Kur’an’ın Tahsili İçin 3 Merhale

KUR’ÂNIMIZ

Kur’ân’ın kâmilen tahsîli üç safhada gerçekleşir....

Kur’ân-ı Kerîm’in kâmilen tahsîli için şu üç merhaleye riâyet edilmelidir:

KUR’AN’IN TAHSİLİ İÇİN 3 MERHALE

  1. Doğru Bir Şekilde Yüzünden Okuma; Tilâvet ve Tecvid

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Kur’ân’ı tâne tâne oku.” (el-Müzzemmil, 4)

Hadîs-i şerîfte de Kur’ân’ı güzel okumaya şöyle teşvik edilmektedir:

“Kur’ân’ı gereği gibi güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kur’ân’ı kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır.” (Buhârî, Tevhîd, 52)

Yine bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“−Şüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:

“−Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?” diye sorunca Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“−Onlar, Kur’ân ehli, Allah ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)

Küleyb bin Şihâb anlatıyor:

Bir defasında Ali bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-, Kûfe mescidinden seslerin yükseldiğini duyunca ne olduğunu sordu. Kendisine:

“–Birtakım kişiler Kur’ân okuyor ve öğreniyorlar.” denildi.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“–Ne mutlu bunlara! Bunlar, Rasûlullah nezdinde insanların en sevgilileri idiler.” dedi. (Heysemî, VII, 162)

Görüldüğü üzere, Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenip öğretme hizmeti, Allah ve Rasûl’ünün muhabbetini kazanmaya en büyük vesîlelerden biridir.

Yine ehl-i Kur’ân’ın Allah ve Rasûl’ünün nezdindeki şeref ve kıymetini bildiren şu târihî tablo da çok ibretlidir:

Uhud Harbi sonunda ashâb-ı kirâm:

“−Yâ Rasûlâllah! Şehidlerimiz pek çok. Bize ne yapmamızı emir buyurursunuz?” diye sordular.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Derin ve geniş kabirler kazınız, her kabre ikişer, üçer koyunuz!” buyurdu. Ashâb:

“−Önce hangilerini koyalım?” diye sorunca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−En çok Kur’ân bileni önce koyunuz!” buyurdu. (Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91)

  1. Kur’ân-ı Kerîm’i Anlayabilmek

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Andolsun ki Biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27)

Yine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde kullarına sorar:

“Andolsun Biz, Kur’ân’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?” (el-Kamer, 17)

“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpler üzerinde kilitleri mi var?” (Muhammed, 24)

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in gereği gibi idrâk edilip hâdiselerin Kur’ân mantığı ile tefekkür edilmesini emretmektedir. Bu bakımdan, saâdete de sefâlete de vesîle olabilen aklı, vahyin muhtevâsında istikâmetlendirmek şarttır.

Diğer bir âyet-i kerîmede de:

“Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-A‘râf, 204) buyrulmaktadır.

Yani ilâhî merhamete nâiliyet için Kur’ân’a edeple yaklaşmak, onu huşû ile dinlemek ve titizlikle yaşamak gerekmektedir.

Rivâyete göre Ebû Hamza -radıyallâhu anh-, Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anh-’a şöyle dedi:

“–Ben Kur’ân’ı çok hızlı okuyorum. Kur’ân’ı üç günde hatmediyorum.”

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- ise ona şu mânidar karşılığı verdi:

“–Bakara Sûresi’ni düşünerek, tertîl ile bir gecede okumam, bana senin okuduğun şekilde okumamdan daha hayırlı görünüyor.”[1]

Süleyman Dârânî -rahmetullâhi aleyh- de, Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki duygu derinliğini şu sözleriyle ifâde eder:

“Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice anlamadan başka bir âyete geçemem.”[2]

Iyâs bin Muâviye, Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürsüz okuyanlar için şu teşbihte bulunur:

“Kur’ân’ı okuyup da onun mânâlarını, inceliklerini bilmeyen ve düşünmeyen kimse, karanlık bir gecede hükümdardan kendisine bir mektup gelen, fakat mektupta ne yazdığını okuyup öğrenemediği için kendisini korku saran kimse gibidir. Kur’ân’ın mânâ ve inceliklerine intikâl eden kimse de, ışık getirip ortalığı aydınlatarak mektubun içindekileri okuyan kimse gibidir.” (Kurtubî, I, 26)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kur’ân’ı anlayarak okuyan ve ahkâmını tatbîk eden mü’minlere, Cenâb-ı Hakk’ın büyük lûtuflarda bulunacağını şöyle ifâde buyurur:

