Kurban Fedakarlıktır
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, "Kurban Fedâkârlıktır" sohbeti ile kurbanın hem ibadet hemde sosyal bir faaliyet olması yönünden ne kadar önemli bir ibadet olduğunu, kurban bilincinin önemini ve kurban ibadetine nasıl bakmamız gerektiğini anlatıyor...
Cenâb-ı Hak, -elhamdülillâh- bizi meccânen, insan olarak yarattı. Biz insan olmayı kendimiz tercih etmedik, haberimiz yoktu insan olmaktan. Demek ki en büyük lûtuflardan biri. Fakat onunla beraber, mü’min olarak yaratılmak. Yani o sıfatla ama, mü’min olmanın hakkını vereceğiz bu dünyada.
Nasıl vereceğiz?
Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e “rahmeten li’l-âlemîn” en büyük rehbere Cenâb-ı Hak bizi meccânen ümmet kıldı. Biz bir gayret, bir sa’y, bir mesaiden sonra Efendimiz’e ümmet olmadık. Bu da bir lûtuf. Üst üste lûtuflar.
Fakat son nefes ayrı. Son nefes, büyük bir imtihanın neticesinde vereceğimiz bir -eğer müsbet inşâallah veririz- hakîkî bayram olur.
Dünyamızda iki bayram var. Bayramlar, gelişigüzel verilen günler değildir. Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak… Yaklaşabildiğimiz zaman, yaklaşabildiğimiz kadar verilen bir icâzettir bayramlar.
Meselâ bir Ramazan bayramı geçirdik. Bir takvâ neticesinde Cenâb-ı Hak o icâzeti veriyor, bir bayram icâzetini veriyor. Namazla, oruçla, hayır-hasenatla, Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olmak, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmakla… Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz bir cömertliği var; bir geceye, bin ayın ecrini bir gecede ihsân ediyor. Ondan sonra bir icâzet veriyor. Bu icâzet, tabi herkesin icâzeti ayrı ayrı.
Demek ki bayram bir şükran günü, bir teşekkür günü, bir nîmet günü. Bir de bize bir, hayatımız böyle bir Ramazan hâlinde geçecek, son nefes bir bayram hâline gelecek.
Önümüzdeki ay, hattâ 20-25 gün kaldı, ismi Kurban bayramı. Kurban deyince, koyun kesmek, inek kesmek hatıra geliyor. Değil; kurban bir fedakârlıktır.
Cenâb-ı Hak niye kurbanı indirdi? Olabilirdi ki Cenâb-ı Hak İsmail -aleyhisselâm-’ı, Hz. İbrahim’e emrettiği gibi âileden birinin kurban verilmesini isteyebilirdi. Fakat Cenâb-ı Hak ne kadar bir cömert ki, bir lûtuf ki, insanı ne kadar çok seviyor, insan kendisine yaklaşacak, güzel bir kul olacak. Tam İbrahim -aleyhisselâm- İsmail -aleyhisselâm-’ın bıçağı boynuna koyduğu zaman, ikisi vedalaştı, ondan sonra Cenâb-ı Hak koçu indirdi.
Evlâdıyla (imtihanı kazanınca) güzel bir mü’min oldu. Cenâb-ı Hakk’a bir dost oldu.
Demek burada evlâtlarımız çok mühim. Kıymetli beyler, kıymetli hanımlar, evlâdımızı nerede yetiştiriyoruz?..
Cenâb-ı Hak “İbrahim’e (bir nam) verdik…” (es-Sâffât, 108) buyuruyor.
“Selâm İbrahim’e.” (es-Sâffât, 109) buyuruyor, Sâffât Sûresi’nde.
Tahiyyat’tan sonra da İbrahim -aleyhisselâm-’a salât getiriyoruz. Bu teslîmiyette İsmail -aleyhisselâm- Kâbe’yi yaptı babasıyla beraber. Peygamber oldu. Kâinâtın fahr-i ebedîsi Rasûlullah Efendimiz onun sulbünden geldi.
