Lauren Booth Nasıl Müslüman Oldu?
İngiltere eski başbakanı Tony Blair’in baldızı Sarah Jane Lauren Booth nasıl Müslüman oldu? Lauren Booth, Halime Demireşik'e verdiği röportajda hidayet hikâyesini anlattı.
Halime Demireşik'in Altınoluk okurları için Lauren Booth Hanımefendi ile hidayet yolculuğu hakkında yaptığı mülâkât...
LAUREN BOOTH KİMDİR?
İngiltere eski başbakanı Tony Blair’in baldızı Sarah Jane Lauren Booth… Kuzey İngiltere doğumlu. Gazeteci, aktivist, ayrıca bölgesel tiyatro şirketleri kurucusuydu. Bu şirket vesîlesiyle Avrupa turuna çıkan Lauren, hayatının büyük bölümünde London Evening Standard Gazetesi’nde gazetecilik yaptı. Aynı zamanda birçok gazetede köşe yazarlığı yapan Lauren Hanım, 2005 yılında Filistin’le ilgili araştırma çalışmalarını gazetede sayfalarına aktardı. Dünyanın Filistin’e uyguladığı adâletsizliğe dikkat çekti.
İngiltere’de yayın yapan bir İslâmî televizyon kanalında hazırlayıp sunduğu “Odak” isimli bir televizyon programı vesîlesiyle İslâm dünyasındaki aktivist, bilim adamları vs. ile görüşmeler yaptı. 2008 yılından beri hem gazeteci muhabir hem aktivist olarak İslâm dünyasını gezerek programlar hazırladı ve çeşitli gazetelere yazılar gönderdi.
Dünyada asıl ses getiren programı ise, “Filistin’de Eziyet Gören Mazlum Müslümanlar” üzerine olan programıydı. O, âdeta Filistin’in dünyadaki sesi oldu. Filistin’e olan bu hizmeti, aynı zamanda onun İslâm’a olan bir yolculuğuydu, ama o, henüz bunun farkında değildi.
İngiltere başbakanının baldızı Lauren Booth’un îman etmesi ve bunu bir basın toplantısı ile duyurmasının ardından, birçok kariyer sahibi İngiliz kadın da müslüman olduğunu açıklamaya başladı. Bunun üzerine İngiliz basını, “Neden modern ve kariyer sahibi İngiliz kadınlar İslâm’ı seçiyor?” diye tartışmaya başladı.
2008 yılında müslüman olan Sarah Lauren, hâlen dünyanın çeşitli ülkelerinde “dünyada İslamofobi (İslâm karşıtlığı, İslâm korkusu), İslâm’da kadın hakları, İslâm’da aile” ve kendi hidâyet yolculuğunu anlatan programlar yapmaya devam ediyor.
2020 yılından beri de İstanbul’da ikâmet etmektedir. Kendisi muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’nin eserlerini okumuş ve Hocamız’ın İslâm’a olan hizmetlerinden özellikle “Ebediyet Yolculuğu” adlı eserinden çok etkilenmiş ve Hocamız’la bizzat tanışmıştır.
Biz de bu vesîleyle, kendisi ile tanıştık ve onun ibret dolu hidâyet hikâyesini sizinle paylaşmak istedik. Röportajımızın nice hayır ve hidâyetlere vesîle olmasını temennî ediyoruz. İbretlerle dolu bu röportajı, bilhassa gençlerimizin okumalarını ve her satırı üzerinde âdeta beyin fırtınası yapmalarını tavsiye ediyoruz.
Gayret bizden, tevfik ve hidâyet Allah’tandır.
LAUREN BOOTH NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Halime Demireşik: es-Selâmü aleyküm Sarah Lauren Hanım. Bize biraz kendinizden ve ailenizden bahseder misiniz?
Lauren Booth: Ve aleyküm selâm. Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm. Elhamdülillâhi Rabbi’l-Âlemin… Çocukluğum, yetmişli yılların Kuzey Londra’sında, sıradan bir aile ortamında geçti.
Sıradan İngiliz bir aile demek, ebeveyninizin çoğu zaman alkollü olması demektir. Babam, sözüm ona Katolik’ti, ama dinle alâkası yoktu. Sürekli alkollüydü. Yaptığı iş ise, birçok kadınla gününü gün etmek ve gayr-i meşrû çocuk…
Benim çocukluğumdan hatırladığım bir manzara da babam alkollü iken ona şarkı söyleme vazifemin oluşuydu. Babama göre, yaşadığı hayat tarzı Katolikliğe aykırı değildi. Çünkü bu hayat tarzı, İngiltere toplumunun yaşayış şekliydi. Bu sekülerizmin din ve inancı söndürmesinin resmiydi.
Ailem Katolik olmasına rağmen hiç kiliseye gitmezdi. Babam papazların, “Tanrı’nın adını vererek insanları soyup dolandıran hırsızlar” olduğunu söylerdi. Ailem hümanistti. Babam:
“-İnsanlara yardım etmek, onlara sadaka vermek isterseniz, bunun için kiliseye, papazlara ihtiyacınız yok! Aynı Îsâ’nın (aleyhisselâm) yaptığı gibi, kendiniz fakirleri arayıp bulun ve onlara yardım edin!” derdi.
Babam Katolik olmasına rağmen teslise inanmaz, tek Tanrı’ya îman eder, Hazret-i Îsâ’nın tanrı değil, sadece peygamber olduğuna inanırdı.
Annem ise bâtıl inançlı bir hıristiyandı. Hiç kiliseye gittiğini veya din hakkında konuştuğunu duymadım. Dînî inancı, kötü ruhları uzaklaştırmak için yatağının etrafına haç takmaktan ibâretti.
Ben hep inançlı bir çocuktum. Yaklaşık dört yaşlarıma geldiğimde duâ etmeye başlamıştım. Yatağımın yanına gidip:
“-Lütfen Tanrım! Yarın annem ve babam bana kötü davranmasın! Kardeşlerimin sinirlerimi bozmasına izin verme!” diye duâ ederdim.
Çocukların içinde hep bir Tanrı inancı vardır ve ondan neyi nasıl isteyeceğini bilirler. Onlara inanç öğretilmese de bu, fıtratlarında vardır.
Ben 1967 doğumluyum. Çocukluk yıllarıma bakınca hatırladığım manzara, bütün arkadaşlarımın anne ve babalarının alkol ve uyuşturucu mübtelâsı olmalarıydı. 1960 yıllarında Batı’da Satanizm, Atezim, Budizm, insanın doğaya veya kendi şahsına tapmasının çok popüler olup yaygınlaştığı bir dönemdi. Ben de gençliğe doğru adım attıkça, Tanrı’ya duâ etmeyi bırakıp hevâ ve hevesimin tarikatına bağlanmıştım. Babam bana o zamanlar şöyle derdi.
“-Sen bir beyazsın. Londra’da yaşıyorsun. Güzelsin. Hayatın sana sunduğu piyangoyu kazandın. Şimdi dünyanın geri kalanı için ne yapacaksın?”
İşte bu şekilde büyütülüyordum. Ama geri plana baktığınızda evimize tuvalet kâğıdı bile alamayacak kadar fakirdik. Tuvalette gazete kâğıdı kullanıyorduk. Ben:
“-Baba, biz şehrin en fakiriyiz!” diye ağladığımda, bana:
“-Fakir mi? Hayır, biz züğürdüz!” demişti.
Gençliğimde kendimi “tanrıça gibi” görüyordum. Tiyatrocu, aktris, popüler, güzel… Bütün erkeklerin gözdesi olacak bir güzelliğe sahiptim. Artık Tanrı’ya -hâşâ- ihtiyacım kalmamıştı. Niçe’nin (F. Nietzsche) dediği gibi, “Tanrı öldü ve onu biz öldürdük!..” Tanrı’ya muhtaç olduğunu düşünenler de Budizm vs. gibi akımlara yöneliyordu.
Bugün Türkiye’de de böyle akımlara ilginin olduğunu görüyorum. Eğer insan Allâh’ın gönderdiği kitaba tâbî olmaz, başka şeylere yönelirse:
“-Ben müslümanım, ama Budizm’in öğretisi Yoga’yı da yaparım!” vs. der ise, kalpte yavaş yavaş boşluklar oluşmaya başlar. O boşluklar da boşluk olarak kalmaz, orayı hemen şeytan doldurur. Ben bunu çok gördüm.
Çocukluğunuzda dîne olan meylinizden dolayı bu minvalde etrafınızı sürekli gözlemlemişsiniz. Peki, o yıllarda İslâm’ı hiç duydunuz mu?
Hiç duymadım. Hinduizm, Budizm, Şamanizm gibi akımları bile duyduk; ama İslâm Dîni’ni hiç duymamıştık. Muhtemelen ya şuurlu olarak duyurulmuyordu ya da duyanlar da İslâm’ı -yaşaması zor bir din diye- üzerinde hiç konuşmuyordu. Bu, nefislerini ilâh hâline getiren Batı insanına zor gelmiş olabilir. İslâm’da bütün emir ve yasaklar çok nettir. İslâm der ki:
“Uyuşturucu, alkol almayacaksın! Allâh’ın rızâsına uygun yaşayacaksın!”
Araya “tanrıcıkların” girmesine müsaade etmez. Bu sebeple ilgi çekmemiş olabilir.
