Madde Madde Allah'ın İsim ve Sıfatları

Allah'ın (c.c) isim ve sıfatları nelerdir? Madde madde Allah'ın isim sıfatları...

Allah Teâlâ’ya iman etmek demek, O’nun yüce varlığı hakkında vacip ve zorunlu olan, kemal ve mükemmellik sıfatlarıyla birlikte caiz sıfatları da bilip, öylece inanmak ve Allah’ın zâtını noksan sıfatlardan uzak tutmaktır. Zira Allah, şanına layık olan bütün kemal sıfatları zâtında toplamış olup noksan sıfatlardan da münezzehtir.

Allah Teâlâ’nın sıfatlarının hepsi ezeli ve ebedi sıfatlardır. O’nun sıfatlarının başlangıcı da sonu da yoktur. Allah’ın sıfatları yarattıklarının sıfatlarına benzemez. Her ne kadar isimlendirmede bir benzerlik varsa da, Allah’ın ilmi bizim ilmimize; iradesi bizim irademize; kelâmı da, bizim sözümüze benzemez. Allah’ın zatının ve sıfatlarının mahiyeti idrakimizi aştığından dolayı onları tam anlamıyla kavrayamayız. O kendisini hangi  isim ve sıfatlarla tanıtmışsa Allah’ı öylece tanırız. Kur’an-ı Kerim:

“O’nu gözler idrak edemez. Fakat O, gözleri idrak eder . O, eşyayı pek iyi bilen her şeyden haberdar olandır.”[1] buyurarak, Allah’ın zatını idrak etmenin, mahiyetini bilmenin imkansız olduğunu açıklamıştır. Peygamberimiz de bu konuda “Allah’ın yaratıkları hakkında düşününüz. Fakat Allah’ın zatı hakkında düşünmeyiniz. Gerçekten siz buna güç yetiremezsiniz.”[2]  buyurmuşlardır.

  • İHLÂS SÛRESİ

İhlâs sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 4 âyettir. İsmini, İslâm dininin esasını teşkil eden tevhîd akîdesinin veciz bir ifadesi olan “İhlâs” sözünden alır. “İhlâs”, dini hâlis yapmak, şirk bulaşıklarından temizlemek ve sadece Allah’a kulluk etmek demektir. Sûrenin kaynaklarda tespit edilen yirmiden fazla ismi vardır. Yaygın isimlerinden biri قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ (Kul hüvellahü ehad)dır. Ayrıca اَلصَّمَدُ (Samed), اَلتَّوْحِيدُ (Tevhîd), اَلأسَاسُ (Esâs), اَلتَّجْرِيدُ (Tecrîd), اَلنَّجَاةُ (Necât), اَلْوَلَايَةُ (Velâyet), اَلمُقَشْقِشَةُ (Mukaşkışe), اَلْمُعَوِّذَةُ (Muavvize) isimleriyle de anılır. Mushaf tertîbine göre 112, iniş sırasına göre ise 22. sûredir.

Konusu

Cenâb-ı Hakk’ın birliği ve en mühim sıfatları gayet veciz bir şekilde beyân edilir.

Fazileti

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu sûre Kur’an’ın üçte birine denktir.” (Buhârî, Tevhid 1; Müslim, Misâfirîn 259)

Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasını “tevhid ve mârifetullah”, “âhiret bilgisi” ve “doğru yol bilgisi” diye üçe ayırırsak, İhlâs sûresi bunların birincisini ele aldığı için, bu yönüyle Kur’an’ın üçte birine denk olduğu anlaşılabilir.

Resûlullah (s.a.v.) sahâbîlerden birini bir seriyyenin başında kumandan olarak göndermişti. O mübârek sahâbî, arkadaşlarına namaz kıldırıyor, ancak kırâatini her defâsında İhlâs sûresi ile bitiriyordu. Medine-i Münevvere’ye döndüklerinde, durumu Allah Resûlü’ne haber verdiler. Efendimiz:

“–Ona, niçin böyle yaptığını sorun!” buyurdu. Arkadaşları bunun sebebini sorduklarında sahâbî:

“–Bu sûre, Rahmân’ın vasıflarını anlatmaktadır. Bu yüzden, onu okumayı seviyorum.” cevâbını verdi.

Bunu öğrenen Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“–Ona söyleyin, Allah Teâlâ da onu seviyor.” (Buhârî, Tevhîd 1)

Yine Peygamberimiz (s.a.v.), sevdiği için bu sûreyi her namazda okuyan bir sahabîye:

“Onu sevmen seni cennete götürür” müjdesini vermiştir. (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 11)

İniş Sebebi

Müşriklerin, Resûlullah (s.a.v.)’e:

“Rabbinin nesebini söyle” demeleri üzerine Cenâb-ı Hak, kendini tanıtmak üzere bu sûreyi indirdi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 133-134)

Araplarda bir yabancıyı tanımak istediğinde “Onun nesebi nedir?” diye sormak adetti. Çünkü onlarda bir kimseyi tanımanın ilk şartı, nesebinin ne olduğu ve hangi kabileden geldiğinin açıklanmasıydı. Bu sebeple, Rabbinin kim olduğunu öğrenmek için Efendimiz (s.a.v.)’e de O’nun nesebini sormuşlardı.

Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle…

  1. De ki: O Allah birdir.

Allah Teâlâ birdir, tektir. O, “Baba, Oğul ve Rûhu’1-Kudüs” üçlüsüne inanan hıristiyanların dediği gibi değildir. Yine O, birçok ilâhın varlığına inanan müşriklerin inandığı gibi de değildir.

Allah’ın “bir” olarak vasıflanmasının üç mânası vardır ve her biri Yüce Allah hakkında doğrudur:

  • O birdir. O’nun yanında ikinci bir ilâh yoktur. Bu, O’nun sayı mânasında “bir” olmadığını ifade eder. Aslında bu sûreden maksat, müşriklere bir cevap olarak, Allah’ın ortağı olmadığını bildirmektir.
  • O tektir, benzeri ve ortağı yoktur. Nitekim, “Falan şahıs, asrında tektir” dendiğinde bu, onun benzeri olmadığı anlamına gelir.
  • Allah birdir; bölünmez, parçalara ayrılmaz.

Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.)’a:

“Tevhidin tam ve hâlis şeklini, özünü bize anlatır mısın?” dediler. Şöyle anlattı:

“Tevhid, kulun sonunun başlangıcına benzemesidir. Bu beden kalıbına girmeden önce ne şekildeyse, yine öyle olabilmesidir. Tevhid, sûfînin yalnız kaldığı bir makamdır. Tevhid, vatandan ayrılmanın, sonradan yaratılma diye bir şeyin bahis konusu olmadığı bir makamdır. Tevhid, savaşların ve cenklerin olmadığı bir makamdır. Tevhid, bilginin ve cehlin geride bırakılıp çıkıldığı bir derecedir. Nihâyet tevhid, cümle mekânın Hak varlığında yok olduğu yüce bir makamdır.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 282)

Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın birliğinin delillerini anlatır. Bunlar pek çoktur. Bunlardan şu dört tanesine yer vermek faydalı olacaktır:

Birincisi; “Yaratan, yaratamayan gibi olur mu hiç?” (Nahl 16/17) âyet-i kerîmesinde dile getirilen hakikattir. Bu, yaratma ve meydana getirme delilidir. Yüce Allah, bütün varlıkların yaratıcısıdır. O’nun “yaratma” fiilinin dışında oluşan hiçbir varlık yoktur. Böyle olunca onlardan herhangi birinin Allah’ın ortağı olması mümkün değildir.

Şâir der ki:

“Mevc-i kesret nev-be-nev hep bahr-i vahdetten gelir

Âlem-i imkâna her vâr vâhidiyetten gelir.” (Aczî, Mirzâde Mustafa)

“Kâinatta gördüğün sayısız varlıklar hep aynı kaynaktan, aynı tek varlıktan, daha doğrusu Allah’tan gelmektedir. Onların çokluğu seni aldatıp tevhidden uzaklaştırmasın.”

İkincisi; “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de dengesi ve düzeni kesinlikle bozulur giderdi. Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı her türlü çirkin vasıflardan uzaktır, yücedir!” (Enbiyâ 21/22) âyetinde beyân edilen gerçektir. Bu, Allah Teâlâ’nın kâinatı büyük bir nizam içinde, sağlam ve eşsiz yaratmasının delilidir.

Üçüncüsü; “Rasûlüm! De ki: «Faraza, onların iddia ettikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar olsaydı, bu takdirde o ilâhların hepsi, arşın sahibine ulaşmak için mutlaka bir yol ararlardı»” (İsrâ 17/42) âyetinde açıklanan delildir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın hâkimiyet ve üstünlük delilidir.

Dördüncüsü; “Allah aslâ çocuk edinmemiştir. O’nunla birlikte başka bir ilâh da yoktur. Eğer olsaydı, o takdirde her bir ilâh kendi yarattıklarını yanına alır ve mutlaka biri diğerine üstünlük kurmaya çalışırdı. Allah, onların uydurduğu noksan sıfatlardan pak ve uzaktır” (Mü’minûn 23/91) âyetinde beyân edilen husustur. Bu da, birden çok ilâh olduğu takdirde çekişme ve üstün olmaya çalışma ola­cağına dâir delildir.

Bu ve benzeri nice deliller, Allah Teâlâ’nın birliğini ispat eder. O’nun sonsuz kudretiyle tek başına tüm varlığı yaratıp idare ettiğini açıklar:

  1. Her şey o Allah’a muhtaçken O hiçbir şeye muhtaç değildir.

Cenâb-ı Hak, bu muazzam işleri yaparken kimseye muhtaç da değildir. Çünkü O, Samed’dir. الصَّمَدُ (Samed), “her hususta kendisine başvurulan, sığınılan, emri ve müsaadesi olmadan hiçbir iş yapılamayan, mutlak itaat edilen olduğu halde; kendisi kimseye muhtaç olmayan, yemeyen, içmeyen, iç boşluğu olmayan, eksiksiz, gediksiz” demektir. Kemâlin zirvesinde bulunan, padişahlar padişahı anlamına da gelir. Buna göre Allah’ın samed oluşu, “var olma bakımından kimseye muhtaç olmayıp, her şeyin varlık ve devamı tamâmen kendisine borçlu olan Vâcibü’l-Vücûd” mânasındadır. Bunun, “kendisinden başkası ibâdet edilmeye layık olmayan tek varlık” anlamı da vardır.

“Samed”in bir diğer mânası da canlıların ihtiyaçlarını an be an veren, biriktirmeden ve geciktirmeden veren demektir. Meselâ bizi huzuruna çağırıp ne kadar havaya ihtiyacımız olduğunu sorsa, söz gelimi 60 yıllık havamızı ayırıp “Al havanı git. Bunu ne yaparsan yap. Nasıl korur, nasıl kullanırsan kullan!” buyursa, biz ne yapar, bu havayı nereye depolar ve nasıl kullanabilirdik. Su, yiyecek, içecek ve diğer ihtiyaçlar da böyle… Üstelik milyalarca canlı için aynı durum sözkonusu olsa…İşte Yüce Rabbimizin samedliğini, kullarına olan lutf u keremini böyle derinlemesine tefekkür etmek lazımdır.

Dolayısıyla Samed sıfatı, Allah’ın Ehad sıfatını açıklarken, bir sonraki âyette beyân edilen vasıflar da Samed sıfatını açıklamaktadır:

  1. O, doğurmamış ve doğmamıştır.

Allah, doğurmamıştır, dolayısıyla hiçbir evlat edinmemiştir. O’nun  ne oğlu ne de kızı vardır. Allah, bütün ke­mal sıfatlarıyla muttasıf olduğu gibi, noksan sıfatlardan da uzaktır. Görüldüğü üzere âyetin bu kısmı, Allah’a evlat nisbet edenlerin hepsini reddeder. Meselâ, “Üzeyr, Allah’ın oğludur” (bk. Tevbe 9/30) diyen yahudileri; “Mesih Allah’ın oğludur” (bk. Tevbe 9/30) diyen hıristiyanları ve “Melekler Allah’ın kızlarıdır” (bk. Saffât 37/150, 153, Zuhruf 43/16) iddiasında bulunan Arap müşriklerini reddeder. Yüce Allah, kendisinin çocuğu olmadığını bildirerek bunların hiçbirini kabul etmez. Çünkü çocuğun, babanın cinsinden olması lâzımdır. Allah (c.c.) ise ezelî ve kadîmdir. O’nun bir benzeri yoktur. O’nun için bir çocuğun olması imkânsızdır. Bir de, ancak eşi olanın çocuğu olur. Yüce Allah’ın eşi yoktur. İşte “O, gökleri ve yeri hiç yoktan, eşsiz ve benzersiz şekilde yaratandır. Eşi olmadığı halde O’nun nasıl çocuğu olabilir ki? Her şeyi O yaratmıştır ve O her şeyi hakkiyle bilendir” (En‘âm 6/101) âyeti bu hususu anlatır.

Aynı şekilde Allah doğmamıştır. O, ne bir babanın ne de bir ananın çocuğu olmuştur. Çünkü doğan her şey sonradan olur. Yüce Allah ise kadîm ve ezelîdir, evve­li yoktur. Ne doğmuş olması ne de bir babasının olması mümkündür. Bu âyetle, soy ve neseple alakalı ne varsa bütün yönleriyle hepsini Yüce Allah’tan nefyeder. Bir sonraki âyet de bu hususu izah eder:

  1. Hiçbir şey O’na denk değildir.

Yüce Allah’ın hiçbir dengi ve benzeri yoktur. Ne zâtında ne sıfatlarında ne de fillerinde yarattıklarından hiçbiri O’na benzemez. Çünkü O, her şeyin yegâne sahibi ve yaratıcısıdır. Şu halde, yarattıklarından, O’nun seviyesine yükselecek veya yaklaşacak bir benzeri olması mümkün değildir. O bundan nihâyetsiz yücedir, uzaktır.

Nahîfî der ki:

“Mabûdum o Hak’tır ki nazîri yoktur

Sultân-ı Ehaddir ki vezîri yoktur

Mahkûm-ı meşiyyet cem’-i eşyâ,

Hükmünde mu’âvin ü müşîri yoktur.”

“Benim kulluk ettiğim Rabbim öyle bir Allah’tır ki, O’nun hiçbir benzeri yoktur. Tüm kâinatın tek Padişâhı’dır ki, diğer sultanlarda olduğu gibi O’nun bir vezîri bulunmaz. Hem bütün varlık O’nun küllî irade ve meşietine mahkumdür, kayıtsız şartsız bağlıdır. Bununla birlikte O’nun ne bir yardımcısı vardır, ne de bir danışmanı.”

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“…O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur. O, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle görendir.” (Şûrâ 42/11)

  • ÂYETÜ’L-KÜRSÎ (Bakara, 255)

  1. Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, ebedî diridir. Varlığı kendinden olup bütün kâinatı yönetendir. O’nu ne bir uyuklama ne de bir uyku yakalayabilir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun huzurunda kim kalkıp da şefaat edebilir? O, kullarının geleceğini de bilir, geçmişini de. Kullar ise, dilediği dışında O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Dolayısıyla her ikisini de koruyup gözetmek O’na asla ağır gelmez. En yüce ve en büyük yalnız O’dur.

İçinde “kürsî” kelimesi geçtiği için bu âyet-i kerîmeye “Âyetü’l-Kürsî” denilmiştir. Fazilet itibariyle Kur’an’ın en büyük âyetidir.  Nitekim Allah Resûlü (s.a.v.), Übey b. Ka‘b’a “Allah’ın kitâbında en büyük âyet hangisidir?” diye sorup “Âyetü’l-Kürsî’dir” cevâbını alınca onu tebrik etmiştir. (Müslim, Müsâfirîn 258; Dârimî, Fezâilü’l-Kur’an 14)

Peygamber Efendimiz ayrıca, “yatağına girerken Âyetü’l-Kürsî’yi okuyanı Allah Teâlâ’nın koruyacağını ve şeytanın ona yaklaşamayacağını” (Buhârî, Vekâlet 10), “bu âyetin içinde Allah’ın en yüce isminin bulunduğunu” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 461) ve “bunun Kur’an âyetlerinin efendisi olduğunu” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 2) haber vermektedir. Abdullah b. Mesûd (r.a.) de şöyle der: “Kim Bakara sûresinin ilk dört âyetini, Âyetü’l-Kürsî’yi ve peşinden gelen iki âyeti, bir de Bakara sûresinin son üç âyetini okursa ona ve âilesine o gün şeytan yaklaşamaz ve hoşuna gitmeyecek bir durumla karşılaşmaz…” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’an 14)

Görüldüğü üzere Âyetü’l-Kürsî, ifade ettiği mânalar itibariyle en büyük âyet ünvânını almıştır. Zira o, Allah’ın isimleri ve sıfatları hususunda, hiçbir âyette bulunmayan bilgiler içermektedir. Onda açık ve kapalı olarak tam on yedi yerde “Allah” ismi geçmektedir.

Allah Teâlâ, öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ilâhlığa layık hiçbir varlık yoktur. Kulluk edilmeye hak sahibi tek ilâh, yalnızca O’dur. Çünkü O Hayy’dir; diridir, ezelî ve ebedî bir hayata sahiptir. Dolayısıyla ölmesi ve fenâ bulması mümkün değildir. Bu vasfıyla Allah, bilinmesi gereken her şeyi idraki altında toplayan ve bütün varlığı kendi fiili altında bulundurandır. Yine O Kayyûm’dur; bütün varlıkları ayakta tutan, görüp gözeten, yöneten, onları bir an bile ilmi ve ilgisi dışında bırakmayandır. O’nun varlığı kendiliğinden olduğu gibi, diğer bütün varlıkların var oluşları ve varlıklarını devam ettirebilmeleri de O’na bağlıdır. Allah öyle Hayy ve öyle Kayyûm’dur ki O’nu asla ne bir uyuklama ne de bir uyku tutabilir. Çünkü uyukluyan veya fiilen uyuyan birinin o kadar çok ve muazzam varlıkları koruması, yönetmesi, kollayıp gözetmesi mümkün olamaz.[1]

Yerde ve gökte olan her şey, bütün mahlûkât yalnızca O’nundur. Başka hiçbir kimsenin onda bir ortaklığı, söz ve tasarruf sahibi olması düşünülemez. Şefaat meselesi de, kendilerine putlarının şefaat edeceğine inanan müşriklerin zannettiği kadar kolay bir durum değildir. Allah izin vermedikçe, O’nun yanında hiç kimse en küçük bir şefaatte bulunamaz. Ancak başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, Allah’ın izin verdiği bazı kimseler, yine Allah’ın dilediği kişilere dilediği ölçüde şefaat edebileceklerdir. (bk. Müslim, İman 327; Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme 13)

Âyetin, “O, kullarının geleceğini de bilir, geçmişini de” (Bakara 2/255) kısmına şu şekilde mâna vermek mümkündür: Allah, onların gelmiş ve geçmiş, gizli ve açık bütün hallerinden haberdardır. Allah onların önlerinde olan dünya işlerini ve arkalarındaki âhiret hâllerini bilir. Veya önlerinde bulunan ve varacak oldukları âhireti ve arkalarında bıraktıkları dünyayı bilir. Yahut gökten yere kadar önlerinde olan her şeyi ve bunların ötesindeki semâlarda bulunanları bilir. Öldükten sonra karşılaşacakları her şeyi ve yaratılmalarından önceki durumlarını veya hayır ve şerden yapıp gönderdikleri ile bundan sonra yapacaklarını hakkıyla bilir. Bu ifade, aynı zamanda Allah Teâlâ’nın, sevap veya ceza gerektiren bir durumda, şefâatçinin ve şefâat edilen kimsenin ahvalini çok iyi bildiğini de açıklamaktadır. Her şeyi bilen sadece Allah’tır. O’ndan başkası, ancak O’nun dilediği kadar bilgi sahibi olabilir. Yaratıkların herhangi birinin bilgisiyle ilâhî bilginin kıyaslanması mümkün değildir.

Âyetin, “O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Dolayısıyla her ikisini de koruyup gözetmek O’na asla ağır gelmez” (Bakara 2/255) kısmına gelince; Arapçada اَلْكُرْسِيُّ (kürsî) kelimesi, üzerine oturmak için tahtadan yapılan ve Türkçede sandalye, koltuk veya taht olarak ifade edilen bir ev eşyasıdır. Mecâzî olarak saltanat, iktidar ve hükümranlık mânasında da kullanılır. Burada Allah Teâlâ’nın yüceliğini, azamet ve kibriyâsını anlatmak için kullanılmıştır. Allah’ın azamet ve yüceliği, saltanat ve hükümranlığı gökleri, yeri ve bütün varlıkları kuşatmıştır. O’nun ihatası dışında bir varlık tasavvur etmek imkânsızdır.

Şâir der ki:

“Kürsî-i celâlin ki semâlarla zemînler,

Bir nokta kadar sahn-ı muhîtinde tutar yer.” (Mehmet Âkif Bey)

“Allahım! Senin Kürsün yani iktidar ve saltanatın o kadar büyük, o kadar muazzamdır ki, bütün gökler ve yerler o geniş saha içinde ancak bir nokta kadar yer tutabilir.”

Bu bakımdan gökleri ve yeri ayakta tutması, gözetmesi, koruyup kollaması Allah Teâlâ’ya asla ağır gelmez. Bunu son derece kolay bir şekilde yapar. Çünkü O Aliyy’dir; yücedir, benzeri ve ortağı olmaktan münezzehtir. Yine O Azîm’dir; büyüktür, O’na nispetle her şey küçücük kalır. Buradaki “yücelik” Allah’ın kadrinin, şerefinin ve kudretinin yüceliğini; “büyüklük” de yine Allah’ın mehâbet, kahır ve kibriyâsının büyüklüğünü ifade eder. Zira Allah, cisimlere ait sıfatlardan pak ve uzaktır.

  • HAŞR SÛRESİ 22-24

Kullukta esâs gâye, zâtı,  isimleri, sıfatları ve fiilleriyle Allah Teâlâ’yı tanımak ve marifetle tam bir samimiyet ve teslimiyet içinde O’na kulluk yapmaktır:

  1. O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur! Duyuların algı sahası dışında kalan şeyleri de, duyuların algı sahasına giren şeyleri de bilir. O, Rahman’dır, Rahîm’dir.
  2. O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur! O Melik’tir, Kuddûs’tür, Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir, Aziz’dir, Cebbâr’dır, Mütekebbir’dir. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok uzaktır, yücedir.
  3. O Allah Hâlık’tır, Bârî’dir, Mûsâvvir’dir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nu tesbih eder. O, Azîz’dir, Hakîm’dir.

Korkusundan o haşmetli, o kuvvetli ve sağlam dağların bile titreyip baş eğerek paramparça olacağı Yüce Allah, kendisini bir kısım isim ve sıfatlarıyla tanıtmaktadır. Bunlara Kur’an dilinde “el-Esmâü’l-Hüsnâ” denilir. (bk. A’râf 7/180) Burada bu güzel isimlerden şunlara yer verilmektedir:

: O.

Allah: Rabbimizin özel ismi; bütün isim ve sıfatlarını kendinde toplayan en büyük ismi.

Âlim: Görülen veya görülmeyen, gizli veya açık her şeyi en iyi bilen.

Rahmân: Nihâyetsiz merhamet sahibi; rahmetiyle her varlığı kuşatan.

Rahîm: Çokça merhamet eden, yaratıkların tüm ihtiyaçlarını gideren.

Melik: Hükümdar, sultan, padişah; hâkimiyetin mutlak sahibi; görünen ve görünmeyen taraflarıyla tüm kâinâtın hakîkî ve yegâne mâliki,

Kuddûs: Her türlü eksiklikten uzak, mutlak kemal sahi­bi, yaratılmışların tasavvur ve tasvirine sığmaz; tertemiz olan ve tertemiz kılan.

Selâm: Her türlü kusur ve afetlerden sâlim olan; selâmetin kaynağı, esenlik veren, selâmete çıkaran.

Mü’min: Güven veren, emniyete kavuşturan, kendisine güvenilen, va‘dine itimat edilen, gönlünü imana açanlara iman veren, kendisine güvenenleri korkudan emin kılan.

Müheymin: Koruyup kollayan, görüp gözeten, yöneten ve denetleyen, kâinâtın mutlak hâkim ve idarecisi.

Azîz: Üstün kudret sahibi, mağlup edilemeyen mutlak güç sahibi, ye­gâne galip, izzet ve şânın asıl sahibi ve kaynağı.

Cebbar: İradesine sınır olma­yan, istediğini her durumda yapabilen, hükmüne ve yetkisine karşı konulamayan, yaratılmışların halini iyileştiren, yaraları saran, dertlere derman olan, erişilemez, yüceler yücesi, güç ve azamet sahibi.

Mütekebbir: Büyüklüğü apaçık olan, azametini ortaya koyan, büyüklük ancak kendisine yaraşan, büyüklükte eşi olmayan,

Hâlık: Takdir ettiği gibi yaratan.

Bari’: Örneği olmadan yaratan, yaratıklarını düzgün ve âhenkli kılan, ya­ratmanın tüm safhalarındaki inceliklerin asıl kaynağı.

Mûsâvvir: Şekil, biçim ve özel­lik veren, varlıkların maddî-manevî, duyularla idrak edilen edilemeyen tüm şekil ve hususiyetlerini belirleyen.

Hakîm: Bütün hükümleri ve işleri yerli ye­rince ve sağlam olan; hüküm ve hikmet sahibi.

