i severdi. Yûsuf (a.s) çocuk iken bir rüyâ görmüştü, on bir yıldız, güneş ve ay kendisine secde ediyordu. Babası, “Yavrucuğum! Rüyânı sakın kardeşlerine anlatma! Sonra onlar sana hasedleri sebebiyle tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır. Rabbin seni seçecek. Sana rüyâda görülen hâdiselerin tâbirine dâir ilim verecek, daha önce iki atan İbrâhîm ve İshâk’a nîmetini tamamladığı gibi, sana ve Ya‘kûb soyuna da nîmetini tamamlayacak” dedi.[388] Gerçekten de büyük kardeşleri Yûsuf’u kıskandılar. Onu öldürerek babalarının teveccühünü kazanmak istediler. Hz. Yûsuf’u, gezip eğlenme bahanesiyle kıra götürüp bir kuyuya attılar. Babalarına da kardeşlerini kurdun yediğini söylediler. Hz. Ya‘kub bu söze inanmadı ama başka yapacak bir şeyi de yoktu. Çok üzüldü ve yıllarca gözyaşı döktü, nihayetinde gözlerini kaybetti. Kuyunun yanından geçen bir kâfile su almak isteyince Hz. Yûsuf’u buldu. Onu Mısır’a götürüp Azîz’e yani mâliye bakanına sattılar.
Yûsuf (a.s) çok güzel olduğu için Azîz’in hanımı ona âşık oldu. Yûsuf (a.s) teklifini reddedince de iftira atarak onu zindana attırdı. Yûsuf (a.s) oradaki insanları dine davet edip hidayetlerine vesile oldu. Bir müddet sonra Mısır Firavun’u bir rüya gördü. Ama kimse onu tabir edemedi. Firavun’un daha önce zindandan çıkan şerbetçisi bu rüyayı ancak Hz. Yûsuf’un tabir edebileceğini söyledi. Rüyaya göre yedi sene bolluk, ardından yedi sene kıtlık, ondan sonra da bir sene insanlar pek ziyade varlık göreceklerdi. Firavun, Hz. Yûsuf’u yanına getirmelerini söyledi. Ama o, mâsumiyetini tasdik ettirmeden zindan çıkmadı. Kadınlar iftira attıklarını itiraf ettiler. Firavun, Hz. Yûsuf’u kendisine husûsî danışman edindi. Yûsuf (a.s) o sıkıntılı günlerde mâlî işleri kendisinin en güzel şekilde yapabileceğini söyledi. Bunun üzerine mâliye bakanı yapıldı.
Kıtlık yıllarında erzakı biten insanlar akın akın Mısır’a geliyorlardı. Başka yerde yiyecek bir şey kalmamıştı. Hz. Yûsuf’un kardeşleri de Filistin’den Mısır’a erzak almak için geldiler. Hz. Yûsuf’u tanıyamadılar. Üçüncü gelişlerinde Yûsuf (a.s) kendisini onlara tanıttı. Kardeşleri:
“–Allah’a yemin olsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hataya düşmüşüz” dediler. Yûsuf (a.s):
“–Bugün yaptıklarınız yüzünüze vurulmayacak, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir. Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne koyun, gözleri görecek duruma gelir; bütün ailenizi de bana getirin” buyurdu.[389]
Gömlek Mısır’dan yola çıkınca Ya‘kûb (a.s) onun kokusunu aldı ama kimse ona inanmadı ve böyle bir şeye ihtimal vermedi. Gömleği Hz. Ya‘kûb’un yüzüne sürünce gözleri açıldı. Oğulları:
“–Ey babamız! Bizim için istiğfar ediver! Çünkü biz gerçekten hata ettik” dediler. Ya‘kûb (a.s):
“–Sizin için biraz sonra Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O çok bağışlayan, pek merhamet edendir” dedi. Yûsuf’un yanına girdiklerinde anne babasını bağrına bastı ve “Allah’ın izniyle Mısır’a emniyet içinde girin” dedi. Anne babasını makamına çıkardı. Hepsi onun huzurunda yere kapandılar; Yûsuf (a.s):
“–Babacığım! İşte daha önce gördüğüm rüyanın mânası buymuş; Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana lutuflarda bulundu: Beni zindandan çıkardı, şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden çıkarıp buraya getirdi. Şüphesiz Rabbim dilediğine çok lutufkârdır. Şüphesiz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir” dedi. Sonra şöyle dua etti: “Ey Rabbim! Bana iktidar verdin ve bana rüyaların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da âhirette de beni yönetip himaye eden sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlih kullarının arasına kat!”[390]
Ya‘kûb (a.s) diğer güzel vasıfları yanında bilhassa sabrıyla, Yûsuf (a.s) da iffeti ve affediciliği ile örnek olmuştur.
13.9. Hz. Eyyûb (a.s)
Hz. İshak’ın neslindendir. Allah Teâlâ mallarını ve evlatlarını alarak onu büyük bir imtihana tabi tuttu. Kendisi de ağır bir şekilde hastalığa yakalandı. Eyyûb (a.s) bütün musibetlere sabretti. Allah Teâlâ bir rahmet ve akl-ı selîm sâhipleri için de bir ibret olmak üzere, ona hem âilesini, hem de onlarla beraber bir mislini kendisine bağışladı.[391]
Âyet-i kerimede şöyle burulur:
“...Gerçekten Biz Eyyûb’u sabırlı (rızâ hâlinde bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Dâimâ Allah’a yönelirdi.” (Sâd 38/44)
Eyyûb (a.s) diğer güzel vasıfları yanında bilhassa sabrıyla bizlere örnek olmuştur.
13.10. Hz. Şuayb (a.s)
Medyen ve Eyke ahâlîsine peygamber olarak gönderilmiştir. Zulme ve küfre iyice dalmış olan bu insanlar, Hz. Şuayb’in bütün uyarılarına rağmen yaptıklarından vazgeçmediler. Bilhassa ölçü ve tartıda adalete riayet etmediler, doğru tartıyla tartmadılar. Hûd Sûresi 84-85. âyetlerde Hz. Şuayb’in kavmine hem ölçü ve tartıyı eksik yapmamayı, hem bunları tam yapmayı, hem de insanların mallarını eksiltip değerini düşürmeye çalışmamayı peş peşe ısrarla emrettiği görülür. Şuʻara Sûresi’nin 181-183. âyetlerinde aynı emir ve tavsiyeler tekrar edildikten sonra sağlam ve doğru terazi ile tartma emri ilave edilir. Buna riayet edilmediği takdirde yeryüzünde fesadın zuhur edeceği haber verilir.
Peygamberlerine itaat etmeyen bu kavimler nihayetinde helâk edildiler. Medyen halkını dehşetli bir sayha ve sarsıntı yakalayarak yurtlarında yere seriverdi.[392] Eyke halkının üzerine de gölgesinde serinlemek istedikleri buluttan öfkeli alevler yağdı[393], yurtları, sanki orada hiç kimse yaşamamış gibi harabeye dönüverdi.[394] İbn Abbâs (r.a), bu tarihî gerçeğe işaret ederek Medîne çarşısında esnafa şöyle seslenmiştir:
“Ey acemler! Siz öyle iki şeyin başına getirildiniz ki sizden önce pek çok ümmet onlar yüzünden helâk olmuştur: Onlar ölçü ve tartıdır!”[395]
Halef b. Havşeb (ö. 140 civârı) de şöyle demiştir: “Hz. Şuayb’in kavmi arpa sebebiyle helak oldu. (Baştan bir iki arpa fazla eksik tartıyorlardı, sonra bu hile büyüyüp gitti.) Alırken ağır bir şekilde alıyor, verirken hafif veriyorlardı.”[396]
Şuayb (a.s) diğer güzel hasletleri yanında bilhassa teraziyi adaletle tutma ve kimseye en ufak bir haksızlık yapmama konusunda bizlere örnek olmuştur.