Biz 12-13 yaşlarındayken okulumuzda dinler hakkında ders almıştık. Orada birçok dinden bahsedilirdi. Budizm, Darvinizm ve Hinduizm gibi din ve fikrî akımlar en ince ayrıntısına kadar anlatılırken, İslâm hakkında verilen bilgilerin hiç ilgi çekici veya akılda kalıcı yönü yoktu. Hattâ biraz da küçümsenecek şekilde anlatılırdı. Meselâ o sıralarda öğretilenlerden aklımda kalan şu cümlelerdir:
“Çölde çıkan bir din, deveye binen bir Peygamber ve tek Tanrı’ya inanırlar. Çöl kabilelerinin inandığı bir din…”
Ama üniversite yıllarımda üç müslüman kız vardı, okulumda. Onlar hakkında tek bildiğim şey ise; bu müslüman kızların fen ve matematik bilimlerinde mükemmel derecede başarılı olmalarıydı. Bir de onların hiç erkek arkadaşı olmazdı. O yıllarda herkes İslâm’a karşı sessizdi.
11 Eylül’den sonra bir anda bu sessizlik bozuldu. Medyada müslümanlar, bir anda; “Elinde bıçak, bütün insanları kesmek istiyorlar! Ülkelerimizi bombalamayı planlıyorlar!” şeklinde tanıtılmaya başlandı. Medya herkese hâdiseleri böyle anlatıyordu. Fakat biz 11 Eylül’ün bir oyun olduğunu biliyorduk. O yıl Amerika’da en çok Kur’ân meâli okunmuştu. Kitap satışında zirveye çıkmıştı Kur’ân-ı Kerîm… Bu planlı hâdise ve müslümanlara ölçüsüz saldırılardan sonra insanlar:
“-Bu İslâm nedir?” diye sormaya başladı.
H. D.: Peki, İslâm hakkında bu kadar bilgisizliğe rağmen sizin İslâm’la yolunuz nasıl kesişti? İslâm’ı seçme yolculuğunuzu bizimle paylaşır mısınız?
L. B.: Öncelikle İslâm’ı ben seçmedim. Bence İslâm beni seçti. Allâh’a hamd olsun ki, bana hidâyeti ikram ederek beni çok memnun ve minnettar kıldı. Ben seçilmiş bir şanslıyım.
Birçok kişi, beni “İngiltere eski başbakanı Tony Blair’in baldızı” olarak tanır. Ama ben asıl kimliğimle bilinmek isterim. Asıl işim, televizyon yapımcılığı ve sunuculuğu; bir gazeteci aktivistim. Ama asıl üstünlük ve kıymetim, Müslümanlık’tır. Şimdi biliyorum ki İslâm, insanı üstün kılar ve değer katar. Müslüman olan birisinin şehâdet getirişini izlerken çok seviniyor ve gözyaşlarıma hâkim olamıyorum. Çünkü onun nasıl bir his yaşadığını biliyorum. Sanki üzerine rahmet yağmuru boşalması gibi bir şey… Bu duyguyu herkesin yaşaması için duâ ediyorum.
Ben Batılı bir gazeteciydim. Medya dünyasını bilirsiniz. Orada patron sadece sizsiniz. Medya dünyasında bir yıldız gibi parlamaya başladığım bir dönemde, çalıştığım gazete, beni Filistin’de yapılacak bir seçim hakkında bilgi toplamak ve makale yazmak üzere Filistin’in Ramallah bölgesine gönderdi. Ama benim oraya gidişimde iç dünyamdaki asıl sebep, Filistin’deki hâdiselerin arkasındaki asıl gerçeği öğrenmekti. Çünkü ben bir fotoğraf görmüştüm. Filistinli on bir yaşındaki bir çocuk, zırhlı bir tankın karşısına geçmiş, taş atıyordu. Bu fotoğraftan çok etkilendim.
Bir çocuk, korkmadan, oradaki tam donanımlı bir asker grubunun karşısında nasıl bu kadar cesaretle durabiliyordu? Bu çocuğu İsrailli bir sniper (keskin nişancı) başından vurarak şehid etti. Batı medyasında bu küçücük çocukların “terörist” olarak anlatılması beni düşündürüyordu. Bence bir çocuk terörist olamazdı, ancak terörize edilmiş olabilirdi. Benim bildiğim, insanları tanklar öldürür; çocuklar ise masumdur. Burada tank masum, çocuk terörist!.. Bu, eşyanın tabiatına, hayatın normal akışına aykırı bir sunum tarzıydı.
Bunları anlamak için Filistin konusunda birçok konferansa katıldım. Konferanslarda anlatılanlarla medyanın bize anlattığı şey birbirine o kadar zıttı ki, inanamadım. Bu yüzden işin aslını anlamak için bizzat Filistin’e gidip araştırma yapmak istedim.
Filistin’e gittiğimde ben Batılı bir hıristiyandım. İngiltere’den bir gazeteci Filistin’e gidecek olsa, gitmeden eğitime alınır. Eğitim için gelen herkes, onları o kadar çok korkutur ve herkese:
“-Orası teröristlerin en çok olduğu yerler!.. Orada otelinizden çıkmayın! Kiminle görüşmek isterseniz biz otele getirelim! Onlarla görüşünce de İsrail’e gider, orada kalırsın. Onların anlattıklarını veya istediklerini haber yaparsınız.” derlerdi.
Ben Filistin’e gitmeden bu eğitime katılmamıştım. Ama yine de korkuyordum. Hiç tanımadığım Araplardan neden bu kadar korkuyordum? İşte bunların hepsi ön yargı ve İslâm korkusu idi.
Taksiye bindim. Her an bir Filistinlinin benim başımı keseceğini düşünüyordum. Çünkü bizim filmlerimizde müslümanların arasına giren beyaz Batılı kadının sonu hep böyle oluyordu.
Bütün korkularıma rağmen Ramallah’a gidip halkın arasına karıştım. Sokaklarda dolaşmaya başladım. Batı Şeria’ya geçerken İsrail askerleri eşyalarımı aldığı için üşüyordum. Müslüman yaşlı bir kadın koluma girdi. Evine götürdü ve dolabını gösterdi. Oradan bir ceket alıp bana uzattı. Bir de kazak verdi. Sonra:
“-Allâh’a emanet ol!” diye beni uğurladı.
Ben o zamana kadar hiç kimseden böyle karşılıksız bir iyilik görmemiş ve buna çok şaşırmıştım. Beni gören herkes:
“-Selâmün aleyküm! Nasılsın?” diyordu.
İslâm hakkındaki ön yargılarım tek tek kırılıyordu. Araplardan korkum hayranlığa dönüşüyordu. Bu büyük bir şanstı benim için… Aslında şans değil; Allah benim İslâm’la tanışmamı murâd ettiği için adım adım onun yollarını hazırlıyormuş.
H. D.: “…Allah kendisine yönelene hidâyet eder.” buyruluyor, Ra’d Sûresi’nin 27. âyetinde... Siz hıristiyan da olsanız tek Allâh’a inanan bir kimse olarak ve mâsum insanlara yardım etmekteki samimiyetiniz sebebi ile Allah sizi hakikate yönlendirmiş.
L. B.: Benim de sonradan müslüman olan mühtedî kardeşlerimde gördüğüm şey, tam sizin söylediğiniz âyeti tasdik eder mâhiyette... Îmâna kavuşan bütün kardeşlerimin ortak özelliği, yıllarca hakikati aramaları, bu uğurda gayret etmeleriydi.
Yani kimi Budizm’in, Hinduizm’in bütün öğretilerine gittiler. Orada hakikati bulamayınca yılmadan başka bir inancı aramaya başladılar, sonunda o emekleri zâyî olmadı. Allah onlara İslâm’ı lûtfetti. Bu sebep-sonuç ilişkisi hep böyleydi.
Ben oraya dînî bir hakikati aramak için gitmedim. Siyasî bir hakikati aramak için gittiğim hâlde, Allah oradan beni bile boş çevirmedi.
Burada bahsedilmesi gereken bir konu daha var ki, bu da temelden müslüman olan bir aileyle, sonradan müslüman olan bir aile arasındaki farkın anlaşılması lâzım. Meselâ temelden müslüman olan ve İslâm’ı gerektirdiği gibi yaşayan bir ailenin evine girdiğinizde, oradaki mânevî farkı hissedebilirsin.
H. D.: Çünkü bir insan Müslüman olunca sadece “din değiştirmiş” olmaz, bütün hayat tarzını değiştirir. İslâm, hayatının her ânında var olur. Yemesi, giyinmesi, arkadaş çevresi, dünyaya bakış tarzı… Velhâsıl her şeyi değişir. Bu yüzden mâneviyat, maddeden mânâya, her şeye sirâyet eder.
L. B.: Evet, tam da anlattığınız gibi… İslâm bu yüzden insana “kalite” katıyor. Ama şu an yaşadığımız sekülerizm, insana şu duyguyu pompalıyor:
“-Ben bana yeterim! Ben değişmem; din bana göre değişsin! Ben merkezdeyim. Sen kendin ol! Mutlu olduğun şeyi yap!”
Ama bunların hepsi İslâm’a zıt düşünceler! Allah bu akımdan müslümanları korusun!
H. D.: Peki, bu duyguları pompalayan Batı, insanı kendi hâline bırakıyor mu? Hayır! Moda, medya ve sapkın ilişkileri empoze ediyor. Açıkça bunların reklamını yaparak kendi ideolojilerini dayatıyor! Hattâ dayatmakla kalmıyor, buna zorluyor. Yani “Tek Allâh’ın emrine girme! Ama Batı’nın binlerce tanrısına itaat et!” O zaman bu nasıl bir özgürlük? Bunun üzerine iyi düşünmek lâzım! Hâlbuki insanları kendi hâline bıraksa, insanlar fıtrattaki hakikatini mutlaka bulur. Ama Batı onları boş bırakmıyor, fıtratın sesini bastırmak için bütün şer güçlerini devreye sokuyor. Kalp ise boşluk kabul etmiyor. Oraya ya hak yerleşiyor ya da bâtıl! İkisi de olmasın, boş kalsın! Bu mümkün değil, yaratılışa aykırı…
L. B.: İşte bu, nefsin şirkidir. Her zamanın şirki farklıdır. Ben on yıl kadar çok zengin ve şöhret içinde bir hayat yaşadım. Hayattaki bütün hazları tattım. Para, güzellik, şöhret, alkol vs… Her şey… (Burada ağlamaya başladı.) Ama bütün hazları yaşamama rağmen, küçükken Allah’la konuşan küçük Lauren’in kalbindeki o müthiş inancın hazzına ulaşamıyordum. Sanki dünyadaki bütün nefsânî lezzetlerde o îman hazzını arıyordum.