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Kim sabaha çıktığında üç defa «Eûzü billâhi’s-semî’i’-l alîmi mine’ş-şeytani’r-racim: Kovulmuş şeytandan her şeyi işiten ve bilen Al­lah’a sığınırım» deyip de Haşr sûresinin sonundan üç âyet-i kerîme okuya­cak olursa, Allah ona akşam oluncaya kadar dua edecek yetmiş bin melek gönderir. Şayet o gün ölürse şehid olarak ölür. Her kim bunu akşamleyin oku­yacak olursa, onun için de aynı şey söz konusudur.” (Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân 22)

  • İMÂN, TAKVÂ VE İBÂDET (Bakara 1-5)

Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle…

  1. Elif. Lâm. Mîm.

“Elif. Lâm. Mîm.”, tefsîr ilminde “hurûf-i mukattaa” diye bilinen ve “ayrı ayrı okunan harfler”dir. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi dokuz sûresine bu harflerle başlanır. Bazıları sûre başlarında müstakil bir âyet iken, bazıları da âyetin bir bölümüdür. Buradakiler ise müstakil bir âyettir. Bu harfler, Kur’an’ın müteşâbih âyetlerindendir. Müteşâbih, birden çok mâna ifade etmesi sebebiyle hangisinin kastedildiği okuyanların çoğu tarafından tam olarak anlaşılamayan âyetlere denir. Bu harflerin mâhiyeti ve hangi mânaya geldiği hususunda pek çok görüş bulunmaktadır. Bunlar arasında tercih edilen görüşler şunlardır:

  • Bu harfler, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğuna inanmayanlara meydan okumak için bazı sûrelerin başına getirilmiş ve âdetâ şu mâna kastedilmiştir: “Kur’ân-ı Kerîm, şu gördüğü­nüz ve işittiğiniz harflerden oluşan kelime ve cümlelerden meydana gelmektedir. Siz bu harfleri bili­yorsunuz. O hâlde gücünüz yetiyorsa haydi siz de bu harfleri kullanarak Kur’an’a benzer bir kitap ortaya koyun!”
  • Hurûf-i mukattaa, Allah ve Rasûlü arasında hususi şifrelerdir. Mânasını ancak Allah ve Rasûlü bilir. Bu görüşte olan âlimler, “Onlar Kur’ân’ın sırrıdır. Biz zâhirine inanır, mânasını Allah’a bırakırız” derler.
  • Cenab-ı Hak, tek tek okunan bu harflerle muhatapların dikkatlerini çekerek, bir an için her işi bırakıp vahyedilen muazzam ilâhî hakikatleri can kulağıyla dinlemelerini temin etmektedir. Zira insan fıtratında, görmediği ve duymadığı garib şeylere karşı ilgi duyma özelliği vardır. İnsanlar, bu harflerin mânasını anlamaya çalışırken, onlardan sonra gelen bölümleri de dinlerler ve böylece maksad hâsıl olur.
  • Başında bu­lundukları sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek üzere Allah Teâlâ bu harflerle yemin etmektedir.

Bu sırlı harflerin kapleri derinden sarsan uyarıcı ve uyandırıcı sadasının peşinden insanlığın kurtuluş muştusu olacak yüce bir kitaba işaret edilerek şöyle buyruluyor:

  1. Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce kitap, müttakîler için bir yol göstericidir.

“Kitap”tan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Arapçada “yazılı belge” anlamında da kullanılan kitap ismi, Kur’an’ın Allah Resûlü (s.a.v.) zamanında yazıldığını gösterir. Kur’an elimizde olmasına rağmen, ona uzağı gösteren ذٰلِكَ (zâlike) edatı ile işaret edilmesi, onun yüceliğine ve anlamlarının derinliğine dikkat çekmek içindir. Gerçekten Kur’an’ın şanı pek yücedir. Beşerî gücün muttali olamayacağı birçok ilim ve hikmetleri de ihtiva ettiğinden, her ne kadar kitap olarak elimizde ise de, taşıdığı sırlar ve hakikatler itibariyle bizim idrakimizden yüce bir ufuktadır, her şeyiyle kolayca keşfedilir bir mâhiyette değildir. Bu sebeple ona, uzakta olan bir şeyi gösterir gibi işaret edilmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, II, 12)

Şüphe diye tercüme ettiğimiz رَيْبَ (rayb) kelimesi, “yakîn”in yani kesin bilgi ve kanaatin zıddıdır. Kişinin bir konu hakkında kararsız ve tereddüd içinde olmasını ifade eder.

Bu kadar izzet ve şerefe sahip olan Kur’an’da hiçbir şüphe yoktur. Yani akl-ı selîm ile ve ön yargılardan arınmış bir şekilde incelendiğinde onun:

  • Allah Teâlâ’dan geldiğinde,
  • Vermiş olduğu bilgilerde,
  • En doğru yola götüren bir kılavuz ve rehber olduğunda hiçbir şüpheye yer yoktur. Bu bakımdan Kur’an hakkında asla şüpheye düşmeyin.

Âyette, şüphenin insanlarda değil, kitapta olmadığı bildirilmiştir. İnanmayanlar onun hakkında şüphe içinde olabilirler ama o, haktır ve doğrudur. Nasıl güneşin varlığından şüphe etmek ona bir zarar veremez ise, Kur’an’ın doğruluğundan şüphe etmek de onun doğruluğuna bir eksiklik getirmez.

Hidâyetin iki temel mânası vardır. Birincisi delâlet etmek, rehberlik yapmak ve yol göstermektir. Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamberlerin ve İslâm davetçilerinin hidâyet etmeleri bu anlamdadır. Âyet-i kerîmede: “Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola çağırmaktasın” (Şûrâ 42/52) buyrulur. İkincisi, tevfîk, yâni dosdoğru yola eriştirip hedefe ulaştırmaktır. Bu mânada hidâyet yalnızca yüce Allah’a mahsustur. Nitekim Resûlullah’a hitaben: “Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü, doğru yola girecek olanları en iyi O bilir” (Kasas 28/56) buyrulmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm, “bütün insanlar için hidâyet” olarak indirilmiştir. (Bakara 2/185)  Böyle olmakla birlikte onun hidâyetinden gerçekte müttakîler istifade eder. Bu sebeple Kur’an’ın müttakilere hidâyet rehberi olduğu özellikle vurgulanmıştır. Kur’an insanları, dünya ve âhirette kendilerine faydalı olacak, Allah’ın rızâsını kazandıracak ve nihâyet cennet ve cemâl-i ilâhîye eriştirecek dosdoğru yolu gösterir.

Bir kısım insanların Kur’an’la buluştuğu hâlde hidâyetten uzak kalması, onu bütün insanlar için hidâyet vesîlesi olmaktan çıkarmaz. Belli bir hastalığı olan kişinin balın tadını alamaması onun tatlı olmadığını göstermediği gibi. Bu bakımdan Kur’an’ın hidâyeti kendisine samimi bir şekilde yönelen gönüllere Cenâb-ı Hak’ın bir lutfudur.

Kur’an’ın hidâyeti, inkârdan îmana, sonra da imandan ihsan ve takvâya doğru bir hidâyettir. İmandan sonraki hidâyetin gerçekleşmesi, ancak ona uymakla ortaya çıkar. Kur’an’ın Hak kelamı olduğunu kalben kabul etmeyen kâfir ve münafıklar ise onu gereği gibi tefekkür ve tedebbür etmediklerinden, hidâyetten mahrum kalırlar. Kur’an, her bir gruba, inanç, düşünce ve amellerine göre bir âkıbet belirler. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Sâlih ameller yapan mü’minlere, kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler. Âhirete inanmayanlar için ise, can yakıcı bir azap hazırladığımızı haber verir.” (İsrâ 17/9-10)

Âyette Kur’an’ın müttakîler için rehber olduğu haber verilmektedir. Müttakî, takvâ sahibi olan kimsedir. Takvâ; sakınmak, korunmak, hoşa gitmeyen şeylerden uzak durmak demektir. Arapça’da bu kelime, canlı bir varlığın kendini her türlü tehlikeden korumasını ifade eder. Dolayısıyla müttakî:

  • Kalbini küfür, şirk, nifak gibi îtikâdî hastalıklardan,
  • Uzuvlarını büyük ve küçük günahlardan,
  • Nihâyet gönlünü Cenab-ı Hakk’ın râzı olmayacağı her türlü menfi düşünceden koruyan, diğer taraftan:
  • Farz ve nâfilelerle ilâhî muhabbeti elde etme gayretinde olan, böylece âhirette cehennem azabından kurtulup cennetle mükâfatlandırılan mü’min kimsedir.

Mânevî dünyamızın en önemli azığı takvâdır. (bk. Bakara 2/197) Takvânın alt sınırı küfür ve şirkten korunmak ise de, üst sınırı yoktur. Her müttakînin önünde devamlı olarak terfi edebileceği daha yüksek bir takvâ mertebesi her zaman var olacaktır. Bu mânevî yolculuk ölüme kadar devam eder. Allah katında kulun şeref ve mertebesini belirleyen yegâne ölçü de takvâdır. Rabbimizin:

“Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır” (Hucurât 49/13) beyânı bu gerçeği bildirir. Bu îtibarla takvâ, kulun mânevî yücelikler kazanmasına ve nihayetinde Allah’ın dostluğuna ermesine en büyük vesiledir. Bir âyet-i kerîmede:

“Allah, gönülleri O’nun saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanların dostu ve yardımcısıdır” buyrulmuştur. (Câsiye 45/19)

Allah Resûlü (s.a.v.), gerçek takvâya ermenin yolunu şöyle gösterir:

“Kul, harama düşerim korkusuyla yapılması sakıncalı olmayan, fakat vicdanını rahatsız eden bazı şeylerden bile uzak durmadıkça gerçek takvâ sahibi olamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet 19. Ayrıca bk. Buhârî, İman, 1; İbn Mâce, Zühd 24)

Âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflerin beyân buyurduğu takvâ gerçeğini şu örnek ne güzel izah etmektedir: Hz. Ömer, Übey b. Ka‘b’a takvânın mâhiyetini sorunca, o:

“–Dikenli bir yolda hiç yürüdün mü?” diye sordu. Hz. Ömer: “Evet” deyince bu sefer Übey (r.a.):

“–Peki böyle bir yolda yürürken ne yaptın?” diye sordu. Hz. Ömer:

“–Paçalarımı sıvadım ve mümkün olduğu kadar kendimi korumaya çalıştım” dedi. Bunun üzerine Übey:

“–İşte takvâ da böyledir” cevabını verdi. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’an, I, 42)

Kur’an hidâyetinden gerçek mânada istifade edebilecek müttakîlerin sahip olduğu belli başlı vasıflar, devam eden âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir:

  1. Ki onlar gaybe îman eder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcarlar.

Müttakîlerin birinci vasfı gaybe iman etmeleridir. İman, kalp ile tasdik yani bir şeyin doğruluğunu kalben kabul etmek ve bunu dil ile ikrâr etmektir. Tasdik olmazsa iman olmaz. Tasdik bulunur, fakat kişinin tutum ve davranışları buna aykırı ve tutarsız olursa bu, imanın zayıflığına bir işaret sayılır. Böyle bir imanla, İslâm gerçek mânasıyla yaşanamayacağı gibi, dinin va‘dettiği ebedi mutluluğa erişmek de zor olur. Dine göre îman esaslarını kalp ve diliyle tasdîk etmeyen kâfir; kalbiyle tasdik etmediği hâlde diliyle kabul ettiğini söyleyen münafık; kalp ve diliyle tasdik ettiği hâlde ameli olmayan ise mü’min fakat fâsık sayılır. Gerçek iman, âhirette cehennemden kurtularak cennete girmenin yegâne şartıdır. Kur’an, pek çok âyetinde bu hususa vurgu yapmaktadır.

الْغَيْبُ (gayb) sözlükte, gerçekte var olup da görme, işitme, dokunma ve tatma gibi duyularımızın algı sahasına girmeyen, bunların ötesinde kalan şeylerdir. Âyetteki “gayb”den maksat ise, Allah’ın ve Resûlü’nün var olduğunu veya meydana geleceğini haber verdiği, insanın duyularıyla algılayamadığı fakat inanılması lazım gelen varlıklar ve olaylardır. Bunlar Allah, melekler, kader, kıyamet, âhiret, cennet ve cehennem gibi hususlardır. Allah Resûlü (s.a.v.) îmanı târif ederken: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir” (Müslim, İman 1, 5) buyurmuştur ki bunların hepsi gayb âlemindendir.

Âyetin, “gaybe îman ederler” şeklinde meâli verilen kısmı, “gaybde de iman ederler” diye de anlaşılmıştır. Yani, mü’minler, insanlar arasında olduğu gibi kimsenin bulunmadığı tenha yerlerde de imanlarını ikrâra ve gereğini yapmaya devam ederler. Zira îmanda devamlılık esastır. Münafıklar ise böyle değildir. Çünkü onlar: “İman edenlerle karşılaştıklarında «inandık» derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: «Emin olun! Biz sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz» derler.” (Bakara 2/14)

Esasen gayb âlemine bir sınır çizmek mümkün değildir. Bununla beraber genel mânada iki türlü gaybden söz edilebilir. Birincisi, Allah Teâlâ’nın hiçbir varlığa bildirmediği, ancak zâtına mahsus kıldığı mutlak gaybdir: “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez.” (En‘âm 6/59) Diğeri ise izâfî gaybdir ki, Allah Teâlâ’nın yarattıklarından dilediğini dilediği kadar bilgilendirdiği ve diğerlerinden gizli tuttuğu gaybdir. Buna göre her bir varlığa göre gayb alanı farklıdır. Ancak Kur’an ve sünnette varlığı bildirilen fakat insanın duyularıyla tam idrak edemediği hususlara îman, mü’min olmanın şartıdır. Üzerinde durduğumuz âyette de bu nevi gaybe işaret edilmiştir.

Allah Teâlâ’nın her türlü tecellî ve tasarruflarıyla zâhir ve âşikâr olmasına (Hadîd 57/3), kullarına şah damarından daha yakın olmasına (Kâf 50/16), onların kendileri ile kalpleri arasına girmesine (Enfâl 8/24), hülâsa onları her yönden kuşatmasına (İsrâ 17/60) rağmen gayb kabul edilmesi, idraklerin O’nu kuşatamaması (En‘âm 6/103) sebebiyledir. Nitekim ehl-i irfân demiştir ki, “Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâiptir.”

Görülemeyen ve hissedilemeyen varlıklar, görüp hissettiklerimize nispetle onlarla kıyas edilemeyecek derecede fazladır. Bu gerçeği kabul eden kişi, Allah’a imana ve böylece hayatın derin bir mânası ve gayesi olduğu inancına erişir. Gözü maddeden başka bir şey görmeyen ve tüm varlığı görüp hissettiklerinden ibaret zanneden düşünce ve sistemler, insan muhayyile ve tefekkürünü âdetâ dondurarak onu geniş ufuklardan mahrum bırakmaktadırlar. Bu mânada gaybe îman, insan tefekkürünün ve muhayyilesinin önündeki izâfî engelleri kaldıran bir hürriyet iksîridir. Îman esaslarının “gayb” alanında olması, mü’mindeki îman derinliğine sonsuz bir boyut kazandırmaktadır. Bu sebeple Kur’an, inanılması gerekli hususlar içinden özellikle gaybı zikretmiştir. Çünkü gaybe iman, kulun Peygamberin davetine kulak vererek Allah’ın buyruklarına itaat etmesinde kuvvetli bir tesire sahiptir. Maddi âlemin ötesinde başka bir âlemin olduğunu kabul etmeyenler ise Allah’a ve âhirete iman davetinden yüz çevirirler.

Müttakîlerin ikinci vasfı, namazı dosdoğru kılmalarıdır. Âyet-i kerîmede “ikâme-i salât” ifadesi geçmektedir. الصَّلٰوةُ (salât), Kur’an’da namaz ibâdetinin yanı sıra dua, övgü, kırâat ve rahmet mânalarında kullanılmıştır. Namaz ibâdeti bu mânaların hemen hepsini ihtiva eder. Nitekim namazın kıyâmında kırâat, kâdesinde senâ ve dua nihâyetinde ise namaz kılan kimseye rahmet vardır.

“İkâme”, bir şeyi ayakta tutmak, ayakta durur hale getirmek demektir. “İkâme-i salât” ise namazı dosdoğru edâ etmektir. Yani namazı, Allah Resûlü (s.a.v.)’in öğrettiği şekilde âdâb ve erkânına riâyetle, vaktinde, aksatmadan, ona gerekli rağbeti göstererek, hem şeklî şartlarını hem de huşû ve tâzim gibi kalbî ve ruhî yönlerini gözeterek kılmaktır. “İkâme-i salât” tabiri, ayrıca, namazı cemaatle kılmanın önemine ve onu îfa için lazım gelen şartların hazırlanmasının gereğine de işaret etmektedir.

Namaz, İslâm’ın başlangıcından itibaren meşrû olmakla birlikte beş vakit halinde, Peygamberimizin yaşadığı en faziletli zaman olan Mirâc gecesinde farz kılınmıştır. (bk. Müslim, İman 259)

Namaz ibâdeti, dini hayatın omurgasını teşkil eder. Ferdin zihnî, kalbî ve fiilî hayatının Allah ve Resûlü’nün iradesi çerçevesinde ihyası için vazgeçilmez bir esas olan namaz, toplum hayatının inşa ve ıslahı için de aynı derecede bir öneme sahiptir. Namazın bu yönüne işaretle Peygamber Efendimiz: “Dinî hayatın ana direği, namazdır” buyurmuştur. (Tirmizî, İman 8)

Müttakîlerin üçüncü vasfı, Allah’ın kendilerine verdiği rızıklardan infak etmeleridir. Onlar, Allah’ın ikram ettiği her türlü rızıktan, O’nun muradına uygun olarak başkalarının faydasına harcamada bulunurlar. “Rızık”, bütün canlıların maddî mânevî her türlü ihtiyaçlarını karşıladıkları nimetlerdir. Yiyecek, içecek, giyecek, mal ve benzeri her türlü maddî nimet ve imkânlar rızık olarak adlandırıldığı gibi ilim, îman ve ahlâk gibi mânevî ihsanlar da rızık kapsamında değerlendirilmiştir.

“İnfak”, kulun, Allah’ın rızâsına nâil olma niyetiyle O’nun kendisine verdiği rızıklardan ailesine, akrabasına, diğer insanlara ve hatta tüm canlılara fayda sağlamak üzere sarfetmesidir. Kur’ân’da infak kavramının kullanıldığı yerlerden biri de “fî sebîlillah” yâni Allah’ın dînini korumak, yaymak ve yüceltmek adına yapılan her türlü harcamalardır.

Âyetteki infaktan hem farz hem de nafile harcamalar kastedilmiştir. Farz olanlar zekât ve ailesi için yaptığı zaruri masraflardır. Bunların haricinde hayır niyetiyle yapılan tüm harcamalar ise nafile kısmına girer.

Mânevî rızıklar açısından “infak”, kişinin sahip olduğu ilim, irfan ve güzel ahlâk gibi ilâhî ikramlardan başkalarını da istifade ettirmesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “İstifadeye sunulmayan ilim, Allah yolunda infak edilmeyen hazîne gibidir” buyurur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 499; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 184) Bu mânadan hareketle sûfîler, âyet-i kerîmede, müttakîlerin kendilerine lutfedilen mânevî hâl, ilim ve mârifet nûrlarından başkalarına da infak etmeleri gerektiğine işaret bulunduğunu söylemişlerdir.

Esasen Kur’an âyetleri, kısa cümlelerde çok geniş ve zengin mânalar ihtivâ eder. Meselâ üzerinde durduğumuz âyetin, وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcama yaparlar) kısmında bulunan bir takım nüktelere şöyle işaret edilmiştir:

  • İnsan, kazancının tümünü değil, ihtiyâç fazlasını infâk etmelidir. Ba‘ziyet yani kısmîlik anlamı ifade eden مِنْ (min) edatıyla bu inceliğe işaret edilmiştir.
  • İnfak, başkalarının malından değil kendine ait maldan yapılmalıdır. Bu şartı رَزَقْنَاهُمْ (Kendilerine rızık olarak verdiğimiz) lafzı ifade eder. Burada, yapılan infakı Allah adına yapmak ve başa kakmamak gerektiğine de bir işaret vardır. Âdetâ şöyle denilmektedir: “Size rızkı biz veriyoruz. Hakîkatte siz bize vekâlet etmektesiniz. Öyleyse bizim ihsân ettiğimiz rızıklardan kullarımıza verirken başa kakmanız doğru olamaz.”
  • يُنْفِقُونَ (harcarlar) fiilinin geniş zamanda kullanılması, sürekli bir infak duygusunun kulda yerleşerek alışkanlık hâline gelmesini ifade eder. Bu ibare aynı zamanda infakın, ehline, zarurî ihtiyaçlarını karşılaması için yapılması gerektiğine işaret eder. Yoksa gereksiz ya da meşrû olmayan yerlere harcayacak kimselere infakta bulunulmaz. Zira “infak” kelimesi, yerinde ve aslî ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan harcamalar anlamında kullanılmıştır. (Bedîuzzaman, İşârâtü’l-i‘câz, s. 47)

Görüldüğü üzere âyet-i kerîmenin emir ve tavsiye buyurduğu infakın şumûlü oldukça geniştir. Bu sebeple tasavvuf âlimleri, farklı mertebelerde bulunan insanların infakları hususunda bir kısım izahlar yapmışlardır. Onlardan bazıları şöyledir:

Zenginlerin infâkı mallarından olup onu ihtiyaç sahiplerinden kıskanmazlar. Âbidlerin infâkı nefislerinden olup kendilerini hizmetten esirgemezler. Âriflerin infâkı gönüllerinden olup hiçbir zaman kendilerine bahşedilen ilâhî feyizlerden Hak taliplerini mahrum bırakmazlar. Hak aşıklarının infakı ise daha farklıdır. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (k.s.) bunu şu beytiyle dile getirir:

Sehâvet ehli olan kimseye yakışan, fakîre ihsândır

Âşıklara yakışan da Cânân yolunda fedâ-yı cândır[2]

İnfâkın belli başlı derecelerini ifade etmek üzere Arapça’da farklı kavramlar kullanılmıştır. Birinci mertebe “sehâ”dır. Malın birazını verip geriye kalanı kendine ayırana sehâvet sahibi denir. İkinci mertebe “cûd” seviyesidir. Malının çoğunu dağıtıp azını kendine ayıran kimseye cûd ehli denir. İnfakta nihaî mertebe ise “îsâr”dır. Zarûret miktarı mal ile hayatını idâme ettirip kendi ihtiyacı olan şeyi bile başkasına verebilme fedakârlığını gösteren kimse ise îsâr sahibi, diğergâm, yani başkasını kendinden fazla düşünen kişi olarak vasfedilir.

Kur’an’ın infak emri, ferd ve cemiyet açısından pek büyük bir öneme sahiptir. İctimaî hayatın intizamlı olması ve toplumda sosyal adâletin sağlanabilmesi için, maddi imkânlar ve refah itibariyle insan tabakaları arasında boşluk kalmamalıdır. Zenginlerin fakirlerden, aradaki irtibat kopacak derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında irtibatı sağlayan yegane vasıta, zekât başta olmak üzere her türlü infak ve yardımlaşmadır. Cemiyet içinde zekâtın farz, faizin ise haram kılınışının hikmetleri dikkate alınmaz ve bu ilâhî emirlere harfiyen uyulmazsa, tabakalar arası bağlar kopar. Aşağı tabakadan yukarı tabakaya hürmet, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadâları, haset alevleri, kin ve nefret feryatları yükselir. Aynı şekilde yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, baskılar ve şimşek gibi hakaretler yağar. Hülasa toplumdaki insan tabakaları arasında barış ve huzurun temini, ancak İslâm’ın temel şartlarından biri olan zekât, sadaka ve diğer yardımların herkes tarafından en güzel şekilde edâ edilmesine bağlıdır.

Müttakîlerin dördüncü önemli özelliklerini açıklamak üzere buyruluyor ki:

  1. Yine onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere iman ederler. Âhiret gününe ise yakînen inanırlar.

Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’e kadar bütün peygamberler insanlara aynı dini tebliğ etmiş, sahife veya kitap halinde onlara gelen vahiyler de aynı dinin esaslarını haber vermişlerdir. İlâhî risâlet ve vahiy, tarihî akış içerisinde birbirinden kopuk bir vaziyette değil,  birbirini tasdik ve tasvip ederek gelmiştir. İnsan hayatı, kültür ve medeniyeti geliştikçe Allah Teâlâ yeni peygamberler ve yeni dinler göndermiş, önceki ümmetlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amelî hükümlerden bazılarını yenilemiştir. Nihayetinde yegane din olan İslâm, Peygamberimiz ve Kur’an ile son şeklini alarak tamamlanmıştır. Bu bakımdan biz, “Allah’ın peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız” (Bakara 2/285) düstûrunca hepsine inanırız.

“Sana indirilen”den maksad, bu âyetin indiği zamana kadar gelen ve daha sonra gelecek olan kısımlarıyla birlikte Kur’ân’ın tamamı ve Peygamberimizin Kur’an’ın beyânı sadedinde ortaya çıkan sünnetidir. Mü’minlerin buna tafsilatlı olarak inanması, emir ve nehiylerini öğrenerek gereğince amel etmesi gerekir. “Senden önce indirilen”den maksad ise, önceki peygamberlere indirilen ilâhî vahiyler ve kitaplardır. Bu kitaplara da icmâlî yani bir bütün halinde iman etmek farzdır. Allah Teâlâ, bizi önceki kitaplarda bulunan hükümlerle mesûl tutmadığından onları tafsilatlı olarak bilmemiz gerekli değildir.

Âyetin dikkat çektiği önemli hususlardan biri de şudur: İnsanlığın doğru hayat tarzını öğrenip yaşamaları için vahye dayanan bilgi bir zarurettir. Bu bilgi herkese tek tek değil, sadece Allah’ın insanlar arasından seçtiği peygamberlere indirilmiştir. Dolayısıyla istikamet üzere bir hayat sürmenin yolu, ancak o peygamberlere indirilen kitaplardan öğrenilebilir. Bugüne kadar tahrif edilmeden gelmiş Kur’an’dan başka ilâhî kitap bulunmadığından, böyle bir hayatın yegâne müracaat kaynağı odur. O halde doğru yolu bulmak isteyenler, Kur’an’a inanmak ve ona tabi olmak mecburiyetindedirler.

Müttakilerin beşinci vasfı, âhiret gününe yakînen, yani şeksiz, tereddütsüz inanmalarıdır. Onlar, bir gün bu fanî dünyanın sona ereceğine, insanların hesap vermek üzere yeniden diriltileceğine, insanların amellerine göre cennet veya cehenneme gideceğine hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bir imanla inanırlar.

الْاٰخِرَةُ  (âhiret), “birinciden sonra gelen” mânasındadır. Birinci hayat dünya olup, âhiret ondan sonra gelmektedir. “Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur” (Ankebût 29/64) âyetinde “âhiret”, ebedi kalınacak diyarın bir sıfatı olarak kullanılmıştır. Onun, yarını olmayan “son gün” mânası da vardır.

“Yakîn ve îykan”, bir şeyi kesin ve sağlam bilmek demektir. Araştırma ve gerekli delillerden hareketle her türlü şüphe, ihtimal ve tereddütten uzak olarak bir şeye tam inanmaktır. Yakînin; bilme, görme ve hakikatine erme şeklinde üç derecesi vardır. Cennete girileceğini bilmemiz “ilme’l-yakîn”, cenneti görmemiz “ayne’l-yakîn”, Allah’ın izniyle cennete girip nimetlerinden istifade etmemiz ise “hakka’l-yakîn”dir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “yakîn” md.)