13.11. Hz. Musa ve Hz. Hârun (a.s)
Hz. Ya‘kûb’un oğulları Mısır’a gelmiş ve orada çoğalmışlardı. On iki kardeşten on iki büyük kol olmuştu. Ama zamanla Firavunlar ve Mısır’ın yerlisi olan Kıptîler İsrâiloğullarını aşağılayıp ağır işlerde çalıştırmaya başladılar. Bu durumdan bunalan İsrâiloğulları Mısır’dan çıkıp ata yurdu Ken‘an diyarına dönmek istiyor, ama Firavunlar buna izin vermiyordu. On iki kabile bir araya gelemedikleri için bu elîm esaretten kurtulamıyorlardı.
Allah Teâlâ içlerinden Hz. Musa’yı onlara peygamber olarak gönderdi. Firavun’u tevhide davet ederek işe başlayacaktı. “Rabbim! Yüreğime genişlik ver! İşimi kolaylaştır! Dilimden şu bağı çöz ki sözümü anlasınlar! Bana âilemden bir de vezîr (yardımcı) ver! Kardeşim Hârûn’u. Onunla beni kuvvetlendir! Ve onu işime ortak kıl! Böylece seni bol bol tesbîh edelim ve çok çok zikredelim! Şüphesiz sen bizi görmektesin” diye yalvardı. Allah Teâlâ, “Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi” buyurdu.[397]
Ancak ne Firavun ne de Mısırlılar imana gelmiyorlardı. Musa (a.s) İsrailoğullarının on iki boyunu bir araya getirip binbir güçlükle Mısır’dan çıkardı. Peşlerine düşen Firavun ve ordusu Kızıldeniz sahilinde onlara yetişti. Musa (a.s) Allah’ın emriyle asâsını denize vurdu, denizde on iki yol açıldı. Müslümanlar karşıya geçti, onları takip eden Firavun ve ordusu denizde boğuldular.
Benî İsrâil’in yurtlarını Amâlika kabilelerinden bir takım zorba ve cebbâr insanlar istîlâ etmişti. Onları oradan çıkarmak gerekiyordu. İsrâîloğulları cihâdı göze alamayarak “biz onlarla savaşamayız” dediler. Bu sebeple kırk sene Tîh sahrasında dönüp durmakla cezalandırıldılar. Bir yere çıkıp gidemediler. “Keşke Mısır’dan çıkmasaydık” demeye başladılar. Allah Teâlâ onlara Kudret helvası ve Bıldırcın eti ikram ettiği hâlde bir müddet sonra “Biz sarımsak, soğan, bakla isteriz” dediler. Hz. Musa da kızarak “Haydi Mısır’a gidin, istediğiniz şeyler orada var” dedi.
Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ı verdi. Zamanla eski nesil ölüp yerine yeni bir nesil geldi. Bunlar Tîh sahrasında yetişmiş, dayanıklı ve mücadeleci insanlardı. Musa (a.s) onları alarak düşmanla muhârebe etti. Şerîa nehrinin doğusuna sahip oldu. Erîha şehrinin karşısındaki dağa çıkarak İsrailoğullarına va‘d edilen Ken‘an ilini seyrettirdi. Hz. Yûsuf’un neslinden olan Hz. Yûşâ’yı yerine vekil tâyin ettikten sonra vefat etti. Hârun (a.s) ise savaştan önce vefat etmişti.
Bilâhare kendisine peygamberlik verilen Yûşâ (a.s) İsrailoğullarını çölden çıkardı, Ken‘an ilini zorbalardan aldı ve Şam diyarını fethetti.
Musa (a.s) Allah katında şerefli ve mevkî sâhibi bir kimse idi.[398] Diğer güzel hasletleri yanında bilhassa tebliğ azmi ve yumuşak bir lisanla Firavun gibi azgın bir idareciyi Hakk’a dâvet etme husûsunda bizlere örnek oldu.
13.12. Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman (a.s)
Dâvûd (a.s) hem peygamber hem de sultan idi. Yahûdi kabilelerini bir araya getirdi. Kendisine Zebûr verildi. Bu kitap, öğüt, dua ve münâcâtlardan ibaretti. Şer‘î hükümlerde ise Hz. Musa’nın şeriatiyle amel ediyorlardı.
Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
“Gerçekten Biz, dağları (ona) boyun eğdirdik, akşam-sabah O’nunla beraber tesbîh ederlerdi. Kuşları da toplanmış olarak (ona itaat) ettirdik. Hepsi onun (zikrine katılmak) için dönüp gelirlerdi.” (Sâd 38/18-19. Bkz. el-Enbiyâ 21/79)
“Ona demiri yumuşattık. «Geniş zırhlar îmâl et, dokumasında da ölçüyü gözet ve (ehlinle birlikte) sâlih amel işleyin! Çünkü Ben, ne yaparsanız hakkıyla görenim» (diye vahyettik).” (Sebe’ 34/10-11. Bkz. el-Enbiyâ 21/80)
Dâvûd (a.s) zırhlar yapar Allah yolunda cihâd ederdi.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Biz Dâvûd’a Süleymân’ı verdik. Süleymân ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, dâimâ Allah’a yönelirdi.” (Sâd 38/30)
Allah Teâlâ Hz. Dâvûd’a ve Hz. Süleymân’a ilim vermiş, kuşların lisânını öğretmiş ve her şeyden nasipler lutfetmişti.[399]
Allah (c.c), insan, cin, hayvânât ve rüzgârı Hz. Süleyman’ın emrine verdi. Onun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttı.[400] Süleyman (a.s) cihâd sebebiyle atları çok severdi.
Ondan sonra Hz. İlyâs, Hz. Elyesa‘, Hz. Zülkifl ve Hz. Yûnus (a.s) İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildiler. Bu dönemde yaşayan Hz. Üzeyr, Hz. Zülkarneyn ve Hz. Lokman’ın peygamber olup olmadıkları ihtilaflıdır. Evliyâullah’tan sâlih birer zât oldukları rivayet edilir.
Târih boyunca İsrâiloğulları kâh doğru yoldan gider kâh isyân ve azgınlıkla hak yoldan çıkarlardı. Onlar dinden uzaklaştıkça Allah Teâlâ üzerlerine bir düşman musallat eder, bazen esarete, bazen farklı musibetlere uğrar, zaman zaman da başsız kalıp perişan olurlardı. Sonra Allah’a dönüp dua ederek bu tür musibetlerden kurtulurlardı. Onların târihinden ibret alarak bugün biz de Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederek içine düştüğümüz sıkıntılardan kurtulmalıyız.
13.13. Hz. Zekeriyyâ, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa (a.s)
Zekeriyyâ (a.s), Hz. Süleyman’ın neslindendi. Yahyâ (a.s) onun oğlu,[401] İsa (a.s) da Hz. Yahyâ’nın teyzesinin torunu idi.[402]
Meryem sûresinde Allah’ın Hz. Zekeriyyâ’ya olan rahmetinden bahsedilir. O, gizli bir sesle Rabbine yalvarmış, “Rabbim! Şüphesiz kemiklerim gevşedi. Saçım sakalım ağardı. Sana yaptığım dualarda, cevapsız bırakılarak hiç mahrum olmadım. Gerçek şu ki ben, benden sonra gelecek akrabalarımın isyankâr olmalarından korkuyorum. Karım ise kısırdır. Bana kendi tarafından; bana ve Yakub hanedanına varis olacak bir çocuk bağışla ve onu rızâna ulaşmış bir kimse kıl!”[403] “Rabbim! Beni tek başıma bırakma. Sen varislerin en hayırlısısın”[404] diye dua etmişti.
Allah’ın Hz. Meryem’e sebepsiz olarak mucizevî bir şekilde rızık verdiğini görmesi üzerine böyle bir istekte bulunduğu rivayet edilir.[405] Buna şu sebebi de ilave edebiliriz: Mabette ibadetle meşgul olan küçük yaştaki Hz. Meryem’in bakımı ve kefaleti için çekilen kura Hz. Zekeriyyâ’ya çıkmıştı. Devamlı onunla meşgul olurken onun nasıl güzel bir kulluk hayatı yaşadığını ve duygu zenginliğine sahip olduğunu görüyordu. Onun bu hâline özenerek Meryem (a.s) gibi “Allah’a teslim olmuş, temiz, iffetli” bir çocuğunun olmasını istemiş olabilir.
