Hâfız Olana Bir Altın, Tefsir Okuyana İki Altın
Prof. Dr. Ömer Çelik ile Kur'ân'ın "oku" emri üzerine konuştuk.
Röportaj: Furkan Hasdemir
Katıldığınız bir programda: “Kur’an, insanlığın ihtiyacını karşılayacak sınırsız bir hazinedir” diyorsunuz. Peki, gün içerisinde hayat telaşının koşturmacasında, o hazineden ihtiyacımız olan bereketi almak için nasıl bir metot uygulamamız gerekir?
Soruda da ifade ettiğin gibi Kur’an-ı Kerim, insan için büyük bir hazinedir. Ayet-i kerimelerde buna birçok işaret var. Cenabı hak Kur’an’da;
“1- Errahman 2- Allemel Kur’an, 3-Halakal insan 4- Allametul beyan” buyuruyor. Cenab-ı Hak, rahmetini ifade eden ‘Rahman’ ismini zikrediyor. Ardından, “Allamel Kur’an”, “Kur’an’ı öğretti” diyor. Demek ki Rahman olan o Rabb’in bize en büyük merhameti Kur’an-ı kerimdir. Ondan sonra “Halakal insan”,"insanı yarattı" diyor. Kuran’ın öğretilmesinden sonra insanın yaratılmasından bahsedilmesinde bir alaka, bir sır vardır. O da şudur ki, Allah, insanı Kur’an’ı anlaması için yarattı...
Dördüncü ayet ise “Allemehul beyan” yarattığı insana beyanı öğretti. Beyan; insanın bir şeyi anlama ve anlatma özelliğidir. Cenab-ı Hakk’ın insana böyle bir özellik vermesinin sebebi odur ki; insan Kur’an’ı anlasın ve anlatsın. Onun için Allah, kelâmını sınırsız bir hazine olarak göndermiştir ki anlamanın sınırı olmasın, anlamak ve anlatmak tükenmesin.
Bu iki türlü olabilir; gün içinde ve gün dışında istifade. Buradaki gün içi, meşgale saati olan gündüz, gün dışı ise gecedir. İnsan, gündüz yapacağı işler ile gece yapacağı işleri birbirinden ayırmalı. Cenab-ı Hak, bu konuyu Müzzemmil Suresi’nde gündeme getiriyor. Peygamberimiz, nübüvveti itibariyle gündüz vakti de Kur’an ile içli dışlı idi. Onunla hemhal oluyordu. Ancak Cenab-ı Hak, onun gece vakitlerinde, Kur’an’a daha fazla yönelmesini istedi.
Bu konuda özellikle bir ayeti belirtmek istiyorum; “Kalk, birazı hariç olmak üzere geceyi; yarısını ibadetle geçir. Yahut bundan biraz eksilt.﴾2-3﴿ Yahut buna biraz ekle. Kur'an'ı ağır ağır, tane tane oku. ﴾4﴿ Şüphesiz biz sana (sorumluluğu) ağır bir söz vahy edeceğiz. ﴾5﴿ Şüphesiz gece ibadetinin etkisi daha fazla, (bu ibadetteki) sözler (Kur'an ve dua okuyuşlar) ise daha düzgün ve açıktır. ﴾6﴿ Çünkü gündüzün sana uzun bir meşguliyet vardır. ﴾7﴿ Rabbinin adını an ve bütün benliğinle O'na yönel. Müzzemmil (2-7)
Ve gerçekten Efendimizin hayatına baktığımız zaman bu manayı liyakatiyle yerine getirdiğini görebilirsiniz. Bu sebeple biz Kur’an hazinesinden iki türlü istifade edeceğiz. Birincisi, Kur’an’ı kıraatini, tilavetini, sonra manasını öğrenme gayreti adına, açıklamalı meallerden, muhtasar tefsirlerden öğreneceğiz. Ondan sonra Kur’an ile beraberliğimizi gece çok sıkı tutmamız lazım. Her Müslüman gece ibadetinde, Kur’an hazinesinden bizzat istifade ederek kabını doldurmaya gayret edecek.
ÜÇ-BEŞ DAKİKADA OLSA KURÂN'DAN İSTİFADE EDİLMELİ
Ben dediğinizden şunu anlıyorum hocam; Gece Kur’an ile hemhal olduğun zaman, gündüz de o hal devam eder.
Tabi ki biz geceyi ne kadar sağlam tutarsak, gündüz de Kur’an’ın feyz-i bereketi o ölçüde halimize yansır. Bununla birlikte, gün içerisinde de toplu taşıma araçlarında, iş yerimizde, okulumuzdayken de yanımızda çantamızda, bilgisayarımızda, telefonumuzda Kuran ve izahlı mealler bulunmalı. Ondan da istifade etmeye devam edelim.
Bununla ilgili bir örnek vereyim; Muhammed Hamidullah Hoca İstanbul’a geldi. Bir sene kaldı. Biz onda şunu gördük; Her zaman yanında Kur’an taşıyordu. Ve derslerden, konferanslardan üç-beş dakika fırsat bulsa hemen açıp Kur’an okurdu. Dolayısıyla insanın elinde Kur’an olunca, otobüste giderken, işte, her yerde okuyup, o hazineden ihtiyacı olanı alabilir.
"İKRA" EMRİNDEN MURAD, KAİNAT KİTABINI OKUMAKTIR
Günümüzde birçok fikir insanı Kur’an, “İkra” (oku) emri ile başladı. Ama bugün Müslümanlar okumuyor diyor. Kur’an’ın “Oku” emrini nasıl anlamamız ve uygulamamız gerek?
Peygamberimize “İkra” emri geldiğinde, okuyacağı bir şey yoktu. Önünde yazılı metin yok… İnmiş bir Kur’an yok… Dolayısıyla “İkra” emrinde, sadece ayetleri okuma anlamı yoktur. “İkra”da metinden bir şey okuma anlamı var ama bunun ötesinde esas, tefekkür etme, olayların ve varlıkların mahiyetini kavrama anlamı vardır. Çünkü “İkra bismirabbikellezi halak” (yaratan rabbinin adıyla oku) dedikten sonra, “halakal insane min alak” (o insanı kan pıhtısından yarattı) kelâmı ile insanın yaratılışından bahsediyor. Yani Cenab-ı Hak diyor ki; Rabbin kim onu tanımaya çalış. Rabbini tanımaya çalışırken de en çok onun yarattığı varlıklardan hareket ederek tanı. Adeta sanata bakarak sanatkârı oku, varlığa bakarak o varlığın sahibini oku, kendini oku, bir nutfeden, alakadan, embriyodan hâkeza bir damla sudan kocaman bir insan nasıl meydana geliyor. Ve mânâ tarafı, akıl, fikir, kalp, ruh. İşte bütün bu maddi ve manevi nimetleri kim nasıl yaratıyor? “İkra” Varlık üzerinde derinlemesine düşünüp, oradan hareketle Allah’ı tanıma ve okumadır. Dolayısıyla bizim “İkra” ayetinden anlayacağımız mana, “yalnızca ayetleri okuyup her harfinden sevap alayım” şeklinde bir düşünce olmamalı. O ayetlerin işaret ettiği varlık ve olayları derinlemesine anlamaya çalışmak olmalı.
“İkra” emrinden esas murad; kâinat kitabını okumak diyorsunuz.
Evet, kâinat üzerindeki Allah’ın delil ve işaretlerini tefekkür etmektir.
Kur’an okuma noktasında kimisi “Meal okumayın sapıtırsınız” diyor. Kimisi “Meal okuyun, tefsir okumayın, çünkü tefsirlerde israiliyat var, tefsirler İslam’a karşı bir İslam geleneği doğurdu. Okumayın gerçek Kur’an’ın mesajından saparsınız” diyor. Bu görüşler, TV programlarında, sohbet ortamlarında sürekli tartışılıyor. Bu görüş karmaşası, insanları kuran okumaktan uzaklaştırıyor. Sizin bu konudaki kanaatiniz nedir? Kuran okumak isteyen bu ikilemden nasıl sıyrılmalı?
Cenab-ı Hak Kur’an’ı Arapça indirdi. Çünkü ayetler nüzul ettiği zaman, hitâb ettiği topluluk Arap idi. Hitâb ettiği toplumun Kur’anın lafzını anlama gibi bir problemleri yoktu. Dolayısıyla, Kur’andaki “Kur’an’ı okuyun, tilavet edin, ayetlerini kıraat edin” diye gelen emirler bizim anladığımız manada onun sadece lafzını okuyun demek değil. Adam okuduğunda zaten kıraatini, tilavetini anlama problemi çekmiyordu. Dolayısıyla orada okuyun ama açıklamasını da okuyun gibi bir anlam yok. Zaten sahabe, bir yeri anlamadığında, Peygamberimize soruyordu.
Fakat Arap olmayan nesiller için iki yol var. Birincisi, namaz kıraatinde okumak, hatim indirmek gibi işlemler için elbette Arapçasından okumayı öğrenmeli. Bir de bunun ötesinde, Kur’an’ın kendi diline yapılmış tercüme ve tefsirlerini okuma ve manasını anlama vazifesi var. Şimdi tabi ki Cenab-ı Hak Kur’an’ı sadece lafzını okuyalım ve okuyuşu üzerinden ibadet edelim diye indirmedi. Kur’an’ın lafzı, zarftır, kabuktur. Lafız, mananın zarfıdır. Diyelim ki bir adam ihtiyaca binâen bize bir zarf içinde bin altın hediye gönderdi. Sen sadece dışındaki zarfı alıp cebine koysan içindeki hediyeye bakmasan, bu ne kadar yanlış olur. Aynen öyle de,
Kuran’ın sadece lafzını okuyup, manasına önem göstermemek büyük bir yanlıştır, eksikliktir. Kur’an’ın sadece lafzını okuyup, manasına bakmayan bir insan, bal kavanozunu dışından yalamış olur. Ve elde ettiği menfaat anca o kadar olur. Dolayısıyla toplum, Allah’ın gönderdiği bu ilahî mektubun sadece zarfını alıp, içini okumayı terk etmemeli. Bu mektubun içinde neler anlatıldığını da okumalı, anlamalı, yaşamalı.
ALLAH'IN SENİN ÜZERİNDE O KADARCIK HATIRI YOK MU?
Şimdi bu analizi yaptıktan sonra meal okuma, tefsir okuma dengesi noktasında, benim kanaatim şudur ki: İzahsız bir şekilde sadece meal okumanın sakıncaları vardır. Mesela geçen bir arkadaş geldi dedi ki: “Sabah namazından sonra arkadaşlarıma maide suresinden bir ayet okudum. Ayette “Yahudiler dedi ki: ‘Allah’ın eli sıkıdır’ Allah dedi ki: “Sizin eliniz kurusun” hocam burayı okudum ama ne ben anladım ne arkadaşlar anladı, öyle sustuk kaldık.” Dedim ki “Bu ayetin ‘Allah’ın eli bağlıdır’ tarzında bir anlamı yok” dedim ve izah ettim. Şimdi böyle Kur’an’da sadece mealini okuduğunuzda, ilk okuyuşta anlayamayacağınız, doğrudan fikir yürütemeyeceğimiz yüzlerce yer var. Çünkü Kur’an geniş manalar ifade eden bir özelliğe sahip. Dolayısıyla, bize takıldığımız yerlerde izahatlarda bulunacak, Kur’an’ın mana ve muhteviyatını kavramamızda yardımcı olacak açıklamalarda bulunacak izahlı mealler okumamız gerekiyor. Yazan da ‘Okuyucu şu ayetteki şu kelimeyi ya da şu ifadeyi anlamaz’ diyerek, dipnotlarla o ihtiyacı gidermeli. Diğer türlü yanlış hükümler çıkarabiliriz. İşte şimdi uzun ciltli tefsirleri kim okuyacak diyenler için böyle kısa izahlı, dipnotlu, yanlış anlamaların önüne geçecek mealler tavsiyemdir. Örneğin; Hasan Basri Çantay Hoca’nın üç ciltlik Kur'an-ı Hakîm ve Meal-i Kerim’i okunabilir. Lakin madem Kur’an’ı anlamak insanın asıl vazifesidir. Öyle ise Kur’an’a zaman ayırma konusunda cimri davranmak, tembel davranmak olmaz. En gereksiz işlere bile 3-4 saatini rahatlıkla ayıran insanoğlu, yaratılış vazifesi olan Kur’an’ı anlamaya, idrak etmeye zaman ayırmaması, kulluğa yakışmaz. Allah’ın senin üzerinde o kadarcık hatırı yok mu yahu…
Bu konuda Osman Nuri Topbaş Hoca da “Sadece meal okumak insanı yanıltabilir bazen olur ki faydadan çok zararı dokunabilir” diyor. Bence de bu doğrudur. Kanaatimce tefsirlerde israiliyat vardır bu sebeple uzak durmak lazım gibi bir görüş yanlıştır. Tefsirler bence Kur’an’ın zenginliğini arttırır.
Genelde İslam ile ilgili bir meseleye başvurulmak istendiğinde önce bir İslam âliminin eserine bakılıyor, “Bilen birine sormadan okumayın” deniyor. Sosyolojik açıdan bu tutum; halkın Kur’an’dan uzak tutulması sonucu Kur’an kültürünü geliştirememesinden kaynaklanan bir zafiyet mi yoksa olması gereken usûl bu mu?
İbadetler, haramlar, helaller, ilmihal, ticaret gibi uygulamaya taalluk eden konularda nasıl bir yol takip edilmesi gerektiğini sadece Kur’an’a bakarak öğrenmesi mümkün değildir. Hatta tam tersi kafası iyice karışabilir. Biz Kur’an’ı okurken ibadet nasıl yapılır, oruç nasıl tutulur tarzında, yaşamamız gereken dîni ahkâmı öğrenemeyiz. Kur’an’daki ayetler bu hükümlerin temelini teşkil eder. Bizim ilmi seviyemiz ise o temeli alıp, doğru ölçüyle ve doğru şekliyle uygulamaya yetmez. Keza hadisler de böyledir. Biz her hadisi okuyup, onunla amel etmeye kalksak; kafamız çorbaya döner. Bir çıkış yolu bulamayız. Dolayısıyla bu kaynakların; bir taraftan anladığımız kısımlarından istifade etmeli, anlamadığımız kısımlarını da ‘bir bilene’ sorma ve ya bilen bir kişinin eserinden öğrenmeliyiz. Çünkü Kur’an ve hadis-i şerifler bir eczane gibidir. Hangi ilacın ne ölçüde kullanılacağını bize eczacı gösterir.
Şimdi hangi konunun hükmü nedir? Farz mı? Vacip mi? Sünnet mi? Biz bu ve benzeri ölçüleri, alanında ihtisas sahibi âlimlerin eserlerinden öğrenmeliyiz. Zira o âlim, hayatını bu ilme adamış ve bizim elde edemeyeceğimiz bir vukûfiyet kazanmış. Sahabe döneminden bu yana; ulema, fakihler vesaire, onlar bu konuları incelemişler, kitaplarını yazmışlar, içtihatlarını yapmışlar, ilmihal kitapları yazmışlar. Umumen insanların bu ulemânın ittifak ettikleri kaynaklara başvurup, o şekilde uygulaması gerekiyor. Yoksa herkes, sıfırdan bu kaynaklara bakıp hükme yönelik bir din çıkarırsa, herkesin kendine ait bir dini olur. Biz mealleri, tefsirleri okuyacağız. Hazineden istifade edeceğiz. Ancak haram, helal, vacip, sünnet, gibi ölçülerde ümmetin icmâ ettiği eserlere başvurup, oradan yararlanmamız gerekmektedir.
Yaşadığımız çağın adı, ahir zaman. Müslüman toplumlarda bile ahlaki yoksunluk çok yüksek. İnsanlar günahlarına “Benim kalbim temiz”, “Allah affeder” gibi yaklaşımlarla kılıf uydurup, uzak duruyor. Bu durumun sebebi bazı insanlarda Kur’an’daki hüküm ayetlerini bilmemek, bazıları içinse bildiği halde iman eksikliğinden dolayı uygulayamamak. Siz, günümüz şartları içerisinde bu iki gruba ne tavsiye edersiniz?
Cenab-ı Hak Kur’an’da sık sık tekrar eder. ‘Ben niye insanlara peygamber gönderiyorum? Niye insanlara kitap indiriyorum? ’ Allah Kur’an’da bunu sorar ve bunun cevabını verir. Şunu der bize aslında: ‘Ben peygamber gönderiyorum, kitap indiriyorum. Bu kanalla insanlara dini öğretiyorum. Ve kendilerinden nasıl bir kulluk istediğimi de bu yolla tebliğ ediyorum. Çünkü bir ahiret var ya oraya geldikleri zaman insanlar ‘Ya Rabbi, sen bizi hesaba çekeceksin ama biz bilmiyorduk. Bizi sorumlu tutma!’ gibi bir mazeret öne sürmesinler, böyle bir gerekçeyi haklılık şiarı olarak görmesinler, benim karşıma bu şekilde gelmesinler diye, onlara bu şekilde kitap ve peygamber aracılığıyla tebliğde bulunuyorum.’ Tabi eğer bu tebliğin ulaşmadığı insanlar varsa Cenab-ı Rahim’in, onlara farklı bir muamelede bulunacağını, kelam kitaplarında okuyoruz. Dolayısıyla “Ben hüküm ayetlerini bilmiyordum, benim kalbim temiz zaten Allah affeder” gibi söylemler, sığınacak bir kaçış limanı değildir.
Allah bize nasıl bir kulluk emrediyorsa o şekilde bir kulluk anlayışı sergilemeliyiz. Bu uygulamada rol modelimiz de Peygamberimiz –aleyhisselatuvesselam- olmalı. Allah Teâlâ bize, Peygamberimize itaati ve ittibayı emrediyor. Peygambere itaat, onun dediklerini kabul etmek. İttiba ise o nasıl yaşadıysa, ne yaptıysa yapmak, onu taklit etmektir. Hayatımız mümkün mertebe Peygamberimiz’in hayatının bir aynası olmalı.
İkinci olarak diyelim ki adam biliyor ama uygulamıyor. Kalbindeki imanının enerjisi onu haramlardan uzaklaştırmaya yetmiyor. Şimdi burada imanın takviye edilmesi, kuvvetlendirilmesi gerekiyor. Zira enerji yoğunluğu hareketi arttırır. İman gücü ibadete yönelimi arttırır.
ALLAH İÇİN ÇALIŞMAK İMAN ENERJİSİNİ ARTTIRIR
Peki iman nasıl kuvvetlenir?
Bu konuda en basit yöntem; dili zikre alıştırmaktır. Peygamberimiz buyuruyor ki: “‘La ilahe illallah’ sözünü zikrederek, imanınızı tazeleyin ve kuvvetlendirin.” İnsan sürekli kendini gün içerisinde Allah’ın adını zikretmeye ve Cenab-ı Hakk’ı hatırlamaya zorlamalı. Bu anışlarla kalbini sürekli tazelendirmeli.
Efendimiz buyuruyor ki: “Bir insanın yolda giderken gözüne bir haram ilişse ve bunu Allah haram kıldığı için gözünü ondan çevirecek olsa; o kişi, kalbinde imanın lezzetini tatmaya başlar” Demek ki burada bir irade ortaya koymak gerekiyor. Gözünü haramdan sakınacaksın kardeşim! Bu bir irade işidir. Zaten bir kere o tadı aldın mı imanın lezzeti, haramın lezzetinden daha ağır basmaya başlar. Ve eğilimin o yönde değişir. Bir gün sabah namazına camiye gidersin, dersin ki:“Hakikaten bugün içimde farklı bir huzur oluştu.” Onun lezzeti ve iraden birleşir ve bunu bir âdet haline getirirsin. Netice itibariyle; Allah için yaptığımız her faaliyet, bize iman enerjisi olarak geri dönecektir.
Genelde halk arasında “Çocuğum hafız olsun”, “Kur’an’ı çok iyi okusun” düşüncesi yaygın iken “Çocuğum tefsir okusun” “Çocuğum tefsirci olsun” gibi düşünceler yok denecek kadar az. Bir tefsir yazarı olarak, bu durumun nedeni sizce nedir ve olması gereken nedir?
Bir kere Kur’an’ın güzel okunmasını, insanların hafız olmasını, halkımızın buna ilgi ve alaka duymasını tebrikle karşılamak ve teşvik etmek bizim vazifemizdir. Ancak elbette söz konusu Kur’an ise işin sadece bununla yeterli olmadığını, bununla sınırlı kalmamak gerektiğini insanımıza öğretmemiz gerekli. Güzel bir makamla Kur’an okumak ya da sadece yüzünden okumak, insanı kemâle erdirmez. Ehl-i Kur’an olmak demek; Kur’an’ın lafzını da mana ve muhteviyatını da bilmek ve yaşamak demektir. Burada metot olarak da elbette insanları tefsir okumaya teşvik etmeli, Kur’an’ın ahkâmıyla âmil olma, ahlakıyla kâmil olma hakikatini de anlatmak ve işlemek lazım. Bu şekilde yaklaşırsak hem insanların gönlünü kırmamış oluruz hem de hakikati öğretmiş oluruz. Hafız olana hediye alıyorsak, tefsir okuyana da hediye almalıyız.
HAFIZ OLANA BİR CUMHURİYET ALTINI, TEFSİR OKUYANA İKİ CUMHURİYET ALTINI
Peygamberimiz –aleyhisselatuvesselam- diyor ki: “Kur’an’ı okuyun çünkü Allah her bir harfine on sevap verecek.” Ben de Ömer Çelik olarak bu söze şöyle bir şerh düşmek istiyorum: “ Peygamberimiz bunu bir Arap toplumuna söylüyordu. Dolayısıyla onlar okurken, anlamını da biliyorlardı. Bunu okuyup manasını öğrenin demiyordu. O yüzden diyorum ki, Kur’an’ı okuduğunuzda harf başına on sevap alırsanız, manasını öğrendiğinizde de Allah’ın izniyle harf başına yüz sevap alırsınız. Bunu Efendimiz demiyor ama ben Efendimiz’in sözünden bunu çıkarıyorum. İşte insanları bu güzelliğe yönlendirmek elzemdir. Hafız olana bir cumhuriyet altını veriyorsak, tefsir okuyana da iki cumhuriyet altını vermemiz gerekiyor. Bu metot insanları okumaya ve Kur’an’ın manasını anlamaya sevk eder.
Kişisel bir soru sormak istiyorum: Kur’an’da işittiğiniz zaman sizi en çok duygulandıran, kalbinizin bam teline dokunan ayet hangisidir?
Beni hafızlık yaparken çok etkileyen bir ayet ve manzara olmuştu. Tahrim Suresi’nin sonunda Cenab- Hak, iki tane örnek kadından bahsediyor. Bunlardan biri Meryem Validemiz, bir diğeri Firavun’un hanımı Asîye. Orada Cenab-ı Hak, ayette diyor ki : “Allah mü’minlere Firavun’un hanımını misal veriyor.” Öyle saliha bir hanım, Firavun’un hanımı olmuş. Firavun zalim. Asiye Validemiz inananlardan oluyor. Hz. Musa’ya sahip çıkıyor. Musa’nın kurtarılışında kilit nokta Asiye Validemizin mü’min gönlüdür. Tabi Firavun, Asiye Validemiz’in imanlı biri olduğunu öğrenince, işkence ediyor. Bir rivayete göre; el ve ayaklarını atların ayaklarına bağlayıp ters istikamette koşturarak öldürüyor. İşte tam o ölüm esnasında, Asiye validemiz diyor ki: “Ya Rabbi bana cennetinde bir köşk yap. Beni bu Firavun’un zulmünden ve beni bu zalim kavimden kurtar.” Ve Cenab-ı Hak onun kurtuluşuna ölümü vesile ediyor. Herkesin korktuğu ölüm, Asiye Validemiz için kurtuluş kapısı oluyor. İşte zulüm karşısında, ruhunu teslim eden bir hanımın Allah’a yakarışı beni çok vurmuştu. Kur’an’daki bu niyaz ve yakarış hallerinin yer aldığı ayetler ve özellikle peygamberlerin bu esnada kulluğun zirvelerine çıkış halleri benim kalbimi en çok kaynatan ayetlerdir.
ÖMER ÇELİK KİMDİR?