Allah’tan uzaklaştıkça önüme duvarlar iniyor gibiydi. Her günahı işledikçe bir kat daha duvar iniyor ve rûhum nefes alamaz hâle geliyordu. Allah beni bir daha sadece dünya için yaşamaktan korusun! Annem derdi ki:
“-Bu dünya bir cehennem!”
İnsanın kalbinde îman kalmayınca bu cehenneme katlanamıyor. Bu yüzden Batı insanının birçoğu intihar ediyor. Bu bunalıma düşmesin insan diye çeşitli akımlar uyduruyorlar!..
“-Aynanın karşısına geç; «Ben mükemmelim, ben çok güçlüyüm!» de… O zaman her şey düzelecek!” diyorlar.
Aynanın karşısına geçiyoruz, söylüyoruz. Fakat aynadaki yansıman sana:
“-Sen yalancısın!” diyecek…
Bu akımlar insanın rûhuna inemiyor, ne yaparsan yap! İngiltere’de de yaşasan Allah seni bırakmıyor. Ara ara hakikatin çığlıkları rûhunda bir kayaya çarpar gibi çarpıyor, yankı yapıyor. Bunu kadınlar en çok doğum yaparken hissederler. Evet, bir Yaratıcı var. Yoktan var ediyor. Ve senin eline bir bebek veriyor. Sen içinden binlerce kere, onu veren Allâh’a teşekkür ediyorsun!
H. D.: Hidâyet yolculuğunuzun tam anlaşılması için tekrar Filistin’e ilk gidiş maceranıza dönelim mi?
L. B.: Filistin’e 2006 yılında, ikinci defa gittiğimde bana Kur’ân-ı Kerîm’in İngilizce meâlini hediye etmişlerdi. Fâtiha Sûresi’ni okudum, bana kolay geldi. Çünkü Îsâ -aleyhisselâm-’ın duâsına benziyordu. Bakara Sûresi’ni okurken birkaç âyet-i kerîme çok dikkatimi çekmişti:
“«Biz îman ettik!» diyenler vardır. Aslında onlar îman etmemiştir. Onların kalbinde hastalık vardır. Onların sonu cehennemdir.” (Bkz. el-Bakara, 8, 10.)
Bu âyetleri okuyunca kendimi iki yüzlü bir münâfık gibi hissettim. Çünkü ben içten içe “tek Allâh’a” inanıyor; Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında yaptığım okumalar neticesinde O’nun “Allâh’ın Rasûlü olduğunu” da kabul ediyordum. Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyetler, âdeta beni silkeledi.
Müslüman olmayan kimseler, Kur’ân meâli okurken bu tür âyetlerle karşılaşınca iki kısma ayrılırlar. Ya okuduğu âyetler onu sarsar ve peşinden îman eder. Ya da hakikate karşı kibirlenir ve arkasını dönüp kaçar gider. Bilir ki, okumaya devam ederse, etkilenecek! Tesirinde kalmak istemiyorsa, çareyi “kaçmakta” bulur. O gün ben de kaçmayı seçtim. Okuduklarımın hakikatini kabul ediyordum, ama alıştığım hayatı terk edecek gücü kendimde bulamıyordum.
Allah, kuluna diyor ki:
“-Sen Bana bir adım atarsan, Ben sana on adım atarım!” (Bkz. Buhârî, Tevhid, 50)
Şeytan ise:
“-Sen hiç yaklaşma, bu işi aslâ yapamazsın!” diyerek insanı kandırmaya çalışıyor.
Ben o zaman îman edemesem de bir müddet daha Filistin’e gidip gelmeye devam ettim. Filistinliler için bir şeyler yapmaya gayret ediyordum. 2008’de Gazze ablukasını kırmak için bir grup aktivistle Filistin’e doğru yola çıktık. Hattâ İngiltere’den yola çıkmadan önce bize kâğıt imzalattılar.
“Orada can güvenliğimizin olmadığını ve bu direniş esnasında ölebileceğimizi kabul ediyoruz!” gibi şeyler yazıyordu bu kâğıtta… Biz yine de imzalayıp yola çıktık.
Orada üç hafta ablukaya alındık. Artık bir daha çocuklarımı göremeyecektim. Kızımla telefonda konuştum ve ağladım. Yanıma Filistinli bir kadın geldi:
“-Seni çok iyi anlıyor ve senin acını paylaşıyorum.” deyip bana sarıldı, beraberce ağladık. Ben ona:
“-Senin hikâyen nedir?” dedim.
Dört yıldır eşini ve çocuklarını göremiyormuş. Başka şehirdeki akrabasının cenaze törenine gitmiş. Akşam şehrine girmesine İsrailli askerler izin vermemiş. Dört yıldır eşini ve çocuklarını görmeyen kadın, benim için ağlıyordu.
H. D.: Sizin bu şekilde Filistin’le ilgilenmeniz, sürekli Ortadoğu ülkelerine gidip gelmeniz; o sıralarda İngiltere başbakanı olan enişteniz Tony Blair’i rahatsız etti mi?
L. B.: Evet. Filistin hâdiselerine karışmamam ve o bölgelerle gündeme gelmemem hususunda bir uyarı mesajı yazdı. Ama ben önemsemedim.
2008’de Gazze’deydim. Ramazan ayıydı. Ben müslüman gruplarla oturup konuşuyordum. O sırada telefonuma, yahudilerden ölüm tehdidi içeren bir mesaj geldi. Yüzüm değişmiş olmalı ki, oradakiler:
“-Ne oldu?” diye sordular.
Ben de mesajı okudum. Onlar gülmeye başladı. Ben:
“-Niye gülüyorsunuz? Bu, ciddî bir ölüm tehdidi!..” dedim.
“-Bu, senin aldığın ilk ölüm tehdidi olmalı! Biz her sabah en az otuz adet bunun gibi tehdit mesajı alıyoruz. Korkma, Allah seni korur.” dediler.
“-Ben müslüman değilim. Allah beni niye korusun ki?!” deyince gülerek:
“-Allâh’ı yanına alsan iyi olur!” dediler.
Onlar çok sabırlı ve şükür hâlindeydiler. Çok zor şartlar altında yaşamalarına rağmen çok neşeli ve hayat dolular. Evleniyorlar. İslâm dâvâsı için çok çocuk doğuruyorlar. Çok cömert ve misafirperverler…
Bir Ramazan ayında Filistinli bir aile beni yemeğe davet etti. Evleri, İsrail tarafından târumâr edilmişti. Kapıyı müslüman hanım açtı. Yüzünde kocaman bir gülümseme:
“-Hoş geldiniz, buyurun!” diyordu.
Sanki sarayda yaşıyor da beni saraya davet ediyor gibiydi. Ona:
“-Kızmazsan bir şey söyleyeceğim. Sizin Tanrı’nıza kızıyorum. Hem savaştasınız, yiyecek bulamıyor, su bile alamıyorsunuz. O size oruç emrediyor! Neden? Bunu anlamıyorum.” dedim. Bana güler yüzle:
“-Çünkü Allah, bizim fakirlerin hâlini anlamamızı ve onlara yardım etmemizi istiyor.” dedi.
Gazze şeridinde bir kampta yaşayan fakirleri unutmamak ve onlara yardım etmek için oruç tutuyor. İşte o an aklıma gelen düşünce şu idi:
“Eğer İslâm bu ise, ben bu İslâm’ı istiyorum! En zor şartlarda bile memnun olabilmenin adı İslâm’sa, ben bunu bütün kalbimle istiyorum!”
O insanların hepsi böyleydi. Ellerinde sadece bir kişilik yemek olsa, ailesi aç bile olsa, misafirine güler yüzle ikram ederler. Bazen günlerce aç olanlara rastlıyordum.
“-Açlığa nasıl dayanıyorsunuz?” dediğimde:
“-Allah bizi doyurur.” diyorlardı.
Az bir yemekle on kişi doyuyordu. Bunun adının “bereket” olduğunu öğrendim daha sonraları… İnanıyorum ki, Doğu Türkistan’da, Şam’da, daha nice müslüman beldelerinde insanları ayakta tutan, bu îman ve bereket duygusu...
Filistin’de kendi coğrafyalarındaki sıkıntılardan, sürekli savaş hâlinden şikâyet ettiklerini hiç görmedim. Ben îman etmemiş bir kişi olarak onların yaşadıkları hayatın sadece bir kısmının bu dünyada olduğunu, asıl gönüllerinin büyük kısmının gaybda, Allâh’ın yanında olduğunu gördüm. Onlar daha bu dünyada iken öbür âlemin rûhunu yaşıyor gibiler… Orada evlâtları şehid olan anneler:
“-Elhamdülillah, evlâdım şehid oldu!” diye, düğün-mevlid şekeri gibi süslü şekerler dağıtıyorlar.
Ben daha sonra İngiltere’ye döndüm. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, İran’da rejim karşıtı ayaklanmalar başladı. Bu konuda haber yapmak için İran’a gittim. İran beni çok şaşırttı. Ben o zamana kadar Ortadoğu gezilerimde hep müslümanları zayıf ve ezilen konumda; bir de ezilirken:
“-Allah bize yardım eder!” diyen kimseler olarak görmüştüm.
Ama İran’da müslümanları ilk defa güçlü olarak gördüm. Tamamen siyahlar giymiş kadınlar, kendilerinden emin bir şekilde:
“-Biz Allâh’ın tarafındayız, biz güçlüyüz. İsrail kaybedecek!” diyordu.
