Kur’an’ın Fazîleti ve Önemi
Kuran'ı Kerim'in fazileti ve önemi nedir? Kuran'ı Kerim'in üzerimizdeki maddi ve manevi etkileri, kazandırdığı güzellikler, değerler nelerdir? Kuran’da özellikle fazileti vurgulanan sureler hangileridir? Kur’ân’ı dinlemenin fazileti nedir? Kuran’ın rahmet ve bereket kaynağı oluşunu nasıl anlamalıyız? Kur’ân-ı Kerîm’in kalpteki mânevî hastalıklara etkisi nedir? Kuran ehli olmanın fazilet ve bereketi...
Nevvâs İbni Sem’ân radıyallahu anh şöyle dedi: Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i: “Kıyamet gününde Kur’an ve dünyadaki hayatlarını ona göre tanzim eden Kur’an ehli kimseler mahşer yerine getirilirler. Bu sırada Kur’an’ın önünde Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri vardır. Her ikisi de kendilerini okuyanları müdafaa için birbiriyle yarışırlar” buyururken işittim. (Müslim, Müsâfirîn 253)
1. Kur’ân’ın Fazîleti ve Ehemmiyeti
Kur’ân-ı Kerîm’in sayfalarına nazar etmek, onu okumak, dinlemek, ezberlemek, tefekküründe derinleşmek, hükümlerini yaşamak ve yaşanmasına vesile olmak en faziletli amellerdendir. Kur’ân-ı Kerîm bize Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in hem emâneti hem de mîrâsıdır. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Size, sımsıkı sarıldığınız müddetçe benden sonra sapıtmayacağınız iki mühim emânet bırakıyorum. Biri diğerinden daha büyüktür. O da Allah’ın Kitâbı’dır! Kur’ân, semâdan yeryüzüne uzatılmış sağlam bir ip gibidir. Diğer emânet de âilem, Ehl-i Beyt’imdir. Kur’ân ve Ehl-i Beyt’im Cennetʼte Havuz’un başında benimle buluşuncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Benden sonra o ikisine karşı nasıl muâmelede bulunduğunuza iyi bakın, dikkat edin!”[1]
Ebû Hüreyre (r.a) bir gün Medîne çarşısına uğramıştı. Kenarda durdu ve:
“–Ey çarşı ehli! Sizler ne kadar da gâfilsiniz!” dedi.
“–Niçin ey Ebû Hüreyre?” diye sordular.
“–İşte şurada Allah Rasûlü’nün mirası taksim ediliyor, siz ise burada duruyorsunuz! Gidip siz de ondan nasibinizi alsanız olmaz mı?” dedi. Çarşı ehli:
“–Bu taksim işi nerede yapılıyor?” diye sordular. O da:
“–Mescid’de!” dedi. İnsanlar koşarak gittiler. Ebû Hüreyre (r.a) orada durdu ve onların dönüşünü bekledi. Geldiklerinde:
“–Ne yaptınız?” diye sordu.
“–Ey Ebû Hüreyre, Mescid’e vardık, içeri girdik ama orada taksim edilen bir şey göremedik!” dediler. Ebû Hüreyre (r.a):
“–Mescid’de hiç kimseyi görmediniz mi?” dedi. Onlar:
“–Evet, bazıları namaz kılıyordu, bazıları Kur’ân okuyordu, bazıları da helâl ve haram konularını müzâkere ediyorlardı” dediler. Bunun üzerine Ebû Hüreyre (r.a):
“–Yazıklar olsun size, işte Muhammed (s.a.v)’in mîrâsı da budur zâten!” dedi.[2]
Yüce Rabbimiz, ilâhî kelâmını insanlığa şöyle takdîm ediyor:
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllere bir şifâ, mü’minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus 10/57)
“Tâ-sîn. Bunlar Kurʼânʼın, apaçık bir Kitâbʼın âyetleridir. Mü’minler için hidâyet rehberi ve (Cennet) müjdesidir.” (en-Neml 16/1-2)
1.1. Kur’ân Azîzdir, İzzet Bahşeder…
İnsan, Kur’ân-ı Kerîm ile kıymet, şeref ve haysiyet kazanır. Kur’ân’ı öğrenen, okuyan ve yaşayan bir mü’min, muazzam bir hayır, bereket, şeref ve izzete nâil olur. Dünyada gıpta edilecek bir insan varsa, o da, Kur’ân-ı Kerîm’i hayatına tatbik etmeye gayret eden, güzel ahlâk ve sâlih amel sahibi bir müslümandır. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“(Şu) iki kişiden başkasına gıpta edilmez:
Biri; Allahʼın Kur’ân öğrettiği (kimse)dir. O da gece gündüz durmadan Kur’ân okur (ve onunla amel eder). Komşusu bunu işitir ve:
«‒Keşke filâna verilen Kur’ân nîmeti gibi bir nîmet bana da lûtfedilse de, ben de onun yaptığı gibi yapabilseydim!» der.
İkincisi de; Allahʼın mal verdiği (kimse)dir. O da malını Cenâb-ı Hakk’ın yolunda sarf eder. Bunu gören bir kişi:
«‒Keşke filâna verilen mal gibi bana da verilse de onun yaptığı gibi ben de yapabilsem!» diye imrenir.”[3]
Böyle bir Kur’ân ehlinin fazîletini ifâde etmekten kelimeler âciz kalır. Allah Rasûlü (s.a.v) ehl-i Kur’ân’ı, vahyi getirmekle şereflenmiş olan seçkin meleklerle aynı safta görmüştür. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Kurʼân’ı güzel bir şekilde okuyan hâfız, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kur’ân’ı zorlanarak okumasına rağmen unutmamak için onu bırakmayıp devamlı okuyan kimseye de (biri tilâveti, diğeri de zorluklara tahammülü sebebiyle) iki ecir verilir.”[4]
Zira Kur’ânî ilimlerde ihtisas kesbetmiş, onu yaşayan ve yaşatan bir mü’min, vahiy melekleriyle aynı vazifeyi üstlenmiş, onların yolundan gidiyor demektir. Bu sebeple de onların derecesine doğru merhaleler kat etmektedir.
Şu hâdise, Kur’ân’ın dünyada bahşettiği izzete ne güzel bir misaldir: Sahâbe-i kirâmdan Nâfi bin Abdi’l-Hâris (r.a), bir gün Mekke dışında Usfan’da Hz. Ömer ile karşılaşmıştı. Hâlbuki Ömer (r.a) onu Mekke’ye vâli tâyin etmişti. Ona:
“−Mekkelilerin başına kimi bıraktın?” diye sordu. O da:
“−İbn-i Ebzâ’yı!” cevâbını verdi. Hz. Ömer:
“−İbn-i Ebzâ kimdir?” diye sorunca Nâfî:
“−Âzâd ettiğimiz kölelerden biridir” dedi. Hz. Ömer’in:
“−Mekke halkına, âzâd edilmiş bir köleyi mi vekil bıraktın?!” suâli karşısında ise:
“−O Allah’ın Kitâbıʼnı çok iyi bilir ve okur, yine o İslâmî hükümleri de çok iyi bilir” cevâbını verdi. Bunun üzerine Ömer (r.a) şöyle dedi: “Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardı:
«Allah Teâlâ bu Kitâb ile bir kısım insanları yükseltir, diğer bir kısmını da alçaltır.”[5]
İslâm târihinde, başlangıçta köle olduğu hâlde Kur’ân ile yükselen ve kıyamete kadar ismi anılmaya devam edecek olan nice âlimlerimiz vardır. Bunun aksine zamanında büyük nimetler içinde olduğu hâlde Kur’ân’dan gâfil kaldığı için alçalan, isimleri unutulup giden nice insanlar mevcuttur.
Kur’ân-ı Kerîm öyle azîz ve şerefli bir kelâmdır ki kendisine hizmet eden veya münasebeti bulunan varlıklara da izzet ve fazilet bahşeder. Nitekim;
Cibrîl (a.s) Kur’ân’ı indirmiş, meleklerin en faziletlisi olmuştur.
Kur’ân, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mübarek kalbine inmiş, O, öncekilerin, sonrakilerin ve bütün rasüllerin seyyidi olmuştur.
Kur’ân, Ümmet-i Muhammed’e gelmiş, o ümmet, ümmetlerin en hayırlısı olmuştur.
Kur’ân, Ramazan ayında inmiş, o ay, ayların en hayırlısı ve bereketlisi olmuştur.
Kur’ân, Kadir Gecesi’nde inmiş, o gece, bin aydan daha hayırlı hâle gelmiştir.
Kur’ân, Mekke ve Medîne’ye inmiş, Mekke mükerrem olmuş, Medîne nurlanmıştır.
Kur’ân bazı insanların kalbine ve hayatına inmiş, onlar da Allah’ın has kulları olmuş ve en hayırlıları sayılmışlardır. O hâlde her mü’min, kalbini ve hayatını Kur’ân ile doldurmak sûretiyle izzet ve şeref kazanmaya gayret etmelidir.
Kur’ân her yönüyle insanı mâmur hâle getirir, onu imar eder. Kalbinde, Kur’ân’dan bir miktar bulunmayan kimse ise, harap olmuş ev gibidir.[6]
1.2. Kur’ân Ehli Hep Tercih Edilir
Kurʼân ehlinin Allah ve Rasûlü katında müstesnâ bir yeri ve değeri vardır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) hayatın her alanında Kur’ân ehlini tercih etmiş, onları herkesin önüne almıştır. İmâmete, vâliliğe, kumandanlığa, faziletli mekânlara hep Kur’ân’ı en çok tahsil edenleri geçirmiştir. Şu hâdiseler bunu en güzel şekilde gözler önüne sermektedir:
Köle iken Ebû Huzeyfe (r.a) tarafından âzâd edilen Sâlim (r.a), Kur’ân’ı en iyi bilen ve en güzel okuyan sahâbîler arasına katılmıştı. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ın dört kişiden alınmasını tavsiye ettiklerinde Sâlim’i de bunlar arasında zikretmişlerdi.[7] İlk Muhacirler, Rasûlullah Efendimiz’den önce Kuba’daki Usbe isimli yere geldiklerinde, onlara Sâlim imamlık yapıyordu. Çünkü Kur’ân’ı en çok bilenleri o idi.[8] Hâlbuki cemaatin içinde Hz. Ömer ve Ebû Seleme gibi büyük sahâbîler de vardı. Bu sebeple kendisine “Muhacirlerin İmamı” lakâbı verildi. Hz. Ebû Bekir’in hilâfetinde Müseylimetü’l-Kezzâb’la yapılan şiddetli Yemâme harbinde muhacirlerin bayraktarlığını Sâlim yapıyordu. Müslümanların dağılmaya başladığını görünce “Biz Rasûlullah zamanında böyle yapmazdık” dedi ve yerini aslâ terketmedi. “Bayrağı bırakıp kaçarsam ben ne kötü bir Kur’ân hâmili olurum” diyerek sabırla mücâdele etti. Sağ eli kopunca bayrağı sol eline aldı, o da kesilince boynuyla kaldırmaya çalıştı ve nihayetinde şehid düştü. Hz. Ömer (r.a) vefat etmeden önce yerine bir halife tayin etmesi istendiğinde Sâlim hayatta olsaydı hiç tereddüt etmeden onu tavsiye edeceğini söyledi.[9] İşte Kur’ân, Sâlim (r.a)’i böyle herkesin gözdesi hâline getirmişti.
