Lügatçe
Osmanlı Türkçesinde sıkça kullanılan kelimelerin anlamlarını lügatçemizden okuyabilirsiniz.
Osmanlı Türkçesinde kullanılan bazı kelimeler...
LÜGATÇE
abd-i âciz: Âciz kul, zayıf ve hakir köle.
abus: Somurtkan, ekşi, asık (çehreli kimse).
âfak: 1. Ufuklar. 2. Dış âlem.
ağyâr: 1. Yabancılar, bîgâneler. 2. Tasavvufî hayata âşinâ olmayanlar.
ahkâm: Hükümler, emirler.
ahvâl: 1. Hâller. 2. Oluşlar, durum, vaziyet.
âlâyiş: Debdebe, süs, gösteriş.
âlicenap: 1. Cömert. 2. Şerefli, haysiyetli, fazîletli.
âmil: 1. Sebep. 2. İşleyen, yapan.
apolet: Üniformaların omuz kısmına takılan, rütbeye göre değişiklik gösteren, ipek veya sırma parça.
ârız: 1. Sonradan ortaya çıkan. 2. Gelip çatan.
arz-ı endâm: Boy gösterme, görünme.
arz-ı hâl: Bir makama, istekte bulunmak için verilen yazı, dilekçe.
âsûde: Rahat, gâilesiz.
atâlet: 1. İşsizlik, hareketsizlik. 2. Tembellik.
ateist: Allâh’ı inkâr eden, kâfir.
avâm: 1. Halk, halkın büyük kısmı. 2. Aşağı tabaka, câhil kesim.
ayân: Belli, açık, meydanda.
basîret: 1. Kalp ile görme, doğru görüş, uyanıklık. 2. Sezgi, uzağı görme.
bedbin: Kötümser, her şeyi kötü gören, karamsar.
belâğat: Edebiyat kâideleri ilmi. Söz ve yazıda düzgün, sanatlı ve tesirli ifade.
beşer: İnsan. beşerî: İnsana has, insanla ilgili. beşeriyet: İnsanlık, insanoğulları.
beyhûde: Boşuna, faydasız, mânâsız.
bezletmek: Cömertlik, kendi isteğiyle bol bol vermek.
bîgâne: 1. Tanıdık olmayan, yabancı. 2. İlgisiz.
bihakkın: Hakkıyla, tamamıyla, gerçekten.
buğz: Düşmanlık hissi, nefret, kin.
burûdet: 1. Soğukluk. 2. Karşılıklı nefret.
cehd: Çalışma, çabalama.
celb: Getirme, çekme.
cevvâl: Çok hareketli, canlı, akıcı.
cidâl: 1. Kavga, mücadele, savaş. 2. Tartışma, ateşli konuşma.
cîfe: 1. Leş. 2. İğrenilecek şey.
cürûf: Bir şeyin artığı, posası.
çeşm: Göz.
daktiloskopi: Parmak izi şekillerinin incelenmesi ile ilgili ilim dalı.
dalâlet: Sapıtma, doğru yoldan ayrılma, azma, bâtıla yönelme.
derecât: Dereceler.
derûn: 1. İç, içeri, dâhil. 2. Kalp, gönül.
derûnî: İç âlemle ilgili.
diğergâm: Başkalarını düşünen.
dirâyet: Zekâ, bilgi, kavrayış.
efrâd: Fertler, kişiler.
elfâz: Lafızlar, sözler, kelimeler.
elîm: 1. Üzüntü verici, çok acı verici. 2. Çok ağrı veren. 3. Şiddetli.
elzem: Daha lâzım, en lâzım.
empoze: Zorla, baskı ile kabul ettirme.
enâniyet: Benlik, bencillik, hodgamlık, egoistlik.
enfüs: Ruhlar, canlar, yaşayanlar, hayat sahipleri.
enfüsî: 1. Nefste meydana gelen. 2. Düşünülen şeye nisbetle düşünene, ferdî zihne âit olan, subjektif.
evrâd: 1. Virdler, belli periyodlar hâlinde yapılan zikirler. 2. Kur’ân-ı Kerîm’in çok sık okunan bölümleri.
fâil-i mutlak: Fiillerin hakîkî, gerçek sahibi Allah Teâlâ.
faraza: 1. Farz edelim ki, sayalım ki. 2. Söz gelişi.
fâsık: Allâh’ın emirlerini tanımayan, sapkın, günah işleyen, fesatçı.
fâzıl: Fazîlet sahibi, üstün.
felâh: Kurtulma, kurtuluş, selâmet.
fenâfillâh: Maddî varlık ve benlikten sıyrılıp rûhen Allah Teâlâ’nın varlığında yok olma.
fesahat: Sözün, kelime, mânâ, âhenk ve sıralama bakımından kusursuzluğu. Dilin doğru, açık ve akıcı şekilde kullanılması.
fevrî: 1. Ansızın, birdenbire. 2. Hiddetle, düşünmeden, hesaplamadan.
feyizyâb: Feyiz bulan.
fikriyât: 1. Fikre âit, fikrî işler. 2. İdeoloji, fikir sistemi.
firâset: Mânen kavrama, anlama, sezme kâbiliyeti.
fütûhât: 1. Fetihler, zaferler, muvaffakıyetler. 2. Mânevî açılımlar.
fütursuzca: Aldırmadan, önemsemeden, umursamadan.
fütüvvet: 1. Delikanlılık, gençlik, mertlik, yiğitlik. 2. Mürüvvet, cömertlik, fedakârlık. 3. Bu esas üzerine kurulmuş teşkilât; dînî mâhiyette esnaf birliği.
gabn-i fâhiş: Çok aşırı kâr.
galat-ı ruʼyet: 1. Göz yanılması. 2. Vukûuna muhâtabın sebep olduğu kötü bir hâli, nezâketen ona yöneltmeyip kendine izâfe etmek.
garâbet: Tuhaflık, yadırganacak hâl, gariplik.
garaz: 1. Kötü kasıt, düşmanca niyet. 2. Maksat, gâye, niyet. 3. Hınç.
gayr-i irâdî: Elinde olmadan, istemeksizin, farkında olmadan.
gurûb: 1. Batma, görünmez olma. 2. Güneşʼin batışı.
güzîde: Seçilmiş, seçme, seçkin.
hâdim: Hizmet eden, hizmetkâr.
hâdisât: Hâdiseler, olaylar.
hadîs-i kudsî: Mânâsı vahyedilen, fakat kelimeleri Peygamber Efendimizʼe âit olan Cenâb-ı Hakkʼın mukaddes sözleri.
hâle: Ay’ın veya Güneş’in etrafında bazen görülen ışıklı halka.
halef: Birinden sonra gelerek onun yerine geçen.
halel: Bozukluk, düzensizlik, noksanlık, eksiklik, boşluk.
hâlet-i rûhiye: Ruh hâli, insanın psikolojik durumu.
hâlis: Karışmamış, saf, hîlesiz, temiz.
hâlisiyyet: Hâlislik, temizlik, saflık, hilesizlik.
hamâkat: Anlama kıtlığı, bönlük, ahmaklık.
hâmî: Himâye eden, koruyan, sahip çıkan, gözeten.
hâmil: 1. Yüklü, üzerinde yük bulunan. 2. Hâiz, sahip. 3. Taşıyan, götüren.
harcırah: Bir yere bir vazife ile gönderilen kimseye ödenen yol harçlığı, yolluk.
hasım: 1. Düşman. 2. Rakip.
hasretmek: 1. Bir şey, kişi veya meseleye has hâle getirme. 2. Umûmîlikten çıkarma, sınırlama.
hâssu’l-hâs: En seçkin, en has, en âlâ.
haşmet: İhtişam, gösterişlilik, heybet, büyüklük.
haşyet: 1. Korku, korkma. 2. Mânevî heybet karşısındaki hürmet duygusu.
havâs: 1. Seçkinler, büyükler, haslar, üstün olanlar. 2. Okumuş, kültürlü, münevver kimseler.
havz-ı kevser: İçindeki su baldan tatlı, kardan soğuk olan, içenlerin bir daha susuzluk hissetmeyecekleri Cennet havuzu.
hayâ: Utanma, sıkılma duygusu.
hayrât: 1. Sevap kazanmak için yapılan hayırlı işler. 2. Sevap için kurulan müessese.
hayru’l-halef: Hayırlı evlât.
hâzır: 1. İstenen yerde bulunan, âmâde. 2. Hazırlanmış, bir fiil için hareket edebilecek hâlde olan.
hengâm: Zaman, çağ, sıra, vakit, mevsim.
hevâ: 1. Nefse âit şeylere olan istek, arzu, hoşlanma. 2. Nefsânî zevkler, düşkünlükler.
hezeyan: 1. Saçmalama, abuk sabuk konuşma, herze. 2. Sayıklama.
hikmet: 1. Yüksek bilgi. 2. Sebep, gizli sebep. 3. Öğüt verici ahlâkî söz.
himmet: Yardım, ihsan, mânevî yardım, rûhânî imdat.
hissiyat: Hisler, duyuşlar.
hodgâm: Hodbin, bencil, sırf kendini düşünen.
hoyrat: 1. Kaba saba, biçimsiz. 2. Sert davranan, muâmele bilmez, nezaketsiz.
husûl: Meydana gelme, olma, ortaya çıkma.
husûmet: 1. Düşmanlık. 2. Zıddiyet, karşıtlık.
huşû: 1. Allah Teâlâ’ya karşı korku ve sevgi ile boyun eğme; bu duygu ile meydana gelen hâl. 2. Alçak gönüllülük, alttan alma, tevâzu.
huzme: Deste, demet, ışık demeti.
hülya: Hayâl, kuruntu.
hüsn-i hâtime: 1. Güzel son. 2. Ömrün güzel sona ermesi.
ıtır: Güzel, hoş koku.
ibâdullâh: Allâh’ın kulları, insanlar.
icâbet: Dâvete gitme, uyma, isteği kabul etme.
ictinâb: Çekinme, sakınma, uzak durma.
içtihâd: Fıkıhta söz sahibi büyük dîn âlimlerinin Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflere dayanarak ortaya koydukları şer’î düstur.
idlâl: Dalâlete düşürme, doğru yoldan çıkarma, azdırma.
iflâh: Kurtulma, iyileşme, selâmete erme.
ihlâs: 1. Hâl ve hareketlerinde Allah rızâsına yönelme. 2. Doğru, samimî, kalbî bağlılık. 3. Riyâ karışmamış, samimî ibadet.
ihsân: 1. Bağışlama, bağış olarak verme. 2. Bağışlanan şey. 3. Yardım, iyilik, lûtuf. 4. Tasavvufta, Allâh’ı görüyormuş gibi yaşanan kulluk hayatı ve kalbî kıvam.
ihtilâç: 1. Çarpıntı, çarpınma. 2. Seğirme. 3. Kasların gayr-i ihtiyârî kasılması. 4. Çalkantı, buhran.
ihtilât: Karışıp görüşme, beraber yaşama.
ihyâ: 1. Yeniden hayat kazandırma, canlandırma, uyandırma, güçlendirme, tazeleme, onarma, şenlendirme, îmar. 2. Bir vakti ibadetle geçirme.
ikbâl: 1. Baht, tâlih. 2. Birine doğru dönme. 3. İşlerin yolunda gitmesi.
ikmâl: Kemâle erdirme, tamamlama, bitirme.
iktifâ: Kâfî bulma, yeter sayma, yetinme, kanaat.
ilhâk: 1. Katma, ilâve etme, ekleme. 2. Hâkimiyeti, idâresi altına alma.
illet: 1. Hastalık, maraz. 2. Sakatlık, bozukluk. 3. Sebep.
ilticâ: 1. Sığınma, barınma. 2. Güvenme, dayanma. 3. Duâ ve yakarış.
iltimas: 1. Tutma, kayırma, arkalama. 2. Rica.
imtiyaz: 1. Başkalarına tanınandan fazla hak ve imkân tanıma, istisnâ. 2. Fark, ayrıcalık, üstünlük.
inâyet: 1. Lûtuf, ihsân, yardım. 2. Dikkat, gayret, îtinâ.
inʼikâs: Akislenme, yansıma.
inkişaf: 1. Açılma. 2. Büyüme, gelişme. 3. Meydana çıkma.
inşirah: Gönül açılması, iç huzuru, ferahlık.
intibah: 1. Uyanma, uyanıklık. 2. Göz açıklığı.
intisâb: 1. Mensup olma, bağlanma. 2. Bir işe, bir yola girme.
irfan: 1. Bilme, anlama. 2. Allâhʼı kalben tanıma. 3. İlâhî bir feyizle kâinâtın sırlarını bilme. 4. Kültür.
irşâd: 1. Hak yolu, doğru yolu gösterme, uyarma. 2. Tasavvufta, mürşidin Allah yolunu göstermesi.
irtikâb: Kötü, fenâ, günah teşkil edecek bir şey yapma.
istiâb: 1. İçine alma, içine sığma. 2. Kapasite.
istîdat: 1. Bir şeyin kabûlüne, kazanılmasına olan tabiî meyil, kâbiliyet. 2. Akıllılık. 3. Anlayışlılık.
istidraç: 1. Hak yoldan sapmış olanların sapıklığını daha da artırmak için Allah tarafından bir imtihan olarak üst üste ihsanda bulunulması, onlara hâllerinin iyi gösterilmesi. 2. Kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmamasına rağmen kendini öyle gösteren bazı şahıslardan zuhûr eden, kerâmete benzer hârikulâde hâller.
istifham: 1. Soru. 2. Sorup anlama. 3. Söze kuvvet vermek için soru şeklinde ifade.
istiğfar: Allah -celle celâlühû-’dan günahlarının bağışlanmasını dileme, “estağfirullah” diye tevbe etme.
istiğnâ: 1. Tok gözlü olma, kimseden istememe. 2. İhtiyaçsızlık.
istiğrak: 1. Dalma, içine gömülme. 2. Kendinden geçip dünyayı unutma. 3. Boğulma.
istihdâm: Hizmete alma, bir işte çalıştırma.
istihfaf: Hafife alma, küçük görme.
istihkār: Hor ve hakir görme.
istikâmet: 1. Doğruluk, dürüstlük, namuslu hareket. 2. Cihet, yön. 3. Kurʼân ve Sünnet çizgisinden çıkmamak.
istikbâl: Gelecek zaman, âtî.
istismâr: 1. İyi niyeti kötüye kullanma. 2. Faydalanma.
işârî: İşâreten, asıl mânânın ihtivâ ettiği diğer mânâlar.
iştigal: Meşgul olmak, uğraşmak.
ithaf: 1. Hediye, armağan. 2. Bir eserin birinin adına hitâben yayınlanması.
ittibâ: Tâbî olma, uyma, ardı sıra gitme.
ivaz: 1. Bedel, karşılık, bir şeye karşılık olarak verilen şey. 2. Tâviz.
iz’an: 1. Anlayış, kavrayış, akıl. 2. İtaat, söz dinleme, boyun eğme. 3. Terbiye, edep.
kâ‘bına varılmaz: Topuğuna bile ulaşılamaz yücelikte olan.
kabîl: Cins, soy, tür, sınıf.
kadîm: Çok eski zamanlara âit, târihî.
kadirşinas: Kadir ve kıymet bilen, değerbilir, vefâlı.
kāl: Söz, lâf.
kapitalist: Sermâye sahiplerinin iktisâdî sahada serbest faaliyet etmeleri esasına dayanan sistem olan kapitalizmin taraftarı olan kimse.
kasîde: Büyükleri övmek için belli kâideler çerçevesinde yazılan Dîvan şiiri.
kavlî: Sözle ilgili, söz olarak.
kefâret: Yanlışlıkla veya mecbûriyet sonucu işlenen günahın bağışlatılması için şer’î olarak verilen sadaka veya tutulan oruç.
kemâl: Olgunluk, yetkinlik, eksiksizlik.
kemâlât: İnsanın bilgi ve ahlâk bakımından olgunluğu.
kerahat: Dinî bakımdan haram sayılmamış olmakla beraber, harama yakın sayılan fiil veya şey.
kerhen: 1. İğrenerek, tiksinerek. 2. İstemeyerek, zorla.
kesâfet: 1. Yoğunluk, sıklık, kalabalık. 2. Şeffaf olmama, bulanıklık.
kevnî: Var oluş, yaratılış, varlık ve kâinatla ilgili.
kırat: 1. Değer, kıymet, kalite, seviye. 2. Kıymetli taşların tartılmasında kullanılan iki desigramlık ölçü. 3. Dirhemin on altıda biri.
kıstas: 1. Ölçü, miyar, nisbet. 2. Büyük terazi, mizan.
kıyam: 1. Ayağa kalkma, ayakta durma. 2. Bir iş için davranma, teşebbüs etme. 3. Ayaklanma, baş kaldırma, isyan.
kibriyâ: Büyüklük, ululuk, azamet.
kifâyet: Kâfi miktarda olma, yetme, yeterlik.
kitâbet: 1. Kâtiplik, yazma işi, tahrir. 2. Kâtiplerin çalıştığı dâire.
kolorist: Renk konusuna ağırlık veren ressam, renkçi.
kötek: Dayak, sopa.
kronoloji: Tarihî hâdiselerin zaman sırasına göre oluşumunu inceleyen ilim.
kuark: Proton ve nötronların temel yapı taşı olan farklı spinli elemanter parçacık.
kurbet: 1. Yakınlık, hısımlık, akrabalık. 2. Allâh’a yakınlık.
kübrâ: Daha (çok, en, pek) büyük, ulu.
külhan: Hamamları ve hamamda kullanılan suyu ısıtmaya yarayan büyük ocak.
külliyetli: Çok, bol, fazla miktarda olan.
latîf: 1. Hoş, yumuşak, nârin. 2. Cismânî olmayan, rûhânî. 3. Allah -celle celâlühû-’nun isimlerinden.
lebbeyk: Buyrun, emredin efendim.
letâfet: 1. Latîflik, hoşluk. 2. Güzellik. 3. Nezâket. 4. Yumuşaklık.
Levh-i Mahfûz: Allah -celle celâlühû-’nun ezelî ilminin, kâinatta olmuş olacak şeylerin yazılı olduğu levha.
libâs: Elbise, giysi, kıyâfet.
liberalist: Kişi hürriyetlerini savunan liberalizm taraftarı olan kimse.
lisân-ı hâl: Hâl dili; hâl ve davranışlardan çıkarılan mânâ.
liyâkat: Lâyık olma, uygun bulunma, ehliyet.
mağmum: Gamlı, kederli, tasalı.
mağrur: Gururlu, kibirli.
mahdut: Tahdîd edilmiş, sınırlanmış.
mahfaza: Koruyucu kap, kılıf.
mahfuz: 1. Hıfzedilmiş, saklanmış, korunmuş. 2. Gizlenmiş. 3. Ezberlenmiş. 4. Muhafaza altında gönderilen.
mahreç: 1. Ses ve harflerin ağızdan çıkış yeri. 2. Sesin ağızdan çıkış tarzı, telâffuz.
mahremiyet: Mahrem olma hâli, gizlilik.
mahrûmiyet: Nasipsizlik, mahrumluk, yoksunluk.
mahşer: 1. Haşr olunma, ölülerin dirilip kalkma günü, kıyâmet. 2. Kıyâmet gününde ölülerin dirilip toplanacakları yer. 3. Çok kalabalık yer.
mahviyet: 1. Beşerî noksanlıklardan kurtulma hâli. 2. Tevâzu.
makbûliyet: Beğenilmişlik, kabûl edilmişlik, geçerlilik.
mâkes: Akis yeri, bir şeyin yansıdığı yer.
makro: Büyük.
maktul: Katlolunmuş, öldürülmüş.
mâlâyânî: Mânâsız, faydasız, boş söz.
mâlûl: İlletli; kendisinde bir hastalık bulunan.
mâmur: 1. Sağlam, bakımlı, bayındır. 2. Îmâr edilmiş, işlenmiş. 3. Meskûn, oturulan, şen.
mânia: 1. Mânî, engel, önleyici. 2. Güçlük, zorluk.
manzûme: 1. Sıra, dizi, takım. 2. Vezinli kâfiyeli söz veya yazı.
mârifetullah: Allah Teâlâʼyı kalben ve yakînen tanıma, bilme.
mâsıyet: 1. İsyan. 2. Kötülük. 3. Günah şeyler.
maskara: 1. Güldürücü, eğlendirici. 2. Soytarı, herkesi kendine güldüren. 3. Rezil, soysuz (hakaret sözü).
materyalist: Materyalizmi benimseyen, maddeci.
mazhar: 1. Bir şeyin zuhûr ettiği yer. 2. Nâil olmuş.
mazhariyet: Mazhar olma hâli, kavuşma, şereflenme.
meccânen: Ücretsiz olarak, bedava.
Mecelle: İslâm hukukunun muâmelat kısmının tedvîninden meydana gelen kanun kitabı.
meclûbiyet: Tutulma, âşık olma.
mecrâ: 1. Suyun aktığı yatak, su yolu, akıntı yeri. 2. Bir işin gidiş, oluş yolu.
medfun: Defnedilmiş, gömülmüş.
meftun: 1. Gönül vermiş, vurgun, müptelâ, düşkün. 2. Şaşkınlık derecesinde beğenmiş, hayran.
mehâbet: Heybet, ihtişam, büyük bir kişinin karşısında duyulan saygı ve çekinme hissi.
me’haz: Bir şeyin alındığı, elde edildiği, çıkarıldığı yer, menbâ, kaynak.
meneviş: Bazı parlak mâdenler, cam ve kumaş üzerinde görülen renk dalgalanması.
mesâbe: Değer, hüküm, derece, mertebe, misil.
meşher: Teşhir yeri, sergi.
meşrûiyet: Meşrû olma, hukuka uyma durumu.
metâ: Mal, servet, ticarî değeri bulunan varlık.
metafizik: Duyularımızla idrâk edemediğimiz, fizikötesi varlıklar.
metânet: Metinlik, muhkemlik, dayanıklılık, sağlamlık.
mihenk: Altının ayarını ölçmekte kullanılan taş.
mihnet: Sıkıntı, zahmet, eziyet.
mihrak: Merkez nokta, orta kısım, odak.
mikro: Ancak mikroskop yardımıyla görülebilecek kadar küçük.
minval: Tarz, yol, sûret, şekil.
mîzan: 1. Terazi, ölçü. 2. Âhirette günah ve sevapların, iyilik ve kötülüklerin tartılacağı terazi.
muâfiyet: 1. Affedilmiş, bağışlanmış olma. 2. İstisnâ, imtiyaz.
muâmelât: 1. Muâmeleler, davranışlar; beşerî münâsebetler. 2. Fıkıhta; fert, âile, aynî haklar, mîras, ticaret, borçlar ve iş hukukuyla ilgili hususlar.
muâmele: Birine karşı herhangi bir davranışta bulunma.
muammâ: 1. Mânâsı zor anlaşılır şey. 2. Bilmece.
muâşeret: Bir arada hoşça geçinerek yaşama, görgü.
mûcib: 1. Îcâb eden, lâzım gelen, gereken, gerektiren. 2. Sebep, vesîle.
muharref: Tahrif edilmiş, bozulmuş, özünden uzaklaştırılmış.
mukâbele: Karşılık, cevap.
mukâbil: 1. Karşı, bedel. 2. Karşılık olarak, muâdil.
mukadderât: Allah tarafından ezelde takdir olunmuş şeyler, alın yazıları.
mukâvemet: Bir güce karşı koyan güç, direnç.
muktedir: İktidarlı, güçlü, kuvvetli.
muktezâ: İktizâ eden şeyler, gerekenler.
murâd-ı ilâhî: Cenâb-ı Hakk’ın istediği, murâd ettiği, kasdettiği şey.
murâkabe: 1. Bakma, göz altında bulundurma, kontrol. 2. Kendi iç âlemine bakma, tefekküre dalma.
musaffâ: Arıtılmış, temizlenmiş, sâfiyet kazanmış.
musallat: Aşırı derecede tâciz eden, sık sık rahatsızlık veren, sataşan.
mûteber: 1. İtibârı olan, değerli, hatırı sayılır. 2. Güvenilir. 3. Geçerliliği olan.
mûtedil: 1. Orta hâlde, aşırıya kaçmayan. 2. Ölçülü.
mûtenâ: Îtinâlı, özenilmiş, dikkate değer.
muvaffakıyet: Muvaffak olma, başarma, gâlibiyet.
muvâfık: Uygun, yerinde.
muvahhid: Tevhîd eden, Allâhʼın birliğine inanan.
muvakkat: Devamlı olmayan, belirli bir süre devam eden, geçici.
muvâzene: İki şeyin eşit olma hâli, denklik.
mübah: İşlenmesinde günah veya sevap olmayan.
mücâhede: 1. Mücâdele, çaba, gayret. 2. Kişinin nefsin istemediklerini yapmak sûretiyle kendini terbiye etmesi, nefis ile savaşma.
mücehhez: Donanmış, donatılmış, noksanlıkları giderilmek sûretiyle hazır hâle getirilmiş.
mücellâ: Cilâlanmış, cilâlı, parlak.
mücerred: Cisim hâlinde bulunmayan, tecrîd edilmiş, soyulmuş. Uydurma dilde soyut.
mücessem: 1. Tecessüm etmiş bulunan, en, boy ve derinliği olan, cismi olan, cisim hâlinde bulunan, üç boyutlu. 2. Vücutlu, gövdeli.
mücrim: 1. Günahkâr. 2. Kabahatli, suçlu.
müctehid: Âyet ve hadislere dayanarak hüküm çıkaran âlim, imam.
müdrik: İdrâk eden, anlayan, aklı ermiş.
müessir: 1. Tesir eden, eser bırakan. 2. Hüzün veren, kederlendiren. 3. Sözü geçen, hükmü yürüyen.
müfekkire: Düşünme gücü.
mükâleme: 1. Kelâm etme, konuşma, söyleşme. 2. Müzâkere.
mükedder: 1. Kederli, mahzun, gamlı. 2. Bulanık.
mükellef: Üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye mecbur olan.
mülâyemet: Mülâyimlik, yumuşaklık, uysallık.
mülâyim: 1. Yumuşak huylu kimse. 2. Uyumlu.
mülevves: 1. Kirli, pis, murdar. 2. Karışık, tertipsiz.
mülteci: İlticâ eden, himâye isteyen, sığınmacı.
mümtaz: Meziyetleriyle başkalarından ayrılan, seçkin, seçilmiş.
münâdî: Nidâ eden, bağıran, tellâl.
münbit: Ekilmiş olan bir şeyi iyi yetiştiren, verimli.
münevver: Bilgili, kültürlü kimse, aydın.
münezzeh: 1. Bir şeye ihtiyacı bulunmayan. 2. Arınmış, temiz, berî, sâlim.
mürâî: Riyakâr, iki yüzlü.
mürîde: Bir tarîkate müntesip olmuş hanım.
müsâmaha: Göz yumma, hoş görme, aldırmama.
müsâmahakâr: Müsâmaha eden, hoş gören, göz yuman, toleranslı.
müsbet: 1. Delili gösterilmiş, ispat edilmiş. 2. Menfî olmayan, olumlu, pozitif.
Müsebbib: 1. Sebep olan, meydana getiren. 2. Îcâd eden, yapan.
müstağnî: 1. Minnetsiz, ihtiyacı olmayan. 2. Tenezzül etmeyen. 3. Tok gözlü, kanaatkâr.
müstahdem: Hizmette bulunan, bir işte çalışan kimse; hizmetli.
müstecâb: Kabûl olunmuş.
müstefîd: İstifade eden, fayda elde eden, kazanan.
müstehcen: Edep ve ahlâk dışı, ahlâka aykırı, çirkin, uygunsuz, iğrenç.
müsterih: 1. Huzur içinde, gönlü rahat. 2. Emin.
müstesnâ: 1. İstisnâ edilen, benzeri olmayan, seçkin. 2. Kâide dışı.
müşâhede: 1. Bir şeyi gözle görme. 2. Mânevî seyir.
müşerref: Şereflendirilmiş, kendisine şeref verilmiş, şerefli.
müştâk: Şevkli, arzulu, özleyen.
müşterek: 1. İki veya daha fazla kimse tarafında kullanılan, ortaklaşa. 2. Birlikte, beraber.
müteâkib: Birbiri ardından gelen, tâkip eden.
müteâl: Yüksek, yüce, ulvî, ulu, aşkın.
mütebessim: Tebessüm eden, hafif bir şekilde gülen, gülümseyen, güleç.
mütehallî: Hâllenen, (maddî, mânevî) süslenmiş, donanmış.
mütekebbir: Kibirlenen, büyüklenen.
mütenâsip: Her bakımdan birbirine uygun, denk.
müzeyyen: Tezyîn edilmiş, süslenmiş, donanmış.
nâdan: 1. Bilmez, câhil. 2. Kaba, terbiyesi kıt. 3. Dost olmayan.
nâiliyet: Nâil olma, erişme.
nâkıs: Noksan, tam olmayan, eksik.
nakkaş: 1. Yağlı boya ile duvar nakışları yapan sanatkâr. 2. Nakış işleyen.
nasûh: Hâlis, temiz. (Tevbe-i nasuh: Bozulması imkânsız, samimî tevbe.)
nâzır: 1. Bakan, nazar eden. 2. Yönü bir yere doğru dönük olan. 3. Bir işin yönetimine memur olan.
nâzil: Nüzûl eden, yukarıdan aşağıya inen.
necâset: 1. Pislik. 2. Ters, kazûrat.
nedâmet: Nâdim olma, pişmanlık.
nefha: 1. Soluk, üfürük. 2. Esinti.
nefs-i levvâme: Hataya düştüğünde kendini kınayıp vicdan azâbı duyan, fakat aynı hataya tekrar düşebilen nefis.
nesep: Soy.
neşriyat: Yayımlanmış şeyler, yayım.
neşv ü nemâ: Yetişip büyüme, sürüp çıkma.
neşve: Sevinç, keyif, mutluluk sarhoşluğu.
nevî: Çeşit, tür.
nezâfet: Temizlik, paklık.
nezd: Bir makâmın yanı, katı, huzûru.
nezih: 1. Temiz. 2. Güzel, kibar.
nikbin: İyimser.
nişâne: Eser, alâmet, emâre, iz.
nötron: Elektrik yükü bakımından nötr, protonla birlikte atom çekirdeğini meydana getiren tanecik.
numûne-i imtisal: Misal getirilecek örnek.
nush: Nasîhat verme, öğüt.
nusret: 1. Yardım. 2. İlâhî yardım. 3. Üstünlük, zafer, galebe.
nutfe: Meni, erlik suyu, sperma.
nüfûz: 1. İçe geçme; işleme. 2. Geçerli.
onulmak: İyileşmek, şifa bulmak.
perverde: Beslenmiş, terbiye ile yetiştirilmiş, büyütülmüş.
pozitivist: Hakîkatin deneme ve gözlem ile elde edilebileceği görüşünde olan, pozitivizmi benimseyen.
protestan: Katoliklikten ayrılma hristiyan mezhebine mensup olan, reform taraftarı.
proton: Pozitif yüklü hidrojen atomu çekirdeği.
rakik: 1. Çok ince, nâzik, nârin. 2. Yumuşak kalpli, yufka yürekli.
râm olmak: İtaat etmek, boyun eğmek, kendini başkasının emrine bırakmak.
râyiha: Koku, güzel koku.
rehabilite: Bir kimseyi iş görür hâle getirebilmek için sakatlığını veya yetersizliğini gidermek maksadıyla uygulanan tedâvi.
rehâvet: Gevşeklik, atâlet, uyuşukluk.
rızâ-yı ilâhî: Allâh’ın rızâsı, hoşnutluğu.
riâyet: 1. Îtibar, sayma, saygı, hürmet. 2. Uyma, gözetme.
rikkat: 1. İncelik, yufkalık. 2. Nezâket. 3. İfadede incelik.
riyâkâr: İkiyüzlü, mürâî.
riyâzet: Az yiyip, az uyuma ve sürekli ibadet ederek nefsi terbiye etme, nefsin arzularına karşı kendini tutma, kanaatkârca yaşayış.
rücû: Geri dönme.
sadâ: Ses.
sadaka-i câriye: Sürekli ecir ve sevâba vesîle olan hayır-hasenat.
sadâkat: Dostluk, vefakârlık, içten bağlılık, doğruluk.
sa’deyk: Huzur ve saâdet üzere ol, mânâsına gelen bir duâ ve temennî ifadesi.
sâdır: Çıkan, meydana gelen, zuhûr eden.
sâfiyet: Hâlislik, temizlik, paklık, arılık.
sâik: 1. Sevk eden. 2. Husûsî sebep.
sâlim: 1. Hasta veya sakat olmayan. 2. Ayıpsız, kusursuz. 3. Korkusuz, endişesiz, emîn.
sath-ı vatan: Vatanın her yeri.
sa’y ü gayret: Çalışma, çabalama, gayret etme.
sebat: Sözde durma, ahde vefa etme, kararlı olma, yerinde durma.
sefih: 1. Malını düşüncesizce harcayıp israf edecek derecede zevk ve sefâhata düşkün olan. 2. Basit, bayağı, âdî.
sehl-i mümtenî: Basit bir şekilde söylenivermiş, kolayca yazılıvermiş gibi göründüğü hâlde taklîdi, benzerinin söylenmesi veya yazılması zor olan söz.
sehven: Yanlışlıkla, hatâen.
seküler: 1. Dünyevî, cismanî. 2. Lâik.
selâmet: Dert, sıkıntı, kusur vb. şeylerden uzak ve emin olma, kurtulma.
serkeş: 1. Başkaldıran, itaat etmeyen. 2. Muhâlif.
server: 1. Baş, reis, önde gelen. 2. Seyyid.
serzeniş: Başa kakma, çıkışma, azarlama, sitem.
Settâr: Kulların kusurlarını, ayıplarını örten ve bağışlayan mânâsına gelen, Allâh’ın bir sıfatı.
seyr u sülûk: Tarîkate giren kimsenin Hakk’a vuslat için yaptığı mânevî yolculuk.
seyyiat: Kötülükler, kötü fiiller, günahlar.
seyyie-i câriye: Sahibi için, vefâtından sonra da sürekli günah yazılmasına sebep olan şey.
sıyânet: 1. Muhâfaza etme, koruma, saklama. 2. Himâye.
sirâyet: Birinden diğerine geçme, bulaşma.
sîret: 1. Bir şahsın mânevî durumu, hâl, hareket ve tabiati, ahlâk ve karakteri. 2. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hâl tercümesi.
suffe: Peygamber Efendimiz’in Medîne-i Münevvere’de yaptırdığı mescidin yanında ashâbına ilim tâlim ettiği, üstü kapalı, etrafı açık gölgelik. Ashâb-ı Suffe: Suffeʼde Peygamber Efendimizʼden ilim tahsil edenler.
sûistimâl: Salâhiyet, görev, hak vb.ni kötüye kullanma, yolsuzluk yapma.
sun’î: 1. Tabiî olmayan, yapma. 2. Uydurma, sahte.
süflî: 1. Aşağıda olan, aşağılık. 2. Kötü ve pis kıyâfetli, hırpânî.
sükûnet: 1. Durgunluk, hareketsizlik. 2. Dinme, kesilme, yatışma. 3. Huzur, rahat.
sünûhat: Akla, hatıra gelen, içe doğan şeyler.
sürûr: Sevinç.
şebnem: Çiy, jâle.
şerâb: 1. Şerbetler, içecekler. 2. Tasavvufta ilâhî aşk.
şerʼan: Şerîat hükmüne göre.
şerâre: Kıvılcım.
şer’î: Şerîatle alâkalı, dîne uygun.
şiâr: 1. Nişan, eser, işaret. 2. Alâmet-i fârika.
şükrân: İyiliğe duyulan minnettarlık, gönül borcu.
şümûl: İçine alma, kaplama.
tâbiîn: Sahâbe-i kirâm devrinde yaşayıp onlarla görüşen, sahâbeden hadis nakledenler.
tâdil-i erkân: İbadetleri esaslarına riâyet ederek düzgünce edâ etmek.
tahassüs: Hislenme, duygulanma.
tahayyül: Tasavvur etme, hayalde, zihinde canlandırma.
tahrif: 1. Harflerin yerini değiştirerek mânâyı bozma. 2. Değiştirme.
tahsis: 1. Has kılma, ayırma. 2. Aylık bağlama.
takdîm: 1. Sunmak. 2. Öne geçirmek, öne almak.
takvâ: Allah korkusuyla dînin yasaklarından kaçınma.
tamah: 1. Hırs, açgözlülük. 2. Şiddetle isteme.
tasadduk: Sadaka verme.
tavsif: Vasıflandırma, sıfatlarını ortaya koyma, etraflıca, tarif etme.
tâzim: Hürmet, saygı, yüceltme.
tebdîl: Çevirme, değiştirme, dönüştürme.
teberrük: Bereket umma, mübârek ve uğurlu sayma.
tebliğ: 1. Ulaştırma. 2. Bir dîni başkalarına anlatma ve böylece onun yayılmasına çalışma.
tecellîgâh: Tecellî yeri, bir şeyin göründüğü yer.
tecessüs: 1. Bir şeyin iç yüzünü araştırıp sırrını çözmeye çalışma. 2. Merak.
tecezzî: Cüzlere ayrılma, parçalanma.
tecvid: Kur’ân-ı Kerîm’i uygun telâffuzla okuma.
tedrîcî: Tedricle olan, azar azar yapılan.
teessür: Üzüntü, keder.
tehir: Geriye bırakma, erteleme.
tekdîr: 1. Azarlama, darılma, çıkışma; zılgıt. 2. Üzme.
tekrîm: Yüceltme, ululama, saygı gösterme.
teksif: Sıkıştırma, yoğunlaştırma.
tekzip: Yalan olduğunu ilân etme, yalanlama.
telezzüz: Lezzet alma, hoşlanma.
teʼlif: 1. Eser yazma, toplama, düzenleme. 2. Ortaya konulmuş eser.
telkin: 1. Fikrini kabul ettirme. 2. Ölmek üzere olan kimsenin başında kelime-i şehâdet getirerek tekrarlamasını sağlamaya çalışma.
tenezzül: 1. Alçak gönüllülük gösterme. 2. İnme, alçalma.
terakkî: 1. Artma, ilerleme, yükselme. 2. Daha iyi hâle gelme.
terettüb: Îcâb etme, gerekme, bir işin birinin üzerine düşmesi.
terfî: 1. Yükselme, yükseltilme. 2. Rütbe alma.
tesâhüp: Sahip çıkma, koruma, himâye etme.
tescil: Sicile kaydetme, resmen onaylatma.
teşbih: Benzetme, kıyaslama.
teşmil: Şümullendirme, yayma, genişletme.
teşne: 1. Susuz, susamış. 2. Arzulu, istekli, hevesli.
tevcih: 1. Belli bir yöne döndürme. 2. Bir kimseye hitab etme. 3. Açıklama.
tevdî: 1. Emânet etme. 2. Teslîm etme.
teveccüh: 1. Yönelme. 2. Güler yüz gösterme, sevgi ve muhabbet.
tevessül: 1. Vesîle sayma. 2. Başvurma, girişme. 3. Sarılma.
Tevvâb: Tevbeleri kabul eden (Allah).
tevzî: 1. Dağıtma. 2. Herkese payına düşeni dağıtma.
te’yid: 1. Doğrulama, destekleme. 2. Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma.
tezkiye: Nefsi, her türlü kötü sıfatlardan temizleme, aklama.
tezyin: Süsleme, ziynetlendirme.
tulûat: 1. Doğmalar, doğuşlar. 2. Kalbe doğan fikirler.
ucub: Kendini beğenmişlik.
ukbâ: Âhiret.
ulvî: Yüksek, yüce.
ummân: Büyük deniz, okyanus.
ülfet: 1. Alışma. 2. İyi geçinme.
ünsiyet: Alışkanlık, ülfet, dostluk.
vakur: Vakarlı, ağırbaşlı.
vasat: 1. Orta. 2. İçinde bulunulan durum veya çevre.
vasıf: Bir kimse veya nesneyi başkalarından ayıran kendine has nitelik.
vebâl: 1. Şiddet, ağırlık, azap. 2. Günah.
vehim: 1. Sebepsiz korku. 2. Yanlış ve esassız düşünce. 3. Şüphe, kuruntu.
vukûfiyet: Derinlemesine anlama, bilme, haberli olma.
vuslat: Bir şeye ulaşma, kavuşma.
yakîn: Şüpheden kurtulmuş, doğru, sağlam ve kat'î bilgi, mutlak kanaat, tam bir itmi'nân.
zâhid: Zühd sahibi, Allah korkusuyla dünya nîmetlerinden el çeken.
zebûn: 1. Zayıf, argın. 2. Güçsüz, mecalsiz, dermansız. 3. Bîçâre, zavallı. 4. Üzgün.
zelle: 1. Kayma. 2. Ayağın sürçmesi. 3. Peygamberlerin gayr-i irâdî yanılmaları.
zevâl: Yok olma, ölme, iyi hâlden kötü hâle düşme.
zevc: Koca, eş.
zevce: Nikâhlı kadın, eş.
zimmet: 1. Üstlenilen, yerine getirilmesi gereken şey. 2. Koruma, himâye. 3. Borç.
zuhurat: 1. Zâhir olanlar, meydana gelenler. 2. Beklenmedik, hesapta olmayan hâller.
zulmet: 1. Karanlık. 2. Mâneviyat nurlarından mahrumiyet.
zühd: Dünyaya, maddeye ve menfaate hak ettiğinden fazla değer vermeme, kanaatkârlık, her türlü dünyevî ve nefsânî zevke karşı koyarak kendini ibadete verme.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Gönül Dünyası, Erkam Yayınları