Kurban, Fedakârlık Tâlimidir
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, kurbanın ehemmiyetini anlatıyor...
KURBAN, FEDAKÂRLIK TÂLİMİDİR
Muhterem kardeşlerimiz!
Elhamdülillâh, Cenâb-ı Hak bizi meccânen en büyük Peygamber’in ümmeti, en büyük Kitab’ın muhâtabı (kıldı)… Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu, büyük ikramı…
Dünyaya âhiret için geldik. Bize iki tane, Cenâb-ı Hak mânevî mevsim veriyor. Bu iki mânevî mevsimin arkasından da bir şehâdetnâme veriyor. Bu şehâdetnâme, bayramlar.
Birincisi Ramazân-ı Şerîf bayramı. Efendimiz iki ay evvelden îkaz ediyor:
اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ وَ بَلِّغْنَا رَمَضَانَ
(“Allâhʼım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle ve bizi Ramazanʼa ulaştır!” [Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259])
Ramazân-ı Şerîf; ibadetler, muâmelât, ahlâk zirveleşecek, son günlerinde bin aydan hayırlı bir gece nasip olacak, bir takvâ mevsimi olacak, takvâ mevsiminin sonunda bir Ramazan bayramı şehâdetnâmesi gelecek. Tabi bu herkesin seviyesine göre olmuş oluyor bu şehâdetnâme…
İkinci bayram ise idrâk ettiğimiz “Kurban bayramı”. Ona da Cenâb-ı Hak daha evvelden bir îkaz oluyor:
وَالْفَجْرِ (“Fecre andolsun!” [el-Fecr, 1])
وَلَيَالٍ عَشْرٍ
“On geceye andolsun.” (el-Fecr, 2) buyruluyor. Yani bu kurban bayramına girmeden evvel “on geceye andolsun” buyruluyor. Cenâb-ı Hak yine bir îkaz hâlinde burada.
Kurban bayramı ilâhî emirlere itaat yolunda gösterilen fedakârlıklarla Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma mevsimi. Bir fedakârlık şehâdetnâmesi. Cenâb-ı Hak’la dost olabilme bayramı.
Bu bayramda Cenâb-ı Hak bize İbrahim -aleyhisselâm-’ı misal olarak veriyor. Dostluk, fedakârlık ister. Bu bayram bize İbrahim -aleyhisselâm-’ı hatırlatıyor.
İbrahim -aleyhisselâm- putperest kavmine karşı hiç yılmadan tevhidi büyük bir fedakârlıkla tebliğ etti. Maldan fedakârlık, candan fedakârlık, evlâttan fedakârlık neticesinde Cenâb-ı Hak’la dost oldu, “Halîlullah” oldu.
Candan imtihan oldu, fedâ-yı cân ederek tevekkül ve rızâ hâlinde ateşe atıldı. Teslîmiyet ve sadâkat, ateşi söndürdü. Fizikî âlemde su söndürür; demek ki burada bir muhabbet ve sadâkat, Nemrut’un bir dağ gibi yaptığı ateşi bir anda gülzâra çevirdi. Yani can verdi, gerçek canı buldu. Tevekkül ve teslîmiyetle ateşi söndürdü.
Diğeri; mal imtihanından geçti. Cömertlik, verebilmek, bir lezzet hâline geldi. Her verdikçe bir huzur buldu. “Halil İbrahim bereketi” oldu. O nesilden nesle bir ikram karşısında dâimâ halk arasında; “Allah sana Halil İbrahim bereketi versin.” derler.
Mal kime âit? Kalp bunun idrâki içinde oldu.
En zor, evlât imtihanıydı. İbrahim -aleyhisselâm-’ın devam eden bir parçasıydı. Bu üçüncü taht kalbindeki, dünyaya ait, Cenâb-ı Hak teslîmiyet ve muhabbet imtihanında bir kurban indirdi.
Kurban, fedakârlığın bir sembolüdür. Kurban denince İbrahim -aleyhisselâm-’ın o fedakârlığı hatıra gelir. İsmail -aleyhisselâm-’ın o teslîmiyeti hatıra gelir.
Böylece fânî taht, üç tane taht yıkıldı; kalp, ilâhî nazarların, ilâhî tecellîlerin mazharı oldu. Ve “Halil” oldu, “dost” oldu. Malıyla dost oldu, canıyla dost oldu ve evlâdıyla dost oldu ve “Halîlullah” oldu.
Okunan âyet-i kerîmeler… İlk Tevbe Sûresi’nden okundu. Cenâb-ı Hak dostluk için bizden ne istiyor, bir test:
“Canlarıyla, mallarıyla Cennet’i satın aldılar.” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 111)
Bir pazardayız. Âhiret için dünyaya geldik. Dünya bir imtihan salonu.
