Lüks İsraf mıdır?
Lüks israf mıdır? Mülk üzerinde ne kadar tasarruf sahibiyiz? Emanetçi olarak verilen zenginlik nimetini nasıl paylaşmalı ve nelerde kullanmalıyız? Zengin bir kulun üzerine düşen vazifeler nelerdir?
Bu sınır, takvâ olarak ayrıdır, ruhsat olarak ayrıdır. Bir defa mülk, Allâh’ındır. Öncelikle bu telâkkî zarurîdir. Bu mülk bana emanettir. Benim aşağımdaki kimseler bana zimmetlidir. Bende var, onda yok. Demek ki benim, onun ihtiyacını temin etmem lâzım. Bu anlayışın, bir müʼminde tabiat-i asliye hâline gelmesi zarurîdir. Mülkü kullanabilme sanatının en güzel yolu budur.
Bir müʼminin kalbi âdeta mânevî bir röntgen hâline gelecek. Kendisine kimlerin zimmetli olduğunu sîmâlarından bilecek. Bu zimmetine dikkat edecek. Hâlini arz eden muhtacı dinleyeceksin. Fakat iffeti dolayısıyla isteyemeyeni de sen gidip bulacaksın. Nasıl üstüne başına bir şeyler almak için dükkân dükkân dolaşıyorsan, üzerine zimmetli olan fakir fukarayı bulmak için de dolaşacaksın. Mülk Allâh’ın, bizim değil. Emânet bize. Bu durumda nasıl israf edersin? Sana ait olmayan bir malı, nasıl keyfince kullanabilirsin? Bu, emânete ihânet olmaz mı?
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî buyurur:
“Allah dostları, daha ziyâde, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler.” Yani onlar, garipleri arayıp bulur, kimsesizlerin kimsesi olur, muzdariplerin derdiyle dertlenir, iffetinden dolayı çekinip ihtiyacını arz edemeyen muhtaçları sîmâlarından tanırlar.
Bir müslüman, şer’î mesʼûliyetlerini yerine getirdikten sonra istediği gibi harcama hürriyetine sahip midir, suâlinize gelince…
Böyle bir hürriyete sahip değildir. Bir müʼmin, dünyada nasların çerçevesi içinde hürdür. Nasların dışına çıktığı zaman, nefsânî arzularının esiri olur. Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, müʼmin ne kadar çok kazanırsa kazansın, kendisi için kifâyet miktarıyla yetinip geri kalanı âhiret sermayesi kılabilmenin gayreti içinde olmalıdır.
Zira ihtiyaçtan fazla harcamak israf, her şeyi kendi nefsine hasretmek de cimriliktir. Cenâb-ı Hak, bu iki menfî hâlden de kurtularak dengeli bir cömertliği emreder. Âyet-i kerîmede buyurur:
“...(Rasûlüm!) Sana (hayır-hasenât yolunda) neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasını (verin)!..” (el-Bakara, 219)
Rasûlullah r Efendimiz buyurur:
“Gerçek fakir, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve hâlini anlayıp kendisine yardım edecek biri çıkmayan, (buna rağmen) halktan bir şey isteyemeyen (müstağnî) kimsedir.” (Buhârî, Zekât, 53)
Rasûlullah r Efendimizʼe ganimetlerin beşte biri gelirdi, dilese gayet zengin bir hayat sürebilirdi. Fakat O, fakrʼı ve zâhidâne bir hayatı, gönüllü olarak tercih eder, kifâyet miktarıyla yetinir, geriye kalanı infâk eder, böylece “ağniyâ-i şâkirîn”e örnek olurdu. Evinde sudan başka hiçbir şeyin olmadığı zamanlarda da sabır ve şükür hâliyle “fukarâ-i sâbirîn”e fiilî kıstas, yani canlı bir örnek olurdu.
Bir gün ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in yanında dünyadan bahsettiler. Bunun üzerine Efendimiz:
“Siz işitmiyor musunuz, siz işitmiyor musunuz? Sâde yaşamak îmandandır; sâde yaşamak îmandandır.” buyurdular.
Yine Efendimiz insanın ihtiyaçlarını karşılamadaki meşrû sınırlarını bildirmek üzere:
“İsrâfa ve gurura saplanmaksızın yiyiniz, içiniz, giyiniz, sadaka veriniz.” buyurmuş, diğer bir hadîs-i şerîfte ise:
“Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” îkâzında bulunmuştur.
Halk ağzında “oburluk veya pisboğazlık” olarak da tâbir edilen bu hâl, dînimizce reddedilmiştir. Yine bu hâl, çok imkâna sahip olmanın, çok tüketmeyi meşrû kılmadığını da ortaya koymaktadır. Zira Hazret-i Ali ʼın buyurduğu gibi:
“Zenginler israf ettiği ölçüde, toplumda insanlar aç kalır!..”
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri dünya ihtirâsını şu teşbihle izah eder:
“Maddî hayata meyledenler için hayat, deniz suyu içmeye benzer; içtikçe susarlar, susadıkça içerler.”
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Para ile İmtihanı, Erkam Yayınları