Âhirete iman, ona hazırlanmayı gerektirir. Hesabın, sevap ve cezanın varlığına yakînî iman, kişiyi azaptan ve hazin akıbetten korunmaya ve nimetlere erdirecek hayırlı ameller yapmaya sevkeder. Kısacık ömrünü lüzumsuz uğraşlardan arındırarak, onu en anlamlı ve en kazançlı bir şekilde değerlendirmeye yönlendirir. Âhirete iman, insanların dindarca yaşamalarının ve sıhhatli bir dünya düzeni kurmalarının temel unsurlarından biridir. Dünya gelip geçici, âhiret ise ebedîdir. Dünyada kesintisiz bir saâdet ve mutluluk aramak boşunadır. Esas saâdet nihayetsiz olan âhiret saâdetidir. Kul, o saâdete erişmenin yollarını bulmalıdır. Fani dünyaya ve boş hayallere aldanmamalıdır:

  1. İşte Rablerinin gösterdiği yolda yürüyenler onlardır, kurtuluşa erecek olanlar da yalnızca onlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in ve sünnet-i seniyyenin beyân buyurduğu tarzda iman, ibâdet, muamelât ve ahlâk yolunu tutan müttakî kullar, bu vasıflarıyla Rablerinden gelen bir hidâyet üzere bulunmaktadırlar. Bu onlara Allah Teâlâ’nın büyük bir tevfikı, ikrâmı ve ihsânıdır.

Hidâyete erenler ancak müttakîler olduğu gibi, felâha, yani gerçek kurtuluşa erecek olanlar da sadece onlardır. Hidâyet, felâhın anahtarıdır. Önce hidâyet olacak, peşinden felâh gelecektir. İslâm, her gün beş kere ezanla “haydin felâha!” davetinde bulunarak insanları kurtuluşa, iki ci­han saâdetine çağırmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’i rehber edinenlerin buna erişecekle­ri müjdesini ise birçok âyet gibi bu âyet de en güçlü bir üslûpla haber vermektedir.

اَلْفَلَاحُ (felâh), sözlükte “arzu edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma, zafer ve başarı” gibi mânalara gelir. İnsanın, önündeki engelleri bir bir aşarak kendini kurtarması, arzu ettiği gayeye ulaşması ve zafer elde etmesidir. Felâhın dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki boyutu vardır. Dünyada felâh; zenginlik, izzet ve şeref gibi hayatı güzelleştirecek ve mutluluğa vesile olacak hususları elde etmektir. Âhirette felâh ise yokluğu olmayan bir bekâ, fakirliği olmayan bir zenginlik, zilleti olmayan bir izzet ve cehâleti olmayan bir ilim elde etmektir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “felâh” md.)

“Felâh” kelimesinde yarılma, açılma ve kesilme mânası da vardır. Toprağı yarıp açması ve kazması sebebiyle çiftçiye “fellâh” denilmektedir. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: “Onlar, dünyada büyük bir sabır, cehd ve gayret gösterip, inkâr ve zulmet perdelerini açarak imanın gereğini îfa etmiş ve böylece kıyâmet günü hesabın şiddetinden ve cehennemden kurtulmuş ve cennete kavuşmuş kimselerdir. Tüm dünya ve âhiret hayırları onlar için ayrılmıştır.” Zaten dini bir terim olarak “felâh”, “âhirette cehennem azabından kurtulma başarısını kazanabilmek” demektir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, I, 247)

  • ZEKÂT, İNFAK VE SADAKA (Bakara 261-266)

Nefsin mezmûm sıfatlarını temizleyerek kalb-i selîm ve imân-ı kâmile ulaşabilmek, böylece Allah’ın yaratmak, diriltmek, öldürmek gibi kâinattaki ilâhî kudret akışlarını seyredebilmek için en güzel çâre Allah yolunda cömertçe infakta bulunmaktır. Gelen âyetler bu hususu temsillerle anlatır:

  1. Mallarını Allah yolunda harcayanların misâli, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah, dilediğine kat kat fazlasını da verir. Çünkü Allah, lütfu pek geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir.

Âyet-i kerîme, mü’minin Allah yolunda yaptığı harcamaların durumunu anlatmak üzere, duyguları coşturan ve duyarlı bir vicdanı derinden etkileyen şöyle canlı bir tabiat tablosu çizmektedir: Ekime hazır tarlasının başında bir adam ve elinde sadece bir buğday dânesi var. Onu toprağa ekiyor. Topraktan bir kök bitiyor. Bu kökten çatallanarak yedi başak çıkıyor. Her bir başağın içinde gizlenmiş yüz dâne bulunmaktadır. Hatta bir dânenin Allah’ın izniyle bundan daha fazla vermesi de mümkündür. Çünkü Allah vâsi‘dir; kullarına olan ikram ve ihsanı asla daralmaz, bitmez, tükenmez. Alîm’dir; kalplerin derinliklerine gizlenen niyet ve düşünceleri bilir, ona göre kat kat ve daha fazla verir. İşte mü’minin Allah yolunda verdiği sadakanın durumu da bunun gibidir. Yahut mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, böyle bir dâneyi toprağa eken karşılığında yedi yüz veya daha fazla dâne elde eden çiftçinin durumu gibidir.

Allah yolunda verilen sadakanın kat kat artırılmasını Peygamber Efendimiz de şöyle bir benzetmeyle izah etmektedir: “Her kim temiz ve helâl olan kazancından bir tek hurmaya denk olabilecek bir şey bile tasadduk ederse Allah onu kabul buyurur. Çünkü Allah ancak temiz olanı kabul eder. Sonra onu, sizden birinizin tayını terbiye edip büyüttüğü gibi, artırıp çoğaltır. Nihayet o sadaka dağ kadar olur.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63)

Bu örneklerle Allah yolunda koşacak ve O’nun yolunda infakta bulunacak kimselerin, Allah için sarfedilen ve ekilen dânelerin ne kadar feyizli, bereketli ve sevaplı olacağını anlamaları istenmektedir. Dolayısıyla mü’minler bir dâneyi bile küçük görmemeli, zayi etmemeli ve Allah’tan hiçbir şey kıskanmamalıdırlar. Ellerinde ne varsa, bir buğday dânesi bile olsa, Allah yolunda harcamalı ve bundan çekinmemelidirler. Allah’ın hikmet nizamı ve yeniden diriltiş sırrı ile toprağa atılan bir dâne, toprakta bitip filizlenerek yedi yüz veya daha fazla dâne verdiği gibi; insanlar da öldükten sonra dirilecekler ve dünyada Allah için yaptıkları fiiller böyle son derece bereketli bir şekilde artarak, temessül ederek terazi kefelerine konacaktır. Ayrıca bu örnekte, zıraat ilminde terakki edilip gerekli uygulamalar yapıldığı takdirde bir dâneye karşılık en az yedi yüz dâne alınabileceğine dair bir müjde de vardır. Bugün zıraat alanında kaydedilen teknik ilerlemeler sayesinde, bir buğday dânesinden çıkan çimleri çatallandıktan sonra ayırarak fide hâlinde dikmek sûretiyle bir dâneden 2000 dâneyi aşkın hâsılat alınabildiği tecrübe edilmiştir.

Cenâb-ı Hak, kendi yolunda ihlasla ve âdâbına uygun yapılan harcamalara büyük mükafatlar va‘dederek şöyle buyurur.

  1. Mallarını Allah yolunda harcayıp da bunun ardından herhangi bir başa kakmada ve gönül incitici bir harekette bulunmayanlar yok mu, onlar için Rableri yanında özel mükâfatlar vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.

Allah yolunda ve Allah için yapılan harcamaların bir önceki âyette müjdelenen kat kat mükâfatını alabilmek için, onları, sevaplarını yok edip faydasız hâle getirecek âfetlerden korumak gerekir. Bu âfetlerin başında “başa kakma” ve “eziyet etme” gelmektedir.

Âyette geçen اَلْمَنُّ (menn), bir kimsenin iyilik yaptığı şahsa “sana şöyle şöyle iyilik yaptım” demek suretiyle o kimseye karşı iyiliğini bir şey sayması, az çok yaptığı iyiliğe gururlanması ve onun verecekli durumunda olduğunu hissettirmesidir. Bu tavır, gönül bulandırır, yapılan iyiliğin kıymetini eksiltir, hatta kesip yok eder. الْاَذٰى (ezâ) ise tiksindirmek mânasına gelir. İyilik yaptığı kişinin bir kusuru sebebiyle şikayette bulunmak, dil uzatmak ve iyiliği yüze vurmak birer ezâdır. İyilik ettiği kimseye: “Ben sana iyilik ettim, sen bana teşekkür bile etmedin”, “Kaç kez gelip bana eziyet veriyorsun”, “Kaç defadır isteyip duruyorsun, utanmıyor musun” veya “Devamlı sıkıntılarla geliyorsun, Allah beni senden kurtarsın, seni benden uzak etsin” gibi sözler de ezâya örnek verilebilir. Allah için infakta bulunanlar eğer bu yanlış davranışlardan uzak durur, sadakalarını göz bebekleri gibi korur ve mükâfâtını sadece Allah’tan beklerlerse, Cenâb-ı Hak onlara ecirlerini en güzel şekilde verir. Âhirette onlara hiçbir korku olmaz, sevapların yok olması gibi herhangi bir sebeple de üzüntü duymazlar.

Rivayete göre bu âyet-i kerîme Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman b. Avf hakkında inmiştir. Abdurrahman b. Avf (r.a.) malının yarısı olan dört bin dirhemi tasadduk etti ve: “Yanımda sekiz bin dirhem var. Bunun dörtbin dirhemini kendim ve çocuklarım için sakladım. Dört bin dirhemini de Rabbime güzel bir borç olarak verdim” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Sakladığını da verdiğini de Allah mübârek eylesin” buyurdu. Hz. Osman ise Tebük seferinde bin deve ve bin dinar yardımda bulundu. Rûme kuyusunu satın alıp müslümanlara vakfetti. Resûlullah (s.a.v.) ellerini kaldırarak: “Ya Rabbi ben ondan râzı oldum. Sen de râzı ol!” diye dua etti. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 89)

Verdiklerini Allah için vermeyip başa kakanlar şunu unutmasınlar ki:

  1. Güzel bir söz ve kusurları bağışlama, ardından eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah’ın kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. O, ceza vermekte hiç acele etmeyendir.

Allah için verdikten sonra başa kakmaya ve eziyet etmeye gerek de yoktur. Çünkü bu zoraki ve mecbûrî değil, isteyerek, gönüllü olarak yapılan bir iştir. Kul bunu ancak sevap elde edebilmek ve ilâhî rızâya erebilmek için yapar. İstese yapmayabilir. Çünkü yardım isteyen veya yardım edilmesi gereken insanlara karşı tatlı dilli olmak, gönül alıcı güzel bir söz söylemek, herhangi bir kusur varsa onu da bağışlamak, başa kakarak ve eziyet ederek verilen sadakadan daha hayırlıdır. Boşa zahmet çekmeye gerek yoktur. Bu hususla ilgili olarak Yüce Rabbimiz, bir diğer âyet-i kerîmede şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Rasûlüm! Muhtaçlara vermek üzere Rabbinden bir nimet beklerken, elinde vereceğin bir şey bulunmadığı için isteyenlerden yüz çevirmek mecburiyetinde kalırsan, o zaman hiç olmazsa onlara gönül alıcı bir söz söyle!” (İsrâ 17/28)

Aziz Mahmûd Hüdâyî (k.s.) şöyle der: “Dilenciyi güzel bir şekilde geri çevirmek, başa kakan ve eziyet eden kimsenin sadakasından daha hayırlıdır. Zira güzel söz, geri çevirmek için bile olsa dilencinin gönlünü ferahlatır, rûhunu şenlendirir. Sadaka, hem insanın maddî varlığına fayda vermek hem de kalbi mesrûr etmek sûretiyle kişiye menfaat sağlar. Cesede fayda veren şeyle, rûha eziyet verecek bir şey birleşince tam fayda temin edilmiş olmaz. Şüphesiz ki rûhu ferahlandıracak şey, cesede menfaat verenden daha hayırlıdır. Çünkü insanda rûhâniyet, çamurdan yapılmış bedene göre çok daha yüce ve şerefli bir mevkiye sahiptir.”

Nitekim Abdullah b. Zübeyr’in oğlu Âmir, fakir ve âbidlere yardım edeceği zaman, onları incitmemek için şu yolu tercih ederdi:

Yardım edeceği kimseler secdede iken para keselerini ayakkabılarının yanına hissedecekleri şekilde bırakır ve görünmeden uzaklaşırdı. Kendisine:

“–Neden yardımını, birisini göndererek yapmıyorsun?” diye sorulunca da şöyle cevap verirdi:

“–Onlardan birinin, gönderdiğim kişiyle veya benimle karşılaştığında yere bakmasını istemem, onun için böyle yapıyorum.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 411)

Şu kıssa da pek ibretlidir:

Hintli bir derviş Nişabur’lu bir tâcirin yol arkadaşı idi. Bu derviş tam bir feragatle yalınayak gidiyor, ayağını taştan ve dikenden sakınmıyordu. Tâcir ona acıdı, ayakkabısını verdi. Hintli ona dualar edip gayretle yola devam etti. Nişabur’lu her an:

“- Böyle git, şöyle git; ayağını taşlara yavaş bas, dikenin batmasından sakın!” diye tahakkümde bulundu. Hintli onun bu emirlerinden bıktı, ayakkabıyı çıkarıp tâcirin önüne koydu ve:

“- Al, bana kayıtlı bir iyilik lazım değildir. Hiçbir kayda tabi olmadan otuz senedir yalınayak dolaşıyorum. Şimdi bir ayakkabı için birinin kayıt ve hükmü altına giremem ve minnetini çekemem!” dedi. (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 414)

Şüphesiz Allah ganîdir; kullarının verecekleri sadaka ve yapacakları iyiliklere ihtiyacı yoktur. O sadakaya muhtaç fakirleri ve garipleri bol bol rızıklandırmaya, zengin olanları da fakir ve başkalarına el açar duruma düşürmeye kadirdir. Yine Allah halîmdir; her günah işleyeni anında cezalandırmaz. Başa kakan ve ezîyet edenlere de, tevbe edip yanlışlarından dönmeleri için mühlet verir.

Allah Teâla, kendi yolunda yapılan harcamaların başa kakma ve ezâdan arındırılması ve kulların yaptıkları iyiliklerin mükâfâtından mahrum kalmamaları için bu hususu ayrıca dikkat çekici bir örnekle şöylece açıklığa kavuşturmaktadır:

  1. Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş olsun diye mallarını harcayanlar gibi, başa kakıp eziyet etmek suretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Bu şekilde hayır yapan kimsenin misâli, üzerinde biraz toprak bulunan kaygan bir kayanın hâli gibidir ki, ona şiddetli bir sağanak vurmuş da onu çıplak bir halde bırakmıştır. Böyleleri, yaptıkları hiçbir iyiliğin faydasını göremezler. Allah, kâfirler gürûhunu doğru yola ulaştırmaz.

Burada öncelikle başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadaka veren, Allah’a ve âhirete inanmadığı halde insanlara gösteriş için sadaka verene; başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle verilen sadaka da Allah’a ve âhirete inanmayan bir kimsenin insanlara gösteriş için verdiği kabule şayan olmayan sadakaya benzetilmektedir. Böylece nifâk ve riyânın sadakaları boşa çıkarması gibi, başa kakma ve eziyetin de sadakaları boşa çıkaracağı bildirilmektedir. Zira her iki tür sadaka da Allah için verilmiş bir sadaka değildir.

Daha sonra da kendi rızâsı için olmayıp riya için verilen, karşılığında âhirette Allah’tan bir sevap beklenmeyen sadakanın ve bu sadaka sahibinin durumunu şu örnekle açıklıyor:

Ortada pürüzsüz bir taş, taşın üstünde de azıcık bir toprak var. Bu toprağa kuvvetli bir yağmur yağıyor ve taşın üstünde topraktan hiçbir iz kalmıyor. Taş da, üzerinde topraktan hiçbir nişane olmaksızın kaskatı bir halde kalıyor.

Bu misâl, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp insanlara gösteriş için malını harcayan kimsenin, imanın bahşettiği huzur ve saâdetten habersiz olan, onu anlamayan kaskatı kalbini tasvir etmektedir. Ancak bu katılığı riyadan örtülmüş bir kabukla kapatmak istemektedir. Bu riya örtüsüne bürünmüş kaskatı kalbi, üzerinde biraz toprak bulunan pürüzsüz kaya temsil eder. Bu, yumuşaklıktan ve bitkiden eser bulunmayan bir taş parçasıdır. Katılığını gizlemek için üzeri hafif bir toprakla örtülmüştür. Tıpkı iman nurundan mahrum kalplerin katılığını riyanın örtüp kapattığı gibi. Şiddetli yağan yağmur o kaskatı kayanın üzerindeki toprağı silip götürdüğü ve onu üzerinde hiçbir bitkiden ve meyveden eser bulunmayan cascavlak bir kaya halinde bıraktığı gibi; insanlara gösteriş için malını infak eden kalpler de ne hayırlı bir meyve verir, ne de âhirette bir sevaba erişir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, I, (3. cüz) 56)

Örneği şu şekilde izah etmek de mümkündür: Başa kakan ve inciten kimseyle münafık katı kaya gibi, bunların verdikleri sadakalar kaya üstündeki toprak gibi, kıyamet günü de şiddetli yağmur gibidir. Kıyamet günü geldiği zaman, bütün bu sadakalar, şiddetli yağmurun pürüzsüz bir taş üzerindeki toprağı giderdiği gibi kaybolur ve boşa çıkar. Çünkü o günde bu amellerin Allah’ın rızâsı için yapılmadıkları belli olur. İnanmadığı halde infak edenler; riya olsun diye, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadaka verenler, yaptıkları bu amellerden o gün hiçbir fayda göremezler. Çünkü Allah kâfirler gürûhunu, âhirette kendilerine yarayacak iyilikler yapmaya muvaffak kılmaz. Bu bakımdan mü’minler de sadaka verirken dikkatli olmalı, sevaplarının boşa gitmesinden korkmalıdırlar.

Üçüncü olarak şu mâna verilebilir: Üzerinde az bir toprak bulunan çıplak düz kayaya tohum ekilip, üzerine bol yağmur yağdığı zaman, o tohum topraksız tek başına kalır. Hatta tohum da kalmaz o da oradan kaybolur gider. O kişi, ekinine ihtiyaç duyduğu zaman orada hiçbir şey bulamaz.

Kâfirlerin, münafıkların ve yaptığı amelleri sadece Allah rızâsı için yapmayanların, âhirette karşılaşacakları hüsranla alakalı olarak şu ilâhî beyânlar ne kadar ikâz edicidir:

“De ki: «Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacakları size haber verelim mi? Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya hayatında gerçekleştirdikleri çalışmalar boşa giden kimselerdir.»” (Kehf 18/103-104)

“Biz o gün onların yaptıkları bütün amellerin üzerine varıp, hepsini toz duman edeceğiz.” (Furkān 25/23)

Resûlullah (s.a.v.) de şöyle buyurur: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey gizli şirktir.” Ashâb-ı kirâm: “Ya Resûlallah! Gizli şirk nedir?” diye sorunca Allah Resûlü: “Riyadır” buyurmuş, devamla: “Allah Teâlâ kullarına, amellerinin karşılığını vereceği gün: «Amellerinizi göstermek için yaptığınız kimselere gidin ve bakın onlardan bir karşılık görebilecek misiniz?» diyecektir” buyurarak riyanın ne kadar tehlikeli olduğunu ifade etmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428-429)

Yine Peygamber Efendimiz’in, kıyâmet günü ilk olarak hesap için çağrılan ve yaptıklarını Allah için değil de gösteriş için yapan Kur’an hâfızı, Allah yolunda öldürülen adam ve çok malı olan kimsenin hesabı kaybedip cehenneme atılmalarıyla ilgili verdiği bilgiler, gerçekten çok uyarıcı ve bizleri uyanık olmaya davet edicidir. (bk. Tirmizî, Zühd 48)

Peki mallarını Allah yolunda ihlasla harcayanların durumu nasıldır:

  1. Mallarını Allah’ın rızâsını kazanmak ve gönüllerindeki imanı kökleştirip sağlamlaştırmak için harcayanların durumu, bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçeye benzer ki, bol yağmur yağdığında ürününü iki kat verir. Hatta yağmur yağmasa bile az bir çisileme ona yeter. Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.

Burada, mallarını Allah rızâsı için, imanın kalbine iyice kökleşmesini sağlamak ve mükemmel bir İslâm toplumu oluşturmak üzere cömertçe harcayanların hâli yine dikkat çekici bir bahçe örneğiyle anlatılıyor: Hem yağmuru hem rüzgarı hem de güneşi, içindeki bitkilerin yetişmesine en faydalı bir şekilde alan bir muhitte güzel bir bahçe bulunmaktadır. İçerisinde her türlü sebze ve meyve bitkileri mevcuttur. Bu bahçeye kuvvetli bir yağmur düşüyor, rüzgar müsait yönlerden en faydalı bir şekilde esiyor, güneş ışınlarını yararlı bir tarzda aksettiriyor. Bu sayede bahçe meyve ve sebzelerini iki kat veriyor. Normal durumlarda mesela bin veren bu bahçe, bu yağmur sayesinde iki bin veriyor. Alelâde hallerde bir dâneye yediyüz dâne veren bu bostan, bu yağmur sebebiyle bir dâneye bin dört yüz dâne veriyor. Bu bahçe öyle bir bahçe ki, ona kuvvetli bir yağmur düşmese bile hafif bir yağmur, az bir nem, bir çisinti dahi yetiyor ve vereceği ürünü yine veriyor.

Bu örnek, mallarını Allah yolunda ve hayırlı işler gerçekleştirmek için harcayanların halini açıklamaktadır. Mallarını Allah’ın rızâsını kazanmak için ve bu sayede kendilerini, mallarını, amellerini, müslüman kardeşlerini bozucu temayüllerden ve her türlü sarsıntıdan koruyarak Allah yolunda sâbit kılmak; iyilik yapmayı ve hayr ü hasenatta bulunmayı kendilerinin ayrılmaz bir melekesi haline getirmek ve ondan sonra her türlü fazilet ve ibâdetleri kolaylıkla yapmak; hülasa ekecekleri tohumu tutturmak için ihtiyaç sahibi kimselere ve ihtiyaç bulunan yerlere adab ve erkanına uygun olarak can ü gönülden harcamada bulunanların durumları işte böyle bir bahçenin durumu gibidir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 55; Elmalılı, Hak Dini, II, 902)

Bir başka yoruma göre bu örnek mü’min bir kalbi anlatmaktadır: İmanla mâmur olmuş bir kalb, tebessümle güzelleşmiş bir gönül, sırf Allah’ın rızâsını kazanmak için harcıyor. Ve harcadığı şeyi de hayırlı olduğuna can ü gönülden inanarak veriyor. Harcadığı şey imanından coşup gelmekte, kökleri tâ vicdanın derinliklerine inmektedir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, I, (3. cüz), 56) İşte böyle inanmış bir kalbi, üzerinde yığınlarla toprak bulunan, yağan kuvvetli bir yağmurla kabarıp canlanarak yemyeşil bir hal alan; bitkileri birbirine sarmaş dolaş olmuş verimli bir bahçe temsil etmektedir. Bu yağmur o toprağı canlandırıp yeşerttiği ve orada bol bol mahsulün yetişmesine vesile olduğu gibi, mü’minin Allah için verdiği sadakalar da onun gönlünü temizleyip arıtarak Yüce Allah ile olan alakalarını geliştirir; malını da temizleyip Allah Teâlâ’nın dilediği kadar artırır. Ayrıca bu sadakalar, yağmur sayesinde o bahçenin bütün ürünleriyle bir bütün olarak gelişmesi gibi, bir bütün olarak İslâm toplumunun hayatını ıslah eder, düzeltir ve geliştirir.

Toprağı bol o güzel bahçeye kuvvetli yağmur yağmayıp bir çisinti vursa dahi o yine vereceği ürünü verir. Aynı şekilde Allah için harcamaya hazır bir gönül, vereceği fazla bir şeyi olmayıp az bir şey verse bile o ona yeter. O gönlü cûş u hurûşa getirmeye, kendisini bütün mü’minlerle kardeş bilme, bütün bir İslâm toplumunun dertleriyle dertlenip sevinciyle sevinerek onların ayrılmaz bir parçası olma şuuruna götürmeye yeter. Çünkü Allah’a ulaşacak olan, ne etlerdir ne de kanlardır, ne de başka şeydir. Allah’a ulaşacak olan, kalplerin derinliklerinden kopup gelen “takvâ” duyguları, niyet temizliği ve ihlastır.

Böylesine güzel ve ulvî duygulardan mahrum olarak yapılan harcamaların hazin akıbeti de şu örnekle gözler önüne serilir :

  1. Hiç biriniz ister mi ki, ağaçlarının arasından ırmaklar akan, içinde her çeşit mahsul bulunan, hurma ve üzümlerle dolu bir bahçesi olsun; sonra kendisine tam ihtiyarlığın gelip çattığı, bakıma muhtaç çocuklarının da bulunduğu bir sırada âniden ateşli bir kasırga gelip o bahçeyi yakıp kül etsin? Elbette istemez. İşte Allah, düşünesiniz diye size âyetleri böyle açıklıyor.

Bu örnekte bir adamdan bahsedilir. Bu adamın hurma ve üzüm bağlarından oluşan bahçesi vardır. Bu, altından ırmaklar akan, ağaçlarının arasından sular çağlayan son derece güzel, mükemmel ve muhteşem bir bahçedir. Mevsim hasat mevsimi olup ağaçlar, bağlar meyveye durmuştur. O bahçede de her türlü meyve ve sebze mevcuttur, olmayan bir şey yoktur. Her taraf refah, sevinç ve neşe dolu; her yanda ruhâniyet, parlaklık ve güzellik kendini göstermektedir. Fakat ne yazık ki durum böyle devam etmiyor; iş tersine dönmeye başlıyor. Önce adam ihtiyarlıyor, son derece ihtiyaç sahibi olduğu halde çalışıp çabalayamayacak kadar âciz bir duruma düşüyor. Aynı zamanda onun elleri ermez, güçleri yetmez, zayıf, zavallı ve âciz yavruları da vardır. Onların bakımları ve geçimleri de kendisine düşmektedir. Dolayısıyla o, son derece sıkıntılı, muhtaç ve perişan bir durumdadır. Vaziyet bu noktada iken adamın o güzelim bahçesine ateşli bir kasırga isabet ediyor ve onu bir lahzada yakıp mahvediyor. Bu adamın yerinde olmayı kim ister? Bu durum karşısında adamın kalbindeki keder ve sıkıntının ne kadar büyük olacağını düşünmek gerekir. Bu bela ve sıkıntı, evvela şu güzelim bahçenin ve içindeki ürünlerin bir daha geri gelmeyecek şekilde heder olmasıyla ortaya çıkar. Ayrıca o kimse, çalışamayacak kadar âciz olup, başkalarının kendisine yardım etmelerinden ümitsiz oluşunun yanı sıra ihtiyaç içinde kalmıştır. Bir de başka insanların, yani çoluk çocuğunun, onun bakımına muhtaç bir durumda bulunmaları ve ondan yiyecek içecek istemeleri gibi sebeplerle ihtiyacı, dolayısıyla da sıkıntısı daha da artmaktadır.