“Canlarıyla, mallarıyla Cennet’i satın aldılar.” On yerde benzer âyet-i kerîmeler geçiyor. İki yerde de “imtihan olunmaktasınız” geçiyor.
Velhâsıl 12 yerde Cenâb-ı Hak bir îkaz hâlinde. Malı nasıl kullanacağız, canı nasıl kullanacağız, evlâtlarımızı nasıl yetiştireceğiz?
Yûnus Sûresi’nde de Cenâb-ı Hak’la olan dostluğun neticesini, Cenâb-ı Hak ikramını bildiriyor. Zor günler geçecek başımızdan. En zor, Kıyâmet günü…
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Onlar mahzun olmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak dünyadayken Rabbine dost olanlara Cenâb-ı Hak dünyada da âhirette de o dostluğun mukâbilini vereceğini bildiriyor.
Sâffât Sûresi’nde de bu İbrahim -aleyhisselâm- ile İsmail -aleyhisselâm-’ın durumunu bildiriyor okunan âyet-i kerîmede:
“Her ikisi de teslim olup (Cenâb-ı Hakk’a teslim olup) alnı üzere yatırılınca (İsmâil -aleyhisselâm-); «Ey İbrahim! Rüyanı gerçekleştirdin. (Çünkü akitte bulunmuştu. Üç gün rüya gördü.) Biz sâlihleri böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok çok açık ve zor bir imtihandır.»” (es-Sâffât, 103-106) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Yani evlâdını… Sâlih bir baba, salih bir evlâdını kurban edecek.
“Biz, oğluna bedel olarak bir kurban verdik.” buyuruyor. (es-Sâffât, 107)
“Geride kalanlar arasında da (İbrahim’e) iyi bir nam verdik.” (es-Sâffât, 108)
O nâm, devam ediyor. Tahiyyat’tan sonra İbrahim -aleyhisselâm-’a da salevât-ı şerîfe gönderiyoruz. Ve; “İbrahim’e selâm!” (es-Sâffât, 109) diyor Cenâb-ı Hak. Yani kâinâtın Hâlık’ı, kuluna “selâm” diyor, o dostluğu takdir ediyor.
“Biz sâlihleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o Biz’im mü’min kullarımızdandır.” (es-Sâffât, 110-111) buyuruyor. Bu çok mühim; “Biz’im mü’min kullarımızdandır.” (es-Sâffât, 111) Demek ki mü’min olmanın şartı, Cenâb-ı Hak’la dost olabilmek…
Cennet’ten bir koç geliyor. Cebrâil; “Allâhu ekber, Allâhu ekber!” diyor, bu dehşet karşısında. İbrahim -aleyhisselâm- da; “Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” diyor. İsmail -aleyhisselâm- da; “Allâhu ekber ve lillâhi’l-hamd!” diyor.
İşte bu Arefe gününden başlayarak dördüncü gün ikindi vaktine kadar devam edecek “Teşrik Tekbirleri” bu şekilde meydana gelmiş oluyor. Hep ümmet-i Muhammed bu fedakârlığı hatırlıyor. Cenâb-ı Hakk’ın nasıl bir dostluğa karşı mükâfatını…
Dâimâ bu, kendimizi bir sorguya çekeceğiz: Allah Rasûlü’ne olan muhabbetimiz ne kadar? Dîni yaşayabilme ve yaşattırabilmeye karşı fedakârlığımız ne kadar? Malımızdan ne kadar fedakârlık hâlindeyiz? Canımızı, enerjimizi, zamanımızı, imkânlarımızı Allah yolunda, O’nun dînine hizmette ne kadar sarf ediyoruz? Muhabbetimiz ne kadar?..” Bizim için büyük bir ayna olmuş oluyor.
Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki -bayramın hakîkatine girmemizi arzu ediyor- onun için buyuruyor ki:
“Kurbanın hakîkatine er diyor, onu kasaplık günleri, et bayramı zannetme!” diyor.
Demek ki kurban nedir o zaman? Malı-canı, evlâdı, Allah ne verdiyse hepsini, bütün nîmetleri O’nun dostluğuna vâsıta kılabilmek. Kurban kesmekten maksat da Allâh’a teslîmiyet, fedakârlık, bu temsili hatırlayarak bu kurbanı kesebilmek. Ve Cenâb-ı Hakk’a bir şükran hâlinde bulunabilmek. Nasıl Cebrail, İbrahim -aleyhisselâm-, İsmail -aleyhisselâm- tekbir getirdi, biz de bu İbrahim -aleyhisselâm-’ın, onun dostluğu neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın mukâbelesini hatırlayabilmek…
Demek ki Hazret-i İbrahim’e inen koç, Allah’ın bize yağdırdığı nîmetler ve ikramları tefekkür ettirmelidir. Cenâb-ı Hak Câsiye Sûresi’nin 13. âyetinde:
“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık...” buyuruyor. Her şey âmâde. Atmosfer âmâde, Güneş âmâde, Ay âmâde, toprak âmâde. Her şey insana âmâde. “…Düşünen bir toplum için.” buyruluyor.
Etiyle, sütüyle, derisiyle bize hizmet eden bütün mahlûkat, yeryüzünde tasarrufumuza verilmiş. Bitkiler, ağaçlar, sular, nehirler, dağlar vs… Bütün bunlar bizim hizmetimize sunulmuş durumda.
Bir bardak su ikram edene bir teşekkür mecburiyetindeyiz vicdanen. Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar ikramına karşı biz ne kadar bir teşekkür hâlindeyiz? İşte kurban, bu fedakârlığı bize hatırlatmakta.
İşte biz de bu iki bayramın hulâsası; Ramazan bayramı ve Kurban bayramının fedakârlık ve takvâ hâli içinde hayatımızı sürdürebilirsek, bizim için daha büyük bir bayram gelecek. Bu da son nefes bayramı. O da bir sefere mahsus, tekrarı da yok. Takvâ ve zühd ve fedakârlık neticesinde gelen bir bayram oluyor son nefes bayramı.
Cenâb-ı Hak:
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“Ey îmân edenler, Allâh’ın büyüklüğüne (sonsuzluğuna, Allâhu ekber diyoruz, hudut yok! O’na) yaraşır şekilde takvâ sahibi olun, ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Elhamdülillâh, müslüman olarak dünyaya geldik. “Hâdî” sıfatının tecellîsi olarak dünyaya geldik. Müslüman bir beldedeyiz -elhamdülillâh-. Fakat Cenâb-ı Hak bir son nefes, yani bütün şu hayatın gayesi, son nefesi kurtarabilmek. Ne kadar, hepimiz bir takvimle geliyoruz. İnsan takvimle meydana geliyor, hayvanat takvimle geliyor, nebâtat takvimle geliyor. Hiç kimse de takvimde ne kadar yaprak var, onu bilmiyor. Her an bir hazırlık içinde olunacak ve son nefes bayramına erişilecek. Ve bu, fırtınalar, girdaplarla, med-cezirlerle dolu bu hayatta insanın sâhil-i selâmete çıkabilmesi ve bir son nefes bahtiyarlığına erişebilmesi...
Ubeydullah Ahrar Hazretleri anlatıyor:
Bir aziz zât diyor, vefât ettikten sonra Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında gördü, ona:
“–Ebedî kurtuluşumuz için ne tavsiye edersiniz?” diye sordu. O da:
“–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa, onunla meşgul olun.” Yani son nefeste nasıl ki tamamen kendi hâlimizi, kurtulduk mu kurtulmadık mı; îmanlı mı gidiyoruz, îmansız mı gidiyoruz, nasıl bunun endişesi içindeysek, hayat boyu da bu endişe içinde olabilmek…
İşte bu iki mevsim, Ramazân-ı Şerîf bayramı, Kurban bayramı; demek ki bu mevsimin yaşanan hâlini devam ettirebilmemiz hayatımızda…
Ondan sonra da bayramlar gelecek. Bir şefaat bayramı olacak. Daha arka arkaya bayramlar gelecek.
Cenâb-ı Hak yine bu kurban bayramı hakkında, Hac Sûresi’nde:
“Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır. Fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hac, 37)
Yine Mevlânâ Hazretleri de buyuruyor ki:
“Keçinin gölgesini kurban etmeye kalkma!” diyor. Yani kurban edilen hayvanın eti, kemiği, onlar gölge varlıktır diyor. Aslolan, onun ifade ettiği mânâdır. Gönlün bu mânânın farkında olmalıdır. Cenâb-ı Hak niye bu kurbanı indirdi? Cenâb-ı Hak hep hatırlatıyor her sene…
Hac da Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın hâtırası. Yine onun tevekkül, teslimiyet…
Mevlânâ Hazretleri yine buyuruyor ki:
“Hacca gidenler orada evin/beytin sahibini arasınlar buyuruyor. Kâbe’nin sahibini arasınlar diyor. Eğer diyor, Kâbe’nin sahibini bulabilirlerse, her yerde Kâbe’yi bulabilirler.” buyuruyor.
Yani Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])
Kalbin Cenâb-ı Hak’la huzur bulabilmesi.