Allah Teâlâ, Hz. Zekeriyyâ’ya “Yahyâ” isminde bir oğlan çocuğu vereceğini müjdeledi ve onun isminin daha evvel kimseye verilmediğini bildirdi. Zekeriyyâ (a.s)’ın bu duası ile kendisine verilen müjde arasında 40 sene geçtiğini söyleyenler olmuştur.[406] Bu müjde karşısında sevinen Zekeriyyâ (a.s) büyük bir şaşkınlık içinde hanımının kısır, kendisinin de ihtiyarlığın son noktasına gelmiş olduğu hâlde nasıl çocuklarının olacağını sordu. Böyle bir şeyin gerçekleşeceğinde şüphesi yoktu ancak bunun keyfiyetini soruyordu. Allah Teâlâ, kendisini hiçbir şey değilken yarattığı gibi Hz. Yahyâ’yı yaratmasının da kolay olduğunu ifade etti. Bunun üzerine Zekeriyyâ (a.s) meleklerin bildirdiği bu müjde hususunda kalbinin mutmain olması için bir işaret istedi. Allah Teâlâ istediği işaretin, sapasağlam hâline rağmen üç gün insanlarla konuşamaması olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Zekeriyyâ (a.s) ibadethaneden kavminin yanına çıktı ve işaretle onlara sabah akşam Allah’ı tesbih etmelerini söyledi.[407]
Bunlara ilave olarak Âl-i İmrân sûresinde Hz. Zekeriyyâ’nın Rabbinin katından temiz ve mübarek bir zürriyyet istediği, mâbette kalkmış ibadet ederken meleklerin kendisine nida ederek Allah’ın kendisini, Hz. İsa’yı tasdik edecek, efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olan Hz. Yahyâ ile müjdelediğini bildirdikleri haber verilmiştir. Hayretle bunun nasıl olacağını sorması üzerine de “Allah’ın dilediğini yapacağı” cevabı verilmiştir. Alâmet olarak üç gün konuşamayacağı bildirildikten sonra kendisine “Rabbini çokça zikret, sabah akşam tesbih et!” emri verilmiştir.[408]
Muhammed b. Kâʻb (ö. 108/726 [?]) der ki: “Allah birine zikri terkedebileceğine dair ruhsat verecek olsaydı, “Senin için alâmet, insanlarla üç gün konuşamaman, ancak işaretleşebilmendir”[409] buyurduğu zaman Hz. Zekeriyyâ’ya ruhsat verirdi. Ancak ona bunun ardından “Ayrıca Rabbini çokça zikret, sabah akşam tesbih et!” buyurmuştur.[410] Zemahşerî’ye (ö. 538/1144) göre Hz. Zekeriyyâ’nın insanlarla konuşamayışı, Allah’ın bu büyük nimetine şükür için o müddet zarfında dilini Allah’ı zikre vermesi, başka şeylerle meşgul etmemesi içindir.[411] Muhtelif rivayetlere göre Zekeriyyâ (a.s) o zaman yetmiş veya yetmiş küsur yaşındaydı.[412] Kendisinin 92 veya 120, hanımının 98 yaşında olduğu da söylenmiştir.[413]
Abdullah ibn Hakîm şöyle der: Ebû Bekir (r.a) bize bir hutbe îrad etti ve şöyle dedi:
“Size, Allah’a karşı takvâ sâhibi olmanızı tavsiye ederim. O’nu lâyık olduğu şekilde senâ edin! Korku ile ümid arasında olun, Allah’tan isterken ısrâr edin! Allah -azze ve celle- Zekeriya (a.s) ile âilesini överek şöyle buyuruyor:
«…Onlar, hayır işlerinde koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı; onlar, bize karşı derin bir huşû içindeydiler».”[414]
Allah Teâlâ doğduğu gün Hz. Yahyâ’ya selâm etti. Aynı şekilde öleceği gün ve dirileceği gün de selâm edeceğini bildirdi.[415] Yani onu her türlü kötülük, günah, sıkıntı, azap ve korkudan emin kılacağını, selâmete çıkaracağını haber verdi.
Yahyâ (a.s) daha küçük yaşlarda iken Allah Teâlâ ona hikmet, kalp yumuşaklığı, ruh temizliği ve sâfiyeti vermişti. O, Allah’tan sakınan, takvâ sahibi, anne babasına iyi davranan bir kimse idi. Asla isyancı bir zorba olmadı.[416]
Hz. Yahyâ’nın son derece olgun bir çocukluk hayatı geçirdiği nakledilir. Sekiz yaşında Beytü’l-Makdis’in hizmetine girip on beş yaşına kadar orada gündüzleri hizmet ettiği, geceleri de gözyaşları içinde ibadette bulunduğu rivayet edilir.[417] İbnü’l-Esîr (ö. 630/1233) onun kadınları hiç arzu etmediğini ve çocuklarla oyun oynamadığını nakleder.[418] Çocuklar yanına gelip; “Haydi gidip biraz oynayalım” dediklerinde o; “Biz oyun için mi yaratıldık?” derdi.[419] İşte “Biz ona daha çocuk iken hikmet vermiştik”[420] âyetinin bu duruma işaret ettiği söylenir.[421] Yani o çocukluğundan beri Allah’a karşı güçlü bir itaat hayatı yaşamıştır.[422]
Yahyâ (a.s) büyüyüp gençleştiğinde Allah Teâlâ ona, “Ey Yahyâ kitaba sımsıkı sarıl!” buyurdu.[423] Kendisine peygamberlik verdi.
Muhtelif rivayetlerden Hz. Yahyâ’nın gençliğinde şatafattan uzak, sade bir hayat yaşadığı anlaşılır. Onun yemesi, içmesi ve giyinmesi son derece mütevazı idi.[424] İnsanlara da, fazla yiyecek ve giyeceklerini paylaşmalarını, kanaati, aç gözlülükten ve zorbalıktan uzak durmayı, güzel ahlâkı, adâleti tavsiye ederdi. Günahlardan uzak durmaya, tevbe ederek manevî temizliği elde etmeye ayrı bir ehemmiyet verirdi. Ahiret ve hesap günü için hazırlanmayı ısrarla vurgulardı.