Tıpkı burada bahsedilen adan gibi, malını Allah rızâsı için veren kimse, âhiretteki cenneti ümit etmesi bakımından, bütün ihtiyaçlarını karşılama hususunda tek dayanağı o bahçe olan adam gibidir. Fakat bu kimse, yaptığı iyiliğin peşinden başa kakıp fakiri incittiği zaman, bu durum, o bahçeyi yakıp kavuran kasırga gibi olur. Aslında iyilik olmayıp zâhiren iyilik gibi gözüken bu infâkı da pişmanlık, şaşkınlık ve keder takip eder. Bu kimse o iyiliğin sevabına son derece muhtaç olduğu kıyamet gününde ondan hiçbir fayda göremez. Böylece, üzüntü ve kederlerin en büyüğü ve ah vah etmelerin en şiddetlisi içinde kalır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 58)

Hasılı iman ile yapılan iyiliklerin mükâfatı böyle cennetler; bunların Allah için yapılmasına engel olan imansızlık, riya, minnet ve ezâ gibi kötülükler de o ateşli kasırga gibidir. Bu kasırga, yapılan iyilikleri yakar ve en muhtaç bir durumdayken onlardan istifade imkânını tamamen ortadan kaldırır. Bu bakımdan doğru tercihte bulunup çabuk davranmalı; meyveli, verimli, gölgelerle dolu bahçeye ateşle dolu kasırga gelip onu helak etmeden dikkatli olunmalıdır.

VII. SABIR ve İMTİHAN (Bakara 153-157)

  1. Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım isteyin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.

Allah’ın yardımını kazanabilmek için gösterilen birinci yol sabırdır. Sabır, ahlâkî güzelliklerin temelidir. Kalbî amellerin en zorudur. Nefsin arzularını frenleyebilmenin, günahlardan uzak durabilmenin, her türlü bela ve musibetlere göğüs gerebilmenin yegane ilacıdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısaca bütün başarıların başı sabırdır. İnsan hem ruhen hem de bedenen nefsini terbiye edecek; sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışacak, böylece Allah’ın yardımının ilk sebeplerinden birini elde etmiş olacaktır. Aksi halde en ufak bir sıkıntı ve acı karşısında korkmak, sızlanmak, ümitsizliğe ve gevşekliğe düşmek gibi ahlâki zaafiyetler baş gösterir. Sabır iki yönlüdür. Birincisi hoşa gitmeyecek durumların acısına tahammül göstererek onların güzel neticelerini beklemektir. Bu, acı ilaçlarla tedavi olmaya benzer. Hoşumuza gitmese de onları kullanırız. İkincisi ise çabucak gelecek olan lezzet ve şehvetlerden uzak durarak onların hazin sonuçlarından sakınmaktır. Bu ise zehirli tatlılardan sakınmak gibidir.

Görüldüğü üzere sabır kalbî amellerin, namaz ise yapılması emredilen zahiri amellerin en önemlisi ve aynı zamanda en zorudur. Namaz, mü’minin miracıdır. İlâhî yardımın celbi için en mühim vasıtalardan biridir. Bu sebeple yüce Rabbimiz bütün inananlardan, bu iki yolla sonsuz kudretinden yardım talep etmelerini emir buyurmaktadır. Allah Resûlü (s.a.v.), bir durum kendisine ağır geldiğinde hemen namaza durur ve bu âyet-i kerîmeyi okuyarak Hak Teâlâ’dan yardım dilerdi. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, I, 257)

Şüphesiz Allah, sabır ve namazla kendisinden yardım dileyenlerin dualarına icâbet etmek ve yardımını göndermek suretiyle, bu hususta sabır gösterenlerle beraberdir. Bu beraberlik, sabır ve namaza bağlı daimî bir murakabe ve gözetimdir. Namazın ehemmiyetine ve faziletine dair başka âyetlerde pek çok açıklama yer alması sebebiyle burada sabra vurgu yapılmıştır. Ayrıca namaza devam da bir sabır işi olduğundan dolayı, sabredenlerle beraber olan Allah Teâlâ’nın, namaz kılanlarla daha çok beraber olduğunda şüphe yoktur. Şunu da belirtmek gerekir ki, burada sabra vurgu yapılması, bu âyetin gelecek âyetlerle irtibatını sağlamaktadır. Bu âyetlerde ifade buyrulacak imtihan şekillerinde başarılı olabilmek için de daha baştan sabra davet etmektedir. Nitekim en faziletli sabrın, canı Allah yolunda kurban edip şehitlik mertebesine ulaşmak için gösterilen sabır olduğuna işaret etmek üzere buyruluyor ki:

  1. Allah yolunda öldürülenlere sakın “ölüler” demeyin. Çünkü onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz.

Bu âyet müslümanları, nefisle mücâhedenin ötesinde İslâmı yok etmeye azmetmiş din düşmanlarıyla mücadeleye ve onların vereceği sıkıntılara karşı sabır ve metânetli olmaya hazırlamaktadır. Hatta Allah yolunda seve seve can verip şehit olmaya teşvik etmektedir.[3] Zira Allah yolunda şehit olmak sıradan bir ölüm gibi değildir. O bakımdan âyet-i kerîme, Allah yolunda öldürülenlere “ölü” denmesini yasaklamaktadır. Onlar, mâhiyetini bizim bilemeyeceğimiz ve tam olarak hissedemeyeceğimiz bir hayatla diridirler. Allah onları rızıklandırmakta ve onlara huzur dolu bir hayat yaşatmaktadır. Bedir savaşında Ensâr’dan sekiz, muhacirlerden de altı sahâbe şehit oldu. İnsanlar, Allah yolunda öldürülmüş olanlar için: “Falan öldü; dünya nimetlerinden ve lezzetlerinden mahrum kaldı” diyorlardı. Bu hâdise üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Şu âyet-i kerîmeler ise, şehitlerin içinde bulundukları o yüksek hayatı ve güzel hali daha derinlemesine izah etmektedir:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Aksine onlar diridirler ve Rableri yanında rızıklanmaktadırlar. O şehitler, Allah’ın kendilerine bağışladığı nimetlerle sonsuz bir mutluluk duyarlar. Arkalarından gelecek olup, henüz kendilerine katılmamış olan mücâhid kardeşleri adına da: «Onlara hiçbir korku yok, onlar asla üzülmeyecekler» müjdesiyle sevinirler. Yine onlar, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine olan büyük lütfu ve ihsânıyla sevindikleri gibi, ayrıca Allah’ın, mü’minlerin mükâfatını zâyi etmeyeceği yolundaki vadinden dolayı da büyük bir sevinç duyarlar.” (Âl-i İmrân 3/169-171)

Şehitlik gibi en güzel bir ölümle Allah’a kavuşmanın faziletinden bahseden bu âyetlerin derin mânasını ruhuna sindirmiş olan ünlü sahâbî Selmân-ı Fârisî (r.a.)’a bir gün:

“- Bize bir tavsiyede bulun” dediler. Şu tavsiyede bulundu:

“- Öleceğin zaman şu hallerin biri içinde öl:

  • Hac yolunda,
  • Allah için savaşta,
  • Allah Teâlâ’nın bir mescidini tâmir ederken…

Gücün yeterse bunları yap!” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 409)

Zira dünya ızdırap, çile ve mihnetler diyarıdır. Zor bir imtihan yeridir. Bu hayatı, böyle telakki etmek ve ona göre hazır bulunmak zarureti vardır:

  1. Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak suretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!
  2. Onlar ki, kendilerine bir musibet dokunduğu zaman: “Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” derler.
  3. İşte bunlar, Rablerinin bol mağfiret ve rahmetine ulaşanlardır. Doğru yolu bulanlar da ancak onlardır.

Her insanın imtihana tabi tutulacağı hâdiseler olacaktır. Açlık ve korku; mal, can ve mahsullerin noksanlaşması gibi hususlar bunların başında gelmektedir. Rabbimiz bu yolla, belâya sabredip kadere rızâ gösterenlerle göstermeyenleri birbirinden ayırmaktadır. Çünkü belâlar, iyilerle kötüleri ayırmada ve insanların kıymetlerini belirlemede önemli bir ölçüdür. Bunlara sabredenler imtihanı kazanacak, sabredemeyenler ise kaybedeceklerdir. Bu sebeple âyetin sonunda “Sabredenleri müjdele!” buyurmaktadır. Onlar, Allah’tan geldiklerinin, yine Allah’a döneceklerinin şuurunda olan ve bütün varlıklarının Allah’a ait olduğunu bilen akl-i selim sahibi kimselerdir. Onlara büyük müjdeler vardır. Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“Mü’mine herhangi bir yorgunluk, çaresiz bir hastalık, bir keder, bir eziyet veya gam isabet etse hatta bir diken batsa mutlaka bu sebeple Allah onun hatalarını bağışlar.” (Buhârî, Merdâ 1)

Musîbete uğrayan kişinin, “Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” (Bakara 2/156) demesinde pek çok fayda ve hikmet bulunmaktadır: Bu sözü söylemekle meşgul olmak o anda insanın ağzından uygunsuz birtakım sözlerin çıkmasını engeller. Belâya uğrayan kişinin kalbi tesellî bulur ve üzüntüsü azalır. Şeytanın o kişiye uygunsuz söz söyletme arzusu kesilir. Bu sözü duyanlar, aynı şeyi tekrar ederek ona uyarlar. Diliyle bunu söyleyenin kalbine güzel düşünceler ve Allah’ın kazâ ve kaderine teslimiyet arzûsu gelir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Belâya uğrayan bir kul:

«Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz. Ya Rabbi bu musîbet sebebiyle bana ecir ver ve bana aldığından daha hayırlısını bağışla» derse, Allah onu bu vesileyle mükâfâtlandırır ve ona daha hayırlısını  verir.” (Müslim, Cenâiz 4)

Bu sebeple Allah dostlarından Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri şöyle der:

“Alan sensin veren sensin kılan sen

Ne verdinse odur dahi nemiz var!”

Son olarak 157. âyet-i kerîme ise sabredenlere müjdelenen ilâhî ihsanları, bağış, rahmet ve bereketi haber vermektedir. Onlara Rableri katından bol bol mağfiretler, bağışlanmalar, övgü ve senâlar vardır. “Salavât” kelimesinin çoğul gelmesi bu mânaları ifade eder. Yine onlara Rableri katından büyük ve kesintisiz bir rahmet vardır. Allah onlara dünya ve âhirette faydalı ve sevindirici nimetler ihsan edecek ve hususiyle âhirette onları her türlü zarardan koruyacaktır. Hidâyete erenler de ancak onlardır. Onlar, Allah’a teslimiyet ve kadere rızâ göstermek suretiyle en doğru yolu bulmuşlardır.

Şâir ne güzel söyler:

“Iztırâb-ı hâl bâdî-î sükûnet olduğu

Tıfl iken mâlûmum oldu cünbüş-î gehvâreden.” (Ârif)

“İnsanoğlu her ıstırap verici durumdan hemen şikâyet etmemelidir. Çünkü bu haller bazan insana kalp huzuru verecek imkanlar sağlayabilir. Ben bunu, daha küçücük çocukken ve beşikte sallanırken anladım. Önce beşiğin sallanması biraz başımı döndürür gibi oldu ama, sonra rahat ve sâkin uykulara daldığımı da inkâr edemem.”

  • TEFEKKÜR (Âl-i İmrân 189-195)

  1. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’a âittir. Allah her şeye kâdirdir.

Göklerdeki ve yerdeki bütün varlıkların sahibi ve idâre edeni Cenâb-ı Hak’tır. O’nun her şeye gücü yeter. O dilediği her şeyi yapar. Bu sebeple, îmansızlar, Yüce Allah’ın azâbından kurtulacaklarını sanmasınlar. Allah’ın mülkünde yaşayanlar, O’nun emir ve yasakları istikâmetinde hareket etmeleri gerektiğini bilmelidirler. Zira Allah’ın emirlerine karşı gelmek isteyenlerin cezaya mâruz kalacakları bir hakikattir.

Aslında insan, kendindeki en büyük ilâhî mevhibe olan aklını çalıştırıp ibret nazarıyla etrafına şöyle baktığında çözemeyeceği bir problem kalmayacaktır. Çünkü:

  1. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için pek çok delil ve ibretler vardır.

Yüce Allah’ın emsâlsiz saltanat ve kudretini idrak edebilmemiz için, etrâfımızı kuşatan ilâhî kudret akışlarına bakıp ibret almamız yeterlidir. Bunların en açık olanları, o muazzam göklerin ve yerin yaratılışıyla gece ve gündüzün muhteşem bir nizam dahilinde birbirini tâkip etmesi, kısalıp uzamasıdır. Allah’ın kâinata koyduğu âhenk ve dengenin kusursuz olduğunu, asırlar geçmesine rağmen bir saniye bile şaşmadığını müşâhede etmekteyiz. Âyet-i kerîmede, mekân ve zaman mefhumları içinde yer alan bütün varlığı inceden inceye düşünmemiz istenmektedir. Cenâb-ı Hak, bu hususta gâfil davrananları zemmederek şöyle buyurur:

“Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren öyle deliller var ki! Onlar, bu delillerle sürekli iç içe, yan yana bulunurlar, fakat üzerinde hiç düşünmeden tam bir aldırmazlık içinde onlardan yüz çevirirler!” (Yûsuf 12/105)

Bu muazzam ve muhteşem ilâhî kudret akışlarını tefekkür bakımından Fahr-i Kâinat Efendimiz’in halini Hz. Âişe şöyle anlatır:

“Bir gece Resûlullah (s.a.v.) bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim» dedi. Ben de:

«–Vallahi seninle beraber olmayı çok severim, ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim» dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer gözyaşlarıyla sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Hz. Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce:

«–Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarınızı affettiği hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.):

«–Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallahi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onları okuyup da üzerinde derin ve sistemli bir şekilde düşünmeyenlere yazıklar olsun!» karşılığını verdi ve Âl-i İmrân sûresi 190-191. âyetleri okudu. (İbn Hibbân, es-Sahîh, II, 386)

İbn Abbas (r.a.), 10 yaşlarında bir çocukken, Allah Resûlü (s.a.v.)’in teheccüd namazını öğrenmek için teyzesi Meymûne vâlidemizin odasında kalmıştı. Hâdisenin devamını kendisi şöyle anlatıyor:

“Gece teyzem Meymûne’nin odasında kaldım. Resûlullah (s.a.v.) âilesiyle bir müddet sohbet ettikten sonra uyudu. Gecenin son üçte biri olunca kalktı, göğe baktı ve 190. âyeti okudu…” (Buhârî, Tefsîr 3/17, 18; Tevhîd 27)

Diğer bir rivâyette de şu ifadeler yer alır:

“…Gecenin yarısı olunca veya ondan az önce ya da az sonra olunca Resûlullah (s.a.v.) uyandı. Oturup elleriyle yüzünden uykuyu sildi. Âl-i İmrân sûresinin son 10 âyetini okudu. Daha sonra kalkıp su kırbasına yöneldi ve güzelce abdest aldı…” (Buhârî, Tefsîr 3/19; Ahmed b. Hanbel, Müsned,  I, 242)

Peygamber Efendimiz’in bu âyetleri teheccüdlerde okumayı âdet edinmesi, dinî gerçekleri tefekkürün, en güzel seher vakitlerinde yapılabileceğini göstermektedir.

Kur’ân’ın maksadı, kalpleri mâsivâdan kurtarıp mârifetullaha ulaştırmaktır. Önceki âyetlerde bazı hükümler açıklanmış ve bâtıl ehline cevaplar verilmişti. Bundan sonra ise kalpler Cenâb-ı Hakk’ın ulvî sıfatlarıyla nûrlandırılacaktır. Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerîm’in sûreleri ve konuları, umûmiyetle öğüt ve ibret veren âyetlerle sona erer. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 196) İşte bundan sonraki âyetler de, dikkatleri ibret alınması gereken hususlara çekerek âdetâ sûreyi hulâsa edivermiştir. Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyet, kudret ve hikmetinin delilleri zikredildikten sonra şimdi de kulluk ile alâkalı hususlara geçilmektedir:

  1. O akıl sahipleri, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken dâimâ Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler ve: “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bütün eksik sıfatlardan uzaksın. Bizi cehennem azabından koru!” derler.

Önceki âyet ulûhiyetin, bu âyet de kulluğun kemâline delâlet etmektedir. Zira insan ayaktayken, otururken, yatarken, çalışırken, istirahat ederken, yâni her hâlinde kalbiyle, zihniyle, diliyle ve âzâlarıyla zikir, tefekkür ve ibâdet hâlinde olabilirse, akl-ı selîm sahibi bir mü’min kıvâmına erme yolunda mesafe almış sayılır.

Buradaki “zikir”den maksadın “namaz” olduğunu söyleyen âlimler vardır. Yani mü’min, gücü yettiği sürece ayakta, yorulunca oturarak, hasta ise yattığı yerden, yâni her hâlükârda çokça namaz kılmaya teşvik edilmiştir.

Göklerin ve yerin büyük bir âhenk içinde ve sağlam bir şekilde yaratılışını derin derin tefekkür edip, onlardaki hikmet ve sırlara âşinâ olmaya çalışmak, kulluk şuuruna erme bakımından büyük bir ehemmiyete sahiptir. Böyle bir tefekküre dalan insan, Allah’ın azamet ve kudretini idrak ederek hikmeti anlamaya başlar. Allah’ın gökleri, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları oyun eğlence olarak, gâyesiz, nizamsız, dayanıksız ve boş yere değil (bk. Enbiyâ’ 21/16; Sād 38/27; Duhân 44/38) gerçek bir gaye ve hikmetle yarattığını (bk. Hicr 15/85; Ahkāf 46/3) kavrar. Bu şekilde Allah’ın yaratıkları üzerinde tefekkür ederek azamet-i ilâhîyeye yaklaşan insan, hemen Allah’a ilticâ eder ve hayatını, âhirete göre tanzîm edip büyük hesap gününe hazırlık yapmaya başlar.

Ziyâ Paşa ne güzel söyler:

“Bin ders-i maârif okunur her varakında

Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem.”

“Kâinat kitabının her sayfasında ve milyarlarca ağacın her yaprağında binlerce ilâhî mârifet dersi okunur. Yâ Rabbi! Kâinat mektebi gerçekten ne güzel mektep olur, o mektepteki dersleri anlayabilecek akıl, idrak ve irfanı olanlar için.”

Ebû Süleyman Dârânî şöyle der:

“Evimden çıkıyorum, gözümün iliştiği her şeyde Allah’ın bana olan bir nimetini görüyorum. Hiç değilse ondan bir ibret alıyor, ders çıkarıyorum.”

Hasan Basrî Hazretleri şöyle buyurur:

“Bir müddet tefekkürde bulunmak, bütün bir geceyi şuursuzca ibâdet ederek geçirmekten daha hayırlıdır.”

“Tefekkür bir aynadır. Sana iyiliklerini ve kötülüklerini gösterir.”

Îsâ (a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Sözü nasihat, sükûtu tefekkür ve bakışı ibret olan kimselere müjdeler olsun!”

Ömer b. Abdülaziz şöyle demiştir:

“Allah -azze ve celle- Hazretleri’ni zikrederek konuşmak çok güzel bir davranıştır. Allah’ın nimetleri üzerinde tefekkür etmek ise ibâdetlerin en faziletlisidir.”

Hikmet ehli şöyle demişlerdir:

“Kim dünyaya ibret almadan bakarsa, kalb gözünde bu gafleti nisbetinde bir körelme hâsıl olur.”

Bişr b. Hâris el-Hâfî Hazretleri şöyle buyurur:

“İnsanlar Allah Teâlâ’nın azameti hakkında tefekkür etseler, O’na isyân edemez, günah işlemezler.”

Âmir b. Abdi Kays da der ki:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)’in ashâbından bir değil, iki değil, üç değil, pek çok kişiden işittim, şöyle buyuruyorlardı: «İmanın ışığı veya imanın nûru tefekkürdür.»” (Bu sözler için bk. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’an, I, 447)

Gökler ve yer hakkında düşünerek azamet-i ilâhîye karşısında hayran kalan mü’minler, tefekkürlerine dua ve ilticâyı da katarak ibâdetlerine büyük bir huşûyla devam ederler.

سُبْحَانَكَ (sübhâneke) ifadesi, insan aklının, göklerin ve yerin yaratılışındaki Allah’ın hikmetlerini idrakten âciz kaldığını ikrar ve tasdik etmektir. Allah Teâlâ bunları boş yere yaratmamış, her ne kadar aklımızla idrak edemesek de bunları yüce hikmetler ve engin sırlarla vücûda getirmiştir. Ayrıca “sübhân” kelimesinde “bütün mahlukatı tarafından hiç aralıksız tesbih edilen zat” anlamı da vardır. Zira pek çok âyet, yerde ve gökte bulunan her şeyin aralıksız ve kesintisiz olarak Allah’ı tesbih ettiğini haber vermektedir. (bk. İsrâ 17/44; Hadid 57/1; Saff 61/1; Cuma 62/1; Teğabün 64/1)

Dua etmek isteyen kişi, âyette olduğu gibi önce zikir ve tefekkürle huşûya ermeli, ardından Allah Teâlâ’yı senâ etmeli, daha sonra da talebini zikretmelidir.

Bu âyette, temiz ve tam akıl sahibi kimselerin vasıfları zikredilmiştir. Kişi ne kadar zikir, tefekkür ve Allah’a ilticâ hâlinde bulunabilir, etrâfındaki ilâhî sanat hârikalarından ibret alabilirse, o kadar akl-ı selîm sahibi sayılır.

Aynı zamanda bu âyet, müslümanları mahlûkât üzerinde tefekküre sevk ederken; hem fizik, kimyâ, astronomi gibi tabiat ilimlerinin incelenmesini teşvik etmekte, hem de bu araştırmada bulunanlara büyük bir ders vermektedir.

Cehennemden korunmak için Allah’a yalvaran akıllı mü’minler dua ve ilticâlarına şöyle devam ederler:

  1. “Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, onu gerçekten rezil rüsvâ edersin. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı olmayacaktır.”

Mü’minlere lûtfedilen nimetlerin en büyüklerinden biri, cehennemden kurtulup cennete girebilmektir. Cenâb-ı Hakk’ın gazap ve kahır tecellîsinin mazharı olan cehennem, maddî ve mânevî azapların mekânıdır. Orada bedenler ızdırap görecektir. Lâkin rûhların mânevî azap ve ızdırabı daha büyük ve daha şiddetli olacaktır. Nitekim âyet-i kerîmede cehenneme giren insanların son derece rezil rüsvâ olacağı beyân edilerek, kıyâmet günü hor ve hakîr düşmenin, başa gelebilecek en büyük belâlardan biri olduğu hissettirilmektedir. Akl-ı selim sahibi mü’minler burada cehennem azâbından Allah’a sığınmaktadırlar. Ancak dualarından anlaşıldığına göre onların asıl maksadı huzûr-i ilâhîde rezil olmaktan kurtulmaktır. Zira bütün kemâl sıfatlarla muttasıf olan Allah Teâlâ’nın karşısına suçlu olarak çıkmak ve O’nun tarafından cehennemde cezalandırılmak kul için ne büyük bir utanç vesilesidir. Duyarlı ve içli gönüller için bundan büyük bir azap olabilir mi! Asıl helâk da budur zaten. Bu sebeple hemen 194. âyette, kıyâmet günü rezil rüsvâ etmemesi için Yüce Rabbimize nasıl dua edeceğimiz öğretilmektedir. Nitekim İbrâhim (a.s.) da, tekrar diriltildiğimiz gün rezil olmamak için Allah’a yalvarmıştı. (bk. Şuarâ 26/87)

Kıyamet günü hüküm verme yetkisi yalnız Allah’a ait olacaktır. Bu ilâhî hükme göre küfür üzere devam ederek kendilerine zulmedenlere orada yardım edebilecek kimse bulunmayacaktır. Bu bakımdan mü’minler niyazlarına şöyle devam ederler:

  1. “Rabbimiz! Gerçekten biz, «Rabbinize îman edin!» diye imana çağıran Peygamber’i işittik ve hemen îman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört. Vefatımızla bizi hayırlı, fazilet sahibi ve itaatkâr kullarının arasına kat!”

Huzûr-i ilâhîde rezil olmak gibi büyük bir mânevî azaptan kurtulmak ve kıyâmette yardımcısız kalmamak isteyen akıllı insanların yapması gereken şey, “Rabbinize iman edin!” diye imana davet eden ve bunun için pek çok iknâ edici deliller sunan Peygamber Efendimiz’e itaat etmek ve Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmına uymaktır. Îmandan sonra yapılması gereken ilk iş de, günah ve kusurlardan uzak durup onlardan temizlenmeye çalışmaktır.

Âyetten anlaşıldığına göre bir müslüman, imanını ve Peygamber Efendimiz’e itaatini vesîle edinerek Allah’tan af dileyebilir. Bundan sonra da, itaatkâr ve sâlih kullardan olup, son nefesini bu hâl üzere verme gayreti içinde olmalıdır. Yani bir mü’min, Allah’ın râzı olduğu bir kul olarak yaşamalı, böyle insanlarla birlikte bulunmalı ve âhirette de onlarla birlikte haşrolunmak için dua etmelidir. Şunu da unutmamalıdır ki; kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur. (Münâvî, Feyzu’l-kadîr, V, 663; Zemahşerî, el-Keşşâf, V, 247)

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini iman edip sâlih ameller yapanlarla bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Hayatları, ölümleri ve ölümden sonraki durumları aynı olacak, öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye 45/21)

Resûlullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

“Her kul öldüğü hâl üzere diriltilir.” (Müslim, Cennet 83)

Âyetin son kısmından anlaşıldığına göre tefekkür ehli mü’minler, sonunda Allah’a kavuşmayı arzu ediyorlar. Efendimiz’in beyânına göre:

“Kim Allah’a kavuşmayı severse Allah da ona kavuşmayı sever.” (Buhârî, Rikâk 41; Müslim, Zikir 14-17)

Bütün korkuları Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda utanç verici bir vaziyete düşmek olan mü’minler, dualarında Allah’a; “Bizi âhirette rezil ü rüsvâ etme!” diye yalvarıyorlar:

  1. “Rabbimiz! Peygamberlerin vasıtasıyla vadettiğin mükâfatları bize ver; kıyamet gününde bizi rezil-rüsvâ etme! Şüphesiz sen asla sözünden dönmezsin!”