“Bir cemaat Allâh’ın evlerinden bir evde toplanır, Allâh’ın Kitâbı’nı okur ve aralarında müzâkere ederlerse, üzerlerine sekînet (yani huzur) iner, onları rahmet kaplar ve melekler etraflarını kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder.” (Müslim, Zikr, 38)

“Kim Kur’ân’ı okur, onu güzelce ezberler, helâlini helâl, haramını haram kabul eder ve bunlara uyarsa, Allah bu sâyede o kimseyi Cennet’ine koyar. Âilesinden hepsi Cehennem’i hak etmiş olan on kişiye şefaat etme hakkı verir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 13/2905; Ahmed, I, 148)

Kur’ân, Cenâb-ı Hak’tan bütün insanlığa gelen hidâyet mektubudur. Allah Teâlâ, bu mektupla kullarını Dârüsselâm’a, yani Cennet’e dâvet etmektedir. Bu dâvete icâbet için, Kur’ân’ı gönül gözü ile okuyabilmek, âyetlerini inceden inceye tefekkür edebilmek, muhtevâsıyla duygu derinliğine varabilmek, feyizli ve canlı bir Kur’ân hayatı yaşayıp kalb-i selîm sahibi olmak gerekir. Kur’ân’ın muhtevâsına vâkıf olmanın zarûretini Rabbimiz şöyle bildirmektedir:

(Rasûlüm!) Sana bu mübârek Kitâb’ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sâd, 29)

Âyet-i kerîmenin âçık beyânıyla, Kur’ân bizden kendisiyle müstesnâ ve mûtenâ bir alâka kurmamızı arzu eder. Bu alâkanın tesisi için, bedenî temizlik kadar kalbî temizlik de zarûrîdir. Âyet-i kerimede:

“Kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (el-Furkân, 73) buyrulmaktadır. Zira kalbî hastalıklar, insanın Kur’ân’la doğru ve güzel bir şekilde buluşmasına mânî olur. Kur’ân’ın rahmeti, şifâsı ve hidâyeti ile buluşamayanlar, onun feyiz ve bereketinden istifâde edemedikleri gibi, tam aksine murdarlığa dûçâr olurlar. Öyle ise Kur’ân’la buluşmak için kalbî hastalıklardan arınma gayreti içinde bulunmak ve kalbin temizliğine riâyet etmek lâzımdır.

Kur’ân-ı Kerîm’in, insanlar tarafından anlaşılmak ve tatbik edilmek üzere indirildiği hususunda şöyle buyrulmaktadır:

“Apaçık Kitâb’a andolsun, Biz anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur’ân kıldık” (ez-Zuhruf, 2-3)

Bu ve benzeri âyet-i kerîmeler muktezâsınca Kur’ân anlaşıldığı ve onunla yaşandığı zaman, tefekkür kolaylaşır, Kur’ân tefekküre rehberlik eder ve onu sevdirir. Kur’ân-ı Kerîm, bütün varlıkların mâverâsından ve yaratılış hikmetlerinden bahsettiği için, beşerî ilimlerin fevkinde olan ve onlara rehberlik yapan bir mâhiyet arz etmektedir. Bu vasfıyla beşeriyetin aklını donukluktan yani abûs ve alıklıktan kurtarıp daha yüksek hakîkatleri yani ilâhî sırları anlamaya teşvik etmektedir.

Gerçekten bin dört yüz sene evvel ümmî bir peygamberin muhâtab olduğu ve pek çok fennî hakîkatlere de temâs eden Kur’ân-ı Kerîm, her ilmî keşif ile te’yid olunagelmiştir. En seçkin ilim adamlarının ciddî araştırmalar neticesinde hazırladıkları ansiklopedilerin bile, devam eden fennî ilerleme karşısında zaman zaman hatâları ortaya çıkar ve günün ilmî seviyesine göre düzeltme ihtiyacı doğar. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm asırlardır hiçbir ilmî tekzibe uğramadığı gibi yapılan ilmî keşifler dâimâ Kur’ân’ı te’yid edegelmiştir. Yani beşerî ilim dâimâ Kur’ân’ın ardından gelmekte, Kur’ân’ın ulvî beyanları ise beşer ilmine öncülük etmektedir.[3]

Kur’ân tâliminde bu hususların da öğrenilip öğretilmesi, zamanımız insanının İslâm’ı daha doğru ve sağlam bir sûrette kavramasına vesîle olacaktır. Zira günümüzde birçok insanın idrâki, neredeyse hakîkati bilimle ispatlanabilir gerçeklere hasredecek derecede şartlanmış durumdadır.

