M. Es‘ad Erbîlî Hazretleri’nden Hikmetli Sözler ve Tavsiyeler

GÜZEL SÖZLER

M. Es‘ad Erbîlî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’nden hikmetli sözler ve tavsiyeler...

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur: “Din, nasihattir.” (Müslim, Îmân, 95)

Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa muhteşem ikrâmı, ebedî ve mükemmel mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim; baştan sona hikmettir, öğüttür, nasihattir, ibret dolu kıssa ve bin bir hissedir.

Başta sahâbî efendilerimiz olmak üzere, bütün Hak dostları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zamana yayılmış zirve mâhiyette, müstesnâ talebeleridir.

M. ES‘AD ERBÎLÎ HAZRETLERİ’NDEN HİKMETLİ SÖZLER VE TAVSİYELER

“Aşk gülistanının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım!”

“Dervişlik bostanında ızdıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam rüyamda Gül’ü görürüm!” (M. Es‘ad Efendi, Dîvân, s. 94, 96)

HER ZERRE GÜL OLMALI

–Cenâb-ı Hak kalp gözünüzü nurlandırsın!

  • Nasıl ki gül yaprağının her noktasında gülsuyu mevcut ise, aynen onun gibi sizin kıymetli vücudunuzun her zerresini de muhabbet ve dâimî zikrin hoş kokusuyla güzelleştirsin!
    (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 100, no: 69)

HER ZERREYİ YIKAMALI

  • Letâiflerin hepsi tasfiyeye muhtaç olduğundan, bir Hak yolcusunun, sırasıyla bütün latîfelerini zikre alıştırması zarûrîdir.

Bir insana gusül gerektiğinde nasıl vücudunun her yerini, hattâ her noktasını yıkaması lâzım ise;

Gönül âlemini tasfiye etmek isteyen bir kişinin de bütün letâifleriyle, hattâ vücudunun her zerresiyle zikretmesi zarûrîdir.(M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 140, no: 112)

ŞERÎAT ve TARÎKAT

  • Zâhirimizi tezyîn etmek için Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hassas ve temiz şerîatine,
  • Gönlümüzü temizlemek için de yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in koyduğu (kalbî) esaslara, yani tarîkat-i aliyyeye ittibâ etmek lâzımdır. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 86, no: 55)

HER YERİ SARAN MUHABBET ATEŞİ!

Es‘ad Erbîlî Hazretleri, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbet ateşiyle öyle yanmıştı ki, her nereye baksa o ateşle kuşatılmış görüyordu. Yüksek bir hissiyâta tercüman olan bazı beyitleri şöyledir:

Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş!

Gül âteş, bülbül âteş, sümbül âteş, hâk ü hâr âteş!

Habîbim, Sen’in güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı, Sana âşık olan ilkbahar dahî ateş kesilmiş! Gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken bile aşk ateşi içinde!..”

Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasletmek?!.

Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoş-güvâr âteş!

“Bu kadar ateş içinde aşk şehîdini gasletmek ne mümkün?!.

Zira ceset ateş, kefen ateş, tatlı su bile ateş kesilmiş!”

 

Ben el çektim safâ-yı hâtır u ârâm-ı cânımdan,

Safâ âteş, cefâ âteş, firâr âteş, karâr âteş!

“Ben gönlümün safâ bulup rahata kavuşması arzusundan vazgeç-tim. Zira safâ ateş, cefâ ateş, kaçmak ateş, kalmak ateş!”

 

Ne yapsam bu dil-i mahzûnu mesrûr eylemem şâhım,

Gam âteş, gam-güsâr âteş, temennâ-yı mesâr âteş!

“Sultanım! Ne yapsam bu mahzun gönlümü sevindiremem!

Zira dert ateş, dert ortağı ateş, hattâ sevinme arzusu bile ateş!”

HABÎBİM...

Gönül nûr-i cemâlinden habîbim bir ziyâ ister,

Gözüm hâk-i rehinden ey tabîbim tûtiyâ ister!

“Ey Habîbim! (Şu karanlık gurbet diyârına düşen) gönlüm, cemâlinin nûrundan bir ziyâ, (parıltı, aydınlanacak bir ışık) ister! Ey Tabîbim! (Sen’den ayrı kaldığım şu gurbette) gözüm, Sen’in yolunun toprağından bir sürme ister!”