Genç yaşta Tevrat’ı eline almış, İsrailoğullarına vaaz ve nasihat etmeye başlamıştı. Daha sonra da Hz. Musa’nın şeriatı ile amel etmek üzere İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildi.[425]
Kâʻb el-Ahbâr (ö. 32/652), Hz. Yahyâ’nın yüzü ve sûreti güzel, yumuşak huylu bir genç olduğunu nakletmiştir.[426]
Yahyâ (a.s) günahlardan uzak duran tertemiz bir genç idi, bedenini Rabbine tâatte kullanır, devamlı amel-i sâlihler işlerdi.[427] Her türlü hayır ve iyilik hususunda artarak devam eden bir gelişim gösterirdi.[428] Rasûlullah (s.a.v) Hz. Yahyâ’nın çok hayırlı bir kişi olduğunu ifade ettikten sonra bunun sebebinin de Allah’ın onu Kur’ân’da güzel vasıflarla anlatması olduğunu söylemiş, ilgili âyetleri okumuş ve sonunda; “Hiçbir kötülük yapmadı, hatta böyle bir şeyi aklından bile geçirmedi” buyurmuşlardır.[429]
Yine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Âdemoğullarından herkes mutlaka bir hata (günah) işlemiş veya buna istek duymuştur, ancak Yahyâ b. Zekeriyyâ bunun hâricindedir.”[430] Abdullah b. Amr (ö. 65/684-85): “Herkes mutlaka Allah’ın huzuruna günahla çıkar, ancak Yahyâ b. Zekeriyyâ bundan müstesnadır” demiş ve “Efendi, nefsine hâkim, iffetli”[431] âyetini okumuştur.[432]
Rivayetlere bakıldığında Hz. Yahyâ’nın 32 yaşında şehid edildiği anlaşılmaktadır.[433] Bazı kaynaklara göre, Kur’ân-ı Kerîm’de İsrâiloğulları’nın yeryüzünde çıkaracağı bildirilen[434] iki fesattan ikincisi onların Hz. Yahyâ’yı öldürmeleri ve Hz. Îsâ’yı da öldürmeye teşebbüs etmeleridir.[435]
Hz. Îsâ’nın annesi Hz. Meryem, Dâvûd (a.s)’ın neslindendir. Annesi, “Rabbim! Karnımdakini kayıtsız şartsız sana adadım, benden kabul buyur; kuşkusuz sensin her şeyi işiten, her şeyi bilen” diye onu Beyt-i Makdis hizmetine vakfetti.[436] Hz. Meryem doğunca onu Beyt-i Makdis’teki vazîfelilere teslîm etti. Meryem’i kimin himâyesine alacağına dâir kur‘a çektiler. Çekilen kur‘a Hz. Zekeriyyâ’ya çıktı. Zekeriyyâ (a.s) onu alıp hanımının yanına götürü. Hz. Meryem teyzesinin yanında büyüdü. Hz. Meryem büyüyünce Zekeriyyâ (a.s) Beytü’l-Makdis’te ona bir oda tahsis etti. Hz. Meryem orada gece-gündüz ibâdetle meşgul olurdu. Takvâsıyla örnek gösterilir olmuş, kendisinden kerâmetler zuhur etmeye başlamıştı. Kur’ân-ı Kerim’de onun “sıddîka” olduğu bildirilir. Bir gün melekler kendisine gelerek “Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu Îsâ’dır. Mesîh’tir; dünyâda da, âhirette de îtibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır” dediler. Hz. Meryem: “Rabbim! Bana bir erkek eli değmediği hâlde nasıl çocuğum olur?” dedi. Allah Teâlâ: “İşte böyledir. Allah dilediğini yaratır! Bir işe hükmedince ona sâdece «Ol!» der; o da oluverir” buyurdu.[437]
Îsâ (a.s), Hz. Yahyâ’nın doğumundan altı ay sonra Kudüs’te dünyâyı şereflendirdi. İsrailoğulları Hz. Meryem’e iftirâ attılar. O da çocuğu gösterdi. Onlar, “Biz, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz?” dediler. İsa (a.s):
“–Ben, Allah’ın kuluyum! O, bana Kitâb’ı verdi ve beni peygamber yaptı!” dedi.[438] Hz. Îsâ’nın daha beşikte iken böyle konuşması, büyük bir mucizeydi ve Hz. Meryem’i iftiralardan kurtarıyordu. Yahudiler bu duruma hayret ettiler ve bir müddet geri çekildiler. Onun ilk sözü “ben Allah’ın kuluyum” olmuştu ama bugün ona itaat ettiğini söyleyen gâfil insanlar büyük bir tezat içerisinde hâlâ onun ilâh olduğunu iddia edebiliyorlar.
Yahudiler bir müddet sonra “Babasız çocuk mu olurmuş” diye dedikodu etmeye başladılar. Zekeriyyâ (a.s) hakkında suizanda bulunarak onu şehit ettiler.
Hz. Îsâ’ya otuz yaşında peygamberlik geldi, kendisine yeni bir şeriat ve kitap verildi. Böylece Tevrat’ın hükmü ortadan kalkmış oldu. O güne kadar Tevrat ile hükmeden Hz. Yahyâ bundan sonra İncil ile hükmetmeye başladı. O günlerde İsrailoğullarının reisi, Hz. Musa’nın şeriatına göre kardeşinin kızıyla evlenmek istedi. Fakat Yahyâ (a.s) Hz. İsa’nın şeriatına göre artık bunun câiz olmadığını söyledi. Bunun üzerine o zâlim reis Hz. Yahyâ’yı otuz yaşlarında iken şehîd etti.
İsa (a.s) İsrâîloğulları’na gönderilen peygamberlerin sonuncusu oldu. Yahudileri irşad için çok gayret etti ancak kendisine pek az kişi iman etti. Hz. Zekeriyyâ ile Hz. Yahyâ’yı şehîd eden İsrailoğulları Hz. İsa’yı da şehid etmek isteyince Allah Teâlâ onu otuz üç yaşında iken semâya yükseltti.
Îsâ (a.s), kıyâmete yakın kıyametin büyük alâmetlerinden biri olarak semâdan yere inecektir. Bu hususta birçok hadîs-i şerif mevcuttur.[439] Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bilin ki, o kıyamete ait bir bilgidir. Sakın ondan şüphe etmeyin ve bana tâbi olun. Bu dosdoğru yoldur.” (ez-Zuhruf 43/61)
13.14. Hz. Muhammed (s.a.v)
Allah Teâlâ son olarak Hâtemü’n-Nebiyyîn olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i göndermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed’in bir beşer olduğundan, çocukluğundan, yetimliğinden, fakirken zengin kılınışından ve gençliğinden bahsedilir. İnsanlara elçi olarak seçildiği, kendisine vahiy gönerildiği ve peygamber olarak vazifelendirildiği bildirilir. Ona iman ve itaat edilmesi, saygı gösterilmesi, isyan ve eziyet edilmemesi emredilir. Allah’ın ona olan lütufları haber verilir. İnsanlık için örnek şahsiyet olduğu, onda uyulması gereken çok güzel ölçüler bulunduğu bildirilir. Onun Müşriklere, Müminlere, Ehl-i kitaba ve Münafıklara nasıl davranması gerektiğine yer verilir. Müşriklerle ve Ehl-i kitapla mücadelesinden, savaşlarından bahsedilir. Bu konularla ilgili âyetler, Kur’ân’ın bütün sûrelerinde yer almaktadır.
Peygamberler insanlar için çok güzel örneklerdir. Onların hayatlarını, mücadelelerini ve ahlâklarını sık sık okuyup anlatarak ibret almak gerekir. Be sebeple her yaştaki insana Peygamberler Târihi dersi vermek lâzımdır. Bundan daha önemlisi ise her konuda en güzel örnek olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hayatı ve ahlâkıdır. Onu örnek alabilmek için de her yaştaki ve her seviyedeki insana Siyer dersi okutmak zaruridir. Kur’ân-ı Kerîm bu konunun ehemmiyetine dikkat çekmek için önceki peygamblerlerin ve bilhassa da bizim Peygamberimizin hayatına genişçe yer vermiştir.
Dipnotlar:
[1] Bkz. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Kânûnu’t-te’vîl, nşr. Muhammed es-Süleymânî, Beyrut 1990, s. 230-232, 237, 330; Süyûtî, el-İtkân, 2: 277; a.mlf., Tertîbü süveri’l-Kur’ân, s. 37.
[2] Şâtıbî, el-Muvâfakât, 3: 46-50.
[3] Bkz. Mustafa Çağrıcı, “Kur’an”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/kuran#3-muhtevasi (28.01.2019).
[4] Ebû Nuaym, Hilye, 1: 130; İbn Kesîr, Tefsîr, 1: 153.
[5] Bursevî, Rûhu’l-beyân, 1: 289 (el-Bakara 2/183).
[6] Bursevî, Rûhu’l-beyân, 1: 289 (el-Bakara 2/183).
[7] en-Nisâ 4/136; Tâ-hâ 20/40; el-Furkân 25/1-2; Hadîd 57/22. Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1, 5, Kader, 34.
[8] Muhammed 47/33.
[9] el-Bakara 2/104.
[10] el-Ahzâb 33/53.
[11] el-Ahzâb 33/69.
[12] el-Hucurat 49/1-2.
[13] el-Bakara 2/172.
[14] et-Tevbe 9/34.
[15] en-Nisâ 4/29.
[16] el-Mâide 5/94, 95.
[17] Ebû Nuaym, Hilye, 5: 223; Ahmed, Zühd, s. 460.
[18] el-Bakara 2/178.
[19] el-Mücâdele 58/9.
[20] el-Bakara 2/278.
[21] Âl-i İmrân 3/130.
[22] el-Bakara 2/208.
[23] en-Nûr 24/21.
[24] Âl-i İmrân 3/102.
[25] el-Bakara 2/183.
[26] el-Enfâl 8/29.
[27] el-Mâide 5/2.
[28] en-Nisâ 4/43; el-Mâide 5/6.
[29] et-Tevbe 9/28.
[30] el-Ahzâb 33/41-42.
[31] el-Hac 22/77; el-Ankebut 29/56.