  1. Kur’ân-ı Kerîm İstikâmetinde Yaşamak

Ashâb-ı kirâm, Kur’ân’ı okuyor, anlıyor, gönül âleminde hazmediyor ve hayatlarında tatbik ediyorlardı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“Bakara Sûresi’ni on iki senede tamamladım ve şükrâne olarak bir deve kurbân ettim.” buyurmuştur. (Kur­tu­bî, I, 40) Yani Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir bakıma bu sûrenin ancak on iki senede tatbikâtına muvaffak olabildiğini ifâde etmektedir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın bu hâli, ashâbın sayısız misâllerinden sadece biridir. Demek ki onlar, Kur’ân’ı sadece okumakla kalmıyor, anlayıp yaşamaya çalışıyorlardı. Onların Kur’ân tilâvetleri, -günümüzde olduğu gibi- muhtevâsına vâkıf olmadan sadece okuyup geçmek veya sırf mevtâya okumak için değildi.

Nitekim meşhur İslâm âlimlerinden İbn-i Abdilberr, Kur’ân hâfızını şöyle târif etmektedir:

“Kur’ân hâfızları Kur’ân’ın hükümlerini, helâl ve haramını bilen ve içindekilerle amel edenlerdir.” (Kurtubî, I, 26)

Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, Kur’ân-ı Kerîm hâfızlarının bu ilâhî kelâmdan nasıl müteessir olmaları lâzım geldiğini şöyle ifâde eder:

“Kur’ân’ı ezberlemiş olan kimse, insanlar uykuda iken gece kalkıp ibadet etmesiyle, halk yemek yerken oruç tutmasıyla, başkaları sevinip eğlenirken âkıbeti için kederlenmesiyle, insanlar gülerken kulluktaki acziyetinden dolayı ağlamasıyla, halk birbiriyle konuşurken sükûtuyla, insanlar kibirlenirken tevâzuuyla tanınmalıdır. Kur’ân’ı ezberlemiş birisinin ağlaması, üzgün durması, vakarlı ve bilgili olması, tefekkür ve sükût hâlinde bulunması îcâb eder. Kur’ân ehli; katı yürekli, gâfil, çığırtkan ve hemen öfkelenen biri olmaktan da sakınmalıdır.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 130)

Allâh’ın râzı olacağı bir kul olabilmek için Kur’ân’ın kalpte yer etmesi zarûrîdir. Zira Hazret-i Peygamber’in, Kur’ân istikâmetinde yaşama hassâsiyetinden gâfil kalanlar hakkındaki şikâyeti pek ürperticidir:

“Peygamber (kıyâmet günü) der ki: «Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk ettiler.»” (el-Furkân, 30)

Hadîs-i şerîfte ise kıyâmet günü Kur’ân’ın temessül ederek şu şekilde şikâyette bulunacağı bildirilmektedir:

“Her kim Kur’ân’ı öğrenir de (mushafı asar) onunla ilgilenmez, ona bakmaz (onunla istikâmetlenmez) ise, kıyâmet günü gelir, Kur’ân o kişinin yakasına yapışır ve:

«–Yâ Rabbi! Bu kulun beni hapsetti. Beni terk edip benden uzak durdu. Benimle amel etmedi. Benimle onun arasında Sen hüküm ver.» der.”[4]

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nebevî ahlâkına bürünerek numûne bir nesil olan ashâb-ı kirâmın Kur’ân’a düşkünlükleri de bizler için ibret olmalıdır. Onlar, Kur’ân ahlâkına bürünerek, Kur’ânî hakîkatlerin cennetinde yaşadılar. Kur’ân’ın ulvî sadâsını dünyanın dört bir yanına ulaştırmak için mallarını, canlarını cömertçe fedâ ettiler. Onların Kur’ân tilâvetleri sadece lâfızların telâffuzundan ibâret değildi. Onların okuyuşu, Kur’ân’ın hikmet ve esrârına vukûfiyet kesbederek, ondaki ilâhî nükteleri kavrayarak ve yaşayarak yapılan bir okuyuş idi. Zira Kur’ân’dan gerçek mânâda istifâde, ancak bu sûretle mümkündür.