Amr bin Seleme (r.a) anlatıyor: “Yaşadığımız bölge, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ziyaretçilerinin yol güzergâhındaydı. Ziyaretten dönenler bize uğrar ve «Rasûlullah (s.a.v) şöyle şöyle buyurdular…» diye haber verirlerdi. Ben hâfızası kuvvetli bir çocuktum, bu sâyede Kur’ân-ı Kerim’den birçok (sûre) ezberlemiştim. Babam, kabilesinden bir heyetle birlikte Peygamber Efendimiz’e elçi olarak gitmişti. Allah’ın Elçisi de onlara namazı öğretip; «Kur’ân’ı en iyi bileniniz size imam olsun!» buyurmuşlar. Ezberlediğim sûreler sebebiyle aralarında Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi bilen bendim. Bu sebeple beni öne geçirip imam yaptılar. Üzerime sarı küçük bir hırka giyerek onlara namaz kıldırıyordum. Secdeye vardığım zaman hırka vücudumdan sıyrılıp kısalıyordu. Kadınlardan biri; «İmamınızın avret mahallini bizden gizleyiniz!» dedi. Bunun üzerine bana Umman kumaşından bir gömlek satın aldılar. Müslüman olma nimetinden sonra bundan daha fazla sevindiğim bir şey olmadı. Kavmime imamlık yaparken 7 veya 8 yaşımdaydım.”[10]
Osman bin Ebi’l-Âs (r.a) da şu calib-i dikkat hâdiseyi nakleder: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanına kabilemizin temsilcisi olarak gelmiştik. Arkadaşlarımın içinde Kur’ân’ı öğrenme hususunda en gayretli olan bendim. Bakara sûresini öğrenerek onlara üstünlük sağlamıştım. (Bu hasletim sebebiyle) Rasûlullah (s.a.v) bana şöyle buyurdular:
“–En küçükleri olmana rağmen seni arkadaşlarının başına emîr tâyin ettim. Kur’ân’a temiz olmadığın müddetçe dokunma!”[11]
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişlerdi. Daha sonra Zeyd bin Sâbit’i görünce, sancağı Umâre’den alıp ona verdiler. Umâre (r.a):
“−Yâ Rasûlâllah! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“−Hayır! Vallahi kızmadım! Lâkin siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse, başkalarına tercih edilir!” buyurdular. Evs ve Hazrec kabilelerine de, sancaktarlık şerefini, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş kimselere lâyık görmelerini emrettiler.[12]
Tabiî ki bu kişiler, Kur’ân’ı sâdece ezberleyen değil hükümlerini yaşayan ve onunla hâllenen hâfızlardı.
Rasûlullah (s.a.v) kabirde bile Kur’ân’ı iyi bilenlere öncelik vermiştir. Şu ibretli hâdise bunun en meşhur şâhididir: Uhud Harbi’nden sonra Ensâr (r.a):
“–Yâ Rasûlâllah! Pek çok sıkıntı ve meşakkate uğradık. (Şehidlerimiz ve yaralılarımız çok olduğu için her bir şehîdimize bir kabir kazmamız çok zor.) Bize ne yapmamızı emir buyurursunuz?” diye sormuşlardı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):
“–Geniş kabirler kazınız ve her kabre ikişer üçer şehîd koyunuz!” buyurdular.
“–Peki, hangisini ön tarafa koyalım?” diye sordular. Efendimiz (s.a.v):
“–En çok Kur’ân tahsil edeni öne koyunuz!” buyurdular.[13]
Kur’ân’ın azameti sebebiyle kalbinde ondan daha fazla bulunan mü’min diğerlerinden efdal olmaktadır. Şehitler arasında böyle olduğu gibi hayatta olanlarda da aynı hüküm cârîdir. Her zaman için Kur’ân-ı Azîm’i kalbine daha fazla nakşeden ve onu takvâ üzere yaşayan mü’min diğerlerinden daha faziletlidir.
Hz. Ömer (r.a) Kur’ân’ı iyi bilen insanlara çok değer verirdi. Genç yaşlı bütün âlimler (Kurrâ) onun danışma meclisinde bulunur, bir karar vereceğinde veya bilemediği bir meseleyle karşılaştığında devamlı onların fikirlerini sorar, kendileriyle istişâre ederdi.[14]
1.3. Kur’ân Ehli, Allah’ın Has Kullarıdır
Kur’ân’ı güzelce okuyan, onunla meşgul olan ve yaşayan mü’minler Allah’ın husûsî ve seçkin kullarıdır. Zira onlar her dâim Allah’ın kelâmıyla beraber olarak ona yaklaşmaktadırlar. Nitekim bir gün Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“−Şüphesiz insanlardan Allah’ın ehli, O’na yakın olan kişiler vardır!” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:
“−Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?” diye sordular. Efendimiz (s.a.v):
“−Onlar Kur’ân ehli, Allah ehli ve Allah’ın has kullarıdır!” buyurdular.[15]
Allah’a yaklaşmanın en kısa yolu, O’nun bize uzattığı ve kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmaktır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Allah, geceleyin iki rekât namaz kılan (Kur’ân okuyan) bir kuluna kulak verdiği kadar hiçbir şeye kulak verip dinlemez. Kul namazda olduğu müddetçe başı üzerine rahmet ve sevap yağar durur. Kullar Allah’a, O’ndan gelen (Kur’ân) gibisiyle yaklaşamazlar.”[16]
“Siz Allah’a, ondan gelen (Kur’ân)’dan daha faziletli bir şeyle dönemezsiniz (yaklaşamaz, huzuruna çıkamaz ve lütfuna tekrar tekrar nâil olamazsınız).”[17]
Ferve bin Nevfel şöyle anlatır: Büyük sahâbî Habbâb bin Eret (r.a) benim komşum idi. Bir gün birlikte câmiden çıktık. Elimden tuttu ve bana şu tavsiyede bulundu:
“‒Ey kardeşim! Gücün yettiği kadar Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya gayret et! Şunu bil ki O’na, kelâm-ı ilâhîsinden daha sevimli bir şeyle yaklaşamazsın!”[18]
Kur’ân-ı Kerîm’i sadece ezberlemekle kalmamış, aynı zamanda onun ahkâmına tâbî olup ahlâkıyla ahlâklanmış olan bâzı ehl-i Kur’ân’ın, Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfu olarak, cesetlerinin toprakta çürümediği bile görülmüştür. Bunlardan birini Allah dostlarından Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (r.a) müşâhade etmiştir. Onun nakline göre bir defasında Adana’da yol çalışmaları esnâsında ilmiyle âmil bir hâfız efendinin kabrinin nakli gerekmiştir. Otuz sene önce vefat etmiş olan hâfız efendinin kabri açıldığında cesedinin hiç bozulmadığı, üstelik kefeninin bile sapasağlam durduğu görülmiştür.
1.4. Kur’ân’ın Her Harfi Bir Hazinedir
Kur’ân-ı Kerîm’in her harfi paha biçilmez bir kıymeti hâizdir. Öyle ki onların her birinin okunması mukâbilinde verilecek ilâhî mükâfâtın ihtişâmını ancak âhirette idrâk edebileceğiz. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Kim Kur’ân-ı Kerîm’den bir harf okursa, ona bu sebeple bir hasene ihsân edilir. Her bir hasene de on misliyle mükâfatlandırılır. Ben, «Elif-lâm-mîm» bir harftir demiyorum; lâkin Elif bir harftir, Lâm bir harftir, Mîm de bir harftir.”[19]
Bu hadîs-i şerifi düşündüğümüzde Kur’ân’ı çokça okuyan, hele bir de onu ezberlemek için defalarca tekrar eden bir mü’minin ne kadar çok ecre nâil olduğunu anlarız.
1.5. Kur’ân Makbul Bir Şefâatçidir
Kur’ân-ı Kerîm dünyada mü’minler için en mühim rehber ve muazzam bir müjde olduğu gibi, kabir ve kıyâmetin en korkulu zamanlarında da kendisiyle hemhâl olanların yolunu aydınlatacak ve onlara şefâat edecektir. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu hakikati şöyle haber vermişlerdir:
“Kur’ân okuyunuz! Çünkü Kur’ân, kıyâmet günü kendisiyle hemhâl olan (kendisini yaşayan ve yaşatan) kişilere şefâatçi olarak gelecektir.”[20]
“…Kur’ân şefâatçidir ve onun şefâati makbuldür…”[21]
“Kim Allah’ın Kitâbıʼndan bir âyet öğrenirse kıyâmet günü öğrendiği âyet (temessül eder) o kişiyi yüzüne gülerek karşılar.”[22]
Bütün bu vasıflarıyla Kur’ân-ı Kerîm, mü’minler için muazzam bir ebedî saâdet hazinesidir. Ondan lâyıkıyla istifâde edenler, sonsuz bir izzet, fazîlet ve rahmete nâil olurken, onu ihmâl edenlerse telâfisi mümkün olmayan bir hüsrâna dûçâr olurlar. Nitekim Rasûlullah (s.a.v):
“Kur’ân senin ya lehinde ya da aleyhinde delildir” buyurmuşlardır.[23]
Zira Kur’ân-ı Kerîm, her şeyi açıklamış ve hiç kimseye bahane bırakmamıştır. O hâlde her kim Kur’ân’a ihtimam gösterirse, Kur’ân onu Cennetʼe istikametlendirir. Kim de onu ihmâl eder, emirlerini kulak ardı ederse, Kur’ân onun aleyhine delil olur ve Cehennemʼe atılmasına sebep olur.[24]
2. Kur’ân Okumanın Fazileti
Kur’ân-ı Kerîm mü’minlerin dünya ve âhirette dostudur. Onunla huzur bulur, onunla ünsiyet kurar ve onunla tesellî olurlar. Dünyada onlar Kur’ân’a sarılır, âhirette de Kur’ân onları güler yüzle karşılayarak yol gösterir, onlara şefaat eder ve ikramlarda bulunur. Yani Kur’ân dünya-âhiret mü’minlerin yol arkadaşı ve rehberidir. Kur’ân ile kurulacak bu beraberliğin başlangıcı onu tefekkürle okumaktır.
Kur’ân’ı okuyup onun vaadini, tehdîdini, apaçık âyetlerini ve açıklamalarını düşünen kişi, sâlih amellere daha büyük bir iştiyakla yönelir. Şüpheli şeylerden ve haramlardan daha fazla kaçınır. Bu şekilde Kur’ân okumak, sâlih amellerin en faziletlisi olduğu içindir ki şeytan, insanları Kur’ân’dan uzaklaştırmak için var gücüyle çalışır. İşte bu hikmete binâen, Kur’ân tilâvetinden önce istiâze etmek, yani «أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ » demek emredilmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Kur’ân okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” buyrulur. (en-Nahl 16/98)
Kur’ân’ı okumanın faziletine dâir pek çok âyet-i kerime ve hadis-i şerif vardır. Şimdi bunların bir kısmını nakledip üzerinde tefekkür edelim:
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler(den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Ama her kim onu inkâr ederse, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.” (el-Bakara 2/121)
Bu âyette Kur’ân’ı hakkıyla okuyanlar methedilmektedir. Hz. Ömer (r.a), Kur’ân’ı hakkıyla okumayı şöyle tarif eder: Kişinin, cennetten bahseden âyetlere gelince Allah’tan cenneti istemesi, cehennemden bahseden âyetlere gelince ondan Allah’a sığınmasıdır.[25]
İbn Mesʻûd (r.a) bu konuda şöyle der: Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki bir kişinin onu hakkıyla okuması, helâlini helâl, haramını haram olarak kabul edip bunlara riâyet etmesi, Allah’ın onu indirdiği gibi okuması, kelimelerini yerinden değiştirerek tahrif etmemesi, ondan hiçbir şeyi uygun olmayacak şekilde tevil etmemesidir.
İbn Abbâs (r.a), onu hakkıyla tilâvet etmeyi ona hakkıyla ittibâ etmek ve uymak şeklinde tefsir etmiştir. Yani Kur’ân’ı hakkıyla okumak ancak onu en güzel şekilde hayata tatbik etmek ve onunla amel etmekle tamamlanır.