Mü’minler bunu taleb ederken Cenâb-ı Hakk’ın şu va‘dine dayanıyorlar:

“…O gün Allah Peygamber’i ve onunla beraberindeki mü’minleri utandırmayacak, hayal kırıklığına uğratmayacaktır. …” (Tahrim 66/8)

Onlar Allah’a; “Madem ki sen Habib-i Ekrem’inle birlikte iman edenleri de utandırmayacağını müjdeliyorsun, işte biz de îman ediyoruz, ey Rabbimiz bizleri de o gün rezil rüsvâ eyleme!” diyorlar. Bu hâlleriyle de Allah’a güvendiklerini ve O’na karşı hüsn-i zan beslediklerini ortaya koyuyorlar. Şu fırıncının yaptığı gibi:

Garip bir fırıncı vardı. Kendisine sahte para verseler de onu alır, paranın sahteliğini bildiği hâlde bunu muhâtabına söylemez ve istenen ekmeği verirdi. Herkes onun bu hâline şaşar ve kimse bunu neden yaptığını anlayamazdı. Nihayet ölüm vakti geldiğinde fırıncı ellerini yüce dergâha açtı ve şöyle yalvardı:

“Allahım! Biliyorsun ki, yıllarca insanlar bana sahte dirhem getirdi ve ben bunu onların yüzüne vurmayıp istediklerini verdim. Allahım! Şimdi ben senin huzûruna sahte tâatlerle geliyorum; ne olur onları yüzüme vurma!..”

Pek çok âyet-i kerîme haber verdiği üzere Allah Teâlâ, müttakîlere mükâfât, yardım ve saâdet, fâsıklara da azap va‘detmiştir. Bu durumda âyet-i kerîmeden anlaşılacak bir mâna da şudur:

“Allahım! Va‘dettiğin şeyleri kazandıracak amelleri işlemeye bizi muvaffak kıl, azâbına müstahak olacağımız amellerden de bizi muhâfaza buyur!” Âmîn!.

Mü’minlerin bu niyâz ve yalvarışına Cenâb-ı Hak’tan şöyle cevap geliyor:

  1. Bunun üzerine Rableri, onların dualarına şöyle icâbet buyurdu: “Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden çalışan hiç kimsenin amelini boşa çıkarmayacağım. Zira siz birbirinizi tamamlayan parçalarsınız. Hicret eden, yurtlarından çıkarılan, benim yolumda ezâ-cefâ gören, hakarete uğrayan, savaşıp şehit olanların da günahlarını mutlaka affedeceğim ve onları Allah tarafından bir mükâfat olmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Zâten, en güzel mükâfat ancak Allah katındadır.

Allah’ı zikir, Cenab-ı Hakk’ın kudret ve azametini tefekkür, varlıkların mûcizevî yaratılışlarından ibret alma ve Yüce Allah’ı şanına layık olarak tesbihle kalp seviyeli bir incelik kazanıp büyük bir huşû, haşyet ve samimiyetle niyâz ve ilticâda bulununca, Cenâb-ı Hakk’ın derhal icâbet ettiği görülmektedir.

Hasan-ı Basrî Hazretleri:

“Onlar, Rableri dualarına karşılık verinceye kadar «Rabbenâ! Rabbenâ! Rabbimiz! Rabbimiz!» diye yalvarıp durdular” buyurmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 318)

Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Üzücü ve tehlikeli bir işle karşılaşan kişi, beş defa «Rabbenâ!» derse, Allah onu korktuğundan emin kılar ve arzusuna nâil eyler” buyurmuştu. Kendisine:

“–Bu nasıl olur?” diye sorulunca:

“–İsterseniz Âl-i İmrân sûresinin 191-194. âyetlerini okuyunuz!” cevabını verdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 318)

Rivayete göre âyet-i kerîme, Ümmü Seleme vâlidemizin:

“–Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de kadınların hicretiyle ilgili bir şey zikretmiyor?!” sözü üzerine nâzil olmuştur. (Tirmizî, Tefsîr 4/3023)

Kur’ân-ı Kerîm’deki ifadeler, dil kâideleri îtibariyle daha çok erkeklere yönelik ise de mâna olarak bütün insanlara hitap etmektedir. Arapça’daki “Tağlîb kâidesi”[4] îcâbı, ilâhî hitaplar erkek, kadın bütün insanlara yöneliktir. Zira Allah katında erkekle kadının farkı yoktur. Kim daha güzel amel işler ve daha çok takvâ sahibi olabilirse o üstündür. İki cinsten her birinin diğerinde olmayan bazı husûsiyetler taşıması tabiîdir. Ancak bunlar üstünlük sebebi değil birbirini tamamlayıcı özelliklerdir. Kadınla erkek birbirinin tamamlayıcısı ve bir bütünün parçaları mesâbesindedir. Biri olmayınca diğeri de olamaz.

Artık kadın olsun erkek olsun kim Allah yolunda fedâkârlıkta bulunur, hicret eder, dinini yaşadığı için memleketinden çıkarılır, bu uğurda kavlî ve fiilî meşakkatlere katlanır, İslâm’ın yücelmesi için malıyla, canıyla, ilmiyle… cihâd eder, savaşır ve bu yolda şehîd edilirse, Allah onun günahlarını affeder ve cennetine koyar. Orada kendisine, akla hayale gelmez nimetler lûtfeder. Onun dünyada yaptığı amellere ve katlandığı sıkıntılara kendi katından karşılık ve mükâfâtlar ihsân eder. Allah’ın verdiği mükâfât ise her şeyin üstünde ve her şeyden daha hayırlıdır. Bundan daha iyi ve güzelini düşünmek mümkün değildir.

  1. DUA (Bakara 285-286)

  1. Göklerde ne var ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. İçinizden geçeni açığa vursanız da, gizleseniz de Allah onun hesabını sizden sorar. Sonra O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah’ın her şeye gücü yeter.

Bu âyet-i kerîme şâhitliği gizlemek ve doğruyu olduğu gibi söylememek hakkında inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 192) Âyet-i kerîmedeki “içinizden geçen” ifadesi mutlak olduğu için, nefsin her türlü hallerini ve hareketlerini şumûlüne almaktadır. Buna göre duygu, düşünce, irade, yönelme, hayal etme, her çeşit hâtıra ile vesveseler, şüpheler, inançlar, ister ihtiyarî ve isterse gayri ihtiyarî, sürekli veya gelip geçici, iyi ve kötü insanın iç dünyasında olup biten her şey buna dâhildir. Fakat âyetin üslûbu, sibak ve siyâkı bu mutlak mânayı daraltan bir husûsiyet taşımaktadır. Şöyle ki:

  • Âyetteki sözün gelişi, şâhitliği gizlemek ve bildiğini söylememek gibi çirkin durumlara ait olduğundan, hesap da daha ziyâde kötülükler hakkında mâruf olduğundan iyi ve güzel olanlar hesaba çekilmenin dışında kalır.
  • Âyetteki ف۪يۤ اَنْفُسِكُمْ (fî enfüsiküm) “içinizde bulunanlar” ibâresi, “içinizde iyice yer etmiş, karar haline gelmiş olan duygu, düşünce ve niyetler” için açık bir mâna taşıdığından, bir var, bir yok olan gelip geçici ve kararsız duygular bunun dışında kalmaktadır.
  • “Gizli tutmak ve açığa vurmak”, insanların iradeleriyle yaptıkları işlere ve davranışlara ait olduğundan, irade dışı olanlar bunun dışında kalır. Zira hesaba çekilmek, düşüncelerin mutlaka açığa çıkması veya gizli kalmasına bağlı değildir. Çünkü niyetlerinin açığa çıkması da, gizli kalması da tamâmen insanların kendi takdirlerine kalmış bir durumdur. Bu ise ancak kesinlikle kasıt ve niyetle olur. O halde iradeli olarak yapılan bütün işler ve ruhî haller hesaba çekilmeyi gerektirir. Böyle olmayanların gizli kalması da açığa çıkması da Allah Teâlâ’nın isteğine bağlıdır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 991)

Bu açıklamadan sonra bu âyet-i kerîmeyle “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz” (Bakara 2/286) gibi âyetlerin ve Allah Resûlü (s.a.v.) Efendimiz’in bu konuya açıklık getiren beyânlarının arasını telif etmek daha kolay olacaktır. Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Allah ümmetimden, işlemedikleri ve konuşmadıkları sürece gönle doğan düşüncelerin günahını bağışlamıştır.” (Buhârî, Eymân 15; Müslim, İman 201)

“…Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Cenâb-ı Hak bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse, Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar.” (Buhârî, Rikâk 31; Müslim, İman 207, 259)

Ashâb-ı kirâm, zaman zaman Peygamber Efendimiz’e gelerek imanî mevzularla alakâlı olarak zihinlerinden açıklamaları mümkün olmayan bazı kötü düşüncelerin gelip geçtiğini söylediklerinde Efendimiz onlara:

“İşte o, imanın ta kendisidir” şeklinde cevap vermiştir. (Müslim, İman 209)

Hâsılı Allah Teâlâ’dan hiçbir şeyin gizli kalması mümkün değildir. Bu sebeple insanların gönüllerine yerleştirdikleri bir şeyi açığa vurmaları veya gizli tutmalarının fazla bir önemi yoktur. Kendi hür irade ve tercihleriyle isteyerek yaptıkları işlerin hepsi hesaba dâhildir. Bunların hepsinin hesabını Allah sorar da sorumluluk kesinleştikten sonra dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. O’nun azabı bile katıksız adâlet; bağışlaması ise zaten katıksız lutuf, ihsan ve inayettir.

İşte o katıksız lütuf, ihsan ve inayete nâil olabilmek için gerekli iman, itaat, teslimiyet ve niyazı öğretmek üzere miraç gecesinin paha biçilmez hediyesi olan âyetler gelmektedir:

  1. Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti ve mü’minler de iman ettiler. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar da; “O’nun peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız” dediler. Sonra da: “İşittik, itaat ettik, ey Rabbimiz bizi bağışlamanı isteriz, dönüşümüz ancak sanadır” diye niyazda bulundular.

Bu âyetlerin iniş sebebi olarak şöyle bir rivâyet nakledilir:

Bir önceki “İçinizden geçeni açığa vursanız da, gizleseniz de Allah onun hesabını sizden sorar” (Bakara 2/284) âyeti inince, burada işaret edilen ince mânalar, ilâhî vahyin karşısında gerçekten çok hassas bir gönle sahip olan ashâb-ı kirâma pek ağır geldi. Toplanıp Resûlullah’ın huzuruna vardılar, diz çöktüler: “Ey Allah’ın Resûlü! Namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle sorumlu olduk. Şimdiyse sana bu âyet indirildi. Halbuki bizim buna gücümüz yetmeyecek” dediler. Peygamberimiz (s.a.v.) onlara: “Siz de sizden önceki kitap ehli gibi, «İşittik ve isyan ettik» mi demek istiyorsunuz? Bilakis «İşittik, itaat ettik, ey Rabbimiz bizi bağışlamanı isteriz, dönüş ancak sanadır» deyin” buyurdu. Bunu hep birlikte söylemeye başladılar. Söyledikçe dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman Bakara 285. âyet nâzil oldu. Böylece Allah’a tazarrû ve niyaz ile yalvarıp yakardılar, istiğfar edip Allah’a sığındılar. Bu sebeple bir süre sonra da 286. âyet indirilerek güçlerinin yetmeyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba çekilmeyecekleri bildirilmiş ve endişeleri giderilmiş oldu. (Müslim, İman 199)

Bakara sûresinin ilk beş âyetinde iman esaslarına yer verilmiş, müttaki olmak ve kurtuluşa erebilmek için bunlara inanmanın ve gereğince amel etmenin önemine dikkat çekilmişti. Burada sûre sona erdirilirken tekrar İslâm’ın temelini oluşturan Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman, mü’minlerin ayrılmaz bir vasfı olarak dile getirilir. Bizim inanç sistemimizde, özellikle yahudi ve hıristiyanların yaptığı gibi peygamberler arasında bir ayrım yapmak söz konusu değildir. Hiçbir ayırım yapmaksızın hepsine inanmak farzdır. Mü’min olmanın, ayrılmaz şartlarından biri de Allah’ın ve peygamberin emirleri karşısında son derece duyarlı bir gönle sahip olmak, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün tekliflere “işittik ve itaat ettik” diyerek mukabele etmektir. Onlar için isyan ve itaatsizlik olacak şey değildir. İşitme ve itaatte eksik kalan kısımlar için de Allah Teâlâ’dan af ve bağışlanma talep edilecektir. Zira insanlar sonunda O’na dönecek ve yaptıklarının hesabını vereceklerdir. Bundan kaçış ve kurtuluş imkanı yoktur.

Ancak Allah Teâlâ’nın size sonsuz merhamet sahibi olduğunu unutmayın ve ilâhî rahmete erebilmek için âdâbına uygun tarzda Rabbinize şöyle yalvarın:

  1. Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz. Herkesin yaptığı iyilik kendi yararına, işlediği günahlar da kendi zararınadır. O mü’minler, niyazlarına şöyle devam etiler: “Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma! Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme! Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!”

Burada yer alan “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz” (Bakara 2/286) ifadesi, Allah Teâlâ’nın kullarını sorumlu tuttuğu dînî emirlerdeki ölçüyü haber vermektedir. Dolayısıyla insanlara güç yetirebilecekleri şeyleri teklif etmek, Allah’ın değişmez bir kanunudur. Bu da Rabbimizin kullara olana rahmet, merhamet ve ihsanının bir göstergesidir. “Allah sizin için kolaylık diler, fakat zorluk dilemez” (Bakara 2/185) âyeti de bu gerçeğe ışık tutmaktadır. Ancak kul, yine de Rabbine niyaz halinde olmalıdır.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, zaman zaman mü’minlerin Allah Teâlâ’ya nasıl dua edeceklerini bildirir. Burada da çok mühim dua ve niyaz örnekleri yer almaktadır. Bunlardan birincisi:

“Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma!” (Bakara 2/286) duasıdır. Gerçekten de Cenâb-ı Hak, mü’minlerin bu duasını kabul buyurmuş, onlardan unutma ve hata yollu vuku bulan günahları affedeceğini müjdelemiştir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ hatâ, unutma ve zorlama sûretiyle işlenen günahlardan dolayı ümmetimi hesaba çekmeyecek, onları bağışlayacaktır.” (İbn Mâce, Talâk 16/2043, 2045)

İkincisi: “Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!” (Bakara 2/286) duasıdır. Önceki ümmetlere bir kısım ağır sorumluluklar yüklenmişti. Meselâ yahudiler günde elli vakit namaz kılmak, mallarının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak, birçok konuda hemen idam cezası uygulanmak, tevbe etmek için intiharla yükümlü olmak, bir isyan üzerine hemen ceza verilmek, herhangi bir hata meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden bazıları yasak kılınmak gibi hükümlerle sorumlu tutulmuşlardı. (bk. Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 159) İşledikleri günahlar sebebiyle de maymun ve hınzıra çevrilmişlerdi. (bk. Bakara 2/65; Mâide 5/60) İşte müminler bu gibi sıkıntılardan, zorluklardan korunmalarını niyaz ettiler, Allah Teâlâ da Peygamber Efendimiz’i göndererek fazl u keremiyle bu ağır sorumlulukları ümmet-i Muhammed’den kaldırdı. (bk. A‘râf 7/157)

Üçüncüsü: “Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme!” (Bakara 2/286) duasıdır. Yani “Dinî sorumluluk olarak güç yetmez, hiç çekilmez, takat getirilmez, yüklenecek olursa yerine getirilemeyecek, isyan ve itaatsizliğe sevkedecek tekliflerde bulunma! Dünya hayatında ceza olarak gelen, bizi mahv ve helak eden, takat yetişmez musibetler, belalar ve sevdâlar altında bizi inletme!” demektir. Bir tevcihe göre, bir önceki dua ile yerine getirilmesi zor olan sorumluluklardan Allah’a sığınılırken, bu dua ile de güç yetirmek zor olan cezalardan Allah’a sığınılmak istenmiştir. Çünkü güç yetmeyecek zor işlerle mükellef tutulan kişilerin, kusur işlemekten tamamen uzak durmaları ve cezaya uğramamaları oldukça zordur.

Dördüncüsü ise: “Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!” (Bakara 2/286) duasıdır. “Affet” niyazı, günahların silinmesini, yok edilmesini ve bunlarla sorguya çekilmemeyi istemektir. Her ne kadar işlenen günahlar, Allah’ın ilminde belli ve sâbit olsa da, Cenâb-ı Hak isterse onların kullara yönelik sonuçlarını silebilir ve onları bu günahlar sebebiyle cezalandırmayabilir. “Mağfiret” niyazı ise günahların açığa vurulmamasını talep etmektir. Allah Teâlâ yapılan bir günahın cezasından vazgeçebilir ama, onu açıklamaktan ve ortaya dökmekten vazgeçmeyebilir. İşte mü’minler Allah’tan hem günahlarının affını, hem de bunların gizlenmesini istemekle emrolunmuşlardır. Ancak bu şekilde halleri gizli kalabilir ve rezil olmaktan kurtulabilirler.

Bu iki âyet, toplumumuzda daha ziyâde “Âmene’r-Resûlü” ismiyle meşhur olmuştur. Peygamberimize Mirac gecesi vahyedilmiştir. (Müslim, İman 279) Bunların faziletiyle alâkalı olarak Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Bakara sûresinin sonunda iki âyet vardır ki, bir gecede okuyana onlar yeter; onu her türlü kötülüklerden korur.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’an 10; Müslim, Müsâfirin 255)

“Allah Teâlâ, Bakara sûresini iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana arşın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, çocuklarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem rahmettir, hem duadır, hem Kur’ân’dır.” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’an 14)

XII. HAK YOLDA İSTİKÂMET VE HAKKA DAVET (Fussılet, 33-36)

Yüce Rabbimiz, kurtuluş için iman ve istikametin önemine dikkat çekerek şöyle buyuruyor:

  1. “Rabbimiz Allah’tır!” diye ikrarda bulunup, sonra da özde ve sözde dosdoğru olarak inanç, amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine melekler iner ve şöyle derler: “Korkmayın ve üzülmeyin! Size va‘dolunan cennetle sevinin!”
  2. “Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir.”
  3. “Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!”

Burada meleklerin üzerine indiği mü’minlerin iki mühim vasfı zikredilir:

Birincisi; iman: Bunlar, “Rabbımız Allah’tır” derler. Yani Allah’ı tanırlar, O’nun hiçbir ortağı ve dengi olmadığını kabul ederler. O’nu bütün noksan sıfatlardan ve ortaklardan pak ve uzak tutarlar. Ayrıca Allah’ı rab olarak tanımanın gerektirdiği bütün iman esaslarına da inanırlar.

İkincisi; istikâmet: Allah’ın rablığını, O’nun birliğini ikrarda devam edip, sahip oldukları arı duru tevhid inancını aslâ şirkle karıştırmadıkları gibi, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından da bütünüyle kaçınmaya azami dikkat gösterirler.

Buna göre Allah’ın tek rab olduğunu kabullenip sonra istikamet üzere olmak, itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla alakalı bütün hususları içine alır. Bununla birlikte istikamete daha özel mânalar da verilmiştir. Mesela:

  • Hz. Ebûbekir bunu, “Allah’a asla ortak koşmamak ve O’ndan başka bir ilâha asla yönelmemek”,
  • Hz. Ömer, “imanda sebat etmek”,
  • Hz. Osman, “ihlasla amel etmek”,
  • Hz. Ali ise “farzları yerine getirmek” şeklinde izah ederler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 143; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 254)

Demek ki melekler, Allah’a inanıp O’nu tanıyan ve O’na karşı kulluk vazifelerini aşırılığa kaçmadan hakkiyle yapan kamil mü’minlerin üzerine inerler.

Melekler dünyada olduğu gibi ölüm anında, kabirde ve kıyamet günü yeniden dirilirken de mü’minlerin üzerine inerler. İnerler de onlara öldükten sonra âhirette karşılaşacakları şeylerden dolayı korkmamalarını telkin ederler. Bilindiği üzere korku, insanın, başına kötü bir şeyin gelmesini beklemesinden doğan bir acıdır. Yine onlara geride bıraktıkları çoluk çocukları ve akrabaları sebebiyle de üzülmemelerini söylerler. Allah Teâlâ’nın onlara iyilikle muamele edeceğini, kendilerine de cennette, dünyadakinden daha çok ve daha güzel nimetler vereceğini; onları cennette müslüman yakınları ve çocuklarıyla bir araya getireceğini bildirirler. Böylece onların hüzünlenmelerini önlerler. Çünkü “hüzün”, faydalı bir şeyi kaybetmek veya zararı dokunacak bir şeyin meydana gelmesinden doğan bir üzüntüdür. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 145; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 122; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 255)

Meleklerin dünyada mü’minlerin yanına gelip onlara ilâhî feyiz ve bereketi indirmelerini haber veren şu hadisler dikkat çekicidir:

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ’nın hususi bazı melekleri vardır ki, yeryüzünde zikir ehlini aramak için dolaşırlar. Ne vakit Allah’ı zikreden bir cemaat bulurlarsa birbirlerine seslenip: «Geliniz! Aradığınız buradadır» diyerek orada toplanırlar. O yeri kanatları ile göğe kadar çevirirler. Sonra Allah Teâlâ, o zikir ehlinin durumunu meleklerden daha iyi bildiği halde onların ne söyledikleri, kendisinden ne istedikleri ve neden Allah’a sığındıkları konusunda soru sorup bilgi alır. Sonra da onları bağışladığını ve onlarla beraber bulunan kişilerin asla bedbaht olmayacağını bildirir.” (Buhârî, Deavât 67; Müslim, Zikir 25)

“Gece ve gündüzde bir kısım melekler nöbetleşe aranızda bulunurlar. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında toplanırlar. Sonra sizi geceleyin takip eden melekler, hesabınızı vermek üzere huzur-ı ilâhîye yükselir. Sizi çok iyi bilen Allah, bu meleklere, «Kullarımı ne halde bıraktınız?» diye sorar. Onlar da, «Biz onları namaz kılıyorlarken bıraktık, yine biz onlara namaz kılarlarken vardık» derler.” (Buhârî, Mevâkîtu’s-salât 16; Müslim, Mesâcid 210)

Melekler, dünyada veya bahsi geçen ölüm anı, kabir ve haşirden birinde mü’minleri, dünyada iken peygamberler vasıtasıyla va‘dolundukları cennetle müjdelerler. Bu müjdelemeyle ilgili olarak da Allah Resûlü (s.a.v.) şu açıklamayı yapar:

“Melekler ölünün yanında hazır bulunurlar. Eğer o, sâlih bir kişi idiyse şöyle derler: «Temiz cesette bulunan ey temiz ruh, övülmüş olarak rahat ve istirahat ile çık. Öfkeli olmayan Rabbin müjdesi sanadır.» Bunlar ruh çıkıncaya kadar söylenmeye devam ederler. Sonra ruh göğe yükseltilir ve gök kapılarının açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Ona; «Temiz cesette bulunan temiz ruh, merhaba. Övülmüş olarak, rahat ve istirahat ile gir. Öfkeli olmayan Rabbinden müjde sana» denilir. O, en yüce göğe erişinceye kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Şayet o, kötü bir kimse idiyse şöyle derler: «Pis cesette bulunan ey pis ruh çık, kötülenmiş olarak çık. Kavurucu ateş ve irinle ve buna benzer başka azaplarla seni müjdeleriz.» Ruh çıkıncaya kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Sonra o göğe yükseltilip göğün onun için açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Bunun üzerine: «Pis cesetteki pis ruh rahat yüzü görmeyesin, sana merhaba yok, kötülenmiş olarak dön. Gök kapıları sana açılmayacaktır» denilir ve gökten geri gönderilir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 364-365)

Yine Efendimiz (s.a.v.): “Kim Allah’a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmak ister. Kim Allah’a kavuşmak istemezse, Allah da ona kavuşmayı arzu etmez” buyurunca Hz. Âişe:

“- Yâ Rasûlallah! Ölümü sevmediği için mi kavuşmak istemez. Şâyet öyleyse hiçbirimiz ölümü sevmeyiz” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.):

“- Hayır, öyle değil. Mü’mine Allah’ın rahmeti, rızâsı ve cenneti müjdelendiği zaman o, Allah Teâlâ’ya kavuşmak ister; işte o zaman Allah Teâlâ da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfire de Allah’ın azabı, gazabı haber verildiği zaman o, Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz; Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 41; Müslim, Zikir 14-17)

Netice itibariyle, âyet-i kerîmeden anladığımıza göre melekler mü’minlere ölüm sırasında şöyle diyecekler: “Biz size dostuz. Dünya hayatında sizin yoldaşlarınız idik. Sizi doğrultuyor, başarıya ulaştırıyor ve Allah’ın emriyle sizi muhafaza ediyorduk. Aynı şekilde âhirette de sizinle beraber olacağız. Kabirde sizin yalnızlığınızı ünsiyete çevireceğiz. Sûra üfürüldüğü sırada da sizinle beraber olacağız ve yeniden diriltilme, haşir gününde sizin korkunuzu emniyete çevireceğiz. Sırattan sizi geçireceğiz ve sizi nimetlerle dopdolu cennetlere ulaştıracağız. Orada canlarınızın çektiği her şey sizindir. Gözleri aydınlatacak, gönülleri sevindirecek, seçip beğendiğiniz her şey cennette sizin için hazırlanmıştır. Ne isterseniz anında önünüzde hazır bulunacaktır. Ayrıca çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibi Yüce Allah günahlarınızı affedecek, size sınırsız rahmet ve lutufta bulunacaktır.”

Şeytanların kâfirlere yaptığı kötülüğün aksine, melekler mü’minlere tüm işlerinde yardımcı olurlar. Onlara doğruyu ilham eder ve onları iyilik ve güzelliğe sebep olacak işlere teşvik ederler. Bu âyet, ihlâsla Allah’a kulluğa devam eden mü’minlerin bu hallerinin Allah’ın tevfiki ve melekler vasıtasıyla onlara yardımı sayesinde olduğunu hatıra getirir. Âhirette de melekler mü’minlere şefaat etmek ve onları güzellikle karşılamak suretiyle dostluklarını izhar edeceklerdir.

Âyet-i kerîmelerin işaretine göre meleklerin mü’minlere dostluğu üç kademede değerlendirilir:

  • Rahmet dostluğu,
  • Nusret dostluğu,
  • Muhabbet dostluğu.

“Rahmet dostluğu” avam tabakası için, “nusret dostluğu” seçkinler için, “muhabbet dostluğu” ise seçkinlerin seçkinleri içindir. Allah Teâlâ, meleklerin rahmet dostluğuyla avam tabakasını dünyada şeriatın emirlerini yerine getirmeye muvaffak kılar; âhirette de bu amellerine karşılık cenneti verir. Nusret dostluğuyla seçkinleri dünyada en büyük düşmanları olan nefs-i emmareleri üzerine salar ve devamlı kötülüğü emreden bu nefisleri kötü huylardan ve alçak sıfatlardan temizlemelerini sağlar; âhirette de onları “Rabbine dön” cezbesiyle mükafatlandırır. Muhabbet dostluğuyla ise seçkinlerin seçkinlerine dünyada müşâhede ve mükâşefe kapılarını açar; âhirette de onları kendisine en yakın kullardan eyler. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 256)

O hâlde:

  1. İnsanları Allah’a çağıran, sâlih ameller işleyen ve “ben müslümanlardanım” diye ilan eden kimseden daha güzel sözlü kim vardır?