Ashâbın Kur’ân’ı nasıl okuyup anladıklarını ve onu yaşayıp tebliğ edebilmek için îcâbında mallarını ve canlarını fedâ ettiklerini gösteren şu ibretli hâdise oldukça câlib-i dikkattir:

Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Birtakım kimseler Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:

“–Bize Kur’ân’ı ve Sünnet’i öğretecek insanlar gönderseniz!” dediler.

Rasûl-i Ekrem, içlerinde dayımın da bulunduğu, Ensâr’dan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’ân okuyor, geceleri onu aralarında müzâkere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip mescide koyuyor, odun toplayıp satıyorlar, bedeliyle de Suffe Ehli’ne ve fakirlere yiyecek alıyorlardı. İşte Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara bu kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve onları şehîd ettiler. Onlar:

“−Allâh’ım! Bizim Sana kavuştuğumuzu, Sen’den râzı olduğumuzu ve Sen’in de bizden râzı olduğunu Peygamber Efendimiz’e ulaştır!” dediler.

Bir adam dayıma arkasından yaklaşıp mızrağını sapladı, hatta vücûdunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine dayım:

“−Kâbe’nin Rabbi’ne yemin ederim ki kazandım!” dedi.

Bu hâdise üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

«−Şüphesiz ki din kardeşleriniz şehîd edildiler. Onlar hem de şöyle dediler: Allâh’ım! Bizim Sana kavuştuğumuzu, Sen’den râzı olduğumuzu ve Sen’in de bizden râzı olduğunu Peygamber Efendimiz’e ulaştır!» (Buhârî, Cihâd, 9; Müslim, İmâre, 147)

Kur’ân hizmetine koşan bu Kur’ân âşıkları, Rabbimiz’in rızâsına ve hatıra gelmeyecek ilâhî lûtuflara nâil olmuşlardır. Bu ilâhî lûtuf manzaralarından biri de şöyledir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün Kur’ân âşıklarından Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-’a hitâben:

“–Allah Teâlâ, «Lem yekünillezîne keferû» Sûresi’ni sana okumamı emir buyurdu.” dedi.

Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-:

“–Allah Teâlâ benim ismimi zikretti mi?” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Evet!” buyurdu.

 Übey bin Kâ‘b, bu ikrâm-ı ilâhî karşısında çok duygulandı ve içli içli ağladı. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 16, Tefsîr, 98/1, 3; Müslim, Müsâfirîn, 246)

Yüce Rabbimiz bu emriyle, Übey -radıyallâhu anh-’ın Kur’ân okumaya olan iştiyak ve arzusunu mükâfatlandırdığı gibi, ashâb-ı kirâmı da ondan Kur’ân öğrenmeye teşvik etmiştir.

İşte İslâm’ın ilk dönemlerinde müslümanlar Kur’ân-ı Kerîm’i böylesine bir hürmet, muhabbet ve hassâsiyetle okuyup mânevî ve rûhânî seviyelerini zirveleştirdiler. Onların hâlleriyle hâllenen ârifler, sâlihler, zâhidler, âşıklar ve sâdıklar canlı bir Kur’ân oldular. Fakat ne hazindir ki günümüzde Kur’ân’ı kendi sığ idrâklerine ve menfaatlerine göre şekillendirmeye çalışan kişiler bulunmaktadır. Onların hâli, âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilmektedir:

“Allâh’ın âyetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsânî istekleri) satın aldılar da (insanları) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür!” (et-Tevbe, 9)

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm onların anlamaktan âciz kalacakları kadar yüce ve mübârek bir kitaptır. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ın fazîletini bildirerek şöyle buyurmaktadır:

“İşte bu (Kur’ân) da mübârek bir kitaptır. Onu Biz indirdik. Ona uyun ve (Allah)’tan korkun da size rahmet edilsin.” (el-En‘âm, 155)

Hadîs-i şerîfte:

“Eğer Kur’ân, bir deri içine konup da ateşe atılsa yanmaz.” buyrulmaktadır. (Ahmed, IV, 151, 155) Bu hadîsin bir mânâsı da “Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyip ahkâmına riâyet eden kimse Cehennem’de yanmaz.” demektir.