 

Ne âb-ı dîdeden râhat, ne âh-ı sîneden imdâd,

Benim bâr-ı günâhım lutf-i şâh-ı enbiyâ ister!

“Ne gözyaşından rahatlık, ne de gönlün feryâdından bir imdat var! (Ey Sevgili!) Benim (taşımaktan âciz olduğum şu) günah yüküm, peygamberlerin şâhının lutfunu, yani Sen’in şefaatini ister!”

 

Gül-i ruhsârına meftûn olanlar şüphesiz Sen’siz,

Ne mülk ü mâl ü câh ister, ne de zevk u safâ ister!

“Sen’in gül yüzüne âşık olanlar, hiç şüphesiz ki, (sadece Sen’i arzularlar. Dolayısıyla) Sen’siz, ne mal-mülk, mevki, ne de zevkve safâ isterler!”

 

KELİME-İ TEVHÎDE DAİR

İsm-i şerîfi «esmâ-i hüsnâ»nın hepsini kendinde toplayan ve Cenâb-ı Hak için alem olan, yüce zâtına has bir isimdir.

O hâlde;

«–Allah’tan başka lutfeden, O’ndan başka himâye eden, O’ndan başka rızık veren... bir ilâh yoktur.» demektir.

Buna göre insan, kâmil bir mü’min olmak için bu zikr-i şerif ile kalbini ihyâ etmeli ve bu yüce kelimeyi kalp âlemine nakşetmeye îtinâ göstermelidir. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s.146, no: 118)

–Bu âciz kardeşiniz hâlâ îmânın aslını ikmâle çalışıyorum. Kelime-i tevhîdi dil ve hâl ile zikretmeye gayret ediyorum.

Çünkü;

  • Cenâb-ı Hakk’ın dışında bir matlûb, -sûfî lisânıyla- bir put, kalpte mevcut oldukça « Lâ ilâhe illallâh Muhammedü’r-rasûlullah » demek zordur. Söylense bile mânen kabule şâyan ve vuslata vesile olacağı şüphelidir. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 63, no: 35)

« Lâ ilâhe illallâh Muhammedü’r-rasûlullah » diyen cennete girer.» buyurulmuş ise de diğer bir hadîs-i şerifte; « Lâ ilâhe illallâh Muhammedü’r-rasûlullah »: ihlâsla (kelime-i tevhîdi söyleyen)” kelimesi de zikredilmiştir. (Taberânî, Kebîr, V, 197)

“–Onun ihlâsı nedir?” suâline Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Onu Allâh’ın haram kıldığı şeylerden muhafaza etmesidir.” cevabını vermişlerdir. (Taberânî, Evsat, II, 56)

HANGİ İNSAN MÜKERREMDİR?

“Cenâb-ı Hak buyurur:

«Biz insanı mükerrem kıldık...» (el-İsrâ, 70)

–Acaba bu mükerrem Âdemoğlu kimdir? Toprak ve sudan yaratılmış bulunan maddî varlık, yani beden mi yoksa tefekkür ve konuşma kabiliyetiyle diğer canlılardan ayrılan insan cinsi midir?

–Elbette bunların hiçbiri değildir.

Zira azgın nefsinin süflî arzularını yerine getirmek sûretiyle gayr-i meşrû taşkınlıklar yapan, hassas şerîati ve rûhâniyet tevzî eden tarîkati ayaklar altına alan ve nefsânî duygularına esir olan kimseler, asla mükerrem olamazlar. İrfan ve vicdan sahibi kimseler nazarında bu tip insana; «nâdân / kara câhil» demekten başka bir sıfat yakışmaz.

Mükerrem denilmeye lâyık Âdemoğlu ise, nefs tezkiyesiyle güzel ahlâka sahip olarak dışını ve içini süsleyen, şerîate hizmet eden ve tarîkate vâkıf olan bahtiyar kimselerdir.” (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 3, no: 1)

Âdem olamaz ahsen-i takvîm ile ekrem,

Takvâdır eden ehlini insân-ı mükerrem.