Âyet-i kerîmenin nâzil olduğu dönemlerde bir kişinin müslüman olduğunu ilan etmesi büyük bir tehlike arz ediyor, âdeta hayatını tehlikeye atma, işkenceye uğrama, hatta ölüme davetiye çıkarma anlamına geliyordu. Müslümanlar, kendilerini her an parçalayabilecek vahşi canavarlarla dolu bir ormanda yaşıyor gibiydiler. Hele bu ortamda İslâm’ı tebliğe cesaret edebilmek, o canavar ruhlu müşriklere “Gelin vahşiliğinizi gösterin” demek gibi oluyordu. İşte, sadece rahat ortamlarda değil, böyle tehlikeli durumlarda bile, bir kimsenin İslâm’ı kabul etmesi, sebat göstermesi ve İslâm’ın güzelliklerini başkalarına da tebliğ etmeye çalışması Allah Teâlâ’nın râzı olduğu en güzel amellerden biridir. Ayrıca bir şahıs, müslüman olduğunu ilan ettikten sonra, başkalarını da İslâm’a çağırır, özellikle de temsil ettiği İslâm’a bir leke gelmesin diye amellerine titizlikle önem verirse, bu, o müslümanın varabileceği en üst derecedir. Şâir Eşrefoğlu Rûmî der ki:

“Revişi pâk gerek dâvi-i İslâm edenin”

“Hakiki bir müslüman olduğunu iddia eden insanın her hareketinin şeriat kâidelerine uyması, her işinin hem bilgide hem amelde temiz, lekesiz ve kusursuz olması lâzımdır” derken de bize aynı hedefi gösterir.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) ne güzel nasihat eder:

“Bir kimse halkı Allah’a davet eder, kendisi de başkasına kalbini verirse sıkıntılara düşer. Yaptığı bir ibâdet ve zikir varsa kalbine giremez, dilinde kalır. Ayıktığı ve işiyle sözünü bir ettiği takdirde, Allah o sıkıntıları üzerinden kaldırır. Ayıkmadığı, kalbini söylediği şeylere vermediği takdirde ise; kulların kalbinde ona karşı şefkat ve merhamet hissi silinir. Kendisine tama ve hırs elbisesi giydirilir. Kullar ona karşı hissiz ve merhametsiz; buna karşılık kendisi de onların elindeki dünyalığa hırslı ve tamahkâr olur. Durum böyle olunca, yaşamak onun için bir acziyet hâlinden ibaret kalır. Ölümü de ayrı bir derttir. Âhirette ise sadece esef ve pişmanlık…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 280)

Dolayısıyla bu âyet-i kerîme başta Resûlullah (s.a.v.) olmak üzere yaşayışı ve tebliğiyle İslâm’a gönül veren tüm mü’minleri; insanların müslümanca yaşaması ve iyi bir kul olması için gayret sarfeden herkesi, özellikle minârelerden günde beş vakit Cenâb-ı Hakk’ın ismini ve kelime-i şehâdetleri yüksek sesle ilan eden müezzinleri şumûlüne alır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) müezzinleri, “Kıyâmet günü boyunları en uzun olanlar müezzinlerdir” diye müjdelemiştir. (Müslim, Salât 14; İbn Mâce, Ezân 5)

Müezzinlerin faziletiyle alakalı şu rivâyet ne kadar güzeldir:

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) kendisi gibi sahabî olan Abdurrahman b. Ebî Sa’saa’ya şöyle der: “Ben senin koyunları ve kır hayatını sevdiğini görüyorum. Koyunlar arasında veya kırda iken, namaz için ezan okuduğunda sesini iyice yükselt. Çünkü müezzinin sesinin ulaştığı yere kadarki alanda olup da onu işiten cin, insan ve her varlık, kıyâmet gününde ezan okuyanın lehine şâhitlik yaparlar. Ben bunu Resûlullah (s.a.v.)’den böyle işittim.” (Buhârî, Ezan 5; Tevhid 52)

Müezzinlerin vazifesi ezanla namaza davet, mü’minlerin vazifesi de bu ilâhî davete tam bir teslimiyet ve samimiyet içerisinde icâbet etmektir. Allah dostlarından Rabî b. Haysem (r.h.)’in şu hâli ne ibretli bir misâldir:

O, artık yaşlanmıştı. Ama cemaatla namazı bırakmazdı. İki kişi arasında zor gelirdi. Yakınları:

“- Allah sana ruhsat vermiş. Bu hâlinle bulunduğun yerde de namazı kılabilirsin…” dedikleri zaman şu cevabı verirdi:

“- Rabbimin davetçisinin حَيَّ عَلَي الصَّلَوةِ (hayye ale’s-salâh): «Haydin namaza!» diye çağırdığını duyduğum zaman, dediğinizi nasıl yapabilirim ki?...” (Velîler Ansiklopedisi, I, 90)

Bu ve benzeri haller ibâdette zirve noktalara işaret ettiği gibi, gelen âyetlerde de dost düşman herkesin gönlünü eritecek ahlâkî olgunluğun zirve noktalarına işaret edilmekte ve mü’minler o zirvelere tırmanmaya yönlendirilmektedirler:

  1. İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel karşılıkla savmaya bak. O zaman göreceksin ki, aranızda düşmanlık bulunan kişi sanki candan, sımsıcak bir dost oluvermiştir.
  2. Bu güzel haslete ancak hakkiyle sabredenler erişebilir; buna ancak insânî kemâl ve faziletten yana nasîbi bol olanlar ulaşabilir!
  3. Eğer şeytandan gelen bir vesvese seni kötülüğe kışkırtacak olursa hemen Allah’a sığın! Çünkü O, evet O, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle bilendir.

İbn Abbas (r.a.)  şu açıklamayı yapmıştır:

“34. âyette ifade edilen «en güzel yol»dan maksat, öfkeliyken sabretmek ve kötülüğe mâruz kalındığında bağışlamaktır. İnsanlar bunu başardıkları takdirde, Allah onları muhâfaza eder, düşmanları da onların önünde eğilir ve candan bir dost gibi olur.” (Buhârî, Tefsîr 41/1)

Yüce Rabbimizin açıkça bildirdiği gibi elbetteki yilikle kötülük bir olmaz. İyilik kalplere pozitif enerji verir, kötülük kalbin nurunu söndürür, kuvvetini giderir. İyilik ve dürüstlük, gönülleri fetheden mânevî bir iksirdir. İyiliğin çok çeşitleri vardır. Kendimize yapılan kötülükleri affetmek bir iyiliktir. Kötülüğü affetmekle beraber, üstelik kötülük yapan o kişiye bir de iyilik yapabilmek daha faziletli bir iyiliktir. Esasen taşlaşmış kalpleri yumuşatıp eritecek, düşmanlıkları giderecek, kaynayan öfkeleri yatıştıracak ve en amansız düşmanları sımsıcak dost yapacak sır bunda gizlidir. Fakat bunu başarmak, konuşulduğu kadar kolay bir iş değildir. Bunu başarabilmek, büyük bir ahlâkî kemal, ruhî kıvam, sarsılmaz bir sabır ve yüksek bir fazilet ister.

Güzel isimlerinden biri اَلْعَفُوُّ (Afüvv) yani “Çok Affedici” olan Cenâb-ı Hak kullarının affedici olmasını ister. Affetmeyi seven mü’minlerin örnek alınmaya değer kullar olduğunu bildirir. Çünkü onlar gerçekten de zor olan bir işi yapmış, nefislerini bertarâf ederek affedicilik ve ayıp örtücülük vasfını kazanmışlardır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Bununla beraber bir insan dişini sıkar, sabreder ve kendisine haksızlıkta bulunanı bağışlarsa, şüphesiz bu, nefse hâkimiyet, azim ve kararlılık gerektiren büyük bir fazilettir.” (Şûrâ 42/43)

Resûlullah (s.a.v.) buyurur:

“…Kul başkalarının hatâlarını affettikçe Allah da onun şerefini ziyâdeleştirir...” (Müslim Birr 69; Tirmizî, Birr 82)

“Gereğini yapmaya gücü yettiği hâlde öfkesini yenen kimseyi Allah Teâlâ, kıyâmet günü herkesin gözü önünde çağırır, hûriler arasından dilediğini seçmekte serbest bırakır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 3/4777; Tirmizî, Birr 74)

Şahsına yapılan hatâlar karşısında sessiz kalmak ve onları affetmek, ilk bakışta bir âcizlik gibi görünse de hakîkatte fevkalâde yüksek bir haslettir. Kolayca affedivermek, günah ve kusurları muhâtabın durumuna göre ve kendine has bir metotla bertarâf etmek, Peygamberimiz (s.a.v.)’in en güzel ahlâkî hasletlerinden biri idi. O, kazandığı savaşlarda esir düşenleri affetmiş, kendisine karşı son derece kötü davrananlara bile güzel muamele, merhamet, şefkat ve âlicenaplık örneği sergilemiştir.

Yine hatâ ve kusurları affetmenin de ötesinde, kötülüğe dahî iyilikle muamele edebilmek ve hattâ kötülüğünü gördüğü birinin ıslah ve hidâyeti için dua edebilmek, Resûlullah (s.a.v.)’in fârik vasfı idi. Tâif’te kendisini taşlayanlara ve Uhud’da mübârek dişlerini kırıp yüzünü yaralayanlara bedduada bulunmayıp hidâyetleri için dua etmesi, buna kâfî bir misâldir. Yine onun, getirdiği dînin izzetini korumak için Mekke’de insanların kahrolup gazab-ı ilâhî ile helâk olmalarını değil, her birinin hidâyetle şereflenmelerini istemesi, nice azgınların kurtuluşuna vesîle olmuştur.

Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in bu yüksek ahlâkî ufkunu gösteren şu hadîs-i şerîf, müslümanlara ne güzel bir yol göstermektedir:

“«İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şayet zulmederlerse biz de zulmederiz» diyerek her hususta başkalarını taklit eden şahsiyetsiz kişiler olmayınız! Lâkin kendinizi, insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa zulmetmemeye alıştırınız!” (Tirmizî, Birr 63/2007)

Resûlullah (s.a.v.) bir gün:

“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” buyurdu. Oradaki sahâbîler:

“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem Efendimiz de şöyle buyurdu:

“–Sizden önceki kavimlerden birine mensûb idi. «Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb 36/4887)

Hz. Ebûbekir (r.a.)’la alakalı şu hâdise, kötülüğe sabırla mukâbele etmenin ve onun en güzel yolla savuşturmanın güzel bir misalidir:

Resûlullah (s.a.v.) ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir adam geldi, Hz. Ebûbekir’e hakâretler ederek onu üzdü. Ancak Ebûbekir (r.a.) sükût etti, adama cevap vermedi. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. Ebûbekir yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de hakaret edince Hz. Ebûbekir adama hak ettiği cevâbı verdi.

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) hemen kalkıp yürüdü. Ebûbekir (r.a.) arkasından yetişerek:

“–Ey Allah’ın Resûlü, yoksa bana darıldınız mı?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.v.):

“–Hayır” buyurdu. Sonra da şöyle devam etti:

“–Lâkin gökten bir melek inmiş, o adamın sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” (Ebû Dâvûd, Edeb 41/4896)

Bâyezîd-i Bistami’yle alakalı şu menkıbe, onun bu muhteşem güzellikte ve i‘câzdaki âyetin mâna derinliğine ne ölçüde vakıf olup gereğini yapmaya çalıştığını ortaya koymaktadır:

Bâyezîd bir akşam mezarlıktan geçerken Bistam’ın ileri gelenlerinden birinin oğlu sarhoş bir halde saz çalıyordu. Gencin kendisine yaklaştığını gören Şeyh “Lâ havle velâ kuvvete illa billâh!” dedi ama bunu der demez kabadayı sazı şeyhin başına vurdu. Saz ikiye bölündü, Şeyh de al kanlar içinde kaldı. Şeyh zaviyesine geldi. Sabah olur olmaz sazın parasıyla birlikte bir tepsi helvayı hizmetçisine verip gence gönderdi ve ona şunu söylemesini tembih etti:

“Bâyezîd, akşam başında kırılan sazdan dolayı senden özür diliyor. Bu parayı al ve başka bir saz satın al. Bu helvayı da ye ki kırılan sazın derdi ve acısı gönlünden çıksın.”

Genç bu durumu görünce geldi, şeyhin ayaklarına kapandı, tevbe etti ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Diğer bazı gençler de ona uyup Şeyh’in güzel huyu sayesinde doğru yolu buldular. (Attâr, Tezkire, Trc. Süleyman Uludağ, İstanbul, 2007, s. 179)

Hâsılı iyilik yapanlara iyilik, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, kötülük yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir. Zira iyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa yaklaşır; yakındaysa muhabbeti ziyâdeleşir. Lâkin şunu da hatırlatmak gerekir ki, affetmek ve bağışlamak şahsa karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Bir suç, toplumu ilgilendiriyorsa, o zaman affetmekten çok ıslâhına çalışmak, âdil davranmak ve doğru ile yanlışı ortaya koymak îcâb eder. Zira böyle bir suçlu affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıklara yol açacağı muhakkaktır.

XIII. FELAK SÛRESİ

Felak sûresi Mekke’de inmiştir. 5 âyettir. İsmini birinci âyetin sonundaki “yarmak, aydınlık, sabah” mânalarına gelen الْفَلَقُ (felak) kelimesinden almıştır. Felak ve Nâs sûrelerine “Allah’a sığındırıcı” mânasında اَلْمُعَوِّذَتَانِ (Muavvizetân); İhlas ile birlikte üçüne ise اَلْمُعَوِّذَاتُ (Muavvizât) denilir. Mushaf tertibine göre 113, iniş sırasına göre 20. sûredir.

Konusu

İnsanın beden ve ruh sağlığına zarar verecek şeylerin şerrinden Allah’a sığınmayı öğütlemektir.

Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle…

  1. De ki: “Sığınırım sabahın Rabbine”;

الْفَلَقُ (felak) lügatte “yarıp çıkarmak” demektir. Burada çoğunluğun görüşüne göre “gecenin karanlığının yarılmasıyla ortaya çıkan sabah vakti” mânasına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak kendisi için فَالِقُ الْإصْبَاحِ (Fâliku’l­-isbâh) “Gecenin karanlığını yarıp sabahı çıkaran” sıfatını kullanır. (En‘âm 6/96) Buna göre رَبُّ الْفَلَقِ (Rabbü’l-felak), “Sabah’ın Rabbi” demek olup, sûre, karanlıklardan aydınlığa çıkmak, zor durumlardan rahatlığa erişmek için aydınlığın yaratıcısı Allah Teâlâ’ya sığınmayı emretmektedir.

“Felak” ile Allah Teâlâ’nın yarıp ortaya çıkardığı her şey kastedilmiş de olabilir:

  • O gecenin karanlığını yarıp sabahı çıkardığı gibi, yeryüzünü yararak orada nice mahsulatı meydana getiriyor.
  • Dağları parçalayarak ondan nice gözeleri, nehirleri, madenleri meydana çıkarıyor.
  • Bulutları yararak onlardan yağmurları yağdırıyor.
  • Rahimleri infilak ettirerek oradan nice yavruları dünyaya getiriyor.

İşte her türlü şerden bu kadar muazzam işler yapan sonsuz kudret ve azamet sahibi Allah’a sığınmak, kullar için bir selamet, emniyet ve saâdet vesilesidir.

Kötülüklerinden Allah’a sığınılacak şeylere gelince:

  1. “Bütün yarattıklarının şerrinden”,

Sûrede şerrinden sığınılacak varlıklar sayılırken “Bütün yarattıklarının şerrinden” (Felak 113/2) buyrularak öncelikle çok genel bir ifade kullanılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ’dan başka bu ifadenin mutevasına girmeyecek hiçbir varlık kalmamaktadır. Bu âyetten sonrakiler hiç zikredilmemiş bile olsaydı, yine de ayrıca sayılanlar da dâhil bütün yaratıkların şerrinden Rabbimize sığınmış olacaktık. Fakat zararlarının büyüklüğüne dikkat çekmek üzere, bu genel ifadeden sonra hususi olarak üç şeyden bahsedilir ve özellikle bunların şerrinde de Allah’a sığınmanın ehemmiyeti vurgulanır. Bahsi geçen üç şeyden birincisi şudur:

  1. “Karanlığı bastığı zaman gecenin şerrinden”,

Gecenin içinde barındırdığı pek çok kötülük vardır. Öncelikle karanlık görüntüsü, korku ve dehşet vericidir. Gece, hayat sahiplerinin uyumak suretiyle bir nevi hayattan mahrum kaldıkları zamandır. Vahşi hayvanlar yuvalarından, haşeratlar yerlerinden geceleyin çıkar. Hırsızlar, düşmanlar ve suçlular o vakit hucuma geçer. Yangınlar çıkar. Geceleyin cin ve şeytan denilen kötü ruhlar çıkıp etrafa yayılır. Bu sebeple dilimizde “Sabahın şerri akşamın hayrından daha iyidir” sözü mesel olmuştur. Bütün bunların şerrinden kendimizi korumamız, bunun için de Allah’a sığınmamız gerekir.

  1. “Düğümlere üfleyen büyücü kadınların şerrinden”,

Bunlar sihir ve büyü yapan kimselerdir. Erkek veya kadın olabilir. Fakat bu işleri daha çok kadınlar yaptığı için “üfleyen kadınlar” mânasında النَّفَّاثَاتُ (neffâsât) kelimesi kullanılmıştır. Mamafih bundan “üfleyen nefisler, şahıslar, gruplar” mânasını anlamak da mümkündür. Büyüler ipler düğümlenerek ve bu düğümlere üflenerek yapılır. Yapılan büyüler insanı etkilemekte, psikolojisini bozmakta, eşler arası münâsebetleri aksatacak bir tesir icrâ etmekte, hatta eşlerin birbirinden ayrılmalarına yol açabilmektedir. (bk. Bakara 2/102) Bu sebeple İslâm dini büyü yapmayı haram kılmış ve bu zararlı kişilerin ve yaptıklarının şerrinden Allah’a sığınmayı emretmiştir.

Üçüncüsü:

  1. “Kıskandığında hasetçinin şerrinden!”

Haset, bir kişinin kardeşinin sahip olduğu nimetlere; kocasına, hanımına, evladına, malına, ilmine göz dikerek bunların onun elinden çıkmasını istemesi ve bunu gerçekleştirmek için de bir kısım hileli yollara baş vurmasıdır. Bu itibarla haset son derece tehlikeli ve zarar verici bir duygudur. Haset kişinin içinde kalıp, söz veya fiil olarak dışa yansımadığı sürece başkasına zarar vermez. Fakat haset edeni rahat bırakmaz, gece gündüz içini kemirir durur. Söz ve fiil olarak dışa yansımaya başladığı zaman haset edilene de zarar verir. Buna işaret etmek üzere âyette “kıskandığı zaman” kaydı getirilmiştir.

Şâir Recâîzâde Ekrem der ki:

“Haset-perverlerin hâli yamandır,

Ki yoktur bir belâ beter hasetten.

Sarılmış nefse bir müz‘iç yılandır,

Ki gitmez çıkmadık can cesetten.”[5]

Hasedin üç derecesi vardır. İkisi yasaklanmış üçüncüsü teşvik edilmiştir. Birincisi kardeşinin elindeki nimetin gitmesini istemek, ona başka nimetlerin gelmesini istememek ve bundan rahatsız olmaktır. Kendisine gelmese de ondan gitmesini arzulamaktır. İkincisi kardeşinin elindeki nimetin ondan çıkarak kendisine gelmesini istemektir. Üçüncüsü ise kardeşinin elindeki nimetin ondan çıkmasını istemeksizin o nimetten kendisinde de olmasını arzulamasıdır. İşte bu üçüncü duyguya “gıpta” veya “imrenme” denilir. Haset kötü, fakat imrenme güzeldir. Haset fert ve toplumu çöküntüye götürürken, imrenme fertleri gayrete getirerek, yarışmaya iterek toplumu ilerlemesine yardımcı olur. Efendimiz (s.a.v.) şu beyânlarıyla imrenmeyi teşvik etmiştir:

“Ancak şu iki kişiye imrenilir: Allah’ın verdiği malı Allah yolunda harcayan ve Allah’ın verdiği ilim ve hikmete göre yaşayan ve başkalarına da öğreten kişilere.” (Buhârî, İlim 15; Tevhid 45)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Ateş odunu yeyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer bitirir” (Ebû Dâvûd, Edeb 44; İbn Mâce, Zühd 22) buyurarak hasetten sakındırmaktadır. Çünkü haset başkalarına zarar verdiği gibi, kişinin kendine de çok zarar vericidir. Haset kişiyi Allah’a karşı isyana, O’nun taksimatına râzı olmamaya, günaha girmeye ve hayatı binbir türlü sıkıntı, üzüntü ve huzursuzluklarla geçirmeye yol açar. O halde hem hasetten hem haset etmekten hem de haset edenden Allah’a sığınmak gerekir.

Genel olarak bütün yaratıkların, özel olarak da gece, büyücü ve hasetçinin şerrinden Allah’a sığınmayı emreden Felak sûresini, insanın dünyada da âhirette  de başına belâ olabilecek ve onu sonsuz bir hüsrana sürükleyecek en büyük şerden Rab, Melik ve İlâh gibi üç büyük sıfatıyla birlikte Allah Teâlâ’ya sığınmayı emreden Nâs sûresi takip edecek ve Kur’ân-ı Kerîm bu sûreyle sona erecektir:

XIV. NÂS SÛRESİ

Nâs sûresi Mekke’de inmiştir. 6 âyettir. Kur’ân-ı Kerîm bu sûre ile sona ermektedir. İsmini, 4. âyet hâriç, âyetlerinin sonlarında tekrarlanan ve “insanlar” mânasına gelen اَلنَّاسُ (nâs) kelimesinden almıştır. Mushaf tertibine göre 114, nüzûl sırasına göre 21. sûredir.

Konusu

Ele aldığı tek konu, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaktır. Önceki Felak sûresinde insanın beden ve ruhu üzerinde menfi yönde tesir eden hâricî sebepler ele alınmış ve bunlardan Allah’a sığınma emredilmişti. Bu sûrede ise daha çok kalbe ve ruha olumsuz olarak tesir eden, insanın iç âleminde vesvese ve şüphe fırtınası koparan cin ve insan şeytanlarının telkin ve fısıltılarından Allah’a sığınma yolları gösterilir.

Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle…

  1. De ki: “Sığınırım insanların Rabbine”,
  2. “İnsanların mutlak Hükümdârı’na”,
  3. “İnsanların ilâhına”:

“İnsanların Rabbi”; onları yaratan, besleyen, büyüten, koruyan, terbiye eden Allah’tır. “İnsanlarım meliki”; onların sahibi, hükümdarı, işlerini idâre eden, insanlığın selâmet ve saâdetini temin edecek olan hükümleri koyan Allah’tır. “İnsanların ilâhı”; onların ma‘budu, ilâhlık ve mabutluk sıfatlarına sahip olan ve kendinden başka gerçek mânada bu sıfatlara kimsenin sahip olmadığı Allah’tır. Rab, Melik ve İlah isimlerinin bu şekilde peş peşe gelmesi pek mânidârdır. Çünkü insan, bünyesinde cereyan eden beslenme, büyüme ve gelişme gerçeğini görerek önce kendisinin bir Rabbi olduğunu anlar. Sonra düşün­düğünde bu Rabbin, yarattıklarında tasarruf etmekte ve onlardan zengin olduğunu, dolayısıyla onların gerçek sahibi ve mâliki olduğunu anlar. Sonra biraz daha düşündüğünde bu Mâlikin, ibâ­dete layık olduğunu anlar. Çünkü ibâdet ancak, hiç kimseye muhtaç olma­yan ve başkalarının hepsi kendisine muhtaç olan kimseye yapılır. İşte bu sûrede insana, şeytanın şerrinden bu sıfatların sahibi olan Allah’a sığınması emredilmektedir:

  1. “O sinsi şeytanın üflemelerinin şerrinden”,
  2. “İnsanların kalplerine üfleyen o sinsi şeytanın.”
  3. “Ki o, cinlerden de olur, insanlardan da.”

Sûrede şeytan ismi açıkça zikredilmez; fakat iki mühim vasfı zikredilerek o kastedilir. Bunlar “vesvâs” ve “hannâs”tır. الْوَسْوَاسُ (vesvâs), çok çok vesvese veren, bütün özelliği vesvese vermek olan, hatta vesvesenin ta kendisi olan şeytandır. “Vesvese” ise gizli bir sesle, fısıltı ile kalbe kötü düşünceler aşılamak ve bir işi yapmaya tahrik etmektir. الْخَنَّاسُ (hannâs) da âdeti sinmek olan, geri çekilen, kötülüğe sürüklemek için insanı sinsice ardından izleyip fırsat kollayan, döne döne vesvese veren demektir. İnsan Rabbini zikredince geri çekilir. Rabbinden gafil olunca da hemen ona vesvese verir.

İnsana vesvese veren, onu aldatmaya ve saptırmaya çalışan iki grup şeytan vardır. Bunların biri cinlerden, diğeri de insanlardandır. Nitekim: “İşte biz her peygamberin karşısında insan ve cin şeytanlarından oluşan bir düşman şebeke var etmişizdir. Bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldayıp dururlar” (En‘âm 6/112) âyeti de insan ve cin şeytanlarının, yaldızlı sözlerle insanları aldatmaya çalıştıklarını haber verir. Resûlullah (s.a.v.) de Ebu Zer (r.a.)’a, “Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığınmasını emretmiş ve akabinde de cinlerden olduğu gibi insanlardan da şeytanlar olduğunu” söylemiştir. (Nesâî, İstiâze 48)

Muhammed Verrâk (k.s.), insanın nasıl şeytanlaştığını şöyle anlatır:

“Nefis, hevâ, yani kötü arzular insanın tabiatına galip gelince kalp kararır. Kalp kararınca göğüs daralır. Göğüs daralınca huy kötüleşir. Huyu kötü olanı kimse sevmez. Sevilmediğini anlayan kimse ise sevmeyenlere ezâ vermeye başlar. Böylesi artık mânen insan değildir. Zâhirde insan kılığına girmiş bir şeytandır.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 307)

Şeytanın vesvesesi çeşitlidir. O önce imanı zedelemeye ve insanı şüpheye düşürmeye çalışır. Bunu yapmasa günahları emreder. Bunu yapamazsa kişiyi ibâdet ve taatlerde geri bırakmaya çalışır. Bunu da yapamazsa amellerini boşa çıkarmak için kişinin içine ibâdetlerde gösteriş arzusu sokar. Bunu da yapamazsa adamın gönlüne kendini beğenme ve amellerini çok görme duygusunu koyar. Yine insanı kötü fiillere sevk etmek için onun kalbine haset, kin, öfke gibi kötü duygular atmaya çalışır.