Demek ki hep bunlar, fedakârlığın getirdiği neticeler. Demek ki bizim, İbrahim -aleyhisselâm- kendisini ateşe atmaya gönülden râzı olması, tevhîdi korumak için. Cenâb-ı Hak “…Serin ve selâmet ol…” (el-Enbiyâ, 69) buyurdu. Hep fedakârlık…
Baktığımız zaman hayatta da dâimâ -misalleri uzatmak istemiyorum- her fedakârlığın karşısında Cenâb-ı Hakk’ın büyük yardımı geliyor. Bunu en müşahhas, ashâb-ı kirâmda görüyoruz. Nasıl o zaman büyük bir coğrafyaya, yani ashâb-ı kirâm nasıl büyük bir coğrafyaya hâkim oldu? Tâ bir ucu Çin’e, bir ucu Semerkand’a, bir ucu Afrika’ya, her tarafa müslümanlar, bu fedakârlık neticesinde Cenâb-ı Hak lûtfetti, yardım etti…
Demek ki bu bayram da bize, Kurban bayramı, bir fedakârlığı hatırlatmalı.
“Ben, Allah için ne kadar fedakârlık hâlindeyim?..”
Mevlânâ buyuruyor ki:
“Sakın sen kurbanı koyun kesmek, kebap yemek, et yemek, kendine ziyafet çekmek olarak anlama!” diyor. Kurban bir fedakârlıktır, fedakârlığın bir sembolüdür kurban.
“Sakın diyor, keçinin gölgesini kurban etme!” diyor.
Yani bir, tefekkürün derinleşsin diyor, idrâkin açılsın diyor. Kiminle dost olacaksın; onun farkında ol diyor. Boş şeylerle, çakıl taşlarıyla dost olma diyor, tâbir câizse. Şu kâinâtın Hâlık’ıyla dost ol diyor. Cenâb-ı Hak da:
“Etler ve kanlar Allâh’a gitmez, sizin takvânız gider…” (el-Hac, 37) buyuruyor.
Demek ki bize kurban bayramında bizim bu şuura gelmemiz. Demek ki hayatımız bir Ramazan bayramı idrâki içinde, bir kurban bayramı idrâki içinde olacak, son nefes:
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
Bir bayram sabahı olacak. “…Ancak müslümanlar olarak ölün.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor. “Ölürsünüz” buyurmuyor. Kimsenin bir garantisi yok. Herkes bir meçhulde, peygamberlerin dışında herkes bir meçhulde. Bu dehşete hazırlanmak. Son nefese hazırlanmak. Kabre hazırlanmak. Kabre kabirde hazırlanamazsın; bitti!.. Fasıl dünyada… Kıyamette de hazırlanamazsın. Ondan sonra yine bir Sırat’tan geçilecek, Cehennem üzerinden geçilecek. En korkulu an, orada.
Âişe Vâlidemiz soruyor:
“–Yâ Rasûlâllah! Bizi hatırlayabilir misiniz diyor, âhirette?”
“–Yâ Âişe! Üç yerde hatırlayamam diyor. (Onlardan biri de) bu Sırât’ın önünde.” diyor. (Bkz. Hâkim, IV, 622/8722)
“Kitaplar verildiği zaman” buyruluyor. Soldan mı verilecek, sağdan mı verilecek? Orada esas hayatı yeni baştan gösterilecek.
اِقْرَاْ كِتَابَكَ buyruluyor.
“Kitabını oku! Bugün nefsin (hesap sorucu olarak) kâfidir.” (el-İsrâ, 14) buyruluyor.
Gözler konuşacak. Allah sana bu gözü niye verdi; sen nerede kullandın?
Kulağı niye verdi, nerede kullandın?
Vücudu verdi, vücudu nerede kullandın?
Hepsi bunların, dil olacak. Burada yalnız, ağzımızda dil; orada uzuvlar da dil hâline gelip konuşacak.
Mekânlar konuşacak. Velhâsıl işte bu, ancak bir Ramazan yaşanırsa, bir Kurban yaşanırsa, Cenâb-ı Hak -inşâallah- bir son nefes, son nefesten sonra büyük bir selâmet -inşâallah-.
Herkesin bir üzüntü içinde olacağını bildiriyor Rasûlullah Efendimiz. Münâfikûn Sûresi’nde:
“Ölüm ânı gelir de «Yâ Rabbi, biraz, azıcık bir zaman uzatsan da, sadaka versem, (sadaka sırf para değil, her şey sadaka Allah için yaptığın) ve sâlihlerden olsam demeden evvel infak edin.” (el-Münâfikûn, 10) buyruluyor.
Efendimiz buyuruyor:
“Sâlihler de diyor bir üzüntü içinde olacak. Keşke daha öteye gitseydik…” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59)
Fasıl bitti çünkü. Artık bir ileri-geri yok.