Onların bu güçlü ve dik duruşu beni etkilemişti. O zaman ben daha müslüman olmamıştım. Yani bu düşünce ve etkileniş, bir gayr-i müslimin düşüncesi… Ben oraya müslüman olmaya gitmedim; bir haber peşinde koşmak için gittim.
Tahran biraz farklı idi. İstanbul’un Taksim’i gibi pek ibadet eden kimse göremedim orada... İngiltere’de yaşayan İranlı bir arkadaşım bana eşlik ediyordu. O arkadaşım bana:
“-İran’a kadar geldin! Sadece Tahran’ı görüp asıl müslümanları görmeden gitmen âdil olmaz! Seni Kum şehrine götürmek, kendi memleketimi gezdirmek isterim.” dedi.
İsfahan’dan geçip Kum’a gittik. Burada büyük bir merkez camiine gittik. Ramazan ayı. Düşünün, Batılı gazeteci bir kadın; en büyük Şiî camiine giriyor. Herkes baştan aşağı örtülü ve simsiyah giyinmişler. Bana mescide giderken onların kadınlarının giydiği çador’dan (siyah çarşaf) verdiler. Ama İranlı kadınlar genelde minyon… Ben uzun ve sarışın bir kadınım. O çadoru giyince dizlerime kadar geldi. Dev bir penguen gibi olmuştum. Herkes için ilginç bir görüntüydü tabiî. Dönüp dönüp bana bakıyorlardı. O sırada kapıda bekleyen eli silahlı güvenlik görevlisi:
“-Hey, sen nereye!” diye seslendi. Ben de:
“-Sadece Allah ile konuşmak istiyorum!” dedim.
Gerçekten o an sadece Allah ile konuşmaya ihtiyacım vardı. Mescide girmeden önce bana arkadaşım namaz abdesti aldırmıştı. Yarım yamalak da olsa namaz abdesti alıp içeri girmiştim. Mescidde gerçekten Allâh’ı çok yakınımda ve beni çok iyi duyuyor olarak hissetmiş ve o an ellerimi açıp:
“-Allâh’ım, Sen’den bir şey istemiyorum. Çünkü Sen benim ihtiyacım olan her şeyi zaten fazlasıyla verdin! İslâm’a doğru bu yolculuk için çok teşekkür ederim. Ama ne olur Filistin’e yardım et! Orada güzel müslüman kulların var. Ne olur onları kurtar! Sen’den sadece bunu istiyorum!” diye duâ etmiştim.
İlk defa kendimi tanrı olarak görmüyor; kendi nefsim için değil, yürekten başka insanlar için duâ edebiliyordum. İşte bu benim için büyük bir devrimdi bence… O an çok ilginç bir şey yaşadım. Sanki üzerime bir şelale akıyor gibiydi. Bence bu Allâh’ın rahmet şelalesiydi. Bütün maddî-mânevî kirlerden, her türlü üzüntü ve tasadan arınıyordum. Sanki hepsi üzerimden akıp gidiyordu. O an dünya durmuş; ben her türlü üzüntü, sıkıntı, dert ve tasadan kurtulmuş, tertemiz olmuştum. O an öyle temizlendim ki, adımı unuttum, nerede olduğumu bilmiyorum. Sanki ben hiç oldum. O an dünya yok, ben yokum; sadece Allah vardı. Ve kalbim bu dünyaya ait bütün acılardan arınmış gibiydi. Bu hissi eminim ki birçok müslüman hissediyordur. Ama ben bu yokluğun zevkini iliklerime kadar ilk defa o an hissettim. O gece mescidde Allah ile benim aramda pek çok sır yaşandı. Ama anlatmaya kelime bulamıyorum! O gece secdeden hiç kalkmadım, orada uyumuşum. Sabah namazı vakti kalktım. Tekrar abdest aldım ve müslümanlarla beraber namaz kıldım.
“-Allâhü ekber!” demekten başka hiçbir şey bilmiyordum. Henüz müslüman da olmamıştım, ama müthiş bir huzur alıyordum. Orada dünyanın hiçbir telâşının önemi kalmıyordu. Dünyaya başka gözle bakmaya başlıyordum. Namaz bitince mescidden çıktım ve şeytan başladı:
“-Sen müslüman olamazsın! Bu insanlar senin ırkından, alıştığın insanlardan değil! Sen domuz pastırması yemeyi terk edemezsin! Sen sadece duygusal bir an yaşadın! Geçici bir duygu idi; geçti bitti!” diyordu.
O an nefes alamadım ve panik atak gibi bir şey yaşadım. Hem nefes alamıyor hem de hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. O an içimden daha önceden hiç duymadığım bir ses işittim.
“-Dur, acele etme, sakin ol! Şimdi bunların hepsini birden düşünmene gerek yok. Hepsi yavaş yavaş düzelecek!..”
İşte o an derin bir nefes alıp kendime gelebildim. O mescidden ben, “eski ben” olarak değil, bambaşka bir insan olarak çıktım. Henüz müslüman olmamıştım, ama rûhum eski ben değildi.
(Şimdi o güne dönüp baktığımda bunun bir panik atak değil; rûhumla nefsim arasındaki büyük savaşın başladığı an olduğunu, yani nefis cihâdımın başlamış olduğunu anlıyorum.)
Biz İran’ı gezmeye devam ediyorduk. Fakat ben sürekli mescide girmeye ve yaşadığım o mükemmel hissiyâtı tekrar tekrar yaşamaya ihtiyaç hissediyordum. Bir caminin yanından geçsek yanımdaki arkadaşlara:
“-Bakın mescid! Hadi duralım, siz namaz kılın.” diyordum. Onlar da:
“-Henüz namaz vakti gelmedi.” diyordu.
Biraz daha gidiyorduk. Ben tekrar:
“-Burada da bir mescid var. Belki namaz vakti gelmiştir.” diyordum.
Bir çocuğun her şeker gördüğünde istemesi gibiydim. En sonunda arkadaşım:
“-Herhalde sen namaz kılmak istiyorsun da bize söylemeye çekiniyorsun.” dedi gülerek…
Evet, gerçek olan tam buydu; ben namaz kılmak istiyor, Allah’la konuşmak istiyordum. İslâm’ı sevmeye başlamıştım ve İslâm’a gireceksem bu benim için bir devrim niteliğinde olacaktı.
Îman eden insanlarda gördüğüm şöyle bir durum daha var ki, îman etmeden evvel hayatlarında büyük bir kırılma veya kayıp yaşıyorlar. Hayatlarında her şey yolunda giderken, “Hiçbir şeye ihtiyacım yok, ben bana yeterim!” kibrinin doruğunda iken büyük bir kırılma sonrasından yüce bir varlığın karşısında yaşadığı bir acziyet duygusu kaplıyor rûhunu… Aslında bu zorlu süreç, onu îmâna götüren dikenli bir yol!
Ben İran’a gitmeden yaklaşık altı ay evvel, âdeta hidâyet yoluna yönelmenin ilk bedellerini ödemeye başlamıştım. Henüz îman etmedim, bakın!.. Sadece o yöne yönelirken başlıyor imtihanlar… Çünkü Allah, kulun kalbini hidâyet için hazırlamak istiyor.
O süreçte ilk eşimle evliliğimin on yedinci yılındaydım. İki kızımın babasıydı. Alkolik birisiydi, bu yüzden boşanmayı düşünüyordum. Ama eşimden korktuğum için boşanacağımı söyleyemiyordum. Bir Cuma günü avukatımla boşanma kâğıtlarını ona gönderdim. Evraklar eşime ulaşmadan, eşim alkollü bir şekilde motosiklet kullandığı için çok fecî bir trafik kazası geçirdi ve komaya girdi. Üç ay boyunca hastahanede kaldı. Komadan ilk çıktığında pek bir şey hatırlamıyordu.
“-Seni çok seviyorum Lauren!” diyerek sadece beni sevdiğini hatırlıyordu.
Bakıma muhtaç bir bebek gibiydi; yürüyemiyor, dişini bile fırçalayamıyordu. En çok da psikolojik desteğe ihtiyacı vardı. Ben altı ay boyunca onun bütün şahsî ihtiyaçları ile ilgilendim. Buna rağmen eşimin ailesi tarafından çeşitli iftiralara uğradım. Sürekli eşime:
“-Lauren bir şeytan, seni öldürmek istiyor!” diye telkinlerde bulunuyorlarmış.
Hâlbuki eşimin ne malı, ne de bize harcayacağı bir imkânı vardı. Bilakis ben bu süreçte eşime baktığımdan ve hiç çalışamadığımdan bütün birikimimi harcamış, âdeta bütün varlığımı eritmiştim.
H. D.: Boşanmak istediğiniz eşinize, neden bu kadar fedakârâne bir hizmette bulundunuz?
L. B.: Ben bu kazânın ve eşimin bana muhtaç olmasının Allah’tan gelen bir imtihan olduğunu anladım. Bu, benim Allah ile aramda olan yolculuğun bir imtihanıydı ve ben bunu kazanmaya niyet ettim. Bu eşimin değil, benim imtihanımdı. Eşim altı ay sonra yürümeye başladı ve hemen tekrar içki ve uyuşturucuya başladı. Beyin hasarı kalmıştı ve alkole para bulmak için çocuklarımdan para çalmaya başlamıştı. Çok sarhoş olduğu ve yollarda sızıp kaldığı için polis her gece yollardan toplayıp getiriyordu. Son bir yıldır çalışamadığım ve birikimim de eridiği için evimizi kaybettik.
