Kurtulanlar; Namazda Huşûyu Bulanlardır
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi bu haftaki sohbetlerinde, namazın maddi ve manevi boyutlarından bahsediyor.
“Müʼminler felâh buldu.” (el-Müʼminûn, 1) ilk emir.
اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
“Onlar ki namazlarında huşû içindelerdir.” (el-Müʼminûn, 2)
Namazın iki tarafı var. Bir geometrik tarafı var, bir fıkhî ciheti var; farzları, vâcipleri, sünnetleri, düzgün bir kıraat vs… Fakat bunun yanında bir de namazın bir mânevî tarafı var. Bu mânevî tarafına “huşû” deniyor. Kalbî tarafına “huşû” deniyor.
Demek ki namazları, Cenâb-ı Hak, kalp ve beden âhengi içinde kılma, bir tefekkür içinde kılma(mızı istiyor).
“اَللهُ اَكْبَرُ” diyerek Cenâb-ı Hakkʼı sonsuz bir azametini Cenâb-ı Hakkʼın, ifâde ediyoruz.
Bir tesbihle başlıyoruz; “سُبْحَانَكَ” ile başlıyoruz.
“اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ” Şeytandan korunmakla başlıyoruz. Cenâb-ı Hakkʼın rahmetine sığınmakla başlıyoruz.
Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın huzurunda olduğumuz bir durum namaz. Fakat Cenâb-ı Hak geometrik bir namaz istemiyor. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştıracak bir namaz istiyor bizden.
Cenâb-ı Hak insanoğlunun bedenini en kolay secde edecek şekilde yarattı. Bütün mahlûkâta bakalım; kuşlara, hayvanlara vs. nebâtâta, hepsi ayrı, bizim idrâkimiz dışında, Cenâb-ı Hakkʼa -kendileri farkında değil- bir kulluk hâlinde. Fakat Cenâb-ı Hak insanın bir idrak içinde olması, bir şuur içinde olması(nı istiyor)…
Cenâb-ı Hak onun için insan anatomisini, insanın iskelet yapısını en güzel, Allâhʼa secde edecek şekilde yarattı ki Cenâb-ı Hak;
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. Yani vücudun istikâmeti, kıblesi Kâbe olacak, kalbin kıblesi Cenâb-ı Hak olacak. Cenâb-ı Hak bizden öyle bir namaz arzu ediyor.
“Müʼminin mîrâcı” buyuruyor Efendimiz. (Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313) Secdede Rabbiyle buluşmasıdır müʼminin mîrâcı... Yani öyle bir namaz olacak ki, secdede Cenâb-ı Hakʼla buluşacak. Hâcetini Cenâb-ı Hakkʼa arz edecek. Cenâb-ı Hakkʼı sonsuz tesbih edecek.
Gazâlî Hazretleriʼnin güzel bir şeyi var:
Bir müʼmin, diyor; namaza gelmiyorsa cemaate, aman diyor; onunla alâkadar olun, diyor. Namaza gelmediği için, hastaysa ziyaretine gidin, diyor. Yok bir gaflete dalmış, câmiye gelmiyorsa cemaate, o zaman onu îkaz edin, diyor.
Bu da bir müʼminin en güzel bir kardeşlik vazifesidir.
Benim namazım nasıl? Cenâb-ı Hak ona da bir ölçü veriyor:
“Namaz, fahşâdan ve münkerden korur…” (el-Ankebût, 45) buyuruyor. Hatâlardan korur. Eğer ticârî hayatta, âilevî hayatta, çocuklarımızı yetiştirmekte, beşerî münâsebetlerde, lisânımızda, ahlâkımızda, muâmelâtımızda eğer bir yanlışlık varsa, demek ki bu namaz, hakîkî bir namaz kılamıyoruz. Onun için namaza çok ehemmiyet vermemiz lâzım.
Cenâb-ı Hak geometrik bir namaz kılanlara da:
فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ buyuruyor. Onlara “O namaz kılanlara yazıklar olsun!..” (el-Mâûn, 4) Bir de namaz kılmayanların hâlini bir düşünelim…
Muhakkak yavrularımızı, kızlarımızı, oğullarımızı namaza alıştıralım. Bu, babanın-annenin en büyük vazifesi olmalı. Zira Cenâb-ı Hak Müddessir Sûresiʼnde Sekar Cehennemi var. Bu Sekar Cehennemiʼne girenlerin, Müddessir Sûresiʼnde, Cenâb-ı Hak onların hâlini bildiriyor. Onlara Cennetʼe girenler uzaktan sesleniyorlar:
“‒Siz ne yaptınız, niçin Cehennemlik oldunuz?” diyorlar. Onların ilk cevâbı:
“‒Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar.
İkincisi:
“‒Merhametsizdik.” diyorlar. “Hep kendimize. Açları doyuranlardan değildik.” diyorlar.
Üçüncüsü:
“‒Biz, gaflete dalanlarla beraberdik.” diyorlar.
Görüyoruz; bugün maalesef televizyonun programları, internetin bazı sokakları, modalar vs. âhiretsiz bir hayata sevk ediyor insanları, bir gaflete sevk ediyor.
Üçüncü olarak:
“‒Biz, gaflete dalanlarla beraberdik.” diyorlar. Tabi kalp de kararıyor.
“‒Âhireti de yalanlayanlardan olduk.” diyorlar. “Fakat ölüm de geldi çattı.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 40-47)
Onun için bizim, yavrularımıza en büyük vereceğimiz miras, onları Allah yolunda yetiştirmemizdir. Babanın en güzel, annenin mîrâsı, evlâdımıza güzel bir (şekilde) dîni öğretmektir. Düzgün bir kıraat olmadan namaz sahih olmaz. Orada düzgün bir Kur'ân-ı Kerîm öğrenmeli.
“‒Ben Allâhʼımı seviyorum, Peygamberʼimi, Kur'ân-ı Kerîmʼi seviyorum.” Peki o zaman ne kadar ehemmiyet veriyoruz?
En merhametli anne-baba, evlâdını Allah yolunda yetiştiren anne-babadır. Tersi ne bunun? En merhametsiz anne-baba, yavrusunun âhiretini düşünmeyen anne-babadır. Onun için yavrularımız, Allâhʼın birer emanetidir.
Rasûlullah Efendimiz:
“İslâm fıtratı üzerine anne-babaya evlâtlar teslim edilir.” buyuruyor. (Müslim, Kader, 22; Buhârî, Cenâiz, 92)
Anne-baba hakkı ödenmez. Fakat eğer anne-baba ihmâl ederse, yarın kıyâmette o evlât, anne-babadan şikâyetçi olacak. “‒Anne-babam beni ihmâl etti.” diyecek. “‒Ben de bu hâle dûçâr oldum.” diyecek.
يَوْمُ الْفَصْلِ (“Hüküm ve ayırma günü” [el-Mürselât, 14, 38; es-Sâffât, 21])
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59])
O gün Cenâb-ı Hak bir ayrımı… Bu dünyada beraberiz.
Müʼminlere:
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ
(“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) buyuracak Cenâb-ı Hak. Onlar bir selâmla karşılanacak.
Öbür taraftan, öbür gruba ise:
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
“Siz mücrimler, ayrılın bu tarafa!” (Yâsîn, 59) diyecekler, Cehennem yoluna…
Onun için bu dünya çok mühim. Zaman çok dar. Bir sonsuzluğa doğru gidiyoruz. Onun için her ânımız çok kıymetli.
Namaz da çok mühim. Hakîkî namaz tabi.
Abdullah bin Şıhhîr -radıyallâhu anh- diyor:
“Allah Rasûlü namaza dururdu. Sanki şu yüreğinden kaynayan bir suyun fokurtularını duyardık.” diyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 156-157/904; Ahmed, IV, 25, 26)
Bunun misalleri çok ashâb-ı kirâmda.
Biz de -inşâallah- namazları mümkün mertebe cemaatle kılalım. Yavrularımızı namaza alıştıralım.
İbrahim -aleyhisselâm-ʼın Cenâb-ı Hakʼtan duâsı:
“Yâ Rabbi diyor; beni diyor; huşû ile Sana yaklaştırıcı namaz kılanlardan eyle, diyor. Zürriyetimi de namaz kılanlardan eyle.” diyor. (Bkz. İbrahim, 40)
Demek ki şimdi babanın-annenin en büyük derdi, kendisinin kalp ve beden âhengi içinde, Allâhʼa yaklaştırıcı bir mîraç olan namazı kılabilmek. Evlâdını da o yolda seferber etmek.
Üçüncü duâsı İbrahim -aleyhisselâm-ʼın:
“Yâ Rabbi diyor; annem-babam.” diyor. Demek ki annemiz-babamız da bizim derdimizde olacak. Onlar için de hayrına gayret edeceğiz. Bir de bütün müʼminler bizim derdimiz olacak. Müʼmin ictimâîleşecek. (Bkz. İbrahim, 41)
Şu misal de güzel:
Ebû Firas (Rebîa bin Kâ‘b) isminde bir zât vardı. Bu, Efendimizʼe su getirirdi. Efendimizʼin kapısına koyardı. Efendimiz o suyla abdest alırdı, ihtiyacını görürdü. Bir gün dedi ki:
“‒Ebû Firas!” dedi. “Sen bana her gece su taşıdın.” dedi. “Ben herkesin bedelini ödüyorum.” dedi. “Dile benden, ne dilersin?” dedi.
O da dedi ki:
“‒Yâ Rasûlâllah!” dedi. “Cennetʼte Senʼinle beraber olmak istiyorum.” dedi.
Efendimiz biraz durdu şöyle.
“‒Ebû Firas!” dedi. “Benden çok zor şey istedin.” dedi. Efendimizʼin mevkii, Cennetʼte tâ peygamberlerin en üstünde.
“‒Benden dünyalık bir şey iste.” dedi. “Beni kurtar.” dedi. “Borcumu ödeyeyim sana.” dedi. “Hep bana su taşıdın.” dedi. “Dünyalık iste benden.” dedi.
“‒Yok dedi, yâ Rasûlâllah! Ben dedi, Senʼden dedi, âhirette, Cennetʼte Senʼinle beraber olmak istiyorum.” dedi.
“‒O zaman Ebû Firas, bana yardım et.” dedi. “Benden çok zor şey istiyorsun, o zaman sen bana yardım et.” dedi. “Çok çok Allâhʼa secde ederek bana yardım et.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Salât, 226)
Kardeşler! Efendimizʼin boş zamanı olduğu zaman hemen namaza dururdu.
Cenâb-ı Hak… Biz takvâ sahibi olacağız, namazlarımızla, oruçlarımızla. Tabi burada namaz var, orucumuz da o şekilde olacak. Oruç da bizi Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştıracak. Her ibadet ayrı…
Allâhʼın verdiği nîmetlerin kıymetini düşüneceğiz. Yarım bardak suya, yarım dilim ekmeğe muhtaç kalıyoruz. Hep muhtacız. Sabah yiyeceğiz, öğle yiyeceğiz, akşam yiyeceğiz vs. yiyeceğiz. Cenâb-ı Hak bize türlü türlü sofralar ihsân ediyor.
Yine Abdullah ibn-i Ümm-i Mektum Hazretleri. Bu, Efendimizʼin müezzini oldu. Bu zât, âmâ idi, gözleri görmüyordu.
“‒Yâ Rasûlâllah!” dedi. “Benim gözlerim görmüyor.” dedi. “Beni mescide götürecek kimse yok.” dedi. “Beş vakit ezana, camiye.” dedi. “Yolda haşeratlar da var.” dedi. “Zararlı hayvanlar var.” dedi. “Bana müsâade eder misiniz, ben namazlarımı evde kılayım?” dedi. “Yardımcım yok.” dedi.
Efendimiz bir müddet sükût etti. Sonra:
“‒Sen, hayya aleʼs-salâhʼı, hayya aleʼl-felâhʼı, Allâhʼın seni selâmete dâvetini, Allâhʼın seni namaza dâvetini duyuyor musun?” dedi.
“‒Duyuyorum.” dedi.
“‒O zaman ne pahasına olursa câmiye, cemaate gelmeye gayret et.” dedi. Bu, âmâya verilen bir tâlimattı. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 46/553)
Demek ki bir takvâ sahibi olacağız. Namaz da bizi -inşâallah- selâmete çıkaracak.
Bir misal:
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Übey bin Kâ‘bʼa soruyor:
“–Übey bin Kâ‘b!” diyor. 250 küsur yerde takvâ geçiyor.
“–Sen bana takvâyı bir müşahhas misalle bana anlat.” diyor. “Takvâ nedir?” diyor. O da diyor ki:
“–Ömer!” diyor. “Sen dikenli bir yolda yürüdün mü?” diyor.
“–Yürüdüm.” diyor.
“–Peki ne yaptın?” diyor.
Hazret-i Ömer:
“–Elbisemi topladım, dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” diyor.
“–İşte takvâ budur.” diyor. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 42)
“Lâ ilâhe” yani Allahʼtan uzaklaştırıcı her şeyden kendini korumandır takvâ…
Demek ki takvâ, müʼminde ne meydana getirecek? Duygulu bir vicdan meydana getirecek. Yani bir müʼmin dâimâ merhamet tevzî edecek. Hâlıkʼın (şefkat ve merhamet) nazarıyla mahlûkâta bir bakış tarzı kazanacak. Şuurda bir berraklık (meydana) gelecek. Dâimâ kendini ilâhî kameranın, ilâhî müşâhedenin altında olduğunun idrâki hâlinde olacak.
“بَيْنَ الْخَوْفِ وَالرَّجَاءِ” (korku ve ümit arasında) Cenâb-ı Hakʼtan hem korkacak, Cenâb-ı Hakkʼı hem çok sevecek. Cenâb-ı Hak, o kıyâmet günü, Cehennem, O hatırına geldiği zaman korkacak. Cehennemʼi hatırlayacak. Bir ateşi gördüğü zaman hatırlayacak. Bir fırını gördüğü zaman hatırlayacak... Öbür taraftan Cenâb-ı Hakkʼın rahmetini düşünecek.
Velhâsıl rahat zamanda bir taşkınlık yapmayacak. Zor zamanlarda da bir ümitsizliğe kapılmayacak. “بَيْنَ الْخَوْفِ وَالرَّجَاءِ” (korku ve ümit) arasında bir hayatı devam edecek.
Müʼmin, kendisine diken olacak şeylerden, âhiretine diken olacak şeylerden kendini koruyacak.
Onun için gerçek tahsil, takvâ tahsilidir. Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilme tahsilidir.
Cenâb-ı Hak:
“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor. Burada birçok kimse diyor ki -maalesef işte-; “Ne okumuş; tarih okumuş, coğrafya okumuş, matematik okumuş, şeye gitmiş de, budur diyor, bilenler.” Değil! Bu değil! Onu âyet izah ediyor ne olduğunu.
Esas biz dünyaya Cenâb-ı Hakkʼı bilebilmek, Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmek, mârifetullâhʼa erebilmek için geldik.
Cenâb-ı Hak:
“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) diyor. Üç tane şart koşuyor.
Birincisi:
سَاجِدًا وَقَائِمًا (“…Secde hâlinde ve ayakta…” [ez-Zümer, 9]) O geceleri, o seher vakitlerinde, o teheccüd vakitlerinde secde ve kıyam hâlinde bulunabilmek. Yatak bir mıknatıs gibi geliyor. Seherleri ihyâ etmek.
Tabi bunun ilk zemininde bir şerîat olacak. Şerîat olmadan olmaz. İbâdet olacak, güzel ahlâk olacak, muâmelât olacak. Bunu bir heyecan hâline getirmek, vecd hâline getirmek. Seherler…
Cenâb-ı Hak:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor. Seherlerde Rabbin istiğfarı kabul ettiğini…
Demek ki ne kadar Cenâb-ı Hakkʼa gafletimiz sebebiyle (istiğfar etmeye) ihtiyacımız var. Peygamberler dahî hep istiğfar hâlinde. Bizim ne kadar istiğfâra ihtiyacımız var?
Demek ki seherler ihyâ olunacak. Orada bir teheccüd namazı kılınacak. Efendimizʼin o uzun çöl seferlerinde bile terk etmediği bir namazdı. Öyle bir namazımız olacak bizim. İki rekât, dört rekât, ne kadar kılabilirsek. Yahut kazâ namazlarımızı kılabilmek…
سَاجِدًا وَقَائِمًا (“…Secde hâlinde ve ayakta…” [ez-Zümer, 9]) buyuruyor. Demek ki Cenâb-ı Hakʼla seher vakitlerinde beraber olmak, o havanın loş karanlığında.
Cenâb-ı Hak:
“Geceyi libas kıldık.” (en-Nebe, 10) buyuruyor. Bir örtü… Cenâb-ı Hakʼla beraber olabilmek.
İkincisi:
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Bir âhiret endişesi içinde olabilmek.
Evet, dünyaya müslüman olarak geldik, ama son nefesimiz meçhul. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîmʼde son nefesinde kaybedenleri bildiriyor. Kârunʼu bildiriyor. Daha evvel -Kasas Sûresiʼnde- sâlih bir kuldu. Bir dünyaya meyletti, ayağı kaydı gitti.
Bel‘am bin Bâûrâʼyı bildiriyor Cenâb-ı Hak. O da evliyâullahʼtan bir kuldu. O da bir an geldi nefsine meyletti. O da kaydı gitti. Cenâb-ı Hak bir kelp misâlini misal veriyor.
Velhâsıl, ne buyuruyor Cenâb-ı Hak: “…Ölüm gelene kadar.” (el-Hicr, 99)
Dünyada bir mevkiye çıkartan bir diploma alırsın. O diploma hayat boyu gider. Fakat îman öyle değil. Nasıl bir mayın tarlasında gezerken -Allah korusun- bir mecburiyet şeyiyle, insan nasıl yumuşak yumuşak basarak geçer, altımda bir mayın patlamasın diye. İşte son nefes de öyle. Bütün şu hayat; ibadetimizle, tâatimizle, muâmelâtımız, ahlâkımız bu son nefese bir hazırlık olacak. Efendimizʼin hâliyle hâllenebilmenin gayreti içinde bulunacağız.
Onun için: “يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ” bir âhiret endişesi…
Birincisi; “سَاجِدًا وَقَائِمًا” Bir gece hayatı Cenâb-ı Hak istiyor. Kalp Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşacak. “يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ” bir âhiret endişesi olacak, her şeyimiz daha güçlü hâle getirmeye çalışacağız. İbâdetimiz, muâmelâtımız vs…
Ondan sonra:
وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ (“…Rabbinin rahmetini dileyen…” [ez-Zümer, 9])
Devamlı bir duâ hâlinde olacağız. Hep Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ hâlinde, hep acziyet içinde. Hep peygamberlerin Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîmʼde duâlarını bildiriyor. Biz ne kadar duâya muhtacız?
Yine Cenâb-ı Hak Furkan Sûresiʼnin sonunda:
“(Ey Peygamber! Sen onlara) söyle; onların duâları olmasa (ibâdetleri olmasa) onlar ne işe yarar?!..” (Bkz. el-Furkân, 77) diyor Cenâb-ı Hak. Ne işe yarar onlar, diyor. Allâhʼın bu kadar nîmetleri karşısında.
Demek ki birinci şart, ibadetler, kurtuluşa erenlerde.
İkinci şart:
وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3)
Bir müʼminin hayatında boş vakit olmayacak. Ya hayır söyleyecek veyahut da susacak. Allah Rasûlü öyle buyuruyor:
“Ya hayır söyle, veyahut da sus.” diyor. (Müslim, Îmân, 77)
Hayır söylemezsen muhakkak gaflete düşersin, lâubâlî konuşursun. Tabi bu -Allah korusun- gıybet ise, dedikodu ise, aslâ, aslâ, aslâ olmayacak. Bu en beter bir bizim için bir âhiret mesʼûliyeti.
Kul gelir diyor, yığın yığın ibadetlerle gelir, diyor. Sevaplarla gelir, diyor. Gıybet etmiştir, diyor. Kul hakkına girmiştir, diyor. Helâlleşmemiştir, diyor. O diyor, sevaplarını verir, verir, diyor. Ondan sonra öbürünün günahlarını almaya başlar, Cehennem yolcusu olur, buyruluyor. (Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372)
Demek ki “وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ” Bir müʼminin boş vakti olmayacak. Nasıl olacak, ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8])
Bir hayır işini bitirince diğer hayır işine koşacak.
Onun için Cenâb-ı Hak وَلَا تَجَسَّسُوا buyuruyor. (el-Hucurât, 12) Kimse kimsenin ayıbını araştırmayacak. Kardeşine duâ edecek. Vazifesi o.
Abdullah Dehlevî Hazretleri… Bu, Allah dostlarındandır. (Gıybet edilen) bir yerden geçti. Geçtikten sonra talebesine:
“–Eyvah, orucum bozuldu!” dedi.
“–Üstad!” dedi. “Siz gıybet etmediniz ki.” dedi. “Oradan geçtiniz.” dedi.
“–Geçtim ama, oradan bana inʼikâs geldi.” buyurdu.
Velhâsıl, bu kadar -Allah korusun- dilimizi muhafaza etmek (mühim). Zaten kıyamet günü Cenâb-ı Hak:
“Kitabını oku!.. / اِقْرَاْ كِتَابَكَ (el-İsrâ, 14) buyuruyor.
Yani Kirâmen Kâtibînʼin yazdığı dosyalar açılacak. Ekranlar gelecek. Oku!..
Orada Cenâb-ı Hak:
“Bugün nefsin sana kâfidir...” (el-İsrâ, 14) diyecek. Yani kendini seyret, diyecek. Kendini gör, diyecek.
İnsan neler seyredecek orada? Yine âyette, Fussilet Sûresiʼnde, gözler konuşacak buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Allah sana bu gözü niye verdi, sen nerede kullandın bu gözü? Her şeyimizden bir imtihan hâlinde olacağız. Neleri seyrettik? Ne kadar düzgün, ne kadar eğri? Ne kadar doğru, ne kadar yamuk? Ne kadar bizi Rahmâniyete götürecek, yahut da ne kadar şeytâniyete götürecek? Gözler konuşacak buyuruyor.
Kulaklar konuşacak buyuruyor Cenâb-ı Hak. Bu kulağı Cenâb-ı Hak niye verdi, nerede kullandık bu kulağı?
Deriler konuşacak buyruluyor. Yani bütün vücut bir dil hâline gelecek. Bütün uzuvlar, hattâ mekânlar…
يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا
(“İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” [ez-Zilzâl, 4-5])
Mekânlar konuşacak. Burada Allâhʼa secde etti. Burada bir kardeşine bir diken batırdı. Bütün o unuttuğumuz şeyler yeni baştan, bütün o hayatımız tekrar bize gösterilecek.
“Kitabını oku! Bugün nefsin kâfidir...” (el-İsrâ, 14) denilecek.