İlm ü amel etmezse eğer kalbini tenvîr,

Şeytan kesilir nefs-i habîsi ile âdem! (M. Es‘ad Efendi, Dîvân, s. 232)

  • Altın ve gümüş muhabbetine esir olursan, ayarın bakırdan daha aşağı olur.

Demir parçası gibi cevhersiz de olsan, kara bir taş veya mermer de olsan, bir gönül ehline erişirsen mücevher olursun!

(M. Es‘ad Efendi, Dîvân, s. 109)

KIŞ GELMEDEN!

  • Cenâb-ı Hak, şiddetli kış gelmeden önce kömürün lüzumunu hisseden dünya aklını vermiş olduğu gibi;
  • Kabrin karanlığını görmeden evvel onu nurlandırmanın lüzumunu anlayıp idrâk edecek bir âhiret aklını da cümlemize ihsan buyursun! (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 6-7, no: 2)
  • Hayat sermâyemizden kaybettiğimiz zamanlar içinde teessüf edilecek bir saniye varsa, o da (uhrevî) istikbal teminine medâr olan zikir ve tefekkürden uzak geçen demlerdir. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 55, no: 27)

ÖNCEDEN GÖNDERMEK GEREK

  • Kiracıların bir evden diğerine taşınırken bütün eşyalarını beraberlerinde götürüp, sevdikleri mallardan hiçbir şeyi bırakmadıkları mâlûmdur.

Hâl böyle iken;

  • İnsanların, her şeye muhtaç oldukları kabir evine giderken sevdikleri eşyalarından kısmen olsun bir şeyi beraberlerinde götürmemeleri (infâk edip kendilerinden önce âhirete göndermemeleri), gerçekten hayret verici bir durumdur. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 16, no: 5)
  • Şükür, sadece; «Yâ Rabbi Sana şükürler olsun!» demek değildir.

Bilâkis Allâh’ın kendisine lutfettiği nimetlerin hepsini yaratılış maksadına uygun olarak kullanmaktır.

Şükrün en makbulü ise sârî olan, yani din kardeşlerine fayda veren (içtimâî) ibâdetlerden (ve hizmetlerden) ibarettir. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 67, no: 38)

TEFEKKÜR

  • Nutfeden alakayı, alakadan kemikleri yaratan, kemiklere et giydiren, beşerî âzâları ikmâl edip insana en güzel sûreti veren ve ona ruh üfleyerek hayat veren Cenâb-ı Hak ne yücedir!

Cenâb-ı Hak; ağlamaktan başka bir şeye kādir olmayan mini mini bir yavruya, anne-baba gibi iki merhametli hizmetçiyi tayin eder. Suya, ateşe, yağa, tuza ve zamana muhtaç olmayan, tatlı ve hoş bir gıdâ olan anne sütünü ona ikrâm eder. Ve her an husûsî bir hâl ve yeni bir tecellî ile o yavruyu olgunlaştırır. Bütün bunları en mükemmel bir şekilde yapan Cenâb-ı Hak, ne Kerîm bir sanatkârdır! (Bkz. M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 45-46, no: 19)

YAŞLILIK TEFEKKÜRÜ

“İhtiyarlık zamanının sadece bir hâlini seviyorum. O da şudur:

Çoğu vakit hatıra geliyor ki vakit bitti, rıhlet (bu dünyadan gitme) zamanı yaklaştı. Şimdiye kadar dünya için çalışsaydın belki mâkul görülebilirdi, lâkin bundan sonra ne olacaksın? Genç mi olacaksın? Uyanık olmalı! «İrci‘î: Dön!» emr-i ilâhîsine icâbet edeceğin gün için hazırlık yapmalısın! İşte bu gibi şeyleri düşündükçe nefs kendini müdafaadan âciz kalıyor ve mâkul bir cevap bulamıyor. Cenâb-ı Hak cümlemizi muvaffak buyursun! Gaflette bırakmasın! Âmîn!” (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 128, no: 99)

  • Tefekkür-i mevt, insanın başına gelen musîbetlerin üzüntüsünü hafifleteceği gibi, kişinin kendi ölümünü de kolaylaştırır. İnsanı huzursuz eden ve azâba sürükleyen dünya muhabbetini azaltır. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 141, no: 113)

TEDAVİ NİÇİN FAYDA VERMİYOR?