[32] el-Cümʻa 62/9-10.
[33] el-Mâide 5/90-92.
[34] el-Enfâl 8/15, 45; et-Tevbe 9/123.
[35] el-Bakara 2/254.
[36] el-Bakara 2/264.
[37] el-Bakara 2/267.
[38] el-Mâide 5/11.
[39] el-Ahzâb 33/9.
[40] el-Bakara 2/153.
[41] Vâkıdî, el-Meğâzî, 1: 317.
[42] Zehebî, Siyer, 1: 132.
[43] Vâkıdî, 1: 317.
[44] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 2: 111.
[45] Âl-i İmrân 3/156.
[46] el-Ahzâb 33/70.
[47] es-Saff 61/2-3.
[48] el-Mâide 5/1.
[49] el-Hucurat 49/6.
[50] en-Nisâ 4/59.
[51] en-Nisâ 4/135; el-Mâide 5/8.
[52] el-Bakara 2/282.
[53] en-Nisâ 4/19.
[54] Müslim, Radâ’, 61.
[55] el-Münâfikûn 63/9.
[56] et-Teğâbün 64/14.
[57] Buhârî, Cum’a 11, İstikrâz 20, İtk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20.
[58] es-Saff 61/10-11.
[59] el-Mâide 5/35.
[60] el-Mâide 5/105.
[61] Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4338; Tirmizî, Fiten, 8; Tefsîr, 5/17; İbn Mâce, Fiten, 20; Ahmed, 1: 2, 7, 9.
[62] en-Nisâ 4/71.
[63] Âl-i İmrân 3/100, 149.
[64] Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031.
[65] Heysemî, 10: 281.
[66] İbn Hacer, el-Metâlibü’l-âliye, 8: 319.
[67] en-Nisâ 4/94.
[68] en-Nisâ 4/144.
[69] el-Mâide 5/51.
[70] el-Mâide 5/57.
[71] et-Tevbe 9/23.
[72] el-Mümtehıne 60/1.
[73] el-Mümtehıne 60/13.
[74] Âl-i İmrân 3/118.
[75] el-Enfâl 8/27.
[76] el-Mâide 5/54.
[77] el-Mâide 5/87.
[78] el-Mâide 5/101.
[79] Muhammed 47/7.
[80] es-Saff 61/14.
[81] et-Tevbe 9/38.
[82] Âl-i İmrân 3/200.
[83] et-Tahrîm 66/8.
[84] Âl-i İmrân 3/102.
[85] el-Bakara 2/187.
[86] el-Mâide 5/88.
[87] el-Leyl 92/17-18.
[88] et-Tevbe 9/119.
[89] el-Hacc 22/30, 32.
[90] el-Haşr 59/18.
[91] Vâhıdî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 411-412.
[92] Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 371.
[93] Muvatta’, Kelâm, 24.
[94] Müslim, Zikir, 72; Tirmizî, Deavât, 72; İbn Mâce, Duâ, 2.
[95] Müslim, Hac, 425; Ebû Dâvûd, Cihad, 72; Tirmizî, Deavât, 45-46.
[96] İbn Hişâm, 3: 53.
[97] Bkz. el-Bakara 2/194; et-Tevbe 9/36; en-Nahl 16/128.
[98] Buhârî, Rikâk, 38. Ayrıca bkz. İbn Mâce, Fiten, 16; Ahmed, 6: 256; İbn Hibbân, Sahîh, 2: 58/347; Taberânî, Kebîr, 8: 221/7880; Heysemî, 2: 248.
[99] Tefsîru Mücâhid, s. 354.
[100] Ebû Muhammed Sehl b. Abdillâh et-Tüsterî, Tefsîrü’l-Ķur’âni’l-azîm (Tefsîrü’t-Tüsterî), thk. Muhammed Bâsil Uyûn es-Sûd (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1423/2002), s. 71.
[101] Saʻlebî, 4: 348.
[102] Ebü’l-Kāsım Zeynülislâm Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, thk. İbrahim el-Besyûnî (Mısır, el-Hey’etü’l-Mısrıyyetü’l-Âmme li’l-Kütüb, ts.), 1: 619.
[103] İbn Cüzey, Ebü’l-Kāsım Muhammed b. Ahmed el-Gırnâtî, et-Teshîl li-ulûmi’t-Tenzîl, thk. Abdullah el-Hâlidî (Beyrut: Dâru’l-Erkam b. Ebi’l-Erkam, 1416), 1: 325.
[104] Ebü’l-Hasen Alâüddîn Alî b. Muhammed b. İbrâhîm el-Hâzin, Lübâbü’t-te’vîl fî meʻâni’t-Tenzîl, tash. Muhammed Ali Şâhin (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1415), 2: 306.
[105] el-Hadîd 57/28; İbn Kesîr, 4: 43.
[106] et-Talâk 65/2.
[107] İbn Mâce, Zühd, 24.
[108] Âl-i İmrân 3/186.
[109] Yûnus 10/62.
[110] el-Aʻrâf 7/156.
[111] Âl-i İmrân 3/120.
[112] el-Ahzâb 33/70-71.
[113] el-Aʻrâf 7/35; Yûnus 10/63.
[114] Meryem 19/71-72; ez-Zümer 39/61; el-Leyl 92/17.
[115] Âl-i İmrân 3/133.
[116] Ahmed, 2: 392, 442; Beyhakî, Şuab, 7: 290. Krş. Tirmizî, Birr, 62/2004; İbn Mâce, Zühd, 29.
[117] Yûnus 10/62.
[118] en-Nahl 16/128.
[119] el-Enfâl 8/29.
[120] et-Talâk 65/2-5.
[121] el-Enfâl 8/69.
[122] Meryem 19/72.
[123] el-Bakara 2/177.
[124] el-Hucurât 49/13.
[125] Âl-i İmrân 3/76; et-Tevbe 9/4, 7.
[126] el-Bakara 2/189; Âl-i İmrân 3/130, 200.
[127] el-Hac 22/37.
[128] Yûsuf 12/90.
[129] el-Mâide 5/27.
[130] el-Hac 22/32.
[131] Âl-i İmrân 3/102.
[132] el-Hıcr 15/45; ed-Duhân 44/52; ez-Zâriyât 51/15; el-Mürselât 77/41;
[133] ed-Duhân 44/51.
[134] el-Bakara 2/212.
[135] el-A‘râf 7/35.
[136] en-Nebe’ 78/31-33.
[137] el-Kamer 54/55. Bkz. Ebü’t-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya’kūb el-Fîrûzâbâdî, Besâiru zevi’t-temyîz fî letâifi’l-Kitâbi’l-Azîz, thk. Muhammed Ali en-Neccâr (Kâhire: el-Meclisü’l-Aʻlâ li’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, 1393-1416), 2: 301-303.
[138] ez-Zuhruf 43/35.
[139] er-Raʻd 13/35; el-Hıcr 15/45; ed-Duhân 44/51-55; ez-Zâriyât 51/15; et-Tûr 52/17; el-Kamer 54/54; el-Kalem 68/34; el-Mürselât 77/41; en-Nebe’ 78/31-36.
[140] Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242.
[141] Ahmed, 5: 235; Heysemî, 9: 22.
[142] Fîruzâbâdî, el-Besâir, 2: 68.
[143] Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bkz. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6; İbni Mâce, Mukaddime, 9.
[144] Müslim, Sayd, 57; Ebû Dâvûd, Edâhî, 11-12/2815; Tirmizî, Diyât, 14/1409.
[145] Buhârî, İmân, 7; Müslim, Îmân, 71.
[146] Heyet, Mevsûatü nadrati’n-naîm, Cidde: Dâru’l-Vesîle, 2000, 2: 67.
[147] el-En‘âm 6/84; Yusuf 12/22, 36, 78; el-Kasas 28/14; es-Sâffât 37/105, 110, 121, 131.
[148] el-Mâide 5/13.
[149] en-Nahl 16/128.
[150] en-Necm 53/31-32.
[151] Heyet, Mevsûatü nadrati’n-naîm, 2: 90-91.
[152] el-Bakara 2/112.
[153] el-Mâide 5/85.
[154] ez-Zümer 39/34.