Efendimiz’le alakalı şu hâdise şeytanın insana nasıl vesvese verebileceğini muşahhas hâle getiren çok güzel bir örnektir:

Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in hanımlarından Hz. Safiye anlatıyor:

“Resûlullah (s.a.v.) îtikâfa girmişti. Bir gece onu ziyârete gidip konuştum. Sonra eve dönmek üzere kalktığım zaman o da beni evime götürmek üzere kalktı. Bu sırada Ensâr’dan iki kişi bizimle karşılaştı. Allah Resûlü (s.a.v.)’i âilesiyle birlikte görünce, oradan çabucak uzaklaşmak istediler. Resûlullah (s.a.v.):

«–Biraz yavaş olun, yanımdaki Safiyye bint-i Huyey’dir» dedi. Onlar:

«–Resûlü’nün uygunsuz bir davranışta bulunmasından Allah’ı tenzîh ederiz yâ Resûlallah!» deyince Efendimiz (a.s.):

«–Şeytan, insanın vücûdunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Onun sizin kalbinize bir kötülük, bir şüphe atmasından endişe ettim» buyurdu.” (Buhârî, Îtikâf 11; Müslim, Selâm 23-25)

Şeytanın vesvesinden kurtulmanın yolları:

  • Allah’ı çok çok zikretmek,
  • Allah’a çok sığınmak,
  • Sabır ve sebatla şeytanın taleplerine karşı direnmek ve dediğini yapmamaya gayret göstermek.

Nâs sûresinde sığınılacak şer sadece “şeytanın vesvesesi” iken, sığınmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsından üçü zikredilir. Bunlar Rabb, Melik ve İlâh isimleridir. Halbuki bir önceki Felak sûresinde dört ayrı şerden sadece “Sabah’ın Rabbi” vasfıyla Allah’a sığınmak emredilmekteydi. Bu, şeytanın vesvesesinin, Allah’a  çokça ve ciddiyetle sığınılması gereken ne kadar büyük bir şer olduğunu izaha kâfîdir. Birinci sûrede korunması gereken ruh ve beden sağlığı; ikinci sûrede korunması istenen ise din sağlığıdır. Bu, dinin az zarar görmesinin dahi dünyanın çok zarar görmesinden daha önemli olduğunu gösterir.

Hz. Âişe der ki:

“Allah Resûlü (s.a.v.) yatağına vardığı zaman iki elini birleştirir, İhlas, Felak ve Nâs sûrelerini okur ve onlara üflerdi. Sonra o iki eliyle, başından ve yüzünden başlayarak bedeninin ön tarafa gelen kısmını meshederdi. Bunu üç kez tekrarlardı.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’an 14; Tirmizî, Dua 21)

  • HUCURÂT SÛRESİ

Hucurât sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 18 âyettir. İsmini, 4. âyette geçen ve “odalar” mânasına gelen الْحُجُرَاتُ (hucurât) kelimesinden alır. Bu kelime, Resûlullah (s.a.v.)’in Mescid-i Nebevî’nin etrafında ev olarak kullandığı odalara işaret eder. Resmî tertîbe göre 49, nüzûl sırasına göre 105. sûredir.

Konusu

Sûrede üç mühim konu işlenir. Birincisi mü’minlerin Allah ve Resûlü’ne karşı olan vazifeleridir. Mü’minler Allah’ın ve Resûlü’nün buyruklarına inanıp tam teslim olacaklar, hiçbir hususta onların önüne geçmeyeceklerdir. Huzurunda konuşmanın ve ses tonunu ayarlamanın ölçüsüne varıncaya kadar Allah’ın Peygamberi’ne karşı son derece tâzim, hürmet ve bağlılıklarını devam ettireceklerdir. İkincisi mü’minlerin kendi aralarındaki beşeri münâsebetlerdir. Hülasa olarak mü’minler arası kavgayı körükleyecek fitnelere karşı uyanık olmanın, sulh ve sükûneti temin etmenin, İslâm kardeşliğinin hukukunu yerine getirmeye çalışmanın ve bu kardeşliğe halel getirecek alay, kınama, sû-i zan, tecessüs ve gıybet gibi kötü ahlâktan uzak durmanın lüzûmu bildirilir. Üçüncüsü mü’minlerin diğer insanlarla münâsebetleridir. Onları insan olarak sevecek, tanışmaya öncelik verecek, onların da doğru yolu bulmaları için mallarıyla ve canlarıyla cihad edeceklerdir. Ulaştıkları her insana, en büyük nimetin İslâm’la şereflenmek olduğunu, bunun hiçbir dünyevî nimetle mukayese edilmeyeceğini öğreteceklerdir.

Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle…

  1. Ey iman edenler! Kendi görüş ve hükümlerinizi Allah ve Resûlü’nün verdiği hükmün önüne geçirmeyin. Allah’a gönülden saygı duyup O’na karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle bilendir.

Din ve şeriat vaz etmeye; kulların her türlü söz, fiil ve davranışlarının nasıl olması gerektiği hususunda kanun koymaya tek salahiyetli zat şüphesiz ki Allah Teâlâ’dır. Peygamber (s.a.v.) ise O’nun koyduğu bu kanunları vahiy yoluyla alıp tatbik eden, insanlara tebliğ eden ve eksik kalan kısımları da Allah’ın izniyle tamamlayan kişidir. Bu sebepledir ki “din” denildiği zaman Allah’ın ve Resûlü’nün buyrukları, emir ve yasakları akla gelir. Bu emir ve yasaklara göre yaşamanın ilk şartı, bunlara “iman etmek”tir. Onların gerçekten Allah’ın emirleri olduğuna ve onlara uymanın insanın hem dünyası hem de âhireti için mahza hayır olduğuna inanmaktır. Bu sebeple, âyet-i kerîme “ey iman edenler” hitabıyla başlar. Burada mü’minlerden istenen, hayatın her alanıyla alakalı söz, fiil ve davranışlarını tanzîm ederken, bu hususlarda Allah ve Resûlü’nün emrinin ne olduğunu çok iyi bilmeleri ve tüm amellerini bu emirlere uygun olarak yapmaya çalışmalarıdır. Allah ve Resûlü’nün emri belli iken, kendiliklerinden hüküm ortaya koymaya, ona uymaya ve başkalarını da ona uydurmaya kalkışmamalarıdır. O halde mü’minlerden kayıtsız şartsız ilâhî emirlere teslim olmaları ve bunlara aykırı davranmaktan sakınmaları istenmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Allah ve Resûlü bir meselede kesin ve bağlayıcı bir hüküm verdiği zaman, mü’min erkek veya mü’min kadının, kendileriyle alakalı o meselede başka bir tercihte bulunma hakkı yoktur. Kim Allah ve Resûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 33/36)

Bu hususta kullarını takip eden en büyük kontrolcü de, her şeyi çok iyi işiten ve bilen Allah Teâlâ’nın bizzat kendisidir.

Muâz b. Cebel (r.a.)’ın şu tutumu, “Allah’ın ve Resûlü’nün önüne geçmemenin ne güzel bir örneği, müslümanlar için de pek mühim bir ders ve ibrettir: Resûlullah (s.a.v.) onun Yemen’e vali olarak gönderirken kendisine:

“- Önüne bir dâvâ geldiğinde ne ile hüküm vereceksin?” diye sordu. Muâz (r.a.):

“- Allah’ın kitabıyla hüküm vereceğim” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.):

“- Aradığını orada bulmazsan?” diye sorunca Muâz:

“- Resûlullah’ın sünnetiyle” diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bu kez:

“- Ya orada da bulamazsan?” buyurunca Hz. Muâz:

“- O zaman kendi görüşümle hüküm veririm” dedi. Buna çok memnun olan Allah Resûlü (s.a.v.), Muâz’ın göğsüne vurarak:

“- Resûlullah’ın elçisini, Resûlullah’ı memnun edecek şekilde cevap vermeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun” buyurdu.  (Ebû Dâvûd, Akdiye 11; Tirmizî, Ahkâm 3)

Bir gün Mescid-i Nebevî’ye gelen bir kişi, ikindi namazının farzı kılındıktan sonra mekruh vakitte namaz kılar. Bunu gören İmam Mâlik hazretleri adama müdâhale eder:

“- Yanlış yapıyorsun. Bu vakitte namaz kılmak doğru değildir.”

O kişi imamın sözünü dinleyecek yerde itiraza kalkışır:

“- Ne yâni, şimdi ben namaz kıldığım için, rükû ve secde yaptığım için mi Allah bana ceza verecek?!” diyerek kendini savunmaya çalışır.

İmam şu ibretli ve oldukça mânidâr cevabı verir:

“- Elbette Allah seni namaz kıldığın, rukû ve secde ettiğin için cezalandırmayacak. Ama Allah Resûlü (s.a.v.)’in sünnetine aykırı davrandığın için cezalandıracak!...”

Resûlullah (s.a.v.)’in sünnetine tam bir teslimiyet ve bağlılığın önemi hususunda Seyyid Nur Muhammed Bedvânî (k.s.)’un şu hâli pek ibretlidir:

“Bir gün helâya girecekti. Önce sol ayağını atması gerekirken sağ ayağını bilmeden attı. Böylece sünnet-i seniyyeye aykırı davranmıştı. Bu yüzden üç gün manevî sıkıntıya düştü. Yüce Allah’a yalvardı, yakardı… Sonunda bu sıkıntısı geçti, rahatladı.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 808)

Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Resûlü’nün katındaki şerefini haber vermekte, kıyâmete kadar gelecek tüm mü’minleri onun huzurunda edepli olmaya davet etmektedir.

  1. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün amelleriniz boşa gidiverir!
  2. Resûlullah’ın huzurunda seslerini kısanlara gelince: Allah onların kalplerindeki ilâhî emirlere saygı ve bağlılık derecesini sınamış, onlar da bu sınamadan başarıyla çıkmışlardır. Onlar için bağışlanma ve pek büyük bir mükâfat vardır.

Burada Allah Resûlü (s.a.v.)’e gösterilmesi gereken edeplerden iki tanesine yer verilir:

Birincisi; Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in yanında başkalarıyla konuşurken, onun sesini bastıracak derecede yüksek sesle konuşmamak. Nitekim sahâbenin en seçkinlerinden olan Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’le ilgili şu hâdise konuyu izahta dikkat çekici bir ehemmiyete sahiptir:

Temîm Oğulları’ndan bir heyet, Peygamberimiz (s.a.v.) ile görüşme yapmak üzere gelmişlerdi. Görüşme esnâsında Hz. Ebûbekir ile Ömer (r.a.) de orada bulunuyorlardı. Bu iki güzîde sahabî, kabileye seçilecek başkan hakkında anlaşmazlığa düşüp, Efendimiz (s.a.v.)’in huzurunda biraz da münakaşa yaptılar. Haklarında bu âyet inince çok pişman oldular, üzüldüler. Bundan böyle Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) yanında o kadar alçak sesle konuşuyorlardı ki, çoğu kere Peygamberimiz “İşitemedim, tek­rarlar mısın!” demek durumunda kalıyordu. (bk. Buhârî, Tefsîr 49/1-2)

İkincisi; Allah Resûlü (s.a.v.) ile konuşurken, sıradan bir insanla konuşur gibi yüksek sesle, bağırıp çağırarak konuşmamak.

Bahsi geçen edep kaideleriyle, bizzat Efendimiz (s.a.v.)’in hayatında onunla beraber bulunma saâdetine eren sahâbe-i kirâma, Peygamber (s.a.v.)’e göstermeleri gereken tâzim ve hürmet öğretildiği gibi, onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olan mü’minlere de Allah Resûlü (s.a.v.)’in bıraktığı Kur’an ve sünnet emânetlerine karşı aynı tâzim ve hürmeti göstermeleri gerektiği bildirilmektedir. Zira Âlemlerin Efendisi’ne gösterilmesi istenen hürmet, imanın bir gereğidir. Ona hürmetsizlik ise imansızlığın bir alâmetidir. Bu sebeple âyette yasaklanan hususlara dikkat etmeyenlere, “Allah’ın Peygamberi’ne karşı sergilenecek saygısız bir davranış yüzünden farkında olmadan amellerinin boşa gideceği” ikazı yapılır.

Kur’an âyetlerinin mü’min gönüllerde bıraktığı tesir ve âyetlerin mucibince amel etme hassasiyeti bakımından şu misaller gerçekten ders verici ve hayranlık uyandırıcıdır.

- “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin” (Hucurât 49/2) âyeti nâzil olduğunda ashâb-ı kirâmdan Sâbit b. Kays (r.a.) evinde oturup ağlamaya başladı. Peygamberimiz (s.a.v.), Sâbit’i bir müddet göremeyince nerede olduğunu sordu. Orada bulunanlardan biri:

“–Ey Allah’ın Resûlü! Ben onun yerini biliyorum!” dedi ve hemen gidip onu evinde oturmuş, başı önünde ağlıyor vaziyette buldu.

“–Neyin var, niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da:

“–Hiç sorma, şer var! Sesim, Resûlullah (s.a.v.)’in sesinin üstüne çıkıyordu, bütün amellerim boşa gitti, cehennemlik oldum” cevâbını verdi. Sahâbî, Sâbit’in bu sözlerini Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e haber verdi. Efendimiz:

“–Ona git ve söyle, sen cehennemlik değil, bilâkis cennetliksin!” buyurdu. (Buhârî, Menâkıb 25, Tefsîr 49/1; Müslim, İman 187)

Gür sesli bir sahâbî olan Hz. Sâbit, Allah’ın emrine itaatsizlik ettiği düşüncesine kapılarak derin bir üzüntüye gark olmuş, âdeta hayâtı kararmıştı. Ancak, gür seslilik onun tabiî hâli olduğundan ve samîmî bir kalbe sahip bulunduğundan onun durumu istisnâ teşkil etmiş ve haberi getiren sahâbî, büyük bir sevinç içinde dönerek onu cennetle müjdelemiştir.

Şu misaller, Allah Resûlü (s.a.v.)’e duyulan muhabbet, hürmet ve tâzimin zirve noktalarına işaret eder:

  • İmâm Mâlik (r.h.), Resûlullah (s.a.v.) ile aynîleşmenin vecdi içinde yaşardı. Efendimiz’in rûhâniyetine hürmeten, Medine-i Münevvere’de hayvan üzerine binmezdi, def-i hâcete çıkmazdı. Ravza’da imam iken hep kısık sesle konuşurdu. Devrin halîfesi Ebû Câfer Mansur yüksek sesle konuşunca: “Yâ Halîfe! Bu mekânda sesini kıs! Allah’ın ihtârı senden çok daha faziletli insanlar üzerine indi” buyurmuş ve bu âyet-i kerîmeyi okumuştur.
  • Osmanlı paşalarından meşhur Medine müdâfii Fahreddin Paşa, Resûlullah’ın rûhâniyeti rencide olur endişesiyle Ravza’nın tâmirinde vazîfe alan ustalara, herhangi bir çivi çakmak îcâb ettiği takdirde mutlaka tahta çekiç kullanılması ve çekiç ile çivi arasına da lastik bandaj konularak sükûnetin ihlâl edilmemesini emretmiştir. Bu hususta onu böylesine bir edeb ve inceliğe sevkeden de yine bu âyet-i kerîmeler olmuştur.
  • I. Ahmed Han, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizʼe, son derece âşık bir gönle sahipti. Her gün Topkapı Sarayı’ndaki “mukaddes emânetler”i ziyaret eder ve bilhassa Efendimiz’in ayak izlerini yüzüne gözüne sürerek dakikalarca ağlardı. Bununla da iktifâ etmeyip, Peygamber Efendimiz’in mübârek ayak izinin bir maketini yaptırmıştı. Onu kavuğunun üzerine asarak tedâîsinden feyz almaya çalışıyordu. I. Ahmed Hânʼın yanık gönlünden dökülen şu mısrâlar da, onun Efendimiz (a.s.)ʼa duyduğu derin muhabbeti ne güzel aksettirmektedir:

N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülʼün…

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür,

Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!..

Yine sultan I. Ahmed, her gün sabahleyin bir kâğıda büyük bir hürmetle “Muhammed” ism-i şerîfini yazar ve sarığının kıvrımları arasına yerleştirirdi. Bununla şunu demek isterdi:

“Benim büyüklüğüm, tâc sahibi olmakla değil, senin ism-i şerîfini her gün başımda taşımakladır yâ Rasûlâllah!”

Ve yine o Peygamber âşığı sultan:

“−Resûlullah’ın kabrinin kandillerinde zeytinyağının yanması muvâfık değildir” diyerek Ravza-i Mutahhara’nın kandillerinde yakılmak üzere gül yağı vakfetmiştir.

  • Sultan II. Mahmud döneminde ise, Ravza-i Mutahhara’nın yıpranan kısımlarının tamiri ve Yeşil Kubbe’nin yenilenmesi söz konusu olunca, işinin ehli mimar ve ustalar, Pâdişah emriyle derhal Medine-i Münevvere’ye gönderilmiştir.

Bu mühendis ve mimarlar, kendilerine tevdî edilen bu nâzik vazifeyi, Efendimiz (a.s.)’ın rûhâniyetini rahatsız edecek en ufak bir kabalığa veya edebe mugâyir bir harekete mahal vermeden yerine getirebilmek için, tâmirat sırasında hiç dünya kelâmı konuşmamak üzere anlaştılar. Sonra da kendi aralarında şöyle bir dil geliştirdiler:

“Sen, «Bana tuğlayı uzat yerine; Allah!» de. Ben, «Su ibriğini uzat yerine; Bismillah!» diyeyim. Sen, «Çekici uzat yerine; Lâ ilâhe illâllah!» de…”

Böylece Yeşil Kubbe, âdeta bir zikir meclisinin feyiz ve rûhâniyet iklîmi içerisinde inşâ edildi. Bu şerefli hizmette bulunan ustalar, her taşı abdestli olarak ve besmeleyle yerine koydular.

  • Ecdâdımızın Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e olan hürmet ve tâzîminin sayısız misâllerinden bir diğeri de şudur:
  1. Abdülhamid Hân, Peygamber âşığı müʼminlerin, O Âlemler Sultânıʼnın nurlu eşiğine yüz sürerek muhabbetlerini arz edebilmelerini kolaylaştırmak için İstanbul’dan Medine-i Münevvere’ye uzanan bir tren yolu yaptırmıştır. Öyle ki, tren yolunun istasyonlarını da sünnet-i seniyyeye uygun olması için Peygamber Efendimiz’in seferlerinde konakladığı yerlere inşâ ettirmiştir. Ayrıca Medine Tren İstasyonuʼnu Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız etmemek düşüncesiyle Kubbe-i Hadrâ’dan yaklaşık 2 km. uzağa yaptırmış ve Medine içerisinde bulunan bütün raylar, -üzerinden vagonlar geçtikçe gürültü çıkarmasınlar diye- keçe ile kaplatmıştır. Keçe ile döşenen bu raylar da, Allah Resûlü’ne duyulan hürmet ve muhabbet dolayısıyla günün belli saatlerinde gülsuyu ile yıkanmıştır.

Dolayısıyla bu âyet-i kerîmeler, öncelikle Peygamberimiz (s.a.v.)’e, onun sünnetine, getirdiği dine, sonra onun izinden giden İslâm âlimlerine, yöneticilere, büyüklere gereken saygıyı göstermeyi, tüm insanlara karşı nazik ve terbiyeli davranmayı öğretmektedir.

Devam eden âyette bahsedilen şu örnek konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:

  1. Rasûlüm! Seni evinin odalarının dışından yüksek sesle çağıranlara gelince, onların çoğu aklı ermez düşüncesiz kimselerdir.
  2. Böyle yapacaklarına, sen yanlarına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Bununla beraber Allah günahları çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Resûlullah (s.a.v.)’in yanında terbiye görmüş, sohbetlerine katılmış, İslâm’ın nezaket kaidelerini hazmetmiş olan sahâbe-i kirâm, Efendimiz (s.a.v.)’e karşı nasıl davranacaklarını çok iyi biliyor; ona nasıl hitap edeceklerinin ve kendisiyle ne zaman ve ne şekilde konuşacaklarının ayarlamasını çok iyi yapıyorlardı. Efendimiz (s.a.v.)’in günlük hayatından haberdar oldukları için onu uygun olmayan vakitlerde asla rahatsız etmiyorlardı. Fakat bir de bedeviler ve bedevi ruhlu bir kısım kimseler vardı ki, bunlar bu edep ve nezaket kaidelerini ne biliyor, ne de tatbik edebiliyorlardı. Zaman zaman Peygamberimiz (s.a.v.)’i rahatsız edecek münasebetsizlikler yapabiliyorlardı. Âyet-i kerîmeler, bu tür davranışların uygun olmadığına dikkat çekmektedir.

Buraya kadar, mü’minlerin Allah’a ve Resûlü’ne iman, itaat ve teslimiyet hususunda göstermeleri gereken edep kaideleri hatırlatıldı. Şimdi ise mü’minlerin kendi aralarındaki münâsebetleri düzenlemek üzere buyruluyor ki:

  1. Ey iman edenler! Size, ‘hiçbir endişe, iç burkulması duymadan dinin emir ve yasaklarını açıktan açığa çiğneyebilen ve yalana aldırmayan’ bir kimse önemli bir haber getirecek olursa bunun doğru olup olmadığını iyice araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa karşı haksız bir saldırıda bulunur, sonra da yaptığınıza pişman olursunuz!

Verilen bir haber, o haberi verenin ahlâkî durumuna göre önem kazanır. Haberi getiren şahıs, olayı bizzat gören, duyan, sözüne güvenilir dürüst bir kişi ise ona itimat edilir. Aksine o, sözüne güvenilmez, yalancı ve ahlâksız biri ise getirdiği haber iyice araştırılmadan itimada layık görülmez. Çünkü getirilen haberlere binaen verilecek kararlar doğru olursa, bunların uygulanmasından fert ve cemiyet fayda görür. Aksi halde yanlış kararlar verip fert ve toplumu sıkıntıya sokacak, hatta felakete sürükleyecek kötü bir durum da ortaya çıkabilir. İşte âyet-i kerîme mü’minleri bu hususta uyarmakta ve dikkatli olmaya çağırmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi olarak rivâyet edilen şu hâdise gerçeği anlama açısından bize ışık tutmaktadır:

Resûlullah (s.a.v.), İslâm’ı yeni kabul etmiş bulunan Beni Mustalik kabilesine, zekâtlarını tahsil etmesi için Velîd b. Ukbe’yi göndermişti. Velîd oraya gitti. Fakat aralarında önceden var olan bir düşmanlıktan dolayı onlardan korktuğu için geri döndü. Üstelik Peygamberimiz (s.a.v.)’e onların zekât vermeyi reddettiklerini ve kendisini öldürmeye kalkıştıklarını söyledi. Bu haberi duyan Allah Resûlü (s.a.v.) öfkelendi ve onları cezalandırmak maksadıyla bir ordu göndermeye niyetlendi. Bazı rivâyetler bu ordunun, onlara saldırmak için harekete geçtiğini, bazı rivâyetler ise sadece harekete hazır olduğunu bildirmektedir. Fakat tam bu esnada, Beni Mustalik kabilesinin reisi, Hz. Cüveyriye vâlidemizin babası Haris b. Dırâr yanında bir heyetle Resûlullah (s.a.v.)’e geldi ve: “Allah’a yemin ederiz ki, değil zekât vermeyi reddedip onu öldürmeye kalkışmak, biz Velîd’i görmedik bile. Biz iman üzerindeyiz ve zekât vermeye de hazırız” dedi. Bu hâdise üzerine söz konusu âyet nâzil oldu. (bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 279; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVI, 160)

Bu yüzden mü’minleri Allah Resûlü’ne itaat konusunda uyarmak üzere şöyle buyruluyor:

  1. Şunu da bilin ki, aranızda her meselede kendisine müracaat etmeniz gereken Allah’ın Resûlü bulunmaktadır. Eğer o Resûl, birçok işte size uyacak olsa, başınız derde girer, gerçekten sıkıntıya düşersiniz. Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsleyip güzelleştirdi. Buna karşılık küfürden, her türlü günahtan ve isyândan sizi iğrendirdi. İşte itikat, amel ve ahlâk bakımından doğru yolda yürüyenler, bu özellikleri taşıyan mü’minlerdir.
  2. Bu, Allah tarafından büyük bir lutuf ve nimettir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

“Allah Resûlü (s.a.v.)’in onlara itaati”, çeşitli fert ve gruplar hakkında kendisine ulaştırdıkları haberlere uygun olarak ileri sürdükleri görüşleri kabul etmesi demektir. O, Allah’ın peygamberidir ve kendisine vahyolunan bilgilere göre hareket eder. Yanlış bir karar alma ihtimali doğduğu zaman, gelen vahiyler onu doğruya yönlendirir. Şayet “kendisine uyulması gereken” Peygamber (s.a.v.), “başkasına uyan kişi” durumuna düşecek olsa, işlerin tersine gitmesine sebep olacak büyük bir kargaşaya yol açar. Böylece başlar derde girer, işler sarpa sarar, haller yaman olur, çok zahmetler ve felaketler çekilir, helake doğru sürüklenmek durumunda kalınır. Nitekim burada kullanılan اَلعَنَتُ (‘anet) kelimesi aslında “kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması” demektir. Bu da, Peygamber (s.a.v.)’i yanıltmaya çalışma cüretinin neticede ne kadar büyük bir felakete, meşakkate, sıkıntı ve günaha sebep olacağını ifadeye kâf-idir.

Anlaşılan o ki, verilen haber üzere Resûlullah (s.a.v.) hemen harekete geçmemiş, teenni ile hareket etmişti. Bir kısım sahabî ise bir an önce harekete geçip, zekâtı vermekten imtina eden, üstelik Peygamber’in gönderdiği elçiyi öldürmeye kalkışan kabileye hadlerinin hemen bildirilmesini istemişlerdi. Aralarında bulunan Peygamber (s.a.v.)’e rağmen böyle bir görüş ileri sürmeleri ve bunun tatbiki konusunda ısrarcı olmaları kınanarak, bunun yersiz bir cüret olduğu haber verilmiştir. Ancak bunlar azınlık bir gruptu. Sahâbenin çoğunluğu ise Efendimiz’in vereceği kararı beklemişlerdi. İşte bu sabır ve teenni de yine Cenâb-ı Hakk’ın onlara bir ikramıydı. Bunun sebebi Allah’ın kalplerine yerleştirdiği ve orada iyice kökleştirip güzelleştirdiği kamil bir iman; buna mukâbil yine o kalplerde küfür, günah ve isyâna karşı yer tutan büyük bir nefretti.