Nihayet Fransa’dan İngiltere’ye taşınmaya karar verdik. Eşimde beyin hasarı olduğu için uçağa binemiyordu. Biz kızlarımla uçakla gittik. Eşim ile annesi ise trenle geldiler. Eşimle annesi beraber yaşayacaktı. Çocuklarımla ben, eşimin çocuklara zarar vermemesi için, kaldığımız yerin adresini ona vermedik. Ama evlerimiz arasındaki mesafe 15 dakika idi. İngiltere’ye vardığımızda hiçbir şeye sahip değildik. Allah bana âdeta:
“-Senden dünyayı çekip alıyorum.” demişti.
Yüzme havuzlu iki evim ve bir çiftliğimiz vardı. Çocuklarım her şeye sahipti. Hepsi bir yılda bitti. Yirmi yıllık emeklerim gitti, evliliğim bitti. İşimi kaybettim. İngiltere’de küçük bir dairede yaşamaya başladım. Tek şükrettiğim şey, çocuklarımın yanımda olmasıydı. Bir sabah kapım çalındı ve polis geldi. Mutfak masasına oturdu. Bana:
“-Kocan senin çocukları Fransa’dan kaçırdığını; onları babalarına göstermediğini iddia ediyor. Bu suçlamaları kabul ediyor musunuz? On gün sonra mahkemeniz var. Sana çok iyi bir avukat tutmanı tavsiye ederim. Ama süreç çok zorlu ve masraflı olacak. Bunlara hazırlıklı olmalısın! Senin ve çocuklarının pasaportlarına el koymak zorundayım.” dedi.
H. D.: Bu zorlu günlerinizde aileniz ve Tony Blair’in karısı olan kız kardeşiniz size yardımcı oldu mu?
L. B.: Ailemden yardım görmedim. Kız kardeşimden borç para aldım. Bu mahkeme üç milyon sternlik bir masrafla kapanmış oldu. Mahkemeden önce ellerimi açıp Allâh’a duâ ettim.
“-Allâh’ım; her şeyimi alabilirsin, dayanırım. Ama çocuklarımı alma, buna dayanamam!” dedim.
Allah duâlarımı kabul etti ve mahkemeyi kazandım. Eşimden boşandım ve kızlarım bana verildi.
Ama düşünüyorum da bu kayıplar olmasaydı, ben kibrimden dolayı Allâh’a ihtiyaç hissetmeyecek ve îman etmenin gerekliliğini kavrayamayacaktım. Allah bana acziyeti hissettirerek kendisini bulmamı istedi.
O insanların hepsi böyleydi. Ellerinde sadece bir kişilik yemek olsa, ailesi aç bile olsa, misafirine güler yüzle ikram ederler. Bazen günlerce aç olanlara rastlıyordum.
“-Açlığa nasıl dayanıyorsunuz?” dediğimde:
“-Allah bizi doyurur.” diyorlardı.
Az bir yemekle on kişi doyuyordu. Bunun adının “bereket” olduğunu öğrendim daha sonraları… İnanıyorum ki, Doğu Türkistan’da, Şam’da, daha nice müslüman beldelerinde insanları ayakta tutan, bu îman ve bereket duygusu...
Filistin’de kendi coğrafyalarındaki sıkıntılardan, sürekli savaş hâlinden şikâyet ettiklerini hiç görmedim. Ben îman etmemiş bir kişi olarak onların yaşadıkları hayatın sadece bir kısmının bu dünyada olduğunu, asıl gönüllerinin büyük kısmının gaybda, Allâh’ın yanında olduğunu gördüm. Onlar daha bu dünyada iken öbür âlemin rûhunu yaşıyor gibiler… Orada evlâtları şehid olan anneler:
“-Elhamdülillah, evlâdım şehid oldu!” diye, düğün-mevlid şekeri gibi süslü şekerler dağıtıyorlar.
Ben daha sonra İngiltere’ye döndüm. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, İran’da rejim karşıtı ayaklanmalar başladı. Bu konuda haber yapmak için İran’a gittim. İran beni çok şaşırttı. Ben o zamana kadar Ortadoğu gezilerimde hep müslümanları zayıf ve ezilen konumda; bir de ezilirken:
“-Allah bize yardım eder!” diyen kimseler olarak görmüştüm.
Ama İran’da müslümanları ilk defa güçlü olarak gördüm. Tamamen siyahlar giymiş kadınlar, kendilerinden emin bir şekilde:
“-Biz Allâh’ın tarafındayız, biz güçlüyüz. İsrail kaybedecek!” diyordu.
Onların bu güçlü ve dik duruşu beni etkilemişti. O zaman ben daha müslüman olmamıştım. Yani bu düşünce ve etkileniş, bir gayr-i müslimin düşüncesi… Ben oraya müslüman olmaya gitmedim; bir haber peşinde koşmak için gittim.
Tahran biraz farklı idi. İstanbul’un Taksim’i gibi pek ibadet eden kimse göremedim orada... İngiltere’de yaşayan İranlı bir arkadaşım bana eşlik ediyordu. O arkadaşım bana:
“-İran’a kadar geldin! Sadece Tahran’ı görüp asıl müslümanları görmeden gitmen âdil olmaz! Seni Kum şehrine götürmek, kendi memleketimi gezdirmek isterim.” dedi.
İsfahan’dan geçip Kum’a gittik. Burada büyük bir merkez camiine gittik. Ramazan ayı. Düşünün, Batılı gazeteci bir kadın; en büyük Şiî camiine giriyor. Herkes baştan aşağı örtülü ve simsiyah giyinmişler. Bana mescide giderken onların kadınlarının giydiği çador’dan (siyah çarşaf) verdiler. Ama İranlı kadınlar genelde minyon… Ben uzun ve sarışın bir kadınım. O çadoru giyince dizlerime kadar geldi. Dev bir penguen gibi olmuştum. Herkes için ilginç bir görüntüydü tabiî. Dönüp dönüp bana bakıyorlardı. O sırada kapıda bekleyen eli silahlı güvenlik görevlisi:
“-Hey, sen nereye!” diye seslendi. Ben de:
“-Sadece Allah ile konuşmak istiyorum!” dedim.
Gerçekten o an sadece Allah ile konuşmaya ihtiyacım vardı. Mescide girmeden önce bana arkadaşım namaz abdesti aldırmıştı. Yarım yamalak da olsa namaz abdesti alıp içeri girmiştim. Mescidde gerçekten Allâh’ı çok yakınımda ve beni çok iyi duyuyor olarak hissetmiş ve o an ellerimi açıp:
“-Allâh’ım, Sen’den bir şey istemiyorum. Çünkü Sen benim ihtiyacım olan her şeyi zaten fazlasıyla verdin! İslâm’a doğru bu yolculuk için çok teşekkür ederim. Ama ne olur Filistin’e yardım et! Orada güzel müslüman kulların var. Ne olur onları kurtar! Sen’den sadece bunu istiyorum!” diye duâ etmiştim.
İlk defa kendimi tanrı olarak görmüyor; kendi nefsim için değil, yürekten başka insanlar için duâ edebiliyordum. İşte bu benim için büyük bir devrimdi bence… O an çok ilginç bir şey yaşadım. Sanki üzerime bir şelale akıyor gibiydi. Bence bu Allâh’ın rahmet şelalesiydi. Bütün maddî-mânevî kirlerden, her türlü üzüntü ve tasadan arınıyordum. Sanki hepsi üzerimden akıp gidiyordu. O an dünya durmuş; ben her türlü üzüntü, sıkıntı, dert ve tasadan kurtulmuş, tertemiz olmuştum. O an öyle temizlendim ki, adımı unuttum, nerede olduğumu bilmiyorum. Sanki ben hiç oldum. O an dünya yok, ben yokum; sadece Allah vardı. Ve kalbim bu dünyaya ait bütün acılardan arınmış gibiydi. Bu hissi eminim ki birçok müslüman hissediyordur. Ama ben bu yokluğun zevkini iliklerime kadar ilk defa o an hissettim. O gece mescidde Allah ile benim aramda pek çok sır yaşandı. Ama anlatmaya kelime bulamıyorum! O gece secdeden hiç kalkmadım, orada uyumuşum. Sabah namazı vakti kalktım. Tekrar abdest aldım ve müslümanlarla beraber namaz kıldım.
“-Allâhü ekber!” demekten başka hiçbir şey bilmiyordum. Henüz müslüman da olmamıştım, ama müthiş bir huzur alıyordum. Orada dünyanın hiçbir telâşının önemi kalmıyordu. Dünyaya başka gözle bakmaya başlıyordum. Namaz bitince mescidden çıktım ve şeytan başladı:
“-Sen müslüman olamazsın! Bu insanlar senin ırkından, alıştığın insanlardan değil! Sen domuz pastırması yemeyi terk edemezsin! Sen sadece duygusal bir an yaşadın! Geçici bir duygu idi; geçti bitti!” diyordu.
O an nefes alamadım ve panik atak gibi bir şey yaşadım. Hem nefes alamıyor hem de hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. O an içimden daha önceden hiç duymadığım bir ses işittim.
“-Dur, acele etme, sakin ol! Şimdi bunların hepsini birden düşünmene gerek yok. Hepsi yavaş yavaş düzelecek!..”
İşte o an derin bir nefes alıp kendime gelebildim. O mescidden ben, “eski ben” olarak değil, bambaşka bir insan olarak çıktım. Henüz müslüman olmamıştım, ama rûhum eski ben değildi.
(Şimdi o güne dönüp baktığımda bunun bir panik atak değil; rûhumla nefsim arasındaki büyük savaşın başladığı an olduğunu, yani nefis cihâdımın başlamış olduğunu anlıyorum.)
Biz İran’ı gezmeye devam ediyorduk. Fakat ben sürekli mescide girmeye ve yaşadığım o mükemmel hissiyâtı tekrar tekrar yaşamaya ihtiyaç hissediyordum. Bir caminin yanından geçsek yanımdaki arkadaşlara:
“-Bakın mescid! Hadi duralım, siz namaz kılın.” diyordum. Onlar da:
“-Henüz namaz vakti gelmedi.” diyordu.