Hasan Basrî (r.a), mü’minlerin Kur’ân’ı hakkıyla okumalarını, muhkem[26] âyetleriyle amel etmeleri, müteşabih[27] âyetlerine iman etmeleri, müşkil gelen yerleri onu bilen kimseye havâle etmeleri diye açıklamıştır.[28]
Diğer bir âyet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak edenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler. Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir. Şüphesiz O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.” (Fâtır 35/29-30)
Allah’ın kitâbını devamlı okuyan, anlamaya çalışan, ona iman edip içindeki hükümleri hayata geçiren, meselâ namazı ikâme eden, Allah’ın kendilerine ihsân ettiği rızıklardan gece-gündüz, mümkün ise gizli, değilse açık infâk edenler Allah katından kendilerine kesin olarak verilecek olan büyük sevaplar ümid edebilirler. Allah onlara yaptıklarının karşılığını tam olarak ihsân ettiği gibi akıl ve hayallerine gelmeyen daha nice ecirler lütfeder. Günahlarını affeder, az ameline çok mükâfat bahşeder.[29]
Tâbiînin büyük fakih ve âbidlerinden Mutarrıf bin Abdullah (r.a) bu âyeti okuyunca “Bu, Âyetü’l-Kurrâ’dır, yani bu, Kur’ân okuyan ve onu ezberleyenlerin âyetidir” dermiş.[30] Kurtubî de “Bu âmil ve âlim olan kurrânın âyetidir” demektedir.[31]
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz Kur’ân-ı Kerîm’i okumanın sevap ve faziletini muhtelif misallerle bize anlatmış ve zihinlerimize yaklaştırmıştır. Ebû Hüreyre (r.a) bunlardan birini şöyle anlatıyor: Bir gün Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–Sizden biri evine döndüğü zaman üç adet yavrulaması yakın, iri ve semiz deve bulmak ister mi?” diye sordular. Hepimiz “Evet, isteriz” diye cevap verdik. Efendimiz (s.a.v):
“–Birinizin namazında okuduğu üç âyet, kendisi için doğurması yakın üç iri ve semiz deve (infak etmek)ten daha hayırlıdır” buyurdular.[32]
Hiç yorulmadan, sıkıntı çekmeden ve kimseye zarar vermeden kolayca mal elde etmek, hele yavrulayan kıymetli hayvanlar gibi hızla artan bereketli mallara sahip olmak her insanın sevdiği bir şeydir. Kâmil îmân sahibi mü’minler, bu tür malları elde ettikten sonra bir de infak edip cenneti kazanmak isterler. Vefat ettikten sonra arkalarında, kıymetli yavrular doğuran bir deve misali sadaka-i câriyeler bırakmak isterler. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu örneği vermek sûretiyle ümmetine Kur’ân okumanın fazilet ve bereketini anlatmaktadır. Yavrulayacak develerin örnek verilmesi, aynı zamanda iyiliklerin iyiliklere yol açacağını, böylece ecrin katlanarak artacağını ifade etmektedir.
Bunun bir benzerini Ukbe bin Âmir (r.a) şöyle anlatır: Biz Suffe’de iken Rasûlullah (s.a.v) yanımıza çıkarak:
“–Hanginiz her gün sabahleyin hiç günah işlemeden ve akrabalık bağlarını koparmadan Buthân mevkiine veya Akîk vâdisine gidip oradan iki adet iri hörgüçlü dişi deve tutup getirmeyi ister?” diye sordular. Biz:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, bunu hepimiz isteriz” dedik. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Birinizin mescide gidip orada Allah’ın Kitâbı’ndan iki âyeti öğrenmesi veya okuması, kendisi için böyle iki deve (infak etmesin)den daha hayırlıdır. Üç âyet onun için üç deveden, dört âyet dört deveden ve bu şekilde okunacak âyetler kendi sayılarınca deveden daha hayırlıdır” buyurdular.[33]
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in bu müjdelerinin hak olduğuna kuvvetle îmân etmek ve bu fırsatı en güzel şekilde değerlendirmek gerekir.
En faziletli Kur’ân tilâveti namaz kılarken kıyamda yapılanıdır. Bu sebeple imkân nisbetinde kıyamda çok Kur’ân okumaya gayret etmelidir. Rükû, secde ve teşehhüdde Kur’ân okumak ise yasaklanmıştır. Vakit olarak da gece kılınan namazlar ile gece okunan Kur’ân daha üstün görülmüştür. Zira geceleyin kalp, dünyevî meşgalelerden daha uzak ve daha derli toplu olur, riyâ tehlikesi de azalır. Gecede bundan başka daha pek çok sırlar vardır. Kur’ân’ın Kadir Gecesi inmeye başlaması, İsrâ ve Mîrâc mucizelerinin gece olması bunun en büyük tezâhürleridir.[34] Bu sebeple gece namazlarında uzun uzun Kur’ân okumaya gayret etmelidir. Nitekim Allah Teâlâ geceleri kelâm-ı ilâhîsini okuyup secdeye kapanan kullarını şöyle medhetmektedir:
“Hepsi bir değildir: Ehl-i kitap içinden Allah’ın emrini yerine getiren müstakîm bir ümmet vardır. Onlar geceleri Allah’ın âyetlerini okuyup secdelere kapanırlar.” (Âl-i İmrân 3/113)
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) teheccüd namazında Kur’ân okumaya teşvik ederek şöyle buyururlar:
“Kim teheccüd namazında on âyet okursa gâfillerden yazılmaktan kurtulur. Kim yüz âyet okursa kânitlerden (itaat ehli insanlardan) yazılır. Kim de bin âyet okursa mukantarînden (kantar kantar ecir kazananlardan) yazılır.”[35]
Son iki cüzde 995 âyet vardır. Fâtiha’yı ilave ederek bunları okuyan bir kişi kolayca çok ecir alanlar sınıfına dâhil olabilir.
Rasûlullah (s.a.v), “Eğer Kur’ân bir deri içine konup da ateşe atılsa yanmaz”[36] buyurmuşlardır. Bu hadis “Kur’an’ı ezberleyip ahkâmına riâyet eden kimse cehennemde yanmaz” diye de anlaşılmıştır.[37] Nitekim Ebû Ümâme (r.a) şöyle buyurmuştur:
“Kur’ân’ı okuyun, ezberleyin! Şu duvarda asılı olan mushaflar sizi aldatmasın! Şu muhakkak ki Allah Teâlâ Kur’ân’ı ezberleyen bir kalbe azâb etmez.”[38]
Kur’ân tilâveti, insanı âhirette doğrudan yükseltecek ve ulvî makamlara çıkaracak en faziletli amel-i sâlihtir. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bunu şöyle haber vermişlerdir:
“Kur’ân’ı okuyup onunla hemhâl olan kimseye (âhirette) şöyle denilir:
«–Oku ve yüksel, dünyada nasıl tertîl üzere ağır ağır okuyor idiysen öylece oku, senin makâmın, okuduğun en son âyetin seviyesinde olacaktır».”[39]
Hz. Âişe vâlidemiz bu hadisin şerhi mâhiyetinde şöyle demiştir:
“Cennetin dereceleri, Kur’ân âyetleri sayısıncadır. Cennete girenler arasında, Kur’ân okuyandan daha faziletli kimse yoktur.”[40]
Tabiî bu nimete nâil olacak kişiler “Sâhibu’l-Kur’ân” olan mü’minlerdir. Yani gerek tilâvet ederek, gerekse amel ederek dâimâ Kur’ân ile beraber olanlardır. Yoksa sadece okuyup onunla amel etmeyenler değildir.[41]
Kur’ân okumanın sadece okuyana değil, yakınlarına da faydası vardır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bunu şöyle haber verirler:
“Kim Kur’ân-ı Kerim’i okur ve muhtevâsıyla amel ederse, kıyâmet günü anne babasına bir tâc giydirilir. Bu tâcın ışığı, güneş aranızda olsa, onun dünyadaki bir eve konulduğunda vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerim ile amel eden kişinin durumu nasıl olur, düşünebiliyor musunuz?”[42]
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Kur’ân ehline ve âilesine şu güzel müjdeleri vermişlerdir:
“Kıyamet günü kabir yarılıp Kur’ân’ı okuyan kişi dışarı çıktığında, Kur’ân onu rengi solmuş bir adam gibi karşılar. «Beni tanıyor musun?» diye sorar. Mü’min «Tanıyamadım» der. O şahıs, «Ben öğle sıcağında seni susuz, gece uykusuz bırakan arkadaşın Kur’ân’ım. Her tüccar ticaretinin peşindedir. Sen ise bugün her ticaretin peşinde olacaksın! (Kazancın hepsinden çok olacak.)» (Bir rivayete göre «Bugün ise ben senin için her ticaretin peşinde olacağım» der. Hemen sağ eline saltanat, sol eline ebediyet verilir, başına vakar tâcı konur, anne-babasına hulleler giydirilir ki dünya ehli onlara kıymet biçemez (veya) bunlar dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Onlar, «Bu değerli elbiseler bize niçin giydirildi?» diye sorarlar. «Çocuğunuzun Kur’ân’ı eline alması sebebiyle» denir. Sonra Kur’ân okuyan kişiye, «Oku ve cennetin dereceleri ve odaları arasında yüksel!» denir. O, ister hızlı, ister tertîl üzere olsun okumaya devam ettiği müddetçe yükselmeye devam eder.”[43]
Kur’ân’ı ferdî okumak kadar cemaat hâlinde okuyup anlamaya çalışmak da çok faziletlidir. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“…Bir grup insan, Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın Kitâbı’nı okur ve onu aralarında müzakere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler çevrelerini kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder.”[44]
Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduğuna şâhitlik ederler:
“Bir topluluk Allah Teâla Hazretleri’ni zikretmek üzere oturduklarında, mutlakâ onları melekler kuşatır, ilâhî rahmet kaplar, üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları, katında bulunan üstün kulları (nebîler ve büyük melekler) arasında zikreder.”[45]
Kur’ân tilâveti en büyük zikirlerin başında gelir. Dünyada Allah’ı zikretmek ve O’nun kelâmını tilâvet etmenin en büyük mükâfâtı, O’nun katında, Mele-i A’lâ’da zikredilmek, orada methedilip övülmektir. Kur’ân okumanın hiçbir faydası olmasaydı mü’mine şeref olarak sadece bu bile kâfi gelirdi.
Kur’ân-ı Kerîm’in her âyeti, her kelimesi, her harfi faziletli ve bereketlidir. Lâkin ihlâs ile okumak şarttır. Kur’ân’ın fazileti, bereketi ve şifâsı, okuyan kişinin ihlâsı nisbetinde tecellî eder. Nitekim şöyle bir kıssa nakledilir: Birgün fakir bir bedevî Hz. Ali’den sadaka istemiş. Ali (r.a), o an verecek bir şey bulamadığı için yerden bir avuç kum almış, bir şeyler okuyarak üzerine üflemiş. Kumlar altına dönüşüvermiş. Hayretler içinde kalan bedevî, Hz. Ali’ye ne okuduğunu kendisine de söylemesi için yalvarmış. Hz. Ali (r.a) Fâtiha Sûresi’ni okuduğunu söylemiş. Bedevî hemen yerden bir avuç kum almış, Fâtiha Sûresi’ni okuyarak üzerine üflemiş. Fakat kumda bir değişiklik olmamış. Bedevî bunun sebebini sorunca Hz. Ali (r.a) “Bu, bir kalb farkıdır” demiş.
İhlâs ile Kur’ân’ın hangi âyetini, hangi sûresini okusak çok büyük sevaplara nâil olur ve çok faydalı bir ilim elde ederiz. Ancak bazı âyet ve sûreler için husûsî olarak rivayetler vârid olmuştur. Şimdi bunların bir kısmını nakledelim:
2.1. Fâtiha Sûresi
Fâtiha sûresi Kur’ân’ın önsözü ve mukaddimesi olduğu kadar aynı zamanda veciz bir hulâsası mesabesindedir. Bu sebeple çok mühim ve faziletli bir sûredir. Yüce Rabbimiz onun hakkında şöyle buyurur:
“Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve yüce Kur’ân’ı verdik. Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme ve mü’minlere kanadını indir.” (el-Hicr 15/87-88)
Ebû Saîd bin Muallâ (r.a) anlatıyor:
“Ben Mescid-i Nebevî’de namaz kılıyordum. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bana seslendiler. Fakat (namazda olduğum için) icâbet edemedim. Sonra huzûruna gelerek:
«–Ey Allah’ın Rasûlü, namaz kılıyordum (bu sebeple dâvetinize icâbet edemedim» diye özür beyan ettim). Bana:
«–Allah Teâlâ, Kur’â-ı Kerîm’de “Ey îmân edenler! Peygamber sizi, size hayât bahşedecek şeylere dâvet ettiği zaman, Allah’a ve Rasûl’e icâbet edin…”[46] buyurmuyor mu?» dediler ve daha sonra:
«–Mescidden çıkmadan evvel sana Kur’ân-ı Kerîm’in en büyük sûresini öğreteceğim» buyurdular. Elimden tuttular. Mescidden çıkacağımız esnâda ben acele ederek:
«–Yâ RasûlAllah! “Sana Kur’ân’daki en büyük sûreyi öğreteceğim” buyurmuştunuz?» dedim. Bana:
«–O sûre “Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn”dir ki o (namazlarda tekrar tekrar okunan) yedi âyet ve bana verilen yüce Kur’ân’dır» buyurdular.”[47]
Bir defasında Cebrâil (a.s), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in yanında oturmakta iken, Rasûlullah (s.a.v) yukarı taraftan kapı gıcırtısına benzer bir ses işiterek mübarek başlarını kaldırdılar. Cebrâil (a.s):
“–Bu ilk defa bugün açılan bir gök kapısıdır. Daha önce hiç açılmamıştı” dedi. Peşinden o kapıdan bir melek indi. Bunun üzerine Cebrâil (a.s):
“–Bu, yeryüzüne ilk defa inen bir melektir. Bugüne kadar hiç inmemişti” dedi. Melek selâm verdi ve Peygamberimize şöyle dedi:
“–Müjde! Sana, senden önce hiçbir peygambere verilmeyen iki nûr verildi. Biri Fâtiha Sûresi, diğeri Bakara Sûresi’nin son âyetleri. Bunlardan okuyacağın her harfe karşılık sana mutlaka sevap ve ecir verilir.”[48]
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı zü’l-celâl’e yemin ederim ki Allah, Fâtiha gibi bir sûreyi, ne Tevrât’ta ne İncîl’de ne Zebûr’da ne de Furkân’da indirmiştir.”[49]
Hz. Ali (r.a): “Fâtihatü’l-Kitâb, Mekke’de Arş’ın altındaki bir hazîneden nâzil oldu” buyurmuştur.[50]
2.2. Bakara Sûresi
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Şüphesiz şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden kaçar.”[51]
Nevvâs bin Sem’ân (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururken işittim:
“Kıyamet günü Kur’ân ve onunla amel eden Kur’ân ehli (mahşer yerine) getirilirler. Bu sırada Kur’ân’ın önünde Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri vardır.”