(Tasavvufî derslerde verilen zikir, tefekkür, sohbet gibi şeyler, kişinin mâneviyâtını yükseltmek için yazılan reçeteler mesâbesindedir.)

Bu ilâcın tesirine mânî bir şey varsa, o da (mânevî) perhize, yani kaçınılması îcâb eden hususlara riâyet etmemektir.

Bunları da şöyle sıralayabiliriz:

  • Şerîate muhalif davranışlar,
  • İsraf kabîlinden olan birtakım süs ve ziynete muhabbet,
  • Gaflet ve kasvet ehli ile ülfet ve beraberlik.

(M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 70, no: 40)

  • Tarîkatlerin hangisi olursa olsun, hepsinin de esâsı ve temeli şerîat-i mutahharadır.

Bir insan söz ve davranışlarını şer‘-i şerîf ile te’lif edemezse, onun tarîkatten feyz alması mümkün değildir.

Zira o, doktorun verdiği ilâçları kullanmayan ve yasakladığı şeylere riâyet etmeyen bir hasta gibidir.

(M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 159, no: 132)

NAMAZDA ARZ-I HÂL

  • Herhangi bir istirhâm için büyüklerden birinin huzûruna varan kişi, selâm verdikten sonra onu medh ü senâ eder, kendisine mensup olduğu için dâimâ iftihar ettiğini söyler. En sonunda da ihtiyacını arz ederek istirhamda bulunur.

Namaz kılan kişi de böyle bir şeyi tasavvur eder, mücerred bir hâli kendi müşahhas hâline teşbih ederse, şüphesiz bu, namazın hakkıyla îfâsına yardımcı olur. (M. Es‘ad Efendi, Fâtiha-i Şerîfe Tercümesi, s. 2-3)

(Yani kişi, namazda kimin huzûrunda durduğunun farkında olmalı ve namazı huşû, niyaz ve ilticâ hâlinde kılabilmeye gayret etmelidir.)

  • Âyet-i kerîmede buyurulur:

«Allâh’ım! Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz!» (el-Fâtiha, 5)

Kulun, yardım istemeye hak kazanmasının, kulluk vazifesini îfâdan sonra olacağına açık bir işaret olan bu âyet-i kerîmeyi görmezden gelmeyelim! (M. Es‘ad Efendi, Fâtiha-i Şerîfe Tercümesi, s. 6)

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Cenâb-ı Hak -azze ve celle- Hazretleri’ne arz ve takdim etmiş olduğu «tahiyyât»ı, namaz kılan kişi kendi adına takdim eylemelidir. Efendimiz’in sözünü naklediyor gibi okumamalıdır. Sonra Cenâb-ı Hakk’ın buyurmuş olduğu selâmı, Peygamber Efendimiz’in ilâhî selâma verdiği cevabı ve Cebrâil -aleyhisselâm-’ın kelime-i şahâdetini de hep kendi söylüyormuş gibi okumalıdır.” (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 33, no: 10)

MAHVİYET

  • Kulların fiilleri içinde en çok kabule lâyık olan şey mahviyettir.

Yani bir insanın, zayıf, hakir ve âciz bir varlık olduğunu ve her nesi varsa Cenâb-ı Hakk’ın lutfu ve mülkü olduğunu bilmesidir.

Secdeye varmak, yerlere kapanmak, toprakla bir olmak da bu mahviyetin fiilî temsilidir. Bunun yanında insan dil ile de; « ÓõÈúÍóÇäó ÑóÈøöíó ÇáúÃóÚúáٰì» der, yani kuvvet, beden, kudret, mal ve mülk bakımından herkesten üstün olan Allâh’ı bütün noksan vasıflardan tenzih eyler. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 31, no: 10)

  • Bir kul, amel ve ibâdetleri sayesinde ancak nefsini isyandan kurtarmış olur, bundan fazla bir fazîlet iddiasında bulunamaz! (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 118-119, no: 89)

Allah katında kulların mahrumiyetine sebep olan günahların birisi hattâ birincisi, kendinde bir varlık görmek ve enâniyettir. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 138, no: 110)

MİDE ve KALP MUKAYESESİ

İnsan vücudunda mide ve safrayla alâkalı hastalıklar varken en lezzetli yiyeceklerin bile tadının kalmayacağı, onlardan bir fayda hâsıl olmayacağı mâlûmdur.