İslâm toplumunun, kerpiçleri birbirine kurşunla kenetlenmiş sağlam bir binâ gibi olmasını isteyen (bk. Saff 61/3) Allah Teâlâ, ister fert ister toplum bazında olsun mü’minler arasını bozacak en küçük bir pürüze müsaade etmemekte ve böyle bir şeyin olması halinde hemen bütün mü’minlerin harekete geçerek o pürüzü gidermelerini emretmektedir. Bu sebeple buyruluyor ki:

  1. Mü’minlerden iki grup birbiriyle çarpışacak olursa, derhal müdâhale ederek aralarını düzeltin. Buna rağmen biri ötekine saldırırsa, saldırıda bulunan taraf Allah’ın hükmüne boyun eğinceye kadar onlarla savaşın. Eğer boyun eğerlerse, o iki grubun arasını adâletle düzeltin. Adâleti uygulamada da dâimâ titiz davranın. Çünkü Allah, hak ve adâlet hususunda titiz olanları sever.

Allah Teâlâ, ister küçük ister büyük çapta olsun mü’minler arasında en küçük bir kavga ve vuruşmanın vukuuna râzı olmaz. Bununla birlikte hayatın tabii bir gereği olarak zaman zaman bu tür problemlerin meydana geldiği ve gelme ihtimalinin bulunduğu da bir gerçektir. İşte âyet-i kerîme iki mü’min arasındaki kavgadan başlayıp iki müslüman devlet arasındaki savaşa varıncaya kadar, mü’minler arasında çıkması muhtemel tüm çatışmaların durdurulup adâletle çözüme kavuşturulmasının temel esaslarını beyân etmektedir.

Öncelikle âyette yer alan şu mâna inceliklerine yer vermek faydalı olacaktır:

  • Müslümanlardan iki taife “çarpıştıklarında” değil, “çarpışacak olursa” (Hucurât 49/ 9) denilmiştir. Bu ifadeden mü’minler arasında bir kavganın çıkmasının, yahut müslümanların birbirine düşmelerinin tabii olmadığı anlaşılır. Ancak böyle bir olay vuku bulursa ne yapılacağı öğretilir.
  • Âyette birbiriyle vuruşan iki grubu ifade etmek için اَلْفِرْقَةُ “fırka” yerine اَلطَّائِفَةُ “taife” kelimesi kullanılmıştır. Arapça’da “fırka” kelimesi büyük bir kitleyi ifade etmek için, “taife” kelimesi ise küçük bir topluluğu belirtmek için kullanılır. Dolayısıyla böyle bir kelimenin seçilmiş olması, Allah nezdinde müslümanların aralarında büyük kitleler halinde çarpışmalarının hoş karşılanmayacağını ve bunun çok çirkin bir hâdise olduğunu ortaya koyar.

Âyetteki emrin muhatabı, vuruşan iki grubun dışında bulunup bu iki grubu barıştırma imkânına sahip tüm müslümanlardır. Böyle bir vuruşma söz konusu olunca diğer mü’minlerin seyirci kalması doğru değildir. Derhal harekete geçip onların aralarını bulmak için gayret göstermeli, onlara Allah’tan korkmalarını telkin etmeli ve tarafların ileri gelenleriyle irtibat kurarak savaşın sebeplerini araştırmalı, her türlü gayreti göstererek onları barıştırmaya çalışmalıdırlar. Şayet tarafları barıştırmak mümkün olmuyorsa, o takdirde haklının ve haksızın kim olduğunu araştırmak gerekir. Netice bakımından haklı olana yardım edilip, zulmeden tarafa engel olunmalıdır. Fakat bunu yaparken ne az ne de çok, ancak gerektiği kadar kuvvet kullanmak lazımdır. Haksızlığa engel olacağım derken haksızlık yapmamak gerekir. Çünkü hedef birilerini cezalandırma değil, Allah’ın emri haricine çıkmış olan grubu, haksız saldırılardan men ederek tekrar Allah’ın emrine uygun hale döndürmektir. Onları da günah ve isyandan korumaktır. Bu sebepledir ki haksız yere saldıran grup Allah’ın emrini kabul edip tecavüzden vaz geçtiği takdirde, onlara karşı kuvvet kullanmaya son vermek lazımdır. Bundan sonra hududu çiğneyip onlara zulmetmek doğru olmaz. Doğru olan, Allah’ın kitabı ve Peygamber (s.a.v.)’in sünneti ışığında söz konusu çatışmanın sebeplerini araştırmak ve haksızın kim olduğuna yetkililerce karar vermektir.

Önemli bir nokta da şudur ki, burada nasıl olursa olsun sadece iki tarafı barıştırmak emredilmemiş, onların “hak ve adâletle” barıştırılması gerektiği de vurgulanmıştır. Şu âyet-i kerîme, İslâm’ın hak ve adâlet anlayışını ortaya koyma açısından gerçekten muhteşemdir:

“Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır, hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdârdır.” (Nisâ 4/135)

Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurur:

“Verdiği hükümlerde, ailesinin ve halkının yönetiminde adâletli davranan yöneticiler, kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın yanında nurdan yüksek koltuklar üzerinde oturacaklardır.” (Müslim, İmâret 18; Nesâî, Âdâbu’l-kudât 1)

Yöneticilerinin adâletli ve sâlih kimseler olmasının bir topluma nasıl bir huzur ve emniyet kazandırdığı hususunda şu misâl çok mânidârdır:

Mâlik b. Dinar (r.h.) anlatıyor:

“Ömer b. Abdülaziz (k.s.) hilâfet makâmına geçtiği zaman, dağlardaki çobanlar:

«–İnsanların idâresini âdaletle hükmeden sâlih bir kimse üstlendi» dediler. Onlara:

«–Bunu nereden bildiniz?» diye soruldu. Onlar da:

«–Hayvanlar bile huzur ve sükûn içinde...» diye cevap verdiler.”

Muhammed b. Uyeyne (r.h.) de şöyle der:

“Ömer b. Abdülaziz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Halîfenin rûhâniyet ve adâletinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar âdeta birlikte dolaşır gibi görünürdü. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gördüm. Şaşırdım. Sanki dünya, bütün huzur ve sükûnunu kaybediyor gibiydi. İçimden: «Şu âdil ve Hak dostu halîfe ölmüş olmalı!» dedim. Araştırdım, Ömer b. Abdülaziz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.”

Şu bilinmelidir ki, insan hakkını ilgilendiren her meselede olduğu gibi, kavga ve çatışma durumlarında da hak ve adâletle davranmak önem arzetmektedir. Bu bakımdan kimin haklı, kimin haksız olduğu dikkate alınmaksızın savaşın durdurulması, Allah nezdinde bir değer taşımaz. Ayrıca, haklı olan tarafa baskı yapıp, haksız olan diğer tarafın yanında yer alarak, iki grubu barıştırmaya kalkışmak da doğru değildir. Çünkü gerçek barış ancak hak ve adâlete dayanan barıştır. Aksi takdirde fitne ve kavga devam eder, saldırgan tarafın cesareti artar. Sonuçta da bu fitne ve kavganın illeti kalkmamış olacağından, kavga daha da çoğalır ve tekrar tekrar gün yüzüne çıkar. Efendimiz (s.a.v.)’in şu beyânı, problemin çözümünde ne güzel bir yol göstermektedir:

Bir gün Resûlullah (s.a.v.):

“Din kardeşin zâlim de olsa mazlûm da olsa ona yardım et!” buyurmuştu. Bir kişi:

“–Ya Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ancak zâlimse nasıl yardım edebilirim?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.v.):

“–Onu zulümden alıkoyar, zulmüne mânî olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim 4; İkrâh 6. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 68)

Nitekim, zâlim padişahlardan biri iyi ve dindar bir insana:

“- İbâdetlerden hangisi daha önemlidir ve insana daha çok sevap kazandırır?” diye sorar. Dindar adam şu karşılığı verir:

“- Senin için öğlene kadar uyumak daha hayırlı ve sevaptır. Çünkü uykuda olduğun bu müddet zarfında ahaliye zulüm ve eziyetin olmaz.” (Sâdi Şirâzî, Gülistan, s. 42)

Mü’minler arası münasebetlerde dikkat edilecek en önemli düsturun din kardeşliği olduğu ve o kardeşliğin gerektirdiği hakların yerine getirilmesinin önemi anlatılmak üzere buyruluyor ki:

  1. Bütün mü’minler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının ki ilâhî rahmete erişesiniz.

İman, tüm mü’minleri birbirine kardeş yapan en mühim bağdır. Onların hepsi nesepte olmasa dahi dinde ve haklarının korunması hususunda birbirlerinin kardeşleridirler. Bu bakımdan din kardeşliği, nesep kardeşliğinden daha sağlamdır. Çünkü nesep kardeşliği din ayrılığı halinde kesintiye uğradığı halde, din kardeşliği neseplerin farklılığı dolayısıyla kesintiye uğramaz. İman kardeşliğinin bir gereği olarak, gerek iki mü’min fert, gerek iki mü’min cemaat bozuştuklarında, hemen aralarını bulup barıştırmak, din kardeşliğinin bir gereğidir. Bu bakımdan hem din kardeşliğinin gereğini yerine getirme, hem bozuşmaktan ve kavgadan uzak durma, hem de bozuşanların aralarını düzeltme noktasında Allah’tan korkmak, Allah’ın emrine göre hareket etmek, yanlış yapıp da Allah’ın cezasına uğramaktan korkmak icap eder. Ancak böylece ilâhî rahmete ermek mümkündür.

Resûlullah (s.a.v.) iman kardeşliğinin hukuku ve ehemmiyeti hakkında şöyle buyurur:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)

Şu misâl ne kadar ibretli ve mânidârdır:

Seriyy-i Sa­ka­tî (k.s.), birgün der­ste ta­le­be­le­ri­ne:

“Mü’min­le­rin dert­le­riy­le dert­len­me­yen, on­lar­dan de­ğil­dir” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 87) ha­dî­si­ni izah eder­ken, bir ta­le­be­si he­ye­can­la içe­ri gi­rer ve:

“–Üs­tâ­dım! Bütün ma­hal­le yan­dı, kül ol­du. Yal­nız si­zin ev kur­tul­du” der. Hazret: “El­ham­dü­lil­lâh!..” diye şükreder. Otuz se­ne son­ra bir dos­tu­na:

“–Ben o va­kit; «El­ham­dü­lil­lâh!..» de­mek­le, bir an­lık da ol­sa sırf ken­di­mi dü­şün­müş, fe­lâ­ke­te uğ­ra­yan­la­rın ıztı­râ­bın­dan uzak kal­mış ol­dum. İşte, otuz se­ne­dir o andaki gafletimin tev­be­si için­de­yim!..” şeklinde pişmanlığını dile getirmiştir.

Bir diğer ibretli misal:

Evvelce bir ortodoks olan Yaman Dede, Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si bereketiyle hidâyet bulmuş, içli, yanık bir Peygamber âşığı idi. Adetâ onun ve ashâbının ahlâkıyla ahlâklanmıştı. Şu hâdise, onun bu hâlini aksettirmeye kâfîdir:

Birgün derste öğrencilerinden biri sorar:

“–Hocam ağır bir günahın altında kalmayı mı, yoksa cüzzam illetine tutulmayı mı tercih edersiniz?”

Yaman Dede şöyle cevap verir:

“–Allah’ın kullarının gönül dünyasından bir an için uzak­laşmak ve duyarsız olmaktansa diri diri yanıp kül olmayı tercih ederim!”

İşte İslâm’ın insana kazandırdığı diğergâmlık, merhamet ve muhabbet ufkunun enginliği!..

Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da ihtiyâcını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyâmet gününde ayıplarını örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)

“Birbirinize haset etmeyin. Birbirinizin aleyhine alış­verişi kızıştırmayın. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Birinizin alışverişi üzerine alışveriş yapmayın. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun! Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez. -Üç de­fa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini küçük görmesi yeter. Her müslümanın diğerine ka­nı, malı ve namusu haramdır.” (Müslim, Birr 32)

O hâlde:

  1. Ey iman edenler! Bir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin; belki de o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler; belki o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır. Birbirinizi ayıplamayın; birbirinizi incitici, aşağılayıcı kötü lakaplarla çağırmayın. Bir insan iman ettikten sonra onu fâsıklığı çağrıştıran bir isimle çağırmak ne kötü bir davranıştır ve böyle yapıp imandan sonra fâsıklık damgası yemek de ne kötüdür. Bu tür davranışların ardından kim tevbe edip Allah’a yönelmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.
  2. Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul edendir, engin merhamet sahibidir.

Mü’minleri birbirleriyle kardeş yapan Cenâb-ı Hak, onlardan kardeşlik hukukunu yerine getirmelerini ve hususiyle de İslâm kardeşliğini bozacak kötü huylardan uzak durmalarını istemektedir. Burada yasaklanan hususlar şunlardır:

Birincisi; alay etmek: Alay etmek; hakaret etmek, horlamak, aşağılamak ve gülünecek şekilde bir ayıp ve kusura dikkat çekmektir. Kişinin yaptığı işini veya sözünü hikâye, işaret veya imâ ile küçük görmektir. Yahut kişinin konuşmasına, işine, herhangi bir kusuruna veya suratına gülmektir. “Alay”, bir şahsı huzurunda gülünecek şekilde sözle veya hareketle tahkir etmek, onunla eğlenmektir. Fahreddin er-Râzî’nin izahına göre; “kişinin mümin kardeşine tâzim ve hürmet gözü ile bakmayıp, derecesinden düşürerek iltifat etmemesidir.” Buna göre âyet-i kerîme, “kardeşlerinizi tahkir etmeyin, küçültmeyin” buyurmuş olmaktadır.

Aslında “kadınlar”, “kavim” kelimesinin içinde olmakla birlikte, söz konusu emrin erkek ve kadınlara ayrı ayrı hatırlatılması için bunlar “kavim” ve “kadın” olarak açıkça belirtilmiştir. “Kavim” ve “kadın” kelimelerinin cemi ve nekre getirilmesinde şu incelikler vardır:

  • Öncelikle İslâm’ın yalnız fertlere değil, birçok kavimlere yayılacağını hatırlatır. İslâm’ın istikbali hakkında bilgi verir.
  • Alaya alma işinin zararının büyük olup ona tek başına bir erkek veya kadının devam edemeyeceğine, bunun toplumu ilgilendiren bir problem olduğuna işarettir.
  • Alay eden veya maskaralık yapan kişinin yanında çoğunlukla gülüp eğlenecek ve bu şekilde ona arkadaş olacak kimselerin eksik olmayacağına ve bu yüzden tek kişinin topluluğa dönüşerek işin büyüyebileceğine de işaret eder.

Alayı yasaklamanın sebebi, “Belki o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır” (Hucurât 49/11) cümlesidir. Alaya alınan ve eğlenilen kişinin, Allah yanında alaya alan kişiden daha hayırlı olma ihtimali dâima vardır. Çünkü insanlar yalnız görülebilen halleri bilebilirler; kişinin iç yüzünü, gizli yönlerini bilemezler. Allah yanında tartı tutacak olan ise vicdanların ihlası ve kalplerin takvâsıdır. İnsanın ilmi ise onun Allah yanındaki tartısını tartmağa, iki kalbin gizli meyillerini ölçmeye yeterli değildir. Onun için kimse dış görünüşe bakıp da gözünün kestiğini horlamaya, eğlenmeye cür’et etmesin. Eğer Allah yanında değerli, vakarlı ve saygılı olan bir şahsa hakaret etmiş olursa kendisine büyük bir zulümde bulunmuş olur.

Birisini alaya almanın sonunda insanı nasıl gülünç ve zor bir duruma düşürdüğünü ifade etmesi açısından şu kıssa pek güzeldir:

Bir nahiv âli­mi[6] ge­mi­ye bin­miş­ti. Se­fer es­nâ­sın­da il­mi­ne mağ­rur bir şe­kil­de ge­mi­ciyle soh­be­te ko­yul­du. Ge­mi­ci­ye za­man za­man çeşitli sorular sor­du ve mu­hâ­ta­bın­dan “bilmiyorum” cevâbı­nı alın­ca da ona kar­şı il­miy­le böbürlenerek:

“–Ya­zık! Ce­hâ­le­tin se­be­biy­le öm­rü­nün ya­rı­sı­nı he­bâ et­miş­sin” di­ye­rek alay et­ti.

Te­miz kalp­li ge­mi­ci­nin, bu kü­çük dü­şü­rü­cü dav­ra­nı­şa gön­lü kı­rıl­dı ise de, ol­gun­luk gös­te­rip na­hiv­ci­ye ce­vap ver­me­di, sus­tu. Der­ken şid­det­li bir fır­tı­na çık­tı ve ge­mi­yi müt­hiş bir gir­da­bın içi­ne sü­rük­le­di. Her­ke­si bü­yük bir telâ­şın kap­la­dı­ğı o hen­gâ­me­de ge­mi­ci, na­hiv­ci­ye dön­dü ve:

“–Ey üs­tad, yüz­me bi­lir mi­sin?” di­ye sor­du. Na­hiv­ci, sol­muş sa­rar­mış bir va­zi­yet­te tit­rek bir ses­le:

“–Ha­yır bil­mem!..” de­di. Bu­nun üze­ri­ne ge­mi­ci, mah­zun bir edâ ile şu mu­kâ­be­le­de bu­lun­du:

“–Na­hiv bil­me­di­ğim için be­nim ya­rı öm­rüm mah­vol­muş­tu, şim­di ise se­nin bü­tün öm­rün mah­vol­du. Zira ge­mi­mi­zin bu gir­dap­tan kur­tul­ma im­kâ­nı yok­tur. Ey na­hiv­ci! Bu der­yâ­da na­hiv­den zi­yâ­de yüz­me il­mi­nin da­ha fay­da­lı ve za­rû­rî ol­du­ğu­nu bil­mi­yor muy­dun?..”

İnsan sınırlı bilgisiyle muhâtaplarının hâlini tam olarak bilemez. Zâhire aldanarak yanlış hüküm verebilir. Bu sebeple kimseyle alay etmemeli, onu hakîr görmemeli, işin hakîkatini Allah’a havâle etmelidir. Şâ­ir ne gü­zel söy­ler:

Ha­râ­bât eh­li­ne hor bak­ma zâ­hid,

De­fî­ne­ye mâ­lik vî­râ­ne­ler var!

İkincisi; ayıplamak: Bu anlamda kullanılan اَللَّمْزُ (lemz) kelimesi; dille yaralamak, kaş göz işaretiyle bir kimseyi karalamak, ayıplamak, kötülemek, yermek, şeref ve haysiyetine leke sürmektir.

“Birbirinizi ayıplamayın” hitabında أَنْفُسَكُمْ (enfüseküm) kelimesi geçer ve ifade “kendinizi ayıplamayın” anlamına da gelir. Buna göre âyet iki ince mânaya işaret eder:

  • Müminlerin hepsi bir nefis gibi olduklarından bir mü’mini ayıplayan kendi nefsini ayıplamış gibi olur. Buna göre mâna: “Mü’minleri ayıplamayın, kötüleme ve yerme yapmayın ki kendi nefsinizi ayıplamış olursunuz.”
  • Ayıplanacak şey yapan kimse, kendi nefsini ayıplamış olur. Buna göre ise mâna: “Bir mü’minle eğlenmek gibi ayıplanacak ve kendinize leke olacak şeyler yapmayın ki böylece kendinizi ayıplayıp lekelemiş olmayasınız” demektir.

Şâir şu beytiyle bu konuda ne güzel öğüt verir:

“Yıkar bir günde neccâr ettiği bünyâdı bir yılda

Gücü tamir-i dildir, sehldir hâtır-şikenlikler.” (Malatyalı Müverrih Mehmed Râşid)

“Güç olan şey gönülleri yapıp hoşnut edebilmektir. Yoksa hatır ve gönül kırmak kadar kolay bir şey olmaz. Nitekim dülger, bir yıl emek çekerek yaptığı bir binâyı, kazmayı eline alır almaz, bir günde yıkıp yerle bir edebilir.”

Üçüncüsü; kötü lakap takmak: İnsanları hoşlarına gitmeyen, küçük düşüren, üzen kötü lakaplarla çağırmak yasaklanmıştır. Bunların en kötüsü, şüphesiz bir mü’mine “kâfir, münafık, fâsık” gibi lakaplar takmaktır. Bunun dışında kötü ve pis vasıflarda mesel olmuş bir kısım hayvanların isimlerini de lakap olarak kullanmak doğru değildir. Ancak insanların tanınmasını sağlayan, söylendiği zaman kendilerini üzmeyen, alışılmış güzel mânalı lakaplar bunun dışındadır. Allah Teâlâ, bir insan “mü’min” olarak anılmaya başladıktan sonra, sadece isim veya lakapla bile olsa yahut böylece anılmasını gerektirecek bir günaha düşmek suretiyle bile olsa, artık fısk ile, fasıklıkla, günahkârlıkla anılmasını uygun görmemekte ve bunu şiddetle yasaklamaktadır.

Dördüncüsü; sû-i zan beslemek: Zannın hepsinden değil, bir çoğundan sakınmak istenir. Bunlar kötü zanlardır. Resûlullah (s.a.v.) bu hususta şöyle buyurur:

“Kötü zandan sakınınız. Çünkü kötü zan, sözlerin en yalanıdır…” (Buhârî, Edeb 58; Müslim, Birr 28)

Âyetteki ifadeden anlaşıldığı üzere, bir kısım zanlar günah olduğu halde, bir kısmı güzeldir, mübahtır. Söz gelimi Allah, Peygamber ve mü’minler hakkında hüsn-ü zanda bulunmak, aksini gerektirecek ciddi bir durum olmadığı sürece insanlar hakkında güzel zanlar beslemek bu kısma girer. Zaman zaman da elde başka delil olmadığı için zanna dayanarak hüküm vermek gerekebilir. Mesela insanlar arasında karar verme zorunluluğu olan pek çok hususta, mutlak gerçeği bilmek mümkün olmadığından galip zanna dayanılarak hüküm verilir. Bazan sû-i zan beslemenin gerektiği yerler de olur. Her türlü günahı pervasızca işleyen, hüsn-ü zannı gerektirecek bir görüntüsü olmayan kişi ve toplumlar hakkında hüsn-ü zan beslemenin bir anlamı yoktur. Bunda gaye ise o kötü insanların şerlerinden kendimizi korumaktır. Yasak olan sû-i zan ise, kişinin başka birine sebepsiz yere sû-i zan beslemesi, başkaları hakkındaki kanaatlerinde hep sû-i zannı ön planda tutması, yahut dış görünüş ve hareketleri itibariyle temiz ve dürüst görünen kişiler hakkında kötü zan beslemesidir.

Beşincisi; tecessüs yapmak: اَلتَّجَسُّسُ (tecessüs), dikkat ve gayretle gizli olan şeyleri araştırmak demektir. Bundan hareketle bazı gizli şeyleri araştıran kimseye casûs denilir. Bununla insanların gizli yönlerini araştırmak, kusurlarını soruşturmak, iki kişinin konuşmasına kulak kabartmak, komşuların evlerinin içini merak etmek, çeşitli yollarla başkalarının aile hayatlarını ve şahsi davranışlarını araştırmak, öğrenmeye çalışmak gibi hususlar yasaklanmıştır. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Ey diliyle iman edip de kalplerine iman tam olarak yerleşmeyen kimseler! Müslümanları gıybet etmeyin, onların kusurlarını da araştırmayın! Kim müslümanların kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb 35/4880; Tirmizî, Birr 85/2032)

Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“İnsanların ayıplarının, gizli hallerinin peşine düşüp araştırmaya kalkışırsan, onların ahlâkını bozarsın veya buna yakın bir şey yapmış olursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb 37)

Nitekim Hz. Ömer’le alakalı şu hâdise insanların gizliliklerini araştırmanın kötülüğü hakkında güzel bir misal teşkil eder:

Hz. Ömer  Medine’de geceleyin karakol gezerdi. Bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti, duvardan aştı içeri girdi, baktı ki yanında bir kadın, bir de şarap var. “Ey Allah’ın düşmanı!” dedi, “Sen günah işleyeceksin de Allah seni gizleyecek mi sandın?” Adam: “Sen de acele etme ey mü’minlerin emiri!” dedi, “Ben bir günah işledim ise sen üç konuda günah işledin: Allah Teâlâ «Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayın” (Hucurat 49/12) buyurdu, sen gizliliği araştırdın. Allah Teâlâ «Evlere kapılarından girin» (Bakara 2/189) buyurdu sen duvardan aştın. Allah Teâlâ «Ey iman edenler! Başkalarına ait evlere, sakinlerinin iznini almadan ve onlara selam vermeden girmeyin» (Nûr 24/27) buyurdu. Sen benim yanıma izinsiz girdin.” Bunun üzerine Ömer (r.a.), “Nasıl şimdi sizi affedersem, sizde hayır var mı? Yani sen de beni affeder, tevbe eder misin?” dedi. O da “evet”, dedi, bu şekilde bıraktı, çıktı.

Bu hususta Hâtem-i Esamm Hazretleri’nin şu misâli ne kadar ibretlidir:

Zayıf, dertli ve perişan bir kadınla konuşuyordu. Kadın, derdini yana yakıla anlatırken, o heyecan içinde kendisinden gayr-i ihtiyârî olarak çirkin bir ses duyuldu. Kadın, bir mum gibi eridi, ezildi, mahvoldu. Şeyh Hazretleri ise, hiçbir şey duymamış gibi muazzam bir vakarla kadına baktı ve elini kulağına götürerek:

“–Söylediklerinizi duymuyorum, çok ağır işitiyorum, yüksek sesle konuşunuz, bağırınız! Ben sağırım!” dedi.

Hatâsının gizli kaldığını zanneden zayıf, dertli ve perişan kadın, bir anda hayâta avdet etmiş gibi ferahladı.

Hiçbir milletin muâşeret edebinde misli görülmemiş derecede hârika bir incelik olan bu davranışı, Hâtem Hazretleri’ne “Esamm: Sağır” lâkabını taktırdı. Zira bu hâdiseden sonra da Hâtem Hazretleri, edeb gözetip o kadın vefât edinceye kadar halk arasında kendini sağır olarak gösterdi. Ancak kadının vefâtından sonra etrafındakilere:

“–Artık kulaklarım duyuyor; normal sesle konuşabilirsiniz!” dedi.

Kardeşlik bağlarını kopardığı için yasaklanan bir diğer husus:

Altıncısı; gıybet etmek: اَلْغِيبَةُ (gıybet), bir kimsenin arkasından, onun hakkında sevmediği bir şeyi söylemektir. O kimse söylenen şeyi gerçekten yapmış ise söylenen söz gıybet olur, yapmamış ise iftira olur. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) bir gün:

“–