Nitekim şu hadîs-i şerîf de bu hakîkatin bir başka ifâdesidir:

“Kur’ân oku­yu­nuz... Çün­kü Allah, için­de Kur’ân bu­lu­nan bir kal­be azâb et­mez...” (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)

Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu müjdelere mukâbil:

“İçinde Kur’ân’dan bir şey bulunmayan kimse, harap bir ev gibidir.”[5] buyurarak, biz ümmetini îkâz etmişlerdir. Gönüllerimizin, içinde hiçbir hayat emâresi görülmeyen kurak bir çöl hâline gelmemesi için, bizlere en büyük ilâhî emânet olan Kur’ân’ı okumak, anlamak ve yaşamak sûretiyle dâimâ baş tâcı etmemiz gerekmektedir. Ona karşı vazifelerimizde ihmâlkârlık göstermek ve ona lâkayd kalmak, ebedî hüsrânın en dehşetli sebeplerinden biridir. Bu itibarla, merhum Âkif’in şu beytindeki îkâzı hatırımızdan çıkarmamamız gerekir:

İnmemiştir hele Kur’ân bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!..

Hak ve hakîkat adına her fetret devrinden kurtuluşun en mühim reçetesi, Kur’ân-ı Kerîm hizmetindeki gayretten ibârettir. Asıl bereket bundadır. Zamanımız, böyle azim ve gayretlerin hayâtî bir ehemmiyet arz ettiği bir devirdir. Bu zamanda bütün ümmetin yeniden silkiniş ve öz benliğine dönüşünü temin edecek olan asıl hizmet, Kur’ân-ı Kerîm’e müteveccih alâkaya revaç verebilmektir.

Yabancı bir lisan öğrenmek için binbir emek verilip kolejler arasında kıyaslar yapılırken, dînî müesseseleri göz ardı ederek -hattâ küçümseyerek- yavrularımızı o ilâhî kelâmdan ve onun rûhâniyetinden mahrum etmemiz ne hazindir. Hâlbuki en güzel muvaffakıyet, öldükten sonra mânevî hayatımız için akar temin edecek, arkamızdan duâcı olacak, hayırlı bir nesil bırakmaktır.

İnsanların ekseriyetle maddeye râm oldukları zamanımızda Kur’ân kurslarının kendilerini yenilemeleri, yalnız tilâvet öğretmeye münhasır kalmamaları da zarûrîdir. Kur’ân’ın muazzez muhtevâsından, bilhassa peygamberlere âit kıssalardan ve bu kıssalardaki ilâhî mesajlardan bahsetmek sûretiyle îman heyecanının takviye edilmesi elzemdir. Ayrıca Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in siyeri üzerinde de yoğunlaşılmalıdır. Çünkü O, örnek yaşayışıyla Kur’ân’ın canlı bir tefsîri mâhiyetindedir. Siyer-i Nebî’ye lâyıkıyla vâkıf olmak ve onu hakkıyla tâlim edebilmek için de, yaşayış ve ahlâk itibâriyle Allah Rasûlü’nün izinden yürüyüp O’na benzemeye çalışmak gerektiği âşikârdır.

Günümüzde birçok sporcu ve artistlerin hayat hikâyeleri dahî ezberlenip örnek alınırken, hakîkat ve saâdet yolunun rehberleri olan peygamberlerin yalnız isimlerini bilmek, onlar hakkındaki Kur’ânî mesajlardan ibret almamak ne hazin bir kayıptır.

Kur’ân muallimlerinin -bilhassa günümüzde- talebelerine daha çok ihtimam göstermeleri zarûrîdir. Talebelerine tesir için “muhabbet” iksîrini kullanarak kendilerini sevdirmeleri gerekir. Zira bilgisiz ve muhabbetsiz bir eğitim, ancak yorgunluk ve usanç getirir.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, bütün ilimlerin hikmet tarafını icmâlen muhtevî olduğu için, Kur’ân muallimlerinin günümüzdeki ilmî ve fennî hakîkatlerden haberdâr olmaları da şarttır. Merhum Âkif’e âit şu mısralar, Kur’ân karşısındaki bu mes’ûliyetimizi ne güzel hulâsa etmektedir:

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı!..

Dipnotlar:

[1] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Dâru’l-Fikr, ts., II, 396. [2] Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Beyrut 1990, I, 374. [3] Bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Rahmet Esintileri, sf. 293-358. [4] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, Beyrut ts., XIX, 14. [5] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18/2913.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, 12 Saadet Damlaları, Erkam Yayınları