Biraz daha gidiyorduk. Ben tekrar:
“-Burada da bir mescid var. Belki namaz vakti gelmiştir.” diyordum.
Bir çocuğun her şeker gördüğünde istemesi gibiydim. En sonunda arkadaşım:
“-Herhalde sen namaz kılmak istiyorsun da bize söylemeye çekiniyorsun.” dedi gülerek…
Evet, gerçek olan tam buydu; ben namaz kılmak istiyor, Allah’la konuşmak istiyordum. İslâm’ı sevmeye başlamıştım ve İslâm’a gireceksem bu benim için bir devrim niteliğinde olacaktı.
Îman eden insanlarda gördüğüm şöyle bir durum daha var ki, îman etmeden evvel hayatlarında büyük bir kırılma veya kayıp yaşıyorlar. Hayatlarında her şey yolunda giderken, “Hiçbir şeye ihtiyacım yok, ben bana yeterim!” kibrinin doruğunda iken büyük bir kırılma sonrasından yüce bir varlığın karşısında yaşadığı bir acziyet duygusu kaplıyor rûhunu… Aslında bu zorlu süreç, onu îmâna götüren dikenli bir yol!
Ben İran’a gitmeden yaklaşık altı ay evvel, âdeta hidâyet yoluna yönelmenin ilk bedellerini ödemeye başlamıştım. Henüz îman etmedim, bakın!.. Sadece o yöne yönelirken başlıyor imtihanlar… Çünkü Allah, kulun kalbini hidâyet için hazırlamak istiyor.
O süreçte ilk eşimle evliliğimin on yedinci yılındaydım. İki kızımın babasıydı. Alkolik birisiydi, bu yüzden boşanmayı düşünüyordum. Ama eşimden korktuğum için boşanacağımı söyleyemiyordum. Bir Cuma günü avukatımla boşanma kâğıtlarını ona gönderdim. Evraklar eşime ulaşmadan, eşim alkollü bir şekilde motosiklet kullandığı için çok fecî bir trafik kazası geçirdi ve komaya girdi. Üç ay boyunca hastahanede kaldı. Komadan ilk çıktığında pek bir şey hatırlamıyordu.
“-Seni çok seviyorum Lauren!” diyerek sadece beni sevdiğini hatırlıyordu.
Bakıma muhtaç bir bebek gibiydi; yürüyemiyor, dişini bile fırçalayamıyordu. En çok da psikolojik desteğe ihtiyacı vardı. Ben altı ay boyunca onun bütün şahsî ihtiyaçları ile ilgilendim. Buna rağmen eşimin ailesi tarafından çeşitli iftiralara uğradım. Sürekli eşime:
“-Lauren bir şeytan, seni öldürmek istiyor!” diye telkinlerde bulunuyorlarmış.
Hâlbuki eşimin ne malı, ne de bize harcayacağı bir imkânı vardı. Bilakis ben bu süreçte eşime baktığımdan ve hiç çalışamadığımdan bütün birikimimi harcamış, âdeta bütün varlığımı eritmiştim.
H. D.: Boşanmak istediğiniz eşinize, neden bu kadar fedakârâne bir hizmette bulundunuz?
L. B.: Ben bu kazânın ve eşimin bana muhtaç olmasının Allah’tan gelen bir imtihan olduğunu anladım. Bu, benim Allah ile aramda olan yolculuğun bir imtihanıydı ve ben bunu kazanmaya niyet ettim. Bu eşimin değil, benim imtihanımdı. Eşim altı ay sonra yürümeye başladı ve hemen tekrar içki ve uyuşturucuya başladı. Beyin hasarı kalmıştı ve alkole para bulmak için çocuklarımdan para çalmaya başlamıştı. Çok sarhoş olduğu ve yollarda sızıp kaldığı için polis her gece yollardan toplayıp getiriyordu. Son bir yıldır çalışamadığım ve birikimim de eridiği için evimizi kaybettik.
Nihayet Fransa’dan İngiltere’ye taşınmaya karar verdik. Eşimde beyin hasarı olduğu için uçağa binemiyordu. Biz kızlarımla uçakla gittik. Eşim ile annesi ise trenle geldiler. Eşimle annesi beraber yaşayacaktı. Çocuklarımla ben, eşimin çocuklara zarar vermemesi için, kaldığımız yerin adresini ona vermedik. Ama evlerimiz arasındaki mesafe 15 dakika idi. İngiltere’ye vardığımızda hiçbir şeye sahip değildik. Allah bana âdeta:
“-Senden dünyayı çekip alıyorum.” demişti.
Yüzme havuzlu iki evim ve bir çiftliğimiz vardı. Çocuklarım her şeye sahipti. Hepsi bir yılda bitti. Yirmi yıllık emeklerim gitti, evliliğim bitti. İşimi kaybettim. İngiltere’de küçük bir dairede yaşamaya başladım. Tek şükrettiğim şey, çocuklarımın yanımda olmasıydı. Bir sabah kapım çalındı ve polis geldi. Mutfak masasına oturdu. Bana:
“-Kocan senin çocukları Fransa’dan kaçırdığını; onları babalarına göstermediğini iddia ediyor. Bu suçlamaları kabul ediyor musunuz? On gün sonra mahkemeniz var. Sana çok iyi bir avukat tutmanı tavsiye ederim. Ama süreç çok zorlu ve masraflı olacak. Bunlara hazırlıklı olmalısın! Senin ve çocuklarının pasaportlarına el koymak zorundayım.” dedi.
H. D.: Bu hususta çok güzel sözler vardır; “Kalbi mahzun olanın dostu Allah’tır.” Yine bir hadîs-i şerîfte; “Allah kalbi kırıklarla beraberdir.” (Bkz. Müslim, Birr, 43) buyuruluyor… Peki, bu zor imtihandan sonra hidâyete nasıl kavuştunuz?
L. B.: Nisan ayında boşandım. Ekim ayında az önce anlattığım İran yolculuğum oldu. Asıl nefis cihâdı orada başlayacaktı. Eşimle yaşadığım imtihan, âdeta spor öncesi ısınma hareketleri gibiydi. İran yolculuğundaki mescitlerde gönlümün Hakk’a doğru meyletmesi başladı.
İnsan îman ettikten sonra ilk zamanlar şöyle oluyor: Kelime-i şehâdet getirip îman ediyorsun; fakat hâlâ îman etmeden evvelki karakterindesin. Bu çok tehlikeli bir dönem! Hem kendin hem de başka insanlar için çok büyük bir tehlikesin!
Allah bu tehlikeli zamanda sana birçok imtihan gönderir. Bu imtihanlarla birlikte sana çıkış kapılarını gösterecek Kur’ân ve hadislere ulaştırır. Eğer şanslıysan, sana çok iyi müslüman bir arkadaş da ikram eder. Sonra yeni doğmuş bebek gibi, Allah yeni îman etmiş kulunu terbiye etmeye başlıyor. Ve sana Rabbin bu yolculuğun başında âdeta şöyle diyor:
“-Şimdiye kadar rûhun kanserdi. Şimdi radyoterapiye başlayacağız, evet, bu biraz acıtacak. Vücudundaki her kas, her hücre acıyacak ve ne zaman biteceği henüz belli değil, ama iyileşeceksin!..”
Elhamdülillah! Burada aslâ yapmaman gereken iki şey var:
Birincisi, başına ne gelirse gelsin “Neden ben?!” demeyeceksin! Peki, ne diyeceksin:
“-Neden ben olmayayım ki?” diyeceksin. Böyle dersen, Allah senin yanında olacak!
İkincisi; “Allah, neden bu kadar sert ve haşin terbiye ediyor?!” demeyeceksin.
Ben on dört yıl içinde on dört ev değiştirdim. Düşünebiliyor musunuz? Bu imtihanlar nereye kadar devam ediyor?
Her halükârda, “Ben elhamdülillah iyiyim. Allah merhametlilerin en merhametlisidir.” dediğin ve buna inandığın zamana kadar…
H. D.: Cenâb-ı Hak, “Îman ettim deyince imtihandan geçirilmeyeceğinizi mi zannettiniz? Allah sizi de, sizden öncekileri de imtihan eder…” (el-Ankebût, 2-3) buyuruyor.
L. B.: Evet, bu yüzden ben kendimde de yeni îman eden arkadaşlarımda da şunu gördüm. Müslüman olunca İngiltere’den başka bir İslâm ülkesine hicret etmek istiyorlar. Ben röportajın baş taraflarında da söylemiştim:
“İnsan günah işledikçe önüne karanlık perdeler iniyor. Küfre doğru gittikçe de bu perdeler, âdeta duvar oluyor!”
İşte îmâna yöneldiğinde de bu karanlık perdeler tek tek kalkmaya başlıyor. O perdeler kalkınca gayr-i müslim beldelerde sokağa çıktığın zaman artık eskiden fark etmediğin şirki, günahı ve küfrü görmeye başlıyorsun. Baktığınız her manzarada; “Estağfirullah!” diyorsunuz ve bir müddet sonra dayanamıyor, artık o beldelerden kurtulmak istiyorsunuz.
H. D.: Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîsinde, “Siz îmânın hakikatine tam erseydiniz, sokakta aranızda dolaşan melekleri ve şeytanları görürdünüz!” (Bkz. Müslim, Tevbe, 12-13) buyuruyor. Tam bu hâl yaşanıyor demek ki…
L. B.: Melek ve şeytan görmüyorsunuz, ama yaşadığınız toplumun ne kadar bozuk olduğunu görüyorsunuz ve artık o toplumun içinde kendinizi koruyamayacağınızı anlıyorsunuz.