[155] ez-Zümer 39/58.
[156] Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, “خلص” md.; Lisânü’l-ʿArab, “خلص” md.; Gazâlî, 4: 379-380.
[157] el-A‘râf 7/29; Yûnus 10/22; el-Ankebût 29/65; Lokman 31/32; ez-Zümer 39/2, 3, 11; el-Mü’min 40/14, 65; el-Beyyine 98/5.
[158] Bkz. Süleyman Ateş, “İhlâs”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ihlas (30.01.2019).
[159] Nesâî, Cihad, 24/3138.
[160] Nesâî, Cenâiz, 61/1951.
[161] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7: 103/34523.
[162] Serrâc, Lüma’, s. 290; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 446.
[163] Hicr 15/39-40; Sâd 38/83.
[164] Sâffât 37/40.
[165] Yûsuf 12/24.
[166] Nesâî, Cihâd, 43/3176.
[167] Bkz. Buhârî, İlim, 49; Deavât, 2; Müslim, Salât, 12; Ebû Dâvûd, Salât, 36/527; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 19/1653; Ahmed, 1: 63; IV, 16.
[168] Buhârî, İmân, 25, 28, 35, 37, 41; Salât, 45, 46; Hibe, 35; Tıb, 31; Müslim, İmâre, 117.
[169] Tirmizî, Deavât, 126/3590.
[170] Yûnus 12/24; Meryem 19/51; Sâd 38/45-46.
[171] Tirmizî, Zühd, 48/2382; Hâkim, 1: 579/1527. Krş. Müslim, İmâre, 152; Nesâî, Cihâd, 86
[172] Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref en-Nevevî, et-Tibyân fî âdâbı hameleti’l-Kur’ân (Kuveyt: Dâru’l-Arûbe, 1409), s. 97.
[173] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ذكر” md.
[174] Reşat Öngören, “Zikir”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/zikir#1 (30.01.2019).
[175] Âl-i İmrân 3/58; Yûsuf 12/103-104; el-Hıcr 15/6, 9; Tâhâ 20/1-4, 124; el-Ahzâb 33/34; Yâsîn 36/11; es-Sâffât 37/3; Sâd 38/1; Fussilet 41/41-42; ez-Zuhruf 43/5; Kâf 50/45; en-Necm 53/29; el-Kalem 68/51-52; el-Cin 72/17.
[176] el-Bakara 2/198, 200, 203, 239; Tâhâ 20/14.
[177] el-Bakara 2/114.
[178] İbrâhîm 14/5, 6; el-Ahzâb 33/9; Fâtır 35/3; Sâd 38/32.
[179] el-Ankebût 29/45. Bkz. el-Bakara 2/200.
[180] el-Aʻrâf 7/206; el-Enbiyâ 21/20; ez-Zümer 39/75; Fussilet 41/38; eş-Şûrâ 42/5.
[181] Âl-i İmrân 3/41; el-Enʻâm 6/118-119, 121, 138; el-Enfâl 8/45; Tâhâ 20/34; eş-Şuʻarâ 26/227; el-Ahzâb 33/21, 41-42; el-Mü’min 40/65; el-Vâkı’a 56/74; el-A‘lâ 87/14-15.
[182] Taberî, Câmiu’l-beyân, 22: 22; Kurtubî, 14: 197.
[183] en-Nûr 24/37.
[184] Âl-i İmrân 3/191; en-Nisâ 4/103; el-Aʻrâf 7/55; Yûnus 10/10; el-Kehf 18/23-24; Tâhâ 20/42; el-Mü’min 40/55.
[185] Müslim, Hayz, 117; Ebû Dâvûd, Tahâret, 9/18; Tirmizî, Deavât, 9/3384; İbn Mâce, Tahâret, 11.
[186] Tâ-hâ 20/42.
[187] Tirmizî, Deavât, 119/3580.
[188] Süyûtî, Lübâb, s. 227.
[189] er-Ra’d 13/28.
[190] Buhârî, Deavât, 66.
[191] en-Nisâ 4/142.
[192] Muvatta’, Kur’ân-ı Kerim, 46; Müslim, Mesâcid, 195.
[193] el-Furkân 25/18.
[194] el-Mü’minûn 23/110.
[195] İbn Atıyye el-Endelüsî, el-Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, thk. Abdü’s-Selam Abdü’ş-Şâfî Muhammed, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1422, 5: 315; Ebû Muhammed İzzüddîn Abdülazîz b. Abdisselâm, Tefsîru’l-Kur’ân, thk. Dr. Abdullah b. İbrahim el-Vehbî (Beyrut: Dâru İbn Hazm, 1416), 3: 322.
[196] Tirmizî, Zühd, 62/2411. Ayrıca bkz. Muvatta’, Kelâm, 8.
[197] el-Kehf 18/28.
[198] İbn Kesîr, Tefsîr, 5: 322-323.
[199] İz b. Abdüsselâm, Tefsîru’l-Kur’ân, 3: 155.
[200] el-Kehf 18/100-101.
[201] Ahmed, 5: 244-245; Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1522; Nesâî, Sehv, 60/1301.
[202] Mustafa Çağrıcı, “İnfak”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/infak (01.02.2019).
[203] Âl-i İmrân 3/180; en-Nisâ 4/37, 128; İsrâ 17/100; Haşr 59/9; Me’âric 70/19-21; Fecr 89/15-20; ‘Adiyât 100/6-8.
[204] el-Beled 90/11-18.
[205] el-Bakara 2/3; en-Nûr 24/33; el-Hadîd 57/7.
[206] ez-Zâriyât 51/19; el-Meâric 70/24-25.
[207] el-Bakara 2/3; el-Enfâl 8/3; er-Ra’d 13/22; el-Hac 22/35; es-Secde 32/16.
[208] el-Bakara 2/3; Lokmân 31/3.
[209] ez-Zâriyât 51/24-28.
[210] el-Bakara 2/3; İbrâhîm 14/31; el-Enfâl 8/3; er-Ra’d 13/22; el-Hac 22/35; el-Münâfikûn 63/10; en-Nûr 24/33; Fâtır 35/29; el-Kasas 28/54; eş-Şûrâ 42/38; en-Nahl 16/75; es-Secde 32/16; et-Talâk 65/7.
[211] el-Bakara 2/274; Âl-i İmrân 3/134; İbrâhîm 14/31; el-Hadîd 57/10.
[212] el-İsrâ 17/26-29; el-Furkân 25/67.
[213] el-Bakara 2/273.
[214] el-Bakara 2/215.
[215] el-Bakara 2/261.
[216] Sebe’ 34/39.
[217] el-Bakara 2/245, 265, 270, 272, 274; et-Tevbe 9/121; el-Enfâl 8/60; el-Kasas 28/54; el-Hadîd 57/11, 18; et-Teğâbun 64/17; el-Müzzemmil 73/20.
[218] Yâsîn 36/47.
[219] et-Tevbe 9/99.
[220] el-Bakara 2/262, 274; Fâtır 35/29.
[221] el-Bakara 2/261.
[222] Âl-i İmrân 3/15-17; er-Ra’d 13/22; el-Hadîd 57/7.
[223] el-Bakara 2/177, 267; Âl-i İmrân 3/92; el-Münâfikûn 63/10.
[224] el-Bakara 2/260-264.
[225] el-Bakara 2/264, 271; en-Nisâ 4/38.
[226] el-Bakara 2/271; el-İsrâ 17/28; el-Mü’minûn 23/60-62.
[227] el-Bakara 2/273.
[228] Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-muhît, “şkr” md.; Lisânü’l-ʿArab, “şkr” md.; Fahreddin er-Râzî, 19: 86.
[229] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî ğarîbi’l-hadîs, 2: 493; Mustafa Çağrıcı, “Şükür”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/sukur (07.02.2019).
[230] ed-Duhâ 93/11.
[231] Meselâ bkz. el-A‘râf 7/10; en-Neml 27/73; Yâ-sîn 36/35, 73; el-Mülk 67/23.
[232] Meselâ bkz. el-Mâide 5/6; en-Nahl 16/14; el-Hac 22/36.
[233] el-Bakara 2/52.
[234] el-Enfâl 8/26.