Rasûlullah (s.a.v) bu iki sûre için üç misâl verdiler ki onları hâlâ unutmuş değilim. Allah Rasûlü (s.a.v) sözlerine şöyle devam ettiler:
“Sanki onlar iki bulut gibidirler veya iki siyah gölgelik gibidirler ki aralarında bir nûr parlar veya sanki onlar kanatlarını açmış iki sürü kuş gibidirler. Kendilerini okuyan insanları müdâfaa ederler.”[52]
Bir defâsında Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), sayıca kalabalık bir müfreze göndereceklerdi. Onlara Kur’ân okuttular. Her biri ezberinde olduğu kadarıyla Allah’ın âyetlerinden okudu. Allah Rasûlü (s.a.v), yaşça en genç olan sahâbînin yanına gelerek:
“–Ey fülân! Senin ezberinde ne var?” buyurdular. O da:
“–Ezberimde falan falan sûreler, bir de Bakara Sûresi var!” dedi. Efendimiz (s.a.v):
“–Ezberinde Bakara Sûresi var mı?” diye sordular. Delikanlı “Evet!” deyince de:
“–Haydi, git, onların emîri (kumandanı) sensin! Çünkü bu sûre, neredeyse dînin tamamını ihtivâ eder” buyurdular. Cemaatin ileri gelenlerinden biri:
“–Yâ Rasûlallah! Muhtevâsını yaşayamayacağım korkusu, benim Bakara Sûresi’ni ezberlememe mânî oldu” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:
“–Kur’ân’ı öğrenin, okuyun, okutun ve onunla amel edin! Çünkü Kur’ân’ı öğrenen, okuyan ve onunla amel eden kişi, içi misk dolu dağarcık gibidir ki, kokusu her tarafa yayılır. Kur’ân’ı öğrenip uyuyan (onunla amel etmeyen) kimse de, içine misk doldurulup ağzı bağlanmış dağarcık gibidir.”[53]
2.3. Âyete’l-Kürsî
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bir gün Übeyy ibn-i Kâ’b (r.a) hazretlerine;
“–Allah’ın kitabından ezberinde bulunan âyetlerden hangisinin daha büyük olduğunu biliyor musun?” diye sordular. O, “اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُ” cevabını verince mübarek elini sahâbînin göğsüne vurup;
“–İlim sana mübarek olsun” buyurdular.[54]
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Kim her farz namazın peşinden Âyete’l-Kürsî’yi okursa, onun cennete girmesine ölümden başka bir engel yoktur.”[55]
“Farz namazların peşinden Âyete’l-Kürsî’yi okuyan kimse, diğer namaz vaktine kadar Allah’ın koruması altındadır.”[56]
Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.v) beni Ramazan zekâtı olan sadaka-i fıtrı korumakla vazifelendirmişlerdi. Bir adam gelip buğday yığınından avuçlamaya başladı. Adamı tuttum ve:
“–Vallahi seni Rasûlullah (s.a.v)’in huzuruna götüreceğim” dedim. Adam:
“–Gerçekten ben muhtacım, çoluğum çocuğum ve pek çok ihtiyacım var” dedi. Bunun üzerine adamı salıverdim. Sabaha çıkınca Rasûl-i Ekrem (s.a.v):
“–Ebû Hüreyre! Dün gece esirini ne yaptı?” buyurdular. Ben de:
“–Yâ Rasûlallah! İhtiyaç içinde bulunduğunu ve çoluk çocuğu olduğunu söyledi, ben de acıdım ve salıverdim” dedim. Rasûlullah (s.a.v):
“–O sana yalan söyledi, tekrar gelecek” buyurdular. Rasûlullah (s.a.v)’in bu sözü üzerine tekrar geleceğini anladım ve onu gözetlemeye koyuldum. Adam geldi ve yine buğdaydan avuçlamaya başladı. Bunun üzerine:
“–Seni Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in huzuruna çıkaracağım” dedim. Adam:
“–Beni bırak, çünkü ben gerçekten muhtacım. Çoluk çocuğum da var. Bir daha gelmem” dedi. Ben de acıdım ve salıverdim. Sabah olunca yine Rasûlullah (s.a.v) bana:
“–Ebû Hüreyre! Dün gece esiri ne yaptı?” diye sordular. Ben de:
“–Yâ Rasûlallah! Bana yine ihtiyaç içinde bulunduğunu ve çoluk çocuğu olduğunu söyledi, ben de acıdım ve salıverdim” dedim. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz:
“–O kesinlikle sana yalan söyledi, ama tekrar gelecek” buyurdular. Ben de üçüncü defa gelmesini bekledim. Gerçekten geldi ve yine buğdaydan avuçlamaya başladı. Onu tekrar yakaladım ve:
“–Seni mutlaka Rasûlullah (s.a.v)’in huzuruna çıkaracağım; artık bu üçüncü ve son gelişindir. Bir daha gelmeyeceğine söz veriyorsun sonra tekrar geliyorsun” dedim. Bu defa bana:
“–Beni bırak! Sana Allah’ın seni faydalandıracağı bir bilgi öğreteyim” dedi. Ben:
“–Nedir o bilgi?” dedim. O:
“–Yatağına girdiğinde Âyete’l-Kürsî’yi oku. Böyle yaparsan senin yanında Allah tarafından sürekli bir koruyucu bulunur ve sabaha kadar şeytan sana yaklaşamaz” dedi. Bunun üzerine ben onu salıverdim. Sabah olunca Rasûlullah (s.a.v) bana:
“–Dün gece esîri ne yaptı?” diye sordular. Ben de:
“–Yâ Rasûlallah! Allah’ın beni faydalandıracağı bir bilgi öğreteceğini söyledi, ben de onu salıverdim” dedim. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz:
“–O bilgi neymiş?” diye sordular. Ben de o kimsenin bana:
“–Yatağına girdiğin zaman Âyete’l-Kürsî’yi, yani, “اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُ” âyetini başından sonuna kadar oku; senin yanında Allah tarafından sürekli bir koruyucu bulunur ve sabaha kadar şeytan sana asla yaklaşamaz” dediğini söyledim. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):
“–Bak hele! Kendisi yalancı olduğu halde bu sefer sana doğruyu söylemiş. Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun, ey Ebû Hüreyre?” dedi. Ben:
“–Hayır, bilmiyorum” dedim. Rasûl-i Ekrem (s.a.v):
“–O şeytandır” buyurdular.[57]
2.4. Âmene’r-Rasûlü
Bakara sûresinin son iki âyeti “Âmene’r-rasûlü” diye başladığı için bu iki kelime aynı zamanda onun ismi gibi kullanılmaktadır. Bu âyetlerin faziletine dair Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Bakara sûresinin son iki âyetini kim bir gecede okursa, onlar ona kâfi gelir.”[58] Yani bir Müslümanın gece okuması gereken Kur’ân’ın asgarî miktarı olarak kâfi gelir. Aynı zamanda okuyanı bütün kötülüklerden, insan ve cin şeytanlarının şerrinden muhafaza eder.[59] Bu hadis-i şerifi yanlış anlayarak “başka bir âyet ve sûre okumak gerekmez” gibi düşüncelere kapılmamalıdır. Rasûlullah (s.a.v) bu ifadeleriyle o âyetlerin ne kadar faziletli olduğunu anlatmak istemişlerdir. İnsan zarûrî sebeplere binâen başka şey okuyamasa bile bu iki âyet onun için yeterlidir. Ama imkân bulabiliyorsa insanın daha fazla Kur’ân okuyarak sevabını artırması en güzel olanıdır.
Yine Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ Bakara sûresini iki âyetle sona erdirmiştir ki, bunları bana Arş’ın altındaki bir hazineden vermiştir. Bunları öğreniniz ve kadınlarınıza öğretiniz! Çünkü bunlar hem salâttır, hem duadır, hem Kur’ân’dır.”[60]
“…Bu âyetler bir evde üç gece okunsun da şeytan oraya yaklaşabilsin, mümkün değildir.”[61]
Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin: “Akıllı bir adam görmedik ki, Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti okumadan uyusun”[62] dedikleri nakledilir.
2.5. Kehf Sûresi
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Kim Kehf Sûresi’nin başından (veya sonundan) 10 âyet ezberlerse, Deccâl’den korunur.”[63]
2.6. Mü’min Sûresi
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Her kim اِلَيْهِ الْمَص۪يرُ ifadesine kadar Hâ-mîm Mü’min sûresini ve Âyete’l-Kürsî’yi sabahleyin okursa bunlar vesilesiyle akşama kadar muhafaza edilir. Akşam okursa sabaha kadar muhafaza edilir.”[64]
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Mü’min sûresinin sabah akşam okunmasını tavsiye ettiği âyetleri şunlardır:
“Hâ-mîm. Bu Kitap, mutlak galip, hakkıyla bilen, günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin, lütuf sahibi Allah tarafından indirilmiştir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.” (el-Mü’min 40/1-3)
2.7. Fetih Sûresi
Hz. Ömer’in kölesi Eslem (r.a) şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.v) seferlerinin birinde (Hudeybiye dönüşünde) yollarına devam ediyorlardı. Ömer b. Hattâb da geceleyin onunla birlikte gidiyordu. Bu sırada Ömer (r.a), Rasûlullah Efendimiz’e bir şey sordu. Fakat Rasûlullah (s.a.v) (vahy ile meşgul olduğu için) Hz. Ömer’e cevap vermediler. Ömer (r.a) bir müddet sonra sualini yine sordu. Rasûlullah yine cevap vermediler. Hz. Ömer, (Rasûlullah işitmedi zannederek) bir daha sordu. Rasûlullah (s.a.v) yine cevap vermediler. Bunun üzerine Ömer (r.a) kendi kendine:
“–Allah seni ıslah etsin ey Ömer! Bak Rasûlullah’a ısrarla üç kere soru sordun, hiçbirine cevap vermedi!” dedi.
Hz. Ömer der ki: Bunun üzerine devemi sürdüm. (Beni azarlayan) bir âyet inmesinden korkarak kâfilenin ta önüne geçtim. Fakat çok geçmedi, bir münâdînin sesini işittim ve kendi kendime:
“–İşte şimdi hakkımda Kur’ân inmiş olmasından hakîkaten korkuyorum” dedim. (Bu korku içinde) Rasûlullah’a geldim ve selâm verdim. Rasûlullah (s.a.v) (sevinç içinde) bana:
“–Bu gece bana öyle bir sûre indirildi ki, o sûre bana üzerine güneş doğan her şeyden daha sevimlidir” buyurdular. Sonra Fetih sûresini okudular.[65]
Hakîkaten Fetih sûresi, Hudeybiye, Mekke fethi ve Huneyn başta olmak üzere halifeler zamanında gerçekleştirilen pek çok fetihleri, ganimetleri, İslâm’ın bütün dinlere gâlip geleceğini, affı, mağfireti, ecri ve cenneti müjdeleyen gönül açıcı bir sûredir.
2.8. Mülk Sûresi
İbn-i Abbâs (r.a) anlatıyor:
Rasûlullâh (s.a.v)’in ashâbından birisi kabir olduğunu bilmeden bir yere çadır kurmuştu. Bir de baktı ki kabirde bir insan Tebâreke sûresini okuyor. O kimse bu sûreyi sonuna kadar okuyup bitirdi. Bunun üzerine sahâbî Peygamber Efendimiz’in yanına geldi ve bu durumu ona haber verdi. Rasûlullah (s.a.v) onu dinledikten sonra:
“–Tebâreke sûresi men edicidir, kurtarıcıdır, kabir azâbından kurtarır” buyurdular.[66]
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Kur’ân’da bir sûre vardır, otuz âyet… O sûre, mağfiret edilinceye kadar bir adama şefaat etti. O, تَبَارَكَ الَّذ۪ي بِيَدِهِ الْمُلْكُ Sûresi’dir.”[67]
Câbir (r.a) şöyle buyurur: “Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Elif-lâm-mîm Tenzîl (Secde) ve تَبَارَكَ الَّذ۪ي بِيَدِهِ الْمُلْكُ Sûrelerini okumadan uyumazlardı.”[68]
2.9. Zilzâl Sûresi
Bir zât Peygamber Efendimiz’e gelip:
“–Ya Rasûlullah, bana Kur’ân’dan birşeyler öğret!” demişti. Rasûlullah (s.a.v):
“–Başında «Elif-lâm-râ» olan sûrelerden üçünü oku!” buyurdular. O zât:
“–Yaşım ilerledi, hafızam durgunlaştı, dilim ağırlaştı” dedi. Rasûlullah (s.a.v);
“–«Hâ-mîm»lerden üçünü oku!” buyurdular. O şahıs aynı şeyleri söyledi. Rasûlullah (s.a.v):
“–Müsebbihât (سبح veya يسبح ile başlayan sûreler)den üçünü oku!” buyurdular. O kişi yine evvelki dediklerini söyledi ve:
“–Ya Rasûlallah! Bana her türlü faydayı içinde toplayan bir tek sûre öğret!” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v) ona Zilzâl Sûresi’ni bitirinceye kadar okutup öğrettiler. Bunu müteakiben o zât:
“–Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, buna bir şey ilâve etmeyeceğim!” dedi. Sonra arkasını dönüp gitti. Rasûlullah (s.a.v):
“–Adamcağız kurtuldu, adamcağız kurtuldu” buyurdular.[69]
2.10. İhlâs Sûresi
İhlâs sûresine Tevhîd sûresi, Ma’rifet sûresi, Tefrîd sûresi, Tecrîd sûresi, Necât sûresi, Nisbe sûresi gibi isimler verilir. Yüce Rabbimizi tanıtan ve O’nun birliğini en güzel şekilde ortaya koyan bir sûredir. Faziletine dair pek çok rivayet mevcuttur. Bunların bir kısmını zikredelim:
Bir sahâbî, diğer bir sahâbînin bütün gece «قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ» Sûresi’ni tekrarladığını işitmişti. Sabah olunca Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanına gelip hâdiseyi nakletti. Sanki bütün gece boyunca bu kısa sûrenin okunmasını az görüyordu. Rasûlullah (s.a.v):
«‒Nefsim kudret elinde bulunan Zât’a yemîn ederim ki, bu sûre, Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birine müsâvîdir» buyurdular.”[70]
Bir gün Rasûlullah (s.a.v) ashabına,”Sizden biriniz bir gecede Kur’ân’ın üçte birini okumaktan âciz mi kalıyor?” buyurmuşlardı. Bu onlara gerçekten zor geldi ve:
“–Buna hangimizin gücü yeter ki, yâ Rasûlallah!” dediler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):
“قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ. اَللّٰهُ الصَّمَدُ, Kur’ân’ın üçte biridir” buyurdular.[71]
Ensâr’dan bir zât Kubâ mescidinde imamlık yapardı.[72] O zât, açıktan okunacak namazlarda önce mutlaka “قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ” Sûresi’ni bitirinceye kadar okur, sonra onun yanında başka bir sûre daha okurdu. Bunu her rekâtta yapardı. Arkadaşları onunla konuşup:
“‒Sen bu sûre ile başlıyorsun, sonra onu kâfî görmeyip başka bir sûre daha okuyorsun. Ya bu sûreyi okumakla iktifâ et veya bunu bırak da başka sûre oku!” dediler. O da:
“‒Ben bu sûreyi terk etmem. Bu şekilde imamlık yapmamı isterseniz, yaparım. İstemezseniz imamlığı bırakırım” dedi.
Cemaat o zâtı aralarında en faziletli insan olarak görüyorlardı. Bu sebeple başkasının kendilerine imamlık yapmasını hoş görmediler. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz onları ziyarete geldiklerinde keyfiyeti ona arzetiler. Rasûlullah (s.a.v):
“‒Ey filan, arkadaşlarının tavsiyesine uymana mânî olan şey nedir? Niçin her rekâtta İhlâs Sûresi’ni ısrarla okuyorsun?” diye sordular. O zât:
“‒Yâ Rasûlallah, ben bu sûreyi çok seviyorum!” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v):
“‒O sûreye olan muhabbetin seni cennete koyacaktır!” buyurdular.[73]
Yine Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz bir sahâbîyi bir seriyyenin başında kumandan olarak göndermişlerdi. O mübârek sahâbî, arkadaşlarına namaz kıldırıyor, ancak kıraatini her defâsında İhlâs Sûresi ile bitiriyordu. Medîne-i Münevvere’ye döndüklerinde durumu Allah Rasûlü’ne haber verdiler. Efendimiz (s.a.v):
“–Ona, niçin böyle yaptığını sorun!” buyurdular. Arkadaşları bunun sebebini sorduklarında sahâbî:
“–Bu sûre, Rahmân’ın vasıflarını anlatmaktadır. Bu yüzden, onu okumayı seviyorum” cevâbını verdi. Bunu öğrenen Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:
“–Ona söyleyin, Allah Teâlâ da onu seviyor.”[74]
Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte yürüyordum. Efendimiz (s.a.v) قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ. اَللّٰهُ الصَّمَدُ sûresini okuyan birini işitince, “vecebet: vâcip oldu” buyurdular. Ben; “Vâcip olan nedir?” diye sordum. “Cennet” buyurdular.[75]
2.11. Muavvizeteyn (Felak ve Nâs Sûreleri)
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Bu gece indirilen âyetleri görmedin mi? Onların benzerleri asla görülmemiştir: قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ ve قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ”[76]
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle der: Rasûlullah (s.a.v) cinlerden ve göz değmesinden Allah’a sığınırdı. Nihayet Muavvizeteyn nâzil oldu. Ondan sonra Muavvizeteyn ile Allah’a sığınmaya başladı ve diğer duaları bıraktı.[77]
3. Kur’ân’ı Dinlemenin Fazileti
Kur’ân-ı Kerîm’i huzur ile dinlemek Allah’ın rahmetine nâiliyetin en başta gelen sebeplerinden biridir. Büyük müctehid ve muhaddislerden Leys ibn-i Sa‘d (v. 175/791), “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin!”[78] âyet-i kerimesinden hareketle rahmet-i ilâhiyyenin en hızlı Kur’ân’ı dinleyen kimseye ulaşacağını bildirmiştir.[79]
Kur’ân okunduğunda âyetlerini anlayıp öğütlerinden ibret almak ve üzerinde güzelce tefekkür edebilmek için susarak ona kulak vermek gerekir. Sonra da ortaya koyduğu hükümlerle amel edilmelidir ki Allah’ın rahmetine nâil olunabilsin.[80]
Kurʼân-ı Kerîm’i dinleyen mü’minlerin Allah’a olan yakîn ve îmânları artar. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“...Allah’ın âyetleri mü’minlere okunduğunda, onların îmanlarını artırıp güçlendirir.” (el-Enfâl 8/2)
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Kur’ân’ı okumayı sevdikleri gibi dinlemeyi de çok severlerdi. Abdullah bin Mes‘ûd (r.a) şöyle anlatır: Bir gün Rasûlullah (s.a.v):
“–Bana Kur’ân okur musun!” buyurdular. Ben:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, Kur’ân size indirilmişken ben mi size Kur’ân okuyacağım?!” dedim. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Ben, Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severim” buyurdular. Bunun üzerine kendisine Nisâ Sûresi’ni okumaya başladım. 41. âyete gelip “Her ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve seni de onlara şâhit olarak gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak!” diye okuyunca “Şimdilik yeter!” buyurdular. Bir de baktım ki mübârek gözlerinden yaşlar akıyordu.[81]
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân’ı dinlemeyi sevmeleri, bu esnâda âyetler üzerinde daha rahat tefekkür etmeleri, mânâlarını daha iyi ve daha kolay anlamaları sebebiyle olabilir.[82]
Melekler de Kur’ân’ı dinlemeyi çok severler. Sahâbeden Üseyd bin Hudayr (r.a) anlatıyor: Bir gece (namazda) Bakara Sûresi’ni okuyordum. Atım da yanıbaşımda bağlı olduğu hâlde duruyordu. Bir ara at şahlanmaya başladı. Okumayı kestim; at sâkinleşti. Tekrar okumaya başladım, at yine şahlandı. Hattâ oğlum Yahyâ’yı atın çiğnemesinden endişe ederek yanıma aldım. O esnâda semâya baktığımda, üzerimde kandillere benzer bir şeyler olduğunu gördüm. Sonra onlar göğe doğru yükselip gözden kayboldu. Sabahleyin, olup biteni Rasûlullah (s.a.v)’e anlattım. Bana:
“–Oku ey Üseyd, oku!” buyurdular... Peşinden:
“–Ey Üseyd! O gördüklerinin ne olduğunu biliyor musun?” diye sordular. Ben de “Hayır” dedim. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdular:
“–Onlar, senin Kur’ân tilâvetini dinlemeye gelen meleklerdi. Eğer sen okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinleyeceklerdi. O melekler, insanlara gizli kalmayacak, insanlar da onları görebileceklerdi.”[83]
Gerçek mü’minler de Allah Rasûlü’nün izini tâkip ederek Allah’ın kelâmını okuyup dinler ve onun ulvî mânalarını düşünürler. İçindeki korkutucu tehditler sebebiyle tüyleri ürperir, imanları artar ve Rablerine tevekkül ederler. Sonra Allah’ın rahmetini ümid ederek bedenleri ve kalpleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. Kur’ân’ı büyük bir edeple dinlerler. Gözleri yaşarır. Huşû, muhabbet ve recâ ile secdeye kapanırlar. Bunlar Allah’ın dostlarıdır ve onlara “ebrâr” ismi verilir.[84]
Allah Teâlâ Kur’ân’ı dinleyip de ona en güzel şekilde uyan kullarını hidâyetle müjdelemiş ve onların en akıllı insanlar olduğunu beyân eylemiştir.[85] Allah’ın kelâmını güzelce dinleyen müşriklerin de hidâyete ermeleri kuvvetle muhtemeldir.[86] Nitekim cinler âlemi Kur’ân’ı dinleyerek îmâna nâil olmuşlardır. Yüce Rabbimiz bu hâdiseyi şöyle haber verir:
“De ki: Bana cinlerden bir topluluğun (Kur’ân’ı) dinleyip şöyle dedikleri vahyedildi: «Şüphesiz biz doğruya ileten hayranlık verici bir Kur’ân dinledik de ona inandık. Artık Rabbimize hiç kimseyi asla ortak koşmayacağız».” (el-Cin 72/1-2)
“Hani Kur’ân’ı dinlemek üzere cinlerden bir grubu sana yöneltmiştik. Onlar, onun huzuruna gelince birbirlerine, «Susun!» dediler. Kur’ân’ın okunması bitince de uyarıcı olarak kavimlerine döndüler. Dediler ki: Ey kavmimiz! Şüphesiz biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendinden önceki kitapları doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola ileten bir kitap dinledik.” (el-Ahkâf 46/29-30)
4. Kur’ân’ın Rahmet ve Bereketi
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’in mübarek bir kitap olduğunu ifade buyurmuştur.[87] Yani o bereketli bir kitaptır. Bereket, hayrın kalıcı ve devamlı olması, çok olup dâimâ artması demektir. Kur’ân da hayrı ve faydaları en çok olan bir lutf-u ilâhîdir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Bu (Kur’ân) da bizim indirdiğimiz bereket kaynağı bir kitaptır. Artık ona uyun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (el-En‘âm 6/155)
Kur’ân’ın aslı mübarektir, çünkü o kelâmullahtır. Onu getiren Cebrâîl (a.s) mübarektir. Onun indiği yer olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in kalbi mübarektir. Onun nazmı ve tilâveti mübarektir; muhtevâsı, ahkâmı ve delâletleri mübarektir; bıraktığı izler ve hedefleri mübarektir… Hâsılı Kur’ân, her şeyiyle lütuf, her şeyiyle hayır ve her şeyiyle muazzam bir bereket menbaıdır.[88]
Eyfa bin Abd (r.a) şu hâdiseyi nakleder: Irak’tan alınan haraç malları Hz. Ömer’in yanına geldiğinde, Ömer (r.a) ve yardımcısı çıktılar. Hz. Ömer develeri saymaya başladı. Beklenenden fazla olduklarını görünce; “Elhamdülillah!” demeye başladı. Yardımcısı da (âyete telmihte bulunarak):
“–Ey Mü’minlerin Emîri, vallahi bunlar, Allah’ın lûtuf ve rahmetindendir” diyordu. Hz. Ömer (r.a):
“–Hayır, yanlış söylüyorsun. Bunlar Allah’ın: «Ancak Allah’ın lûtfu ve rahmetiyle sevinsinler…»[89] âyetinde bahsettiği şeyler değildir. Allah’ın lûtuf ve rahmeti; hidâyet, Sünnet ve Kur’ân’dır. Mü’minler bunlarla sevinsinler. Bu gelen mallar âyetin: «Allah’ın lûtuf ve rahmeti, onların topladığı şeylerden daha hayırlıdır» kısmında bahsedilen şeylerdendir. Çünkü bu mallar da insanların topladıklarındandır” dedi.[90]
Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm mü’minler için maddî ve mânevî bereket kaynağıdır. Mü’minler onu okuyup dinlediklerinde, aralarında müzâkere edip anladıklarında ve hükümleriyle amel ederek onu hayatlarında tatbik ettiklerinde yerden bereketler fışkırır, gökten rahmetler yağar. Üzerlerine huzur ve sekînet iner, etraflarını melekler kuşatır. Havada, karada ve denizde bulunan bütün canlılar onlara dua ederler. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Şayet onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rableri tarafından onlara indirileni (Kur’ân’ı) doğru dürüst uygulamış olsalardı göğün ve yerin türlü türlü nimetlerinden faydalanırlardı. İçlerinde aşırılığa kaçmayan bir zümre var, çoklarının yaptıkları işler ise pek kötüdür.” (el-Mâide 5/66)
İnsanlar kendilerine indirilen ilâhî kitapları yaşasaydılar, yağmurlar yağar, yeryüzü bereketlerini bol bol çıkarır, herhangi bir sıkıntı, meşakkat ve zorluğa uğramadan rızıkları genişlerdi.[91] Diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“O ülkelerin insanları inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat yalanladılar; biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.” (el-A‘râf 7/96)
Bugün de Kur’ân yaşandığında Allah Teâlâ aynı bereketleri ihsân eder.
Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ın hükümlerini yaşamanın getireceği bereketi şöyle ifade buyurmuşlardır:
“Allah’ın had cezâlarından birinin yerine getirilmesi, bir beldeye kırk gece rahmet yağmuru yağmasından daha hayırlıdır.”[92]
Kur’ân’ın bereketiyle hem ferdin hem de toplumun hayatına huzur ve emniyet gelir.
Allah Teâlâ’nın Kur’ân ile meşgul olanları sevdiğini gösteren bir hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:
“Aziz ve celîl olan Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kim, Kur’ân-ı Kerîm’i okuma meşguliyeti sebebiyle benden arzusunu talep edemezse, ben ona, isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm.”[93]
Kur’ân’ın bereketiyle insanlar Allah ve Rasûlü nazarında kıymet kazanmışlardır. Kur’ân ehli, Allah’ın ehli ve has kulları olmuştur.[94] Kur’ân’ın bereketine misâl olarak şu hâdiseyi zikredelim: Bir kadın Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelerek:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, kendimi size hibe etmeye geldim” demişti. Rasûlullah (s.a.v) kadının hâline nazar ettikten sonra başını yere eğdi. Kadın, Allah Rasûlü’nün, kendisi hakkında bir hüküm vermediğini görünce oturdu. Derken Efendimiz’in ashâbından bir zât ayağa kalkıp:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Sizin ihtiyacınız yoksa onu bana nikâhlayabilir misiniz!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“–Yanında (buna mehir olarak verecek) bir şeyler var mı?” diye sordular. O zât:
“–Hayır vallahi yâ Rasûlallah!” deyince Efendimiz (s.a):
“–Âilene git bak bakalım, bir şeyler bulabilecek misin!” buyurdular. Sahâbî gitti ve az sonra geri geldi:
“–Hayır vallahi ey Allah’ın Rasûlü, hiç bir şey bulamadım!” dedi. Rasûlullah (s.a.v) tekrar:
“–İyi bak, demirden bir yüzük de mi yok!” buyurdular. Sahâbî tekrar gidip bir müddet sonra geldi ve:
“–Hayır vallahi ya Rasûlullah, demirden bir yüzük bile bulamadım! Ancak işte şu izârım var, yarısı onun olsun” dedi. Adamın ridâsı[95] bile yoktu. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–İzârını ne yapsın? Sen giyecek olsan onun üzerinde bir şey kalmaz, o giyecek olsa senin üzerinde bir şey kalmaz!” buyurdular. Bunun üzerine sahâbî oturdu. Epey bir müddet oturduktan sonra kalktı. Rasûlullah (s.a.v) onun dönüp gittiğini görünce, geri çağrılmasını istediler. Ashâb-ı kirâm hemen o adamı çağırdılar. Gelince, Peygamber Efendimiz:
“–Kur’ân’ın ne kadarını biliyorsun?” diye sordular. Sahâbî:
“–Şu şu sûreleri biliyorum!” diye bildiklerini saydı. Efendimiz (s.a.v):
“–Bunları ezbere okuyabiliyor musun?” diye tekrar sordular. Sahâbî: “Evet!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“–Haydi, git, Kur’ân’dan bildiğin kısımları (kendisine öğretmen) karşılığında kadını sana nikâhladım” buyurdular.[96]
Bu hâdisede pek çok fazilete şâhit olmaktayız. Hanım sahâbînin Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e muhabbet, teslîmiyet ve itaati, mihir olarak Kur’ân öğrenmeyi kabul etmesi, Allah Rasûlü’nün Kur’ân öğrenmeye verdiği ehemmiyet ve Kur’ân’ın bereketi… Bütün bunlar Kur’ân’ın kıymetini bilen ve onu yaşayan insanların yapabileceği faziletli davranışlardır.
Ebû Hüreyre (r.a) Kur’ân’ın rahmet ve bereketini şöyle ifade eder: “Bir ev, kendisinde Kur’ân-ı Kerîm okunduğu için ehline genişler, oraya melekler gelir, şeytanlar oradan kaçar ve o evin hayr u bereketi artar. Bir ev de, kendisinde Kur’ân-ı Kerîm okunmadığı için ehline daralır, oradan melekler uzaklaşır, şeytanlar oraya gelir ve o evin hayr u bereketi azalır.”[97]
Ebû Mûsâ (r.a) da aynı minval üzere şöyle buyurur: “Bu Kur’ân sizin için ecir olur, zikir olur, nûr olur. Buna mukâbil bir de aleyhinize günah olur. Kur’ân’a tâbî olup peşinden gidin, ama sakın o sizin peşinizden gelmesin! Kim Kur’ân’ı tâkip ederse Kur’ân onu Cennet bahçelerine götürür. Kimi de Kur’ân tâkip ederse (yani o kimse Allah’ın hükümlerini yaşamazsa) Kur’ân-ı Kerîm o kimseyi ensesinden ittirerek Cehennem’e atar.”[98]
Sâbit bin Aclân (r.a) şöyle buyurur: “Allah Teâlâ, Yeryüzü ehline (günahkârlara) azab etmek ister. Ama çocuklara hikmet (Kur’ân) öğretilme seslerini işitince onlardan bu azâbı uzaklaştırır.”[99]
Allah Rasûlü (s.a.v) Kur’ân’ın âhiretteki bereketine dâir şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet günü Kur’ân gelip, (onunla hemhâl olan kişi için) şöyle der:
«–Yâ Rabbî, onu süsle!» Bunun üzerine ona kerâmet[100] tâcı giydirilir. Kur’ân:
«–Yâ Rabbî, ona daha fazlasını ihsân eyle!» der. Kur’ân’ı okuyup yaşayan kişiye bu sefer kerâmet elbisesi giydirilir. Kur’ân:
«–Yâ Rabbî, ondan râzı ol!» der. Allah Teâlâ da Kur’ân ehli kişiden râzı olur ve ona:
«–Oku ve yüksel!» denir. Okuduğu her âyetle hasenesi artırılır.”[101]
Kur’ân’a hizmetin bereketini gösteren bir rüyâyı büyük âlimlerimizden İbnü’l-Cevzî (v. 597) Sıfatü’s-Safve isimli eserinde şöyle nakleder:
Süleym bin Îsâ şöyle anlatır: “Yedi kıraat imamından biri olan Hamza bin Habîb ez-Zeyyât’ı ziyârete gittim. Bir de baktım ki secdeler ediyor, yüzünü toprağa sürerek ağlıyordu. Büyük bir endişeye kapıldım ve korku içinde:
“–Allah’a sığınırım, Allah seni korusun! Bu hâlin nedir?” dedim. İmâm Hamza (r.a):
“–Niçin endişeleniyor, Allah’a sığınıyorsun?” dedi ve içinde bulunduğu hâlin sebebini şöyle anlattı: “Bu gece rüyamda sanki kıyamet kopmuş, bütün insanlar toplanmıştı. Onların içinden Kur’ân okuyanları huzûr-i ilâhîye çağırdılar. Bu dâvete icabet edenler arasında ben de vardım. Gâipten gelen son derece tatlı bir ses:
“–Huzura Kur’ân’la amel edenlerden başkası girmesin!” diyordu. Ben kendimi oraya lâyık görmeyerek geri geri gitmeye başladım. Aynı ses: “Hamza bin Habîb de gelsin!” diye ismimle çağırdı. Ben de: “Ey Allah’ın dâvetçisi emret, buradayım!” dedim. Hemen bir melek önüme çıkarak: “O sesin sahibi Cenab-ı Hak’tır, bu sebeple «Emret ey Rabbim!» diye cevap ver!” diyerek beni îkāz etti. Ben de hemen: “Emret ey Rabbim” dedim.
Beni Kur’ân sadâlarıyla dolup taşan son derece güzel bir saraya aldılar. Bütün vücûdum titremeye başladı. Gâipten bir ses bana: “Korkmana gerek yok. Şuraya çık ve oku!” buyurdu. Bir de baktım, beyaz inciden yapılmış bir minberin önündeyim. Minberin iki kenarı sarı yâkutlarla süslenmişti. Basamakları da yeşil zebercedden yapılmıştı. O ses bana tekrar: “İşte buraya çık ve oku!” buyurdu. Ben minbere çıktım. Yine o tatlı ses: “Enʻâm Sûresi’ni oku!” buyurdu. Ben kime okuduğumu bilmeden okumaya başladım. Altmış âyet okudum. “O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir”[102] âyetine gelince o tatlı ses bana:
“–Ey Hamza, ben kullarım üzerinde yegâne kudret ve tasarruf sâhibi değil miyim?” buyurdu. Ben: “Evet, öylesin ey Rabbim!” dedim. Cenâb-ı Hak:
“–Doğru söyledin, okumaya devam et!” buyurdu. Ben sûrenin tamamını okudum. “Devâm et!” buyurdu. Aʻrâf Sûresi’ne başladım ve tamâmını okudum. Secde âyeti olan son âyeti okuyunca tilavet secdesi yapmak üzere eğildim. Cenâb-ı Hak:
“–Dünyada yaptığın secdelerin yeter ey Hamza! Şimdi secde yapmana gerek yok. Zira burası ibadet yeri değil, mükâfat yeridir!” buyurdu. Devamla:
“–Sana bu kırâatı kim öğretti?” buyurdu. Ben:
“–Hocam Süleyman” dedim.
“–Süleyman’ı kim okuttu?” buyurdu.
“–Hocası Yahyâ” dedim.
“–Yahyâ vazifesini doğru yaptı. O kimin huzurunda okudu?” buyurdu.
“–Ebû Abdurrahman es-Sülemî’ye okudu” dedim.
“–Ebû Abdurrahman es-Sülemî vazifesini doğru yaptı” buyurdu. Sonra: “Pekiyi Ebû Abdurrahman es-Sülemî’yi kim okuttu?” buyurdu.
“–Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in amcasının oğlu Ali okuttu” dedim.
“–Ali de vazifesini doğru yaptı” buyurdu.
“–Pekiyi Ali’yi kim okuttu?” buyurdu.
“–Rasûlün Muhammed (s.a.v)” dedim.
“–Rasûlümü kim okuttu?” buyurdu.
“–Cibril (a.s)” dedim.
“–Cibrîl’i kim okuttu?” buyurdu. Bunun üzerine ben Cenâb-ı Hakk’ın heybetinden konuşamaz oldum. Cenâb-ı Hak:
“–Ey Hamza, «Sen okuttun!» de!” buyurdu. Ben de:
“–«Sen» demeye cesaret edemiyorum ey Rabbim!” dedim.
“–Bana «Sen» diye hitâb et!” buyurdu. Ben de:
“–Sen okuttun ey Rabbim!” dedim.
“–Doğru söyledin” buyurdu. Sonra:
“–Ey Hamza, Kur’ân hakkı için bütün Kur’ân ehline ikramda bulunacağım, onların şereflerini yücelteceğim. Bilhassa da Kur’ân’la amel edenlere akla hayale gelmeyen ikram ve ihsanlarda bulunacağım. Ey Hamza, Kur’ân benim kelâmımdır. Ben kimseyi Kur’ân ehlini sevdiğim kadar sevmedim. Yaklaş ey Hamza!” buyurdu. Ben de yaklaştım. Bana en değerli Cennet kokusundan bolca sürdükten sonra buyurdu ki:
“–Bunu yalnız sana yapmıyorum. Aynı ikrâmı senden önceki benzerlerine de yaptım, senden sonrakilere de yapacağım. Kur’ân’ı benim okuttuğum gibi okutup, bundan maksadı da sadece benim rızâmı kazanmak olan herkese büyük nimetler lütfedeceğim. Bu, sana hazırladığım ikramın görünen kısmı. Görünmeyenleri daha fazla. Arkadaşlarına benim Kur’ân ehlini ne kadar çok sevdiğimi haber ver. Onlara nasıl muâmele edeceğimi bildir. Çünkü onlar benim en seçkin kullarımdır. Ey Hamza, izzet ve celâlim hakkı için söylerim ki Kur’ân okuyan dile ateşle azâb etmem. Onu ezberleyen kalbe ateş değdirmem, onu dinleyen kulağa, ona bakan göze azâb etmem!” Ben:
“–Sübhâneke sübhânek! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim ey Rabbim! Buna nasıl ulaşılabilir acaba? (Arkadaşlarımın çoğu kurrâ hâfız olamaz!)” dedim. Cenâb-ı Hak:
“–Ey Hamza, Kur’ân’ı yüzünden okuyanları neden hesaba katmıyorsun?” buyurdu. Ben:
“–Ey Rabbim, onlar Kur’ân hâfızları mı ki?” dedim.
“–Hayır, lâkin ben onların Mushaf’tan okumalarını da kaydediyorum. Bana kavuştukları zaman okudukları her bir âyet mukabilinde onları Cennet’te bir derece yükselteceğim!” buyurdu.”
Bu rüyâyı anlatan Hamza, Süleym bin Îsâ’ya dönüp: “Şimdi ağlayıp yüzümü toprağa sürdüğüm için beni hâlâ ayıplıyor ve buna şaşıyor musun?” dedi.[103]
İmâm Hamza hicrî 156 senesinde vefat etti. Bir zât diğer kıraat imamı Kisâî’yi vefatından sonra rüyâda gördü. Yüzü ayın on dördü gibi parlıyordu. Ona:
“–Cenâb-ı Hak sana nasıl muâmele etti?” diye sordu. O da:
“–Allah Teâlâ beni Kur’ân’a hizmetlerim sebebiyle mağfiret eyledi” dedi.
“–Peki, İmam Hamza’ya nasıl muâmele etti?” diye sordu. İmam Kisâî:
“–O İlliyyîn’dedir. Biz onu semânın ufkundaki parlak yıldız (el-Kevkebü’d-Dürrî) gibi görürüz!” cevabını verdi.[104] Çünkü İmâm Hamza ibadete düşkün, huşû sahibi, zâhid, şüpheli şeylerden kaçınan (verâ sahibi), Allah’a itaatkâr ve takvâ sahibi bir insandı. Kur’ân ilimlerini ve tefsirini çok iyi bilirdi, aynı zamanda hadis hâfızıydı. Ferâiz ilmini ve Arapçayı da çok iyi bilirdi.[105]
Hiçbir şeref yoktur ki Kur’ân ona giden bir yol olmasın! Hiçbir hayır ve bereket olmasın ki Kur’ân’ın âyetlerinde ona bir delil bulunmasın! Kur’ân; dünyada arkadaş, kabirde dost, Sırât’ta nûr, Cennet’te refîk, Cehennem’e karşı perde ve hayırlara rehberdir. Kur’ân, dünyanın ve âhiretin zînetidir.
5. Kur’ân’ın Şifâsı
Kur’ân-ı Kerîm’in kalpteki mânevî hastalıklara şifâ olduğu[106] îzahtan vârestedir. Bununla birlikte onun bedendeki zâhirî hastalıklara da şifâ olduğu, mü’mini muhtelif belâ ve hastalıklardan muhafaza ettiği bazı rivayetlerde bildirilmiş, bununla ilgili tecrübeler de nakledilmiştir. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), “Devanın en hayırlısı, Kur’ân’dır” buyurmuşlardır.[107]
Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır: “Rasûlullah (s.a.v) yatağına girdiği zaman قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ ve Muavvizeteyn’in (Felâk ve Nâs sûrelerinin) tamamını okuyarak avucuna üfler, sonra elleriyle yüzünü ve vücudunun erişebildiği yerlerini meshederdi. Rahatsızlandığında bunu, kendisi için benim yapmamı isterdi.”[108]
Yine o şöyle der: “Allah Rasûlü (s.a.v), vefat ettiği hastalığında Muavvizeteyn’i okuyup ellerine üfler ve onları da yüzüne sürerdi. Hastalığı ağırlaştığında o sûreleri ben okuyup üfler ve bereketinden istifâde etmesi için kendi ellerini yüzüne sürerdim.”[109]
Ebû Saîd (r.a) anlatıyor: “Biz, Peygamber Efendimiz’in gönderdiği askeri bir seferde idik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir hizmetçi gelip:
«–Kavmimizin efendisini zehirli bir yılan soktu. Onunla meşgûl olacak erkekler de şu anda yanımızda değil. Sizde rukye yapan (tedâvi maksadıyla okuyan) biri var mı?» dedi. Bunun üzerine bizden, rukye hususunda mahâretini bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla birlikte gitti ve hastaya okuyuverdi. Adam iyileşti. Okuyan arkadaşımıza otuz koyun verdiler. O da bize onların sütünden içirdi. Kendisine:
«–Sen rukye yapmasını bilir miydin?» diye sorduk.
«–Hayır, ben sâdece Fâtiha Sûresi’ni okuyarak rukye yaptım» dedi. Biz ona:
“–Rasûlullah’a sormadan bu koyunlara dokunma!” dedik. Medine’ye gelince durumu Peygamber Efendimiz’e anlattık. Allah Rasûlü (s.a.v):
«–Fâtiha’nın rukye olduğunu sana kim söyledi? Verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın!»[110] buyurdular.[111]
Mürsel bir rivâyette de “Fatiha Sûresi’nde her hastalığa şifâ vardır” buyrulmuştur.[112]
İlâka bin Sahâr (r.a), Peygamber Efendimiz’in yanına gelip müslüman olmuştu. Sonra Efendimiz’in yanından ayrılıp geri dönmüş, yolda, yanlarında demirle bağlı deli bir adam bulunan bir topluluğa uğramıştı. Hastanın âilesi ona:
“–Bize anlatıldığına göre, şu sizin arkadaşınız (Rasûlullah [s.a.v], Allah’tan bir takım) hayırlar getirmiş. Senin yanında bu deliyi tedâvi edecek bir şifâ var mı?” diye sordular. Bunun üzerine İlâka (r.a) deliye Fâtihatü’l-Kitâb’ı okudu. Adam iyileşti. Bu okumasına karşılık ona yüz koyun verdiler. O da Peygamber Efendimiz’e varıp durumu anlattı (ve koyunların helal olup olmadığını sordu). Rasûlullah (s.a.v):
“–(Kur’ân’dan) başka bir şey okudun mu?” diye sordular. O “Hayır” deyince de:
“–Onları al! Ömrüme yemin olsun ki, bâtıl bir şey okuyup üfleme karşılığında ücret alarak yiyen kimse, (bunun günahını çekecektir.) Sen ise hak olan bir tedâvi karşılığında aldığın ücreti yiyorsun!” buyurdular.[113]
Unutmayalım ki dünya malı elde etmek için Kur’ân okunmaz, ancak Kur’ân okuyan kimseye bazı şeyler hediye edilirse onlar alınabilir.
Abdullah bin Mes’ud (r.a) şöyle buyurmuştur:
“Size şu iki şifâ kaynağını tavsiye ederim: Bal ve Kur’ân!”[114]
Kur’ân ile tedâvi hususunda öteden beri, şifâdan bahseden âyetler Şifâ Âyetleri ismiyle okunagelmiştir. Bu konuda bazı tecrübeler de nakledilmiştir.[115] Şifâ âyetleri şunlardır:
“…Allah, mü’min bir topluluğun kalplerine şifâ versin/gönüllerini ferahlatsın.” (et-Tevbe 9/14)
“…Gönüllerdeki dertlere şifâ (Kur’ân geldi.)” (Yûnus 10/57)
“…Onların (arıların) karınlarından çeşit çeşit renklerde bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır…” (en-Nahl 16/69)
“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir…” (el-İsrâ 17/82)
“Hastalandığım zaman, bana O şifâ verir.” (eş-Şuarâ 26/80)
“…De ki: O (Kur’ân), inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifâdır…” (Fussılet 41/44)
Kur’ân’ın şifâ ve muhafazasından istifade etmek için Şifâ Âyetleri okunduğu gibi, içinde selâm, hıfz, muhâfaza ve sekînet kelimelerinin geçtiği âyetler de okunagelmiştir.[116] Fîrûzâbâdî’nin nakline göre büyüklerden biri maddî-mânevî hastalık ve sıkıntı anlarında “Sekîne Âyetleri”ni okuyup feraha çıktığını ifade etmiştir.[117] Nitekim Kur’ân’ın altı yerinde geçen bu âyetler hep zor ve korkulu anlarda Allah’ın sekîneti indirdiğini beyan etmektedir. Sekînet, dara düştükleri vakitlerde Ehl-i kitabın; hicret esnâsında mağarada Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir’in; Hudeybiye ve Mekke fethinde, firâsetle hareket etmeye her zamankinden daha fazla muhtaç olan ashâb-ı kiramın; Huneyn’de, dağılmaya başlayan İslâm ordusunun üzerine inmiştir. Bugün biz mü’minler de hastalık, sıkıntı, korku ve darlık anlarında Sekine Âyetleri’ni okuyabiliriz. Bu âyetler şunlardır:
“Peygamberleri onlara «O’nun hükümdarlığının alâmeti, içinde Rabbinizden bir sekînet, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiye bulunan ve meleklerin taşıdığı sandığın size gelmesidir» dedi. Gerçekten inanıyorsanız bilin ki, bunda sizin için büyük bir işaret vardır.” (el-Bakara 2/248)
“Bunun üzerine Allah, Peygamberi’nin ve mü’minlerin üzerine kendi katından bir güven duygusu indirdi, bir de göremediğiniz askerler gönderdi ve böylece inkâr edenlerin cezasını verdi. İşte bu, inkârcıların hakettiği karşılıktır.” (et-Tevbe 9/26)
“Siz Peygamber’e yardımcı olmasanız da önemli değil. Nitekim inkârcılar onu, iki kişiden biri olarak yurdundan çıkardıklarında Allah ona yardım etmişti: Hani onlar mağaradaydılar; arkadaşına «Tasalanma! Allah bizimle beraberdir» diyordu. Derken Allah ona kendi katından bir sekînet indirdi, sizin göremediğiniz askerlerle onu destekledi ve inkârcıların sözünü değersiz hale getirdi. Allah’ın sözü ise en yücedir. Çünkü Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (et-Tevbe 9/40)
“İmanlarına iman katsınlar diye mü’minlerin kalplerine sekîneti indiren de O’dur. Göklerin ve yerin askerleri yalnız Allah’a aittir ve Allah her şeyi bilmekte, yerinde yapmaktadır.” (el-Feth 48/4)
“O ağacın altında sana yeminle bağlılık söz verirlerken bu mü’minlerden Allah razı olmuştur; onların gönüllerinde olanı bilmiş, üzerlerine sekîneti indirmiş, pek yakın bir fetihle ve elde edecekleri birçok ganimetle de kendilerini mükâfatlandırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (el-Feth 48/18-19)
“İnkâra sapmış olanlar o zaman kalplerini o gurura, Câhiliye dönemine ait büyüklenme duygusuna kaptırmışlardı. Allah da Rasûlü’nün ve mü’minlerin üzerine sekînetini indirdi, onları takvâ sözüne bağlı kıldı. Zaten onlar bu sözü hak etmişlerdi, onlar buna lâyıktı. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (el-Feth 48/26)
Kur’ân’ın imanlı-imansız, anlayan-anlamayan her türlü insan üzerinde ne kadar tesirli olduğunu ikinci bölümde görmüştük. Kur’ân kendisine samimiyetle yaklaşan herkesin rûhî yapısını ıslah eder. İnsanın pek çok hastalığı da onun psikolojisiyle alâkalıdır. Dolayısıyla Kur’ân, insan rûhunun en büyük ilâcıdır. Bunun yanında Kur’ân’ın bereketiyle Allah Teâlâ dilediği zaman maddî hastalıklara da şifâlar ihsan etmektedir. Bu sebeple Kur’ân insanın kalbî, aklî, rûhî ve bedenî bütün hastalıklarına şifâdır. Yeter ki onu ihlâs ve samimiyetle sırf Allah rızâsı için okuyabilelim.
Dipnotlar:
[1] Tirmizî, Menâkıb, 31/3788. Krş. Muvatta’, Kader, 3; İbn Hişâm, 4: 276; Hâkim, 1: 171/318.
[2] Heysemî, 1: 123-124.
[3] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 20, Temennî 5; Müslim, Müsâfirîn 266, 267.
[4] Buhârî, Tefsîr, 80; Müslim, Müsâfirîn, 243; Ahmed, 6: 110.
[5] Müslim, Müsâfirîn, 269; İbn Mâce, Mukaddime, 16.
[6] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18/2913; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1.
[7] Buhârî, Fedâilü’l-Ashâb, 26, 27; Fedâilü’l-Kur’ân, 8.
[8] Buhârî, Ezân, 54.
[9] Ahmed, Müsned, 1: 20; İbn Sa‘d, 3: 343. Mehmet Özşenel, “Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/salim-mevla-ebu-huzeyfe (25.04.2019).
[10] Ebû Dâvûd, Salât, 60/585. Krş. Buhârî, Meğâzî, 53. Hanefî mezhebinde cemaatle kılınan bütün namazlarda imamın bâliğ olması şarttır. Fukaha, Hz. Amr’ın imamlığa geçirilmesinin Allah Rasûlü’nün emriyle olmadığını, kavminin bilgi azlığı sebebiyle onu imamete geçirdiğini söyleyerek bu hadisi delil kabul etmezler. (Tahâvî, Şerhu müşkili’l-âsâr, 10: 121)
[11] Heysemî, 1: 277.
[12] Vâkıdî, Meğâzî, 3: 1003.
[13] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 65-67/3215; Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91. Krş. Buhârî, Cenâiz, 73, 76, 79.
[14] Buhârî, Tefsîr, 7/5, 110/4; İ’tisam 2.
[15] İbn Mâce, Mukaddime, 16; Ahmed, 3: 127, 242; Hâkim, Müstedrek, 1: 743.
[16] Ahmed, 5: 268; Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 17/2911.
[17] Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 17/2912; Hâkim, 1: 741/2039.
[18] Bkz. Kâsim bin Sellâm, Fedâilü’l-Kur’ân, Dımeşk 1415, s. 77; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6: 135/30098; Hâkim, 2: 479/3652.
[19] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 16/2910.
[20] Müslim, Müsâfirîn, 252.
[21] Hâkim, el-Müstedrek, 1: 757/2087; Beyhakî, Şuab, 3: 389/1855.
[22] Heysemî, 7: 161.
[23] Müslim, Tahâret, 1; Tirmizî, Deavât, 86.
[24] Abdurrazzâk, Musannef, 3: 372; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6: 131.
[25] İbn Ebî Hâtim, Tefsîr, 1: 218; Ali el-Müttakî, Kenz, 2: 357/4230.
[26] Başka bir ihtimal taşımayıp mânası açık olan ifade.
[27] Birden fazla mânâya ihtimali olduğu için mâhiyetinin anlaşılmasında zorluk bulunan ifade.
[28] Taberî, Câmiu’l-beyân, 2: 566-569; İbn Kesîr, Tefsîr, 1: 403.
[29] İbn Kesîr, Tefsîr, 6: 545.
[30] İbn Kesîr, Tefsîr, 6: 545.
[31] Kurtubî, el-Câmi’, 14: 345.
[32] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 250.
[33] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 251.
[34] Bkz. Nevevî, et-Tibyân fî âdâbi hameleti’l-Kur’ân, s. 88.
[35] Ebû Dâvûd, Şehru Ramadân, 9/1398.
[36] Ahmed, 4: 151, 155.
[37] Bkz. Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 5: 324/9413.
[38] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1.
[39] Ebû Dâvûd, Vitr, 20/1464; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18/2914.
[40] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6: 120/29952.
[41] Ebü’t-Tayyib Muhammed Şemsü’l-Hak b. Emîr Alî el-Azîmâbâdî (1857-1911), Avnü’l-Ma‘bûd fî şerhi Süneni Ebî Dâvûd, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1415, 4: 237.
[42] Ebû Dâvûd, Vitr, 14/1453.
[43] Ahmed, 5: 348; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 15; Abdürrazzak, Musannef, 3: 373; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6: 129; Beyhakî, Şuab, 3: 374/1835.
[44] Müslim, Zikr, 38; Ebû Dâvûd, Vitr, 14/1455; Tirmizî, Kırâât, 10/2945; İbn Mâce, Mukaddime, 17.
[45] Müslim, Zikir, 39.
[46] el-Enfâl 8/24.
[47] Buhârî, Tefsir, 1; Nesâî, İftitah, 26.
[48] Müslim, Müsâfirîn, 254; Nesâî, İftitâh, 25.
[49] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1/2875.
[50] Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 22.
[51] Müslim, Müsâfirîn 212. Krş. Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2/2877.
[52] Müslim, Müsâfirîn, 253. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 5/2883.
[53] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2/2876; Heysemî, 7: 161.
[54] Müslim, Müsâfirîn 258.
[55] Nesâî, Amelü’l-yevm ve’l-leyle, s. 182/100; Taberânî, ed-Duâ, s. 214/675; Heysemî, Mecmaü’z-zevâid, 10: 102.
[56] Taberânî, ed-Duâ, s. 214/674; Heysemî, Mecmaü’z-zevâid, 2: 148.
[57] Buhârî, Vekâlet 10, Fedâilü’l-Kur’ân 10, Bed’ü’l-Halk 11.
[58] Buhârî, Meğâzî, 12.
[59] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 56.
[60] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân 14; Ahmed, 4: 147, 151; 5: 180.
[61] Ahmed, 4: 274; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 4/2882.
[62] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân 14.
[63] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 257.
[64] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2/2879.
[65] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 12.
[66] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân (Sevâbu’l-Kur’ân), 9/2890.
[67] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 9/2891.
[68] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 9/2892.
[69] Ebû Dâvûd, Ramazan, 9/1399; Ahmed, II, 169.
[70] Buhârî, Eymân, 3; Müslim, Müsâfirîn 261.
[71] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 13. Bkz. Müslim, Müsâfirîn 259; Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân 11.
[72] İmâm olan zât, rivayete göre Amr bin Avf Oğulları’ndan Kulsüm bin Hidm’dir. Allah Rasûlü (s.a.v), hicret esnasında Kuba’da bir müddet onun evine misâfir olmuşlardır.
[73] Buhârî, Ezân, 106; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 11/2901.
[74] Buhârî, Tevhîd, 1.
[75] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 11/2897.
[76] Müslim, Müsâfirîn 264. Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân 12/2902.
[77] Tirmizî, Tıb 16/2058. Bkz. İbni Mâce, Tıb 33.
[78] el-Aʻrâf 7/204.
[79] Kurtubî, el-Câmi’, 1: 9.
[80] Taberî, Câmiu’l-beyân, 13: 344.
[81] Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247.
[82] Bkz. Nevevî, el-Minhâc, 6: 88; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 94.
[83] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 15.
[84] Bkz. el-Enfâl 8/2; ez-Zümer 39/23; İbn Kesîr, Tefsîr, 7: 94-95.
[85] ez-Zümer 39/17-18; Mâtürîdî, Te’vîlât, 8: 669-670.
[86] et-Tevbe 9/6.
[87] el-En‘âm 6/92, 155; el-Enbiyâ 21/50; Sâd 38/29.
[88] Bkz. Dûserî, Azametü’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 367.
[89] Yûnus 10/58.
[90] İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 229; İbn Kesîr, Tefsîr, 4: 275.
[91] İbn Kesîr, Tefsîr, 3: 148.
[92] İbn Mâce, Hudûd, 3.
[93] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân 25/2926.
[94] İbn Mâce, Mukaddime, 16; Ahmed, 3: 127, 242; Hâkim, Müstedrek, 1: 743.
[95] İzâr, belden aşağıyı örten giyecek, peştamal. Ridâ, omuz-bel arasını örten giyecek, üst elbise.
[96] Buharî, Fedâilü’l-Kur’ân, 22, 21, Nikâh, 6, 32, 35, 51, Vekâle, 9, Libas, 49; Müslim, Nikâh, 76; Muvatta’, Nikâh, 8; Ebû Dâvud, Nikâh, 31/2111; Tirmizî, Nikâh, 22/1114; Nesâî, Nikâh, 62.
[97] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1.
[98] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1.
[99] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 4.
[100] Kerâmet: Şeref, izzet, ilâhî ikrâm gibi mânâlara gelir.
[101] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18/2915.
[102] el-Enʻâm 6/61.
[103] Bkz. İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, Kâhire: Dâru’l-Hadîs, 1421/2000, 2: 90-91.
[104] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, 2: 91-92.
[105] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, 2: 90.
[106] Yûnus 10/57; el-İsrâ 17/82; Fussılet 41/44.
[107] İbn Mâce, Tıb, 28, 41.
[108] Buharî, Tıb, 39.
[109] Buharî, Tıb, 32.
[110] Allah Rasûlü (s.a.v), ashâbının gönlünü hoş etmek ve tedâvî karşılığında alınan malın helâl olduğunu göstermek için böyle söylemiştir. (Aynî, Umdetü’l-kârî, XXI, 271-272)
[111] Müslim, Selâm, 66, 65. Bkz. Buhârî, Fedailü’l-Kur’ân, 9; İcâre, 16; Tıp, 33, 39.
[112] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 12.
[113] Ebû Dâvûd, Tıb, 19/3896; Büyû’, 37/3420; Ahmed, 5: 211.
[114] İbn Mâce, Tıb, 7.
[115] Bkz. Âlûsî, Rûhu’l-meânî, 15: 145, (el-İsrâ 17/82).
[116] Selâm ve Hıfz Âyetleri için bkz. Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî, Duâlar ve Zikirler, İstanbul: Erkam Yayınları, 2014, s. 164-173.
[117] Fîrûzâbâdî, Besâiru zevi’t-temyîz, 3: 238.
Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınlıar
YORUMLAR