Velhâsıl Rabbimiz -inşâallah- cümlemize -inşâallah- şu yaşadığımız dünyanın kıymetini bildirir.
İlyas -aleyhisselâm-’a ölüm meleği gelir, Azrâil gelir. Ürperir.
“–İlyas der, sen peygambersin, niye ürperdin der. Ölümden mi korktun yoksa?” der.
“–Yok der, dünya hayatı benim için çok büyük bir lezzetti der, ibadet ediyordum der, yaşıyordum der, yaşatmaya çalışıyordum, tebliğ ediyordum der. Şimdi mezarda ise rehin kalacağım kıyâmete kadar. Bu lezzetten mahrum olacağım…”
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bu evliyâullâh’ın, peygamberlerin, şu dünyada taşıdığı lezzetleri Cenâb-ı Hak nasîb eylesin. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o kadar, “en çok çilelerden geçen, çile çemberinden geçen peygamber benim” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472) Fakat dünyanın gelmiş-geçmiş bütün peygamberlerin en mesut insanı Efendimiz’di. Niçin? (Çünkü) kalp Cenâb-ı Hak’la beraber.
Allâh’ın verdiği nîmetleri doğru kullanmak.
Cenâb-ı Hak:
اَفَلَا تَعْقِلُونَ buyuruyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…)
Aklı doğru kullanmak. Aklı vahyin içinde kullanmak. Eğer aklı vahyin içinden çıkartırsan, akıl insanı yoldan çıkartır, akıl insanı rezil eder.
Onun için Efendimiz de bir kişiden bahsedildiği zaman; “كَيْفَ عَقْلُهُ (Aklî durumu nasıl?)” buyuruyor. Aklı vahyin içinde kullanmak, taakkul.
İkincisi, aklı düzgün kullanırsan tefekkür gelişir. Kur’ân’ı da tefekkür içinde kullanabilmek. Cenâb-ı Hak hep şu mekteb-i âlemden misaller veriyor. اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” [el-En‘âm, 50]) buyuruyor.
Bu tefekkürün neticesinde kalp Rahmânî vitrinler seyredecek, şeytânî vitrinlerden kendini koruyacak. O zaman “tezekkür” başlayacak, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Şu gülü gördüğü zaman unutmayacak; “Aman yâ Rabbi!” diyecek…
Şimdi biz, bunu (çiçeği) getirene teşekkür ediyoruz. Cenâb-ı Hak bunu halketmeseydi önümüze gelir miydi? Şu toprak terkibinden bu renk, bu dekor, bu âhenk nasıl çıkıyor? Bu koku nereden geliyor? Kim lûtfediyor? Fâil-i Mutlak kim? İşte kalp öyle bir hâle gelecek ki, ilâhî azameti, ilâhî kudret akışlarını, ilâhî nakışları bir tefekkür hâlinde olacak. Kalp dirilecek, uyanacak kalp. İşte o zaman ne olacak?
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])
En büyük lezzet, kalpte başlayacak. Dünyadaki bütün lezzetler bir hiç hâline gelecek, bir çakıl taşı hâline gelecek. Hiç kimse bir çakıl taşını alıp kasaya kilitlemez. Kıymetli şeyi kasaya koyar. Kalp de bir kasadır. İşte Süleyman -aleyhisselâm- kalbinin kasasına hiçbir zaman dünyevî bir şey yerleştirmedi. Kalp Cenâb-ı Hak’la beraber oldu. Cenâb-ı Hak “نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor. O büyük varlık içinde nasıl bir kul oldu, “ne güzel bir kuldu” buyuruyor Süleyman -aleyhisselâm-’a. (Bkz. Sâd, 30)
Eyyûb -aleyhisselâm- yokluk içinde kalbini kullandı, üf-of vs. olmadı. Dâimâ bir; “Râzıyım yâ Rabbi!” hâli oldu. Ona da Cenâb-ı Hak “نِعْمَ الْعَبْدُ” Eyyûb “ne güzel bir kuldur” buyurdu. (Bkz. Sâd, 44)
Velhâsıl demek ki iki hâdise de çok zor. Ağniyâ-i şâkirîn, malı hazmedebilmek, kullanabilmeyi bilebilmek istikâmetle. İkincisi; yokluğu hazmedebilmek. Demek ki ağniyâ-i şâkirîn, fukarâ-i sâbirîn nedrette, ortası da kalabalık bir cadde…
Kaynak: www.osmannuritopbas.com
YORUMLAR