"lâ İlâhe İllâllah" Nedir?

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi bu haftaki sohbetlerinde “Lâ ilâhe illâllah Muhammedür Rasûlullah” lafzını hayatımıza nasıl intikal ettirebileceğimizden bahsediyor.

Tefekkür ettiğimiz zaman, bir düşündüğümüz zaman, Cenâb-ı Hak bizi hep tefekküre dâvet ediyor: Etiyle, sütüyle, derisiyle bize hizmet eden mahlûkat… Yeryüzünü de Cenâb-ı Hak bizim tasarruflarımıza âmâde kıldı. Bitkiler âmâde, ağaçlar âmâde, sular, nehirler, dağlar âmâde…

Bütün bu nîmetler, bizim hizmetimize sunuldu, âmâde kılındı. Bizden de Cenâb-ı Hak bunların mukâbilinde, şükrâne olarak fedakârlık istiyor.

12 yerde “canlarıyla, mallarıyla” buyruluyor. Demek ki canlarımızı bir muhâsebe edeceğiz:

“Ben bu canımı, Allah bana bu canı niye verdi? Ömrüm de mahdut. Cenâb-ı Hak bize ölüm ânını bildirmiyor. Her an hazırlıklı olacağız.

Mal da bir emanet… Sarf etmediğimiz arkamızda kalacak. Can da bir emânet… Ve şükrânesi olarak da Cenâb-ı Hak, teşekkürle, bize imtihan olarak, bizden fedakârlık arzu ediyor.

Hayatımızı dâimâ fedakârlık ve takvâ üzere sürdürebilirsek, bizim için en büyük bayram, Allâhʼın lûtf u inâyetiyle, bize -inşâallah- son nefes bayramı olur. Ondan sonra artık bir dünya hayatı bitmiş oluyor son nefeste.

İnsanın iki yapısı var. Bir türâbî yapısı var. Yani topraktan gelen bir yapısı var. İşte toprakla besleniyoruz. Hayvanlar toprak yiyor; ot yiyor, o da toprak mâmülü. Et oluyor, ete dönüyor. Onunla gıdalanıyoruz. Topraktan yaratıldık, toprakla gıdalanıyoruz, yine vücut tekrar toprağa dönecek, dönüyor.

Bir tefekkür edersek: Bastığımız her toprağın üzerinde sanki milyonlarca üst üste çakışan gölgeler gibi milyonlarca insanın cesedi üstünde geziyoruz. Yine tefekkür edersek, istikbalde dünyaya gelecek birçok insanın cesetleri üzerinde gezmiş oluyoruz.

Velhâsıl bir türâbî yapı, topraktan toprağa bir akım hayat.

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri;

“Toprağı bir düşün (diyor). Toprağa iyi muâmele et (diyor). Topraktan ders al.” diyor.

“Toprak gibi (Mevlânâ diyor) mütevâzı ol (diyor). “Bak (diyor), bütün mahlûkâtı besliyor (diyor). Ondan sonra bütün mahlûkâtın cürûfunu da alıyor, yok ediyor (diyor). Tekrar veriyor (diyor). Bak (diyor), gönül âlemin toprak gibi olsun.” buyuruyor.

İkinci yapımız, Cenâb-ı Hakʼtan gelen yapı. Rûhânî yapımız. Cenâb-ı Hak:

نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي

(“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” (el-Hicr, 29]) buyuruyor. O rûhun hayatına bir ölüm yok. Ölüm, cesede âit. Çünkü artık imtihan bittiği için şu cesedin fonksiyonu bitiyor. Fonksiyonu bittiği için ruh, ondan çıkıyor, onu terk ediyor. O beden de çürümeye doğru dönüyor, tekrar toprağa dönüyor.

Esas hayat, rûhânî hayat. İnsan gönül itibâriyle semâvî, yani yücelere mensup. Bu vâsıtayla Cenâb-ı Hakʼla dost olacak. Ebediyet yolculuğuna çıkacak.

Melekler, rûhânî varlıklar. Nurdan halkolundu. Cenâb-ı Hakkʼa ibadet, tâat hâlinde. Hayvanlar, insanlara hizmet olarak halkolundu. O da nefsânî hayatları var, şehevî hayatları var.

İnsan da ikisinin ortasında. Rûhânî hayatını inkişâf ettirirse, meleklerin ötesine gidiyor, meleklerden daha rûhânî bir hâle geliyor. Çünkü bir nefs imtihanını geçirmiş oluyor. Yok eğer nefsine râm olursa, o zaman perişan oluyor.

Mevlânâʼnın ifadesiyle, bir Cehennem kütüğü hâline geliyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak bize “…Ancak müslümanlar olarak ölün.” (Âl-i İmrân, 102) diyor. Bir garanti verilmiyor. Onun için, hayatın her safhasına yansıyan bir İslâm şahsiyeti sergilememiz zarûrî.

Birincisi; îtikad.

Bizden aşk ile yaşanan bir îman isteniyor. Cenâb-ı Hak nasıl o sarsılmaz îmanları misal veriyor Kur’ân-ı Kerîmʼde. Nasıl o, canlarını, îmanlarını korumak için fedâ edenleri… Tevhîdi korumak için fedâ edenleri... Hidâyete eren sihirbazları, Habîb-i Neccârʼı, Ashâb-ı Uhdûdʼu; hendeklerde yakılanları. Nasıl bunlar îmanlarını nasıl korudular?

Demek ki böyle îman güçlenmesi lâzım. İşte ilk Îsevîler… Hep tarih misal. O Roma sirklerinde, aslanların dişleri arasında îmanlarını muhafaza ettiler.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizden sarsılmaz bir, aşk ile yaşanan bir îman arzu ediyor.

İbadet istiyor. Bu ibadet de bize bir vitamin olacak. Bu da kalp ve beden âhengi içinde olacak. Nasıl vücudun yemeğe ihtiyacı var, gıdaya ihtiyacı var; rûhun da ibadete ihtiyacı var. Ruh seviye kazanacak, huzur bulacak.

Muâmelât olacak.

Bitmiyor; diğer mahlûkattan farklı olacak. Bir şahsiyet ve karakter, bir ahlâk tevzî edecek. İnsana âit bir keyfiyet. Yani insanlığını tescil ettirecek. Bu şekilde güzel bir kul olacak. Onun için de Cenâb-ı Hak, Efendimizʼi gönderiyor. Üsve-i hasene, örnek şahsiyet, örnek karakter.

Efendimiz, insanda bir mûcize.

Kur’ân, lâfızda bir mûcize, kelâmda bir mûcize.

Kâinat, fiilde bir mûcize.

Rasûlullah Efendimiz, insanda bir mûcize. En alt tabakadan en üst tabakaya kadar misal. Bütün gelecek asırlardaki insanlara misal. Bütün insanlığa rehber. Cenâb-ı Hak “rahmeten liʼl-âlemîn” olarak bütün beşeriyete hediye etti Efendimizʼi.

Demek ki Oʼna yaklaşabilmek. İşte sahâbînin bütün derdi oydu. Yani Oʼnun gibi olabilmenin gayreti.

Zira Cenâb-ı Hak:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ buyuruyor.

“Kim Rasûlʼe itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

Bizden de Cenâb-ı Hak hamd hâlinde yaşamamızı istiyor. Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesini idrâk edeceğiz. Bize verdiği nîmetleri tefekkür edip bir şükran, bir teşekkür hâlinde olacağız. Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacağız.

Efendimiz, Muaz bin Cebelʼe:

“–Bak Muaz!” dedi. “Bu duâyı her namazdan sonra mutlakâ yap:

اَللّٰهُمَّ اَعِنِّى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

“Allâhʼım! Senʼi zikretmek, Sana şükretmek, Sana güzel kulluk etmek üzere bana yardım et.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

En mühim şey bu; Cenâb-ı Hakkʼın bize yardım etmesi, kulluğumuz için.

Efendimiz buyuruyor:

“Müʼmin (diyor), bal arısına benzer (diyor. Nasıl) bal arısı temiz olanı yer, temiz olan şeyleri ortaya koyar…” (Ahmed b. Hanbel, II, 199) O ambalajını yapar, hânelerini doldurur, üzerini güzel bir kapatır ve sunar. Bir müʼmin de bal arısı gibi olacak. İbadetiyle, şahsiyetiyle, karakteriyle, zarâfetiyle, nezâketiyle bir insanlığı temsil edecek. Bir müslüman karakter ve şahsiyetini tevzî etmiş olacak.

Velhâsıl, din bir bütündür. Ona bağlılığımızı diri tutmaya mecburuz. Onun için de Cenâb-ı Hak:

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ buyuruyor.

“Müʼminler felah buldu.” (el-Müʼminûn, 1) buyuruyor.

Neyle müʼminler felâh buluyor? Kalb-i selîm ile felâh bulacak. Yani kalp rafine olacak. Nefsânî arzular ömrünü bitirecek. Ruhânî istîdatlar yükselecek. Cenâb-ı Hakʼla bir dostluk başlayacak.

Tabi bu hep, dostluklar, fedakârlık neticesi. Bir kalb-i selîm olacak. Kalb-i münîb olacak. Nefs-i mutmainne olacak. Bu şekilde Cenâb-ı Hak bizimle bir dostluk istiyor.

Efendimiz buyuruyor:

“Lâ ilâhe illâllah; kim bunu (hayata geçirirse) (son sözü tevhîd olursa) Cennetʼe girer.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cenâiz 20; Hâkim, el-Müstedrek, I, 351)

Demek ki bizim bütün vazifemiz; “Lâ ilâhe illâllah MuhammedürRasûlullah”. Bu hâli hayatımıza intikal ettirebilmek.

“Lâ ilâhe” nedir? Boşaltmadır, tahliyedir. Enâniyet boşalacak. Haksızlık, merhamet ve şefkat yoksulu, fitne, gıybet, dedikodu, gurur, kibir, yalan, ihtiras, haset… Bunlar kalplerden silinecek. Bunlarla Cennet olmuyor. Cennetʼe giriş vizesi olmuyor.

Ondan sonra “illâllah” geliyor. “Lâ ilâhe” bitiyor “illâllah” geliyor. Burada da kalp hâllenecek. Esmâ-i ilâhiyyenin cemâlî sıfatlarıyla müzeyyen hâle gelecek. Îman lezzet hâline gelecek. Akâid sarsılmayacak. Merhamet seviye bulacak. Hizmet, tevâzû… “El-Emîn” olacak bir müʼmin, “es-sâdık” olacak. Bir karakter, bir şahsiyet tevzî edecek. Nezâket olacak, affedicilik olacak. İslâmʼın verdiği vakar olacak. Kibir değil vakar olacak.

Sabır olacak. İbadette sabır, muâmelâtta sabır, varlıkta sabır, yoklukta sabır.

Edep olacak. En mühim bugün kaybettiğimiz, ziyan ettiğimiz bir hâdise. İnsana âit bir keyfiyet. Edep olacak, hayâ olacak.

Kardeşinin derdiyle dertlenme olacak. Mazlumların derdiyle dertlenme olacak.

Ondan sonra; “ثُمَّ التَّجَلِّي” : İlâhî tecellîlere kul mazhar olacak. Kurʼânʼda derinleşecek. Şu kâinattaki hikmet… Kâinatın sayfalarını çevirmeye başlayacak. Eşyânın, hâdisâtın, vukuâtın sırlarını okumaya başlayacak.

Bu şekilde, mükerrem olarak yaratılan insan, muhteşem olan Cennetʼe lâyık hâle gelecek. Rabbimiz öyle arzu ediyor.

Burada üç büyük merhale:

Birincisi; Hucurat Sûresi, ilk âyet:

“…Allah ve Rasûlüʼnün önüne geçmeyin…” (el-Hucurât, 1)

Her hâlimiz; ibadet, ahlâk, muâmelât… Allah Rasûlüʼnün hâliyle mizan edebilmek.

Allah Rasûlü bana tebessüm eder miydi bu hâlimde benim?

İkincisi; Çünkü Cenâb-ı Hak karşı güçler veriyor. Meselâ, şeytana;

“Onlardan gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına ve evlâtlarına ortak ol…” (el-İsrâ, 64) buyuruyor.

Bugün baktığımız zaman, mallara ortak oluyor. Nasıl ortak oluyor? Malların içine yanlış kazançlar giriyor. Evlâtlara ortak oluyor. Evlâtlar bu liberal dünyanın… Liberal dünya dediğimiz bugün, âhireti unutturan bir dünya… Baktığımız zaman televizyon, internet vs. modalar… Yani âhiretsiz bir dünya telkin ediyor. Tabi bu da nefsi palazlandırıyor. Onun için evlâtlarımıza olan terbiye, tâ kundakta başlaması lâzım.

Annenin-babanın en büyük mesʼûliyeti bu. Anneye-babaya evlât emânet olarak veriliyor. Onu Kurʼânʼla tezyîn edecek. Cenâb-ı Hakkʼın muhabbeti, Rasûlullâhʼın muhabbeti. O istikâmette yetiştirecek. Anne-babanın en büyük derdi, evlâtları olacak.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“…Beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle...” (İbrahim, 40) buyuruyor.

“‒Canım sonra zamanla kılar…” Kılmıyor zamanla. Kılsa bile abuk-subuk oluyor. Olmuyor. Cenâb-ı Hak abuk-subuk namaz istemiyor.

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ buyuruyor. “Yazıklar olsun o namaz kılana.” (el-Mâûn, 4) diyor. Ne hurufâtı doğru dürüst, ne okuduğunu anlıyor, geometrik bir namaz oluyor. Namaz o kadar mühim ki İbrahim -aleyhisselâm-:

“Yâ Rabbi! Beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle…” (İbrahim, 40) buyuruyor.

En büyük dert, bir müʼminin derdi, kendiyle… Kendini bir muhâsebe etmesi… Ben nasıl müslümanım? Evlâdım nasıl bir müslüman? O evlâdımı ben ne şekilde yetiştiriyorum? Nasıl onlara bir mîras bırakıyorum, bir âhiret mîrâsı bırakıyorum, bir Cennet mîrâsı bırakmaya gayret ediyorum?..

Mektuplar geliyor;

“‒Efendim, hocam diyor, yavruma, evlâdıma duâ edin, kızıma duâ edin, kızım böyle böyle oldu diyor. Evlâdım şöyle şöyle oldu…” diyor.

Peki sen ne verdin ki ne istiyorsun?!. Yani bahçıvan tohumu ekmeden o topraktan bir şey bekleyebilir mi?!.

Demek ki birincisi; “…Allah ve Rasûlüʼnün önüne geçmeyin…” (el-Hucurât, 1) diyor Cenâb-ı Hak.

Nasıl, Allâhʼın emirleri nasıl? Rasûlullah Efendimizʼin tatbikâtı nasıl? En çok ona dikkat etmeye mecburuz. Aksi hâlde şeytan bizi taşlar. Biz şeytanı taşlayacağımız yerde, şeytan bizi taşlamaya başlar.

İkincisi; -kalbî hayatı inkişâf ettirmek için- Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.

Seherlerde uyanık olmamızı istiyor. İstiğfar hâlinde olacağız. Tefekkür edeceğiz:

Cenâb-ı Hak bizi niye dünyaya getirdi? Niçin öleceğiz? Demek ki bir gâye için geldik, bir gâye için ölüyoruz. İşimiz bitiyor dünyada. Başka bir âleme gireceğiz. Başka bir âlemde devam edeceğiz. O başka âlem bitecek; kabir âlemi, yine başka bir âlemde devam edeceğiz; bir kıyâmet âlemi. O kıyâmet âlemi bitecek, yine başka bir âlem; Cennet-Cehennem.

Velhâsıl, bir âlemden bir âleme devamlı bir doğum hâlinde olacağız. Onun için buyruluyor:

حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz.)

İlk hesap, son nefesten sonra başlayacak. Oraya girmeden kendimizi, hayatımızı bir hesap etmeliyiz. Ben nasıl bir müslümanım? Allâhʼın verdiği bu İslâm nîmetini ne kadar bir takdir ediyorum? Ne kadar malımla, canımla, evlâdımla, Allâhʼın verdiği bütün nîmetlerle ben Allah yolunda seferber hâldeyim? Cennetʼi istiyor muyum? İstiyorsam hangi hakla istiyorum?

Yine buyruluyor:

مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا

“Ölmeden evvel ölünüz.”

Nasıl ölümle nefsânî arzular bitecek. Ölmeden evvel bu nefsânî arzulardan vazgeçebilmek… Zaten vazgeçeceğiz ölümle. Bedenden çıktıktan sonra zaten iş bitecek. Onun için Cenâb-ı Hak;

Üçüncü fasıl; bizden, -bu gündüz-, dünya hayatında da sâlihlerle, sâdıklarla beraber olmak…

“…Allahʼtan korkun, sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyruluyor.

Bu da çok mühim, kardeşler! Çünkü devamlı insan, inʼikâs alıyor. Yani nasıl bir atom infilâk ediyor, bir enerji veriyor; insan ruhundan da dâimâ çıkıyor o…

Yine, Sâdî-i Şîrâzî diyor:

“Bak (diyor), Ashâb-ı Kehfʼin (diyor), köpeği (diyor), Kurʼânî bir ifade kazandı (diyor). Kurʼânʼda ismi geçiyor (diyor). (Hattâ tekrarlanıyor birkaç sefer.) Bak (diyor), o (diyor), sâdıklarla beraber olduğu için, bir sadakat gösterdiği için bu muvaffakıyeti aldı (diyor). Kurʼânî ifade kazandı (diyor). Buna mukâbil, iki peygamber karısı (diyor), Nuh -aleyhisselâm-ʼın ikinci karısı ve Lût -aleyhisselâm-ʼın (diyor), bunlar da kocaları sâlih olduğu hâlde, bunlar fâsıklarla beraber oldu, bunlar Cehennemlik oldu buyuruyor Tahrim Sûresiʼnde. Yani kocalarının peygamber olması bile fayda vermedi bunlara.”

Demek ki ne kadar fısk işlenen mekânlardan uzaklaşacağız, ne kadar fâsıklardan uzakta kalacağız?!.