Aynı şekilde;

Riyâ, kibir, haset, tamah ve cimrilik gibi kalbî hastalıklardan biri, bilhassa da birkaçı varken Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak ve rıdvân bahçelerinin nimetlerine kavuşmak için yalnız zâhirî ibâdetler kâfî gelmez. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 150, no: 122)

MUHABBET İDDİASI

  • Mâlûm olduğu üzere feyz alıp terakkîye medâr olabilecek hasletlerin başında ihlâs ve muhabbet gelir. Ebedî saâdet ve selâmet, ihlâs ve muhabbet ağacının meyvesidir. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 59, no: 31)
  • Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâline aşk ve muhabbet iddiasında bulunmayan bir insan hemen hemen yok gibiyse de bunu fiilen ispat etmek zordur.

Birçok kimse bu hususta kendisini aldatıyor.

  • Bir insan, muhabbetin mânâsını öğrenmek isterse onu, mal ve evlâda karşı olan muâmelesinden öğrenmelidir. İnsan nasıl vakitlerinin çoğunu onları düşünmeye sarf ediyor, hiç hatırından çıkaramıyor, onlar için her türlü fedâkârlıkta bulunuyor, her sebebe tevessül ediyor ve bunları elde etme uğruna rahatını, huzurunu terk ediyor!

İşte muhabbet de böyle olmalıdır, lâkin büyük bir kısmı Cenâb-ı Hakk’a olmalıdır. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 67-68, no: 38)

  • Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

«Allah Teâlâ bir kişinin sadrına iki kalp koymamıştır!..» (el-Ahzâb, 4)

Yani;

Cenâb-ı Hak insana, biri Allah muhabbetine, diğeri mâsivâ sevgisine mahsus olmak üzere iki kalp vermemiştir.

Muhabbet yuvası olan kalp evi tektir. Kalp bunların hangisine bağlanırsa diğeri ehemmiyetini kaybeder. Bu sebeple tasavvufu yaşayan kâmil bir mü’minin, işlerinin çok olduğu zamanlarda bile kalben Cenâb-ı Hakk’ı zikretmesi îcâb eder. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 71, no: 41)

KALICI OLMALI

  • Mürid, muhabbetinin coştuğu anlarda ve üstâdının sohbeti esnasında nefsinin ıslah olmuş gibi görünmesine ve kendisinde müşâhede ettiği güzel hâllere pek itimat etmemelidir. Zira bu gibi ıslah hâlleri, akisleşme sûretiyle meydana gelmiş gölge hâllerdir, hakikî değildir.

Bu güzel hâllerin aslî olabilmesi ve kendisinde tam olarak tecellî edebilmesi, yani Cenâb-ı Hakk’ın bütün emir ve nehiylerine uyması için daha birtakım sa‘y u gayretler lâzımdır. (M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 84-85, no: 54)

ÖFKEYİ YUTMAK

  • Öfke (gayz) ateşinin kıvılcımları, huzur harmanını yakıp kül eder ve bütün mahsûlü mahveder.

Bu sebeple;

Hiçbir akıllı insan, kendini öfke iptilâsına dûçar kılmaz...

Derûnî hastalıklardan kurtulmak için öfkeyi yutmak lâzımdır! Her ne kadar yılanın zehrinden daha acı olsa da... (M. Es‘ad Efendi, Dîvân, s. 72)

[Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“O (takvâ sahipleri) ki bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da (bu şekilde bütün hâl ve ibâdetlerinde) ihsan sahibi olanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)]

  • Hak uğrunda seni ayıplayan olursa buna aldırma!

Zira bal toplayan için arı iğnesi nedir ki? (M. Es‘ad Efendi, Dîvân, s. 95)

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Asr-ı Saâdetten Günümüze HİDÂYET REHBERLERİ, Yüzakı Yayıncılık