[235] el-Mâide 5/89.
[236] en-Nahl 16/78; el-Mü’minûn 23/78; es-Secde 32/9.
[237] İbrâhîm 14/37; en-Nahl 16/120-122; el-İsrâ 17/3; en-Neml 27/19.
[238] Âl-i İmrân 3/144-145; en-Nisâ 4/147; ez-Zümer 39/7; el-Kamer 54/33-35.
[239] Lokmân 31/31.
[240] Kuşeyrî, er-Risâle, 2: 492.
[241] Lokmân 31/14; el-Ahkâf 46/15-16; el-İnsan 76/9.
[242] İbn Abdilberr, el-İntikâ, s. 76.
[243] Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-muhît, s. 421, “s-b-r” mad.: 537, “h-b-s” mad.; Râgıb el-İsfehânî, el-Mufredât fî ğarîbi’l-Kur’ân, s. 273, “s-b-r” mad.
[244] Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, İstanbul: Mizan Yayınevi, 2005/2010, 10: 418.
[245] Seyyid Şerîf Cürcânî, et-Ta’rîfât, Beyrut: Mektebetu Lübnân, 1985, s. 131, “s-b-r” mad.
[246] el-Bakara 2/155; Cevherî, İsmâîl b. Hammâd, es-Sıhâh, thk: Ahmed ‘Abdulğafûr ‘Attâr. Beyrut: Dâru’l-’İlm li’l-Melâyîn, 1984, s. 706.
[247] Âl-i ‘İmrân 3/186; Lokmân, 31/17; eş-Şûrâ 42/43; Zemahşerî, 5: 418; Râzî, 27: 183; Beydâvî, 3: 341.
[248] Buhârî, Menâkıb 25; İkrâh 1, Menâkıbu’l-Ensâr 29, Ebû Dâvûd, Cihâd, 97.
[249] İbrâhîm 14/12; el-Enbiyâ 21/8; el-Kalem 68/48.
[250] Âl-i İmrân 3/123-125; el-Enfâl 8/9, 65-66; Kurtubî, 5: 297-300; Beydâvî, 1: 292-293.
[251] Zemahşerî 1: 682; Râzî, 9: 160; Beyzâvî, 1: 137.
[252] el-Bakara 2/250; el-A‘râf 7/126.
[253] el-Beled 90/17; el-Asr 103/1-3.
[254] el-Bakara 2/45, 153.
[255] Taberî, Câmiu’l-beyân, 1: 618-619.
[256] el-Enʻâm 6/34; el-Kamer 54/27.
[257] Taberî, Câmiu’l-beyân, 17: 423-425; Mâturîdî, 10: 238.
[258] el-Bakara 2/153, 249; el-Enfâl 8/46, 66.
[259] Âl-i İmrân 3/146.
[260] Hûd 11/115; Yûsuf 12/90.
[261] en-Nahl 16/96. Bkz. en-Nisâ 4/25.
[262] er-Ra’d 13/22-24.
[263] Âl-i İmrân 3/199; Hûd 11/49; Râzî, 18: 9; Beydâvî, 2: 135.
[264] en-Nahl 16/30, 41, 97; el-Kasas 28/54; ez-Zümer 39/10.
[265] el-İsrâ 17/68.
[266] ez-Zümer 39/36.
[267] Âl-i İmrân 3/160.
[268] en-Nisâ 4/71, 102; el-Enfâl 8/60; Yûsuf 12/66-67.
[269] Hûd 11/23; el-Hac 22/34-35; el-Fecr 89/28.
[270] el-A‘râf 7/89; Yûnus 10/71; Hûd 11/56, 88; İbrâhîm 14/11-12; Meryem 19/25; el-Kasas 28/22; es-Sâffât 37/99, 103; Sâd 38/42; ed-Duhân 44/23-24; el-Mümtehine 60/4-5.
[271] Bkz. Buhârî, Tefsîr, 3/13.
[272] Vâhidî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 135.
[273] Yûsuf 12/46; Meryem 19/41, 54, 56; Yâsîn 36/52.
[274] el-Mâide 5/75.
[275] el-Ahzâb 33/24.
[276] en-Nisâ 4/69.
[277] el-Mâide 5/119.
[278] Müslim, Salât 6, 12; Tirmizî, Salât 149; Nesâî, Ezan 3, 5.
[279] el-Bakara 2/1-5; Lokmân 31/1-5.
[280] el-Bakara 2/189.
[281] Âl-i İmrân 3/104.
[282] Âl-i İmrân 3/130, 200; el-Mâide 5/35.
[283] Vâkıdî, Meğâzî, 2: 635.
[284] el-Mâide 5/90.
[285] el-Mâide 5/100.
[286] el-Aʻrâf 7/8; el-Mü’minûn 23/101-102.
[287] el-Aʻrâf 7/69.
[288] el-Aʻrâf 7/157.
[289] el-Enfâl 8/45.
[290] et-Tevbe 9/88-89.
[291] el-Hac 22/77.
[292] el-Mü’minûn 23/1-11.
[293] en-Nûr 24/31.
[294] en-Nûr 24/51.
[295] er-Rûm 30/38.
[296] el-Mücâdele 58/22.
[297] Buhârî, Îmân, 9, 14; Müslim, Îmân, 67.
[298] el-Haşr 59/9; et-Teğâbün 64/16.
[299] el-Cum‘a 62/10.
[300] el-A‘lâ 87/14-15; eş-Şems 91/9-10.
[301] Müslim, Zekât, 125. Ayrıca bkz. Tirmizî, Zühd, 35/2348.
[302] Ahmed, Müsned, 3: 492; 4: 341.
[303] Ahmed, Müsned, 2: 188.
[304] Ahmed, Müsned, 2: 441.
[305] el-Enʻâm 6/21, 135; Yûnus 10/17; en-Nahl 16/116.
[306] Yûnus 10/69.
[307] Yûnus 10/77; Tâ-hâ 20/69.
[308] el-Mü’minûn 23/117.
[309] Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 6: 317; Vâhidî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 58-59.
[310] Tirmizî, Edeb, 41/2799; Beyhakî, Şuab, 6: 232/4929; Heysemî, 4: 98.
[311] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 5: 332/26617.
[312] et-Tevbe 9/107-108.
[313] Müslim, Zühd, 11.
[314] Ebû Dâvûd, Salâtü’s-Sefer, 3/1203.
[315] Buhârî, Rikâk, 38. Ayrıca bkz. İbn Mâce, Fiten, 16; Ahmed, 6: 256; İbn Hibbân, Sahîh, 2: 58/347.
[316] Taberânî, Kebîr, 8: 221/7880; Heysemî, 2: 248.
[317] İbn Mâce, Zühd, 1.
[318] İbn Mâce, Zühd, 5.
[319] Tirmizî, Ahkâm, 4/1329.
[320] es-Saff 61/4.
[321] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 4.
[322] Tirmizî, Menâkıb, 58/3862.
[323] Tirmizî, Menâkıb, 30/3769. Bkz. Buhârî, Menakîb, 27.
[324] Tirmizi, Cennet 25/2568; Nesai, Zekât 75/2568.
[325] Ahmed, 5: 229.
[326] Müslim, İmân, 147; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4: 133.
[327] Müslim, Birr, 77.
[328] Ebû Dâvûd, Hammâm, 1/4012.
[329] Muvatta’, Büyû, 46; Beyhakî, Şuab, 13: 534/10740.
[330] Tirmizî, Zühd, 57/2396; İbn Mâce, Fiten, 23; Ahmed, 5: 427.
[331] Fîrûzâbâdî, Besâiru zevi’t-temyîz, 2: 421-422.
[332] Âl-i İmrân 3/57, 140; eş-Şûrâ 40/40.
[333] Ebû Dâvûd, Edeb, 41/4896; Mukâtil b. Süleymân, Tefsîr, 1: 418; Semerkandî, Bahru’l-ulûm, 1: 352; İbnü’l-Cevzî, 1: 491.
[334] Ebû Dâvûd, Edeb, 86/5005.
[335] Ahmed, Müsned, 2: 162.
[336] Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1: 65/2760.
[337] Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1: 65/2757.
[338] el-Bakara 2/30-35; Âl-i İmrân 3/59; el-A‘râf 7/12, 189; el-Hıcr 15/28-33; Tâ-hâ 20/55; Sâd 38/76-77.
[339] Tâ-hâ 20/120.
[340] el-A‘râf 7/20-22.
[341] el-Bakara 2/36; Tâ-hâ 20/117-119.
[342] el-Bakara 2/37; el-A‘râf 7/22-23.
[343] Taberî, Târîh, I, 129; İbn Asâkîr, Târîhu Dımeşk, Ömer b. Ğarâme el-Amrî, Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1415/1995, VII, 402; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 398.
[344] el-Bakara 2/38-39.
[345] Tâ-hâ 20/123-127.
[346] Taberî, Tefsîr, 18: 212-213; İbn Kesîr, Tefsîr, 5: 241.
[347] İbn Kesîr, Tefsîr, 5: 241.
[348] Bkz. el-A‘râf 7/64; el-Enbiyâ 21/77; ez-Zâriyât 51/46; en-Necm 53/52; Nûh 71/23.
[349] Nûh 71/1.
[350] Hûd 11/25-26.
[351] Hûd 11/29-30; eş-Şuarâ 26/109-111, 114.
[352] Nûh 71/13-20.
[353] Yûnus 10/71.
[354] Hûd 11/32-34.
[355] Nûh 71/10-12.
[356] Hûd 11/36.
[357] Nûh 71/21-28.
[358] el-Kamer 54/10.
[359] Hûd 11/37-40; el-Mü’minûn 23/27.
[360] Hûd 11/42-47.
[361] Bkz. el-Mü’minûn 23/28-29.
[362] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 1: 41; Taberî, Târîh, 1: 94-96.
[363] Hûd 11/44, 48.
[364] Yûnus 10/73; Nûh 71/25.
[365] el-İsrâ 17/3.
[366] Fussilet 41/15.
[367] el-A‘râf 7/60, 65-67, 70; Hûd 11/52-54.
[368] el-Mü’minûn 23/33-34, 37.
[369] el-Ahkâf 46/22.
[370] Hûd 11/54-57.
[371] el-A‘râf 7/72; Fussilet 41/16; ez-Zâriyât 51/41-42; el-Kamer 54/19-20; el-Hâkka 69/7-8.
[372] Hûd 11/58-60.
[373] Hûd 11/61.
[374] Hûd 11/62.
[375] eş-Şuarâ 26/146-152.
[376] eş-Şuarâ 26/154.
[377] el-A‘râf 7/77, 79; Hûd 11/64; en-Neml 27/48; eş-Şuarâ 28/155-156; el-Kamer 54/27.
[378] el-A‘râf 7/78; Hûd 11/66-67; el-Hıcr 15/83-84; el-Mü’minûn 23/41; en-Neml 27/49-50, 52.
[379] el-Bakara 2/258; el-En‘âm 6/76-79; el-Enbiyâ 21/58-69; es-Sâffât, 91-93.
[380] es-Sâffât 37/101-111.
[381] Hûd 11/70-74; es-Sâffât 37/112-113.
[382] el-Bakara 2/127-129; el-Hacc 22/27.
[383] Hûd 11/75.
[384] el-A‘râf 7/80.
[385] eş-Şuarâ 26/165-166.
[386] el-A‘râf 7/82.
[387] Hûd 11/82-83.
[388] Yûsuf 12/5-6.
[389] Yûsuf 12/91-93.
[390] Yûsuf 12/94-101.
[391] Sâd 38/43.
[392] el-Ankebût 29/37. Ayrıca bkz. el-A‘râf 7/85-93; Hûd 11/84-95; eş-Şuʻarâ 26/176-191; Sâd 38/12-14; Kâf 50/12-14.
[393] eş-Şuʻarâ 26/189; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 19: 393-395.
[394] el-A‘râf 7/91; el-Hıcr 15/78-79; eş-Şu’arâ 26/189; el-Ankebût 29/37.
[395] Bkz. Tirmizî, Büyûʻ 9/1217; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 22: 14, 15.
[396] İbn Ebî Hâtim, Ebû Muhammed Abdurrahman b. İdris, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, thk. Es’ad Muhammed et-Tîb, Riyâd: Mektebetü Nizâr Mustafa el-Bâz, 1419, 5: 1520.
[397] Tâ-hâ 20/25-36.
[398] el-Ahzâb 33/69.
[399] en-Neml 27/15-16.
[400] el-Enbiyâ 21/81; Sebe’ 34/12.
[401] Meryem 19/6; Taberî, Câmiu’l-beyân, 18: 145.
[402] Buhârî, Enbiyâ, 43; Müslim, İman, 259.
[403] Meryem 19/4-6.
[404] el-Enbiyâ 21/89.
[405] Âl-i İmrân 3/37-38; Taberî, 6: 359-361.
[406] Muhammed Alî b. Muhammed Allân, Delîlü’l-fâlihîn li-turuki Riyâdı’s-sâlihîn, nşr. Halil Me’mûn Şeyhâ (Beyrut: Dâru’l-Maʻrife, 1425/2004), 7: 302.
[407] Meryem 19/7-11.
[408] Âl-i İmrân 3/38-41.
[409] Âl-i İmrân 3/41.
[410] Taberî, 6: 391.
[411] Zemahşerî, 1: 360.
[412] Mukâtil, 2: 621; Taberî, 18: 143, 150.
[413] İbnü’l-Esîr Ebü’l-Hasen İzzüddîn Alî b. Muhammed el-Cezerî, el-Kâmil fi’t-târîh, thk. Ömer Abüsselâm Tedmürî (Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1417/1997), 1: 268.
[414] el-Enbiyâ 21/90; İbn Kesîr, 5: 370. Krş. Hâkim, el-Müstedrek, 2: 415/3447; Ebû Bekr Ahmed b. Hüseyn b. Alî el-Beyhakī, Şuabu’l-iman, thk. Abdülalî Abdülhamid Hâmid - Muhtâr Ahmed en-Nedvî (Riyâd: Mektebetü’r-Rüşd, 1423/2003), 13: 162/10110.
[415] Meryem 19/15.
[416] Meryem 19/12-14.
[417] Ebû Muhammed Abdullāh b. Müslim b. Kuteybe ed-Dîneverî, Uyûnu’l-ahbâr (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1418), 2: 317.
[418] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, 1: 267.
[419] Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd, nşr. Muhammed Abdüsselam Şâhîn (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1420/1999), 65.
[420] Meryem 19/12.
[421] Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd, 76.
[422] Meryem 19/12; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, 1: 268.
[423] Meryem 19/12.
[424] Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd, 68, 76; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, 1: 268; Muhammed Ali es-Sâbûnî, en-Nübüvve ve’l-enbiyâ, Mekke, 1980, 312.
[425] Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed es-Saʻlebî, Arâisü’l-mecâlis (Mısır, 1370/1951), 379.
[426] Hâkim, el-Müstedrek, 2: 647/4150.
[427] Meryem 19/13; Taberî, 18: 159.
[428] İbn Atıyye, 4: 8.
[429] Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 8: 209. Râvîlerinden Ali b. Zeyd b. Cüdʻân’ı cumhur zayıf görmüştür.
[430] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1: 292, 295, 301 (Senedinin zayıf olduğu bildirilmiştir). Krş. Hâkim, el-Müstedrek, 2: 647/4149 (Zehebî isnadının “ceyyid” olduğunu bildirmiştir).
[431] Âl-i İmrân 3/39.
[432] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7: 128.
[433] Mustafa Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2004), 298.
[434] el-İsrâ 17/4.
[435] Mahmut Aydın, “Yahyâ”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 2013), 43: 233-234.
[436] Âl-i İmrân 3/35.
[437] Âl-i İmrân 3/45-47.
[438] Meryem 19/29-30.
[439] Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî (v. 1352/1933) konuyla ilgili 101 rivâyeti bir araya getirmek suretiyle et-Tasrîh bimâ tevâtere fî nüzûli’l-Mesîh (Haleb, 1385/1965) isimli eserini telif etmiştir. Bu rivayetlerin yetmiş beşi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sözüdür.
Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınlıar
YORUMLAR