Kur’ân’ın Hikmet ve Sırları

KUR’ÂNIMIZ

Kur’ân’ın hikmet ve sırları, bir okyanus gibi derindir. Lâkin herkes kendi kalbî derinliği nisbetinde ondan istifâde eder.

Kişinin kalbî istiâbı bir terzi yüksüğü kadar küçükse, o uçsuz bucaksız deryâdan alabileceği nasip de o nisbette olacaktır. Avâm-havâs bütün mü’minler aynı rahle önünde diz çöküp Kur’ân okurlar, fakat herkes kendi kalbî seviyesi kadar hisse alır. Kur’ân’ın mânâları, kulun Hakk’a yakınlığı derecesinde açılır.

O hâlde kendimize sormalıyız: Bütün âlemleri yoktan var eden Yaratıcımız’ın bizlere gönderdiği mektup olan Kur’ân-ı Kerîm’e karşı merak ve alâkamız, fânîlerden gelen mektuplarla kıyaslanamayacak derecede yüksek bir seviyede mi? Onu ne kadar okuyup anlama ve hikmetine erebilme gayretindeyiz? Anlayamadıklarımızı bilenlere soruyor, onun muhtevâsıyla yeterince meşgûl oluyor muyuz? İşte bu nevî suallere tatminkâr cevaplar verebildiğimiz zaman, Kur’ân’ın rahmet lisânına âşinâ olabiliriz.

EN GÜZEL LİSÂN

Dünyevî maîşet ve apolet derdiyle bir beşer lisânını öğrenmek için gösterilen gayretleri düşünelim: Bilhassa günümüzde global bir dünyada yaşar olduk. Bu yüzden yabancı bir lisan öğrenmek için kurslara gidilip çok ciddî emekler veriliyor, büyük masraflar ediliyor. Hattâ ömrün bir kısmı, o lisanın konuşulduğu ülkelerde tüketiliyor. Öyle ki bu iş, büyük bir ticârî sektör hâline de geldi.

Tabiî ki lisan öğrenmek güzel bir şeydir. Fakat bütün dillerin yaratıcısı ve sahibi Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarından, insanlık şeref ve haysiyetini muhâfaza ederek yaşamamız için ilk başta öğrenmemizi murâd ettiği lisan, “Kur’ân Lisânı”dır. Bu ise kuru kuruya bir Arapça öğrenmek değil, Kur’ân’ın rahmet lisânıyla konuşabilmeyi öğrenmektir. Bunun da yolu; önce Kur’ânî îkazlara göre dilimizi düzeltip terbiye etmek, sonra da ilâhî telkinlerle onu güzelleştirmekten geçer.

TEDAVİ EDİLEMEYECEK YARA

Günümüzde insanî münâsebetlerde yaşanan pek çok sıkıntı, dilin yanlış kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Zira dil, hayrın anahtarı olabileceği gibi, doğru kullanılmadığında şerre de anahtar olabilir. Bunun için dilimizin kalplere batan bir diken olmamasına çok dikkat etmemiz îcâb eder. Nitekim ecdâdımız; “Kılıç yarası onulur, dil yarası onulmaz” demişlerdir.

Dolayısıyla konuşmadan önce düşünmek, sözün varacağı noktayı iyi hesaplamak gerekir. Zira konuşmak, eline bir taş alıp atmak gibidir. O taşın nereye düşeceğine dikkat etmelidir.

Peygamber Efendimiz de bu hakîkate işâretle:

“...Özür dilemeni gerektiren bir sözü söyleme!..” buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

Söylenmiş bir söz, yaydan çıkmış bir ok gibidir; bir daha geri dönmesi mümkün değildir. İnsan, söylemeden önce sözünün hâkimi iken, söyledikten sonra onun mahkûmu olur. Söylenmemiş bir sözü her zaman söyleme imkânı vardır. Fakat söylenen bir sözü de dâimâ müdâfaa etmek veya hesabını vermek gerekir.

Kâmil mü’minler, evvelâ söyleyecekleri sözün fayda verip vermeyeceğine dikkat eder, kendilerine veya muhâtaplarına zarar verecekse sükûtu tercih ederler. Ayrıca, hangi sözü hangi seviyede ve nasıl söyleyeceklerine de îtinâ gösterirler.

Hazret-i Ebûbekir (r.a.) ne güzel îkaz eder:

“Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne zaman söylediğini iyi düşün!”

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 1, Erkam Yayınları-