Ben Müslüman olduktan sonra çeşitli İslâm ülkelerinden dâvet alıyordum. Katar, Malezya, Endonezya… 2018-2019 yıllarında da Türkiye’den dâvet aldım. Ben bu gittiğim ülkeler içinde en çok Türkiye’yi sevdim. Alışık olduğum Avrupa hayat tarzına en yakın Türkiye olduğu için olabilir. Ezan, başörtülü kadınlar ve İslâm için gayret eden vakıflar, dernekler var. Katar gibi çöl değil… Malezya gibi tropik iklim de değil! Yaya geçitleri, yürüyüş yapabildiğim parklar ve imkânlar var. Size komik gelebilir, ama benim için önemli bunlar… Türkiye’nin Müslümanlar ve dünya için konumu çok önemli bence…
H. D.: İlk Müslüman olduğunuzda etrafınızdan nasıl tepkiler aldınız?
L. B.: Ben Müslüman olduğumda kırk dört yaşındaydım. Bu yıllar aslında hayatımda her şeyin yoluna girdiği yıllardı. İş, evlilik, çocuk vs. her şeye sahip olunduğu zamanlar...
Ben İslâm nîmetine bedel olarak önce işimi kaybettim. Beş ay kadar işsiz kaldım. Sonra boşandım. Annem dört yıl kadar benimle pek görüşmedi. Ama ben onunla ilgilendikçe daha sonra aramız düzeldi. Babam İslâm’da kadın hakları olmadığını düşündüğü için, başıma kötü şeylerin geleceğinden endişeleniyordu. Ama babam vefâtına yakın müslüman oldu. Kızım on iki yaşında müslüman oldu. Diğer akrabalarım beni çılgın birisi olarak tanıdıkları için müslüman olmama pek şaşırmadılar. Kızlarım bana:
“-Müslüman olunca içki içmeye devam edecek misin?” diye sordular. Ben de:
“-Hayır, bu İslâm’da yasak!” dedim.
Bunu duyan kızlarım hemen Müslüman oldular.
Ama Allâh’a çok şükrediyorum; Cehennem’e bir adım kala bana İslâm’ı nasip ettiği için… Müslüman olduktan sonra İngiltere’de yaşamakta zorlandığım bir zamanda, Allah bana (2018-2019) Türkiye’de yaşayan harika bir adamla evlenmeyi nasip etti. Ben de bu vesîle ile Türkiye’ye geldim ve yerleştim.
H. D.: O zaman biz de bu evlilik hikâyenizi dinlemek isteriz.
L. B.: Ben Müslüman olmayan eşimden ayrıldıktan sonra Müslüman oldum. Sonra bir Müslüman erkekle evlendim, kısa müddet sonra ayrıldım. Ama ben hakikî Müslüman biri ile evlenmek, ailece İslâm’ı yaşamak istiyordum. Bu hususta çok duâ etmeme rağmen bir türlü nasip olmuyordu.
2019 Şubat ayında bir gün sabah namazı için uyanmıştım. Kalbimde bir korku vardı. Kızımı çağırıp ona:
“-Ben kalbimde şirk ve küfür kırıntıları olduğunu düşünüyorum.” dedim. Kızım da:
“-Nereden çıkardın bunu anne?” dedi.
“-Allah hakkında şüpheye düşmeye başladım. Güneş’i, yıldızları, bulutları, galaksileri, rengarenk çiçekleri, çeşit çeşit nîmetleri yaratan Allah; benim için harika bir adam yaratamayacak mı? Ya da neden yaratmıyor diye şüpheye düşüyorum.” dedim.
Ben hakikî müslüman bir erkekle evlenmek istiyordum. Allâh’a samimi bir şekilde ve ısrarla duâ ediyordum. Ama yeterli olmuyordu. Bu defa işi ciddiye alıp bir liste hazırladım. Allâh’ım, Sen benim nasıl bir dış görünüşten hoşlandığımı biliyorsun:
-Uzun boylu olsun. (Kendim çok uzun olduğum için böyle istedim.)
-Arapça konuşabilsin ve bana Arapça öğretsin ki, dînini en iyi öğrenebileyim.
-Benden daha zeki olsun ve Türkiye’de yaşasın ki, ben de oraya hicret edeyim diye duâ ediyordum.
Fiilen de bunun için gayret ediyordum. Müslüman arkadaşlarıma, evlenmek istediğimi ve şartlarımı bildiriyordum.
“-Eğer bu şartlara uygun müslüman bir erkek olursa görüşebiliriz!” diyordum.
20 Eylül 2020’de bana bir e-mail geldi:
“Selâmün Aleyküm! Lauren Hanım; sizin bir eş aradığınızı duydum. Eğer bu süreçte evlendiyseniz, lütfen kusuruma bakmayın. Biz aslında sizinle daha önce tanışmıştık. Ben bir gazeteciyim. Eğer hâlâ uygunsanız sizinle oturup kahve içmek isterim. Benim şahsî özelliklerim şunlardır.” diye bilgilerini yazmış.
Ben bu kibar e-mail’i çok beğendim. Daha sonra WhatsApp üzerinden görüşüp tanışmaya başladık. 2015 yılında bir kongrede biz onunla karşılaşıp tanışmışız. O söyleyince hatırladım. O da gazeteci, ben de gazeteciydim. O da yeni müslüman, ben de yeni müslümandım. Bana kartını verip isterse beraber çalışabileceklerini söylemişti. İşte o konuşma sırasında bir kere göz göze gelmiştik ve çok etkilenmiştim. Hemen içimden:
“Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm. Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.” dedim.
Oradan ayrılır ayrılmaz kartını çöpe atmıştım. Ben müslüman, evli bir kadındım. İslâm’da böyle “bir anlık duyguya” bile izin yoktur. Hemen istiğfâr etmek lâzım… Ben şeytanın vesvesesine kapılmadım. Ama yıllar sonra Allah benim karşıma o kişiyi tekrar çıkarmış; hem de helâl bir evlilik teklifi ile… Bu, -sübhânallah- çok büyük bir ikram… Siz Allah için başınızı çevirince Allah size bunun karşılığını veriyor, fakat biraz sabırlı olmak gerekiyormuş. Bir gün telefonda konuşurken:
“-Nerede yaşıyorsunuz?” diye sordum. O:
“-İstanbul!” deyince şaşkınlığımdan elimdeki telefonu düşürmüştüm.
Çünkü benim listesini yapıp her gün duâ ettiğim maddeler içinde en son istek, evlendiğim kişinin Türkiye’de, İstanbul’da yaşaması idi. Bir ay içinde tanışıp evlendik.
Buradan bütün müslüman genç kızlara seslenmek istiyorum. Kimsenin sizi, aradığınız kişinin dışarıda olduğuna inandırmasına izin vermeyin! Ayrıca hiçbir ezik ve sorumsuz erkeğin sizi evlilikten uzaklaştırmasına izin vermeyin. İki müslümanın evliliğinde çok güzel bir huzur ve bereket vardır. Unutmayın, sizin nasibiniz olan kişi de sizi arıyor. Bunu düşünmek çok güzel bir şey!..
H. D.: Siz daha önce Avrupa’da yaşayan, kariyer sahibi, ünlü bir hanımken evlilik yaptınız, çocuklarınız oldu. Sonra boşandınız, müslüman oldunuz. Müslüman bir erkekle evlendiniz. Şimdi bize Avrupa’da kadın ve aile hayatı ile İslâm’da kadın ve aile hayatını karşılaştırsanız, neler söylersiniz?
L.B.: Ben müslüman bir erkekle evlendiğimde 53 yaşındaydım. Hayatımda ilk defa bir erkek, benim için bir şeylerin ücretini ödüyordu. Hâlbuki Avrupa’da her kadın 15-16 yaşından itibaren çalışır. Kendi harçlığını kazanır, kendi masraflarını kendisi karşılar. Kira, fatura, market… Evlense bile bunlar genellikle hep kadının masrafı olarak görülür ya da adâletli, merhametli bir erkekle karşılaştıysanız; “fifty fifty”, yani yarı yarıya masrafları paylaşırsınız.
Ben birçok Avrupalı kadın gibi, 53 yaşına gelince artık hesap yapmaktan yorulmuştum. Evlendiğimde markete gitmiştik ve ben ödeme yapmak için cüzdanımı çıkarınca, yeni eşim:
“-Hey, ne oluyor? Bu senin sorumluluğun değil!” deyince hem şaşırdım, hem de çok gururlanıp mutlu oldum.
“-İyi o zaman ödeyebilirsin.” dedim.
Düşünsenize, aldığım hiçbir şeyin ödeme sorumluluğunun olmaması ne kadar büyük bir lüks!.. Bu, kadına değerli hissettiriyor. Ve eşinin güçlü olduğunu düşündürüyor ve ona güven duymasını sağlıyor. Aitlik duygusu, çok güzel şeyler…
Müslüman ve gayr-i müslim evliliği karşılaştırma yapacak olursam… Modern Avrupa’da evlilikler, iki tarafın kendi menfaatlerini düşünmesi üzerine kuruludur. Tıpkı bir evi paylaşan, masrafları bölüşen iki arkadaş gibi... Kadın, ev ve çocuklardan sorumludur. Ve kadın, bunların hepsini kendisine bir yük olarak görür. Evi dışındaki her şey; iş, spor, arkadaş buluşmaları, kişisel bakım gibi şahsına ait her şey ailesinden daha kıymetlidir. Yani kadın da:
“-Önce ben!..” der.
Yani sıralama yapsak; önce az önce saydığım ferdî tercihleri, ikinci sırada çocuklar, en alt sırada kocası vardır. İki ve üçüncü sırayı, kendisini dibe çeken bir yük olarak görür hep... Kadın kendisini bütün sorumlulukların altında ezilen, sömürülen bir varlık olarak görür. Erkek, taşın altına hiç elini koymaz.
H. D.: Ama filmlerde Avrupalı erkekleri hep centilmen, ailesine ve eşine yardım eden kimseler olarak görüyoruz. Bu bir illüzyon mu, kandırmaca mı?
Batıda evlilikler, herkesin çok fazla hakkının olduğu evliliklerdir. Meselâ bir kadın evliyken erkek arkadaşlarıyla partilerde eğlenmeye gidebilir. Kendi hayatında ne yapmak istersen yapabilirsin, kocan sana hiçbir şekilde karışamaz. Sen bunları yapabildiğin gibi, erkek de istediğini yapabilir. Hakların bu kadar sınırsız olması, sorumlulukların yapılmamasını beraberinde getiriyor. Sorumluluklar, tamamen vicdana kalmış oluyor yani...
Filmlerde ne kadar erkek yardım ediyor gibi gösterilse de bu, kadının işi olarak görülür. Ne kadar evliliklerde masraflar paylaşılsa da her kadın, eve para harcarken içten içe üzülür. Aslında eve para harcamak istemez! Bunu mecbur olduğu için yapar. Hepsinin hayalinde evin masraflarının tamamını karşılayacak bir eş yatar. İşte bu, İslâm’daki bütün maddî sorumlulukların erkeğe yüklenmesinin fıtrî oluşunun bir alâmetidir.
Bu yüzden Avrupa’da iki taraf da kendisinin sömürüldüğünü düşündüğü için boşanma oranları çok yüksektir. Eğer Batılı evlilik tipinde erkekler çok centilmen olsaydı, neden boşanma oranı bu kadar yüksek olsun, öyle değil mi?
Müslüman kızlar, aile kurmaktan korkuyorlar. Çünkü annelerinin ev içinde bir köleye dönüştüğünü düşünüyorlar. Ve «Ben annem gibi bir köle olmayacağım!» diyorlar. Çünkü bakıyorlar, annelerde çok sorumluluk var. Üstelik babaları, annelerine karşı hiç kibar değil. Bunlar çok kötü örnekler…
Hâlbuki bizim, Peygamber Efendimiz’in örnekliğine bakmamız lâzım. Özellikle erkeklerin Peygamber Efendimiz’in nasıl bir eş olduğunu iyi okuması lâzım. Peygamber Efendimiz; kendi söküğünü diken, misafirine kendisi hizmet eden, hanımlarına karşı çok merhametli ve kibar... Aslında İslâmî câmiada, yeni nesillerde Peygamber Efendimiz’i örnek alan çok aile yapısı var. Kaba erkek ve kötü aile örnekleri daha az… Ama medya hep kötü örnekleri öne çıkardığı için, İslâm’ı bilmeyenler, çoğunluğun böyle olduğunu düşünüyorlar.
53 yaşımda bir müslüman erkekle evlendim. O yaşıma kadar hiçbir erkek bana:
“-Hayır, şunu veya bunu yapamazsın!” demedi, hayatıma karışmadı.
Şimdi müslüman birisi ile evliyim. Eşim bazı şeyler hakkında:
“-Hayır, olmaz!” diyor.
Düşünebiliyor musunuz, hayatımda ilk defa bana bir erkek:
“-Hayır, olmaz!” diyor.
Bu, bana çok ağır geliyor. Bazen eşim bana:
“-«Hayır!» demem hoşuna gitmedi, değil mi?” diyor. Ben de:
“-Evet, hoşuma gitmedi.” diyorum. O da bana:
“-Olsun. Yine de cevabım, «Hayır!» diyor.
Ama bu “hayır”larda bile şunu hissediyorum: Benim iyiliğim için, bana olan sevgisinden ve benimle ilgilenmesinden dolayı… Beni bir şeylerden korumak için... Ama eşinizin ne zaman, ne için ve ne şekilde “Hayır!” dediği çok önemli!.. Bu hayırların altında Allâh’ın emri, isteği, sevgi, merhamet ve ilgi varsa, bu çok kıymetli… Ama sizi kontrol altına almak için veya kendi nefsi adına yapıyorsa bu zulüm olur.
Eşim, Orta Amerika’da bir adada dünyaya gelmiş. Ailesini ziyarete gitmiştik. Ben çok maceracı birisiydim. Oraya giderken çok heyecanlıydım. Dalış yaparım, yüzerim, yürüyüş yaparım diye düşünmüştüm. Oraya varınca eşim hiçbirine izin vermedi.
“-Ama neden?” diye sordum.
“-Ailemin yanına geldik. Önce ailemle vakit geçirmeliyiz.” dedi. “Bir de burada yalnız başına gezemezsin. Nereye gideceksen beraber gitmeliyiz.”
Sekiz gün evden dışarı çıkmama izin vermedi. Yedinci gün arkadaşımla telefonla görüştük. Ona:
“-Galiba beni hapsetti.” demiştim.
Sekizinci gün sabahında gözü yaşlı bir şekilde:
“-Biraz yürüyüşe çıkabilir miyim?” dedim. O da:
“-Şuraya kadar gidebilirsin.” diye sınırlı bir şekilde izin verdi.
Ben yürümeye başladım. Bir tepeye çıktım:
“-Ahh özgürlük!..” dedim.
Oradan bir adam beni gördü ve beni takip etmeye başladı. Eve doğru hızlı hızlı yürümeye başladım. Ve yüksek sesle eşimin ismini söyledim. Adam, eşime seslendiğimi duyunca hemen oradan kaçtı. Eşim yanıma geldi. Olanları anlatınca eşim bana:
“-İşte bu yüzden sana izin vermemiştim. Ben buradaki insanları tanıyorum. Müslümanlara karşı çok kin dolular!.. Sana zarar vermelerinden korktuğum için izin vermemiştim.” dedi.
“-Neden bunu baştan bana söylemedin?” diye sordum.
“-Senin kocan olarak bana güvenmen lâzım!” dedi. “Ben her şeyi sana açıklayamam ki…”
Daha sonra beni uygun bir yerde dalış yapmaya götürdü.
İslâm karşıtları; İslâm’ın hep kadını ikinci plana attığını söyler. Hâlbuki bu böyle değildir. Meselâ kadın, İslâm’da mirastan yarım pay alır, ama aslâ ikinci plâna atılmaz! Evlenene kadar babası onun bütün maddî ihtiyaçlarından sorumludur. Evlenince de kocası bütün maddî ihtiyaçlarını karşılamaktan mesûldür. Batıda 1880’li yıllara kadar kadın hiç miras alamıyordu. 1880 yılından sonra mirastan pay alma imkânı açıldı. Fakat Batı kadını, on beş yaşından itibaren bütün masraflarını kendisi karşılar. İhtiyacı olsa bile onunla hiç ilgilenmezler. Meselâ elinde çok yükle metroya binsen, hiçbir genç erkek sana yer vermez. Niye versin ki!.. Sen o kanunlara ve toplumun anlayışına göre “eşit”sin. Eşitsen masraf da eşit… Saygı duyulmasına, gözetilip kollanmasına gerek yok! Çünkü kadın da erkek kadar güçlüdür.
Ancak fıtratımıza baktığımızda bu böyle değildir. Kadın sevilmeye, gözetilip korunmaya, ilgi ve alâkaya fıtraten muhtaçtır. Bu eşitlik-özgürlük adı altında aslında istenen şey, kadının sömürülmesidir.
H. D.: Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile nasıl tanıştınız?
L.B.: 2016 yılında bir konferansa katılmıştım. Orada bir beyefendi yanıma gelip evimin adresini istedi ve adresime bir şey göndereceğini söyledi. Biraz şüphelendim, fakat yine de adresi verdim. Bu beyefendi, bana bir koli dolusu kitap göndermiş. Önce pek incelemedim. Aşırı radikal kişilerin veya Şiîlerin yazdığı kitaplar olabilir diye… Kitapları sadece kitaplığa koydum.
Sonra aradan bir zaman geçti. Kitaplıktan okumak için bir kitap ararken koyduğum bu kitaplardan birisi dikkatimi çekti. Osman Nûri Topbaş Hoca’nın “Tefekkür” ile ilgili yazdığı bir kitaptı. Bu eseri okumaya başlayınca çok fazla etkilendim.
Üç yıl evvel İstanbul’a taşınınca o kitabı tekrar okurken “Yazarı kim?” diye baktım. Önsöz’ün sonunda “Osman Nûri Topbaş, Üsküdar” yazısını görünce şok oldum. Ben de Üsküdar’da yaşıyordum. Çok etkilendiğim o kitabın yazarı da Üsküdar’daydı.
Kitaptaki her adrese e-mail atmama rağmen kimse dönüş yapmadı. Daha sonra Süleyman Derin Hoca ile tanıştım. Onun vasıtasıyla da Osman Hoca ile görüşüp tanıştım. Osman Hoca’nın sadece bir kitabını okudum. Ama onu da on beş defa okudum. Yenisine geçmeye hazır değilim, o kitap beni hâlâ etkiliyor. Onu bırakamıyorum. Fussilet Sûresi’nin 53. âyet-i kerîmesinde:
“Yakında Biz onlara hem dış dünyada hem de insanların kendi iç âlemlerinde âyetlerimizi göstereceğiz; tâ ki Kur’ân’ın gerçeğin tâ kendisi olduğu onlar için de gün gibi ortaya çıksın.” buyruluyor.
Bence Osman Hoca’nın kitabı, bu âyetin bir yansıması gibi… Osman Hoca’yı ilk gördüğümde düşündüğüm ilk şey, “Onlara bakıldığında size Allâh’ı hatırlatırlar.” (Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4.) ifadesiydi. Osman Hoca’yı çalışma ofisinde eşimle birlikte ziyaret ettik. Ben mânen çok feyz aldım ve sürekli ağladım, hiç gözyaşım dinmedi. Bence, benim psikolojik problemlerim olduğunu düşünmüştür. (Devam edecek)
Kaynak: Halime Demireşik, Altınoluk Dergisi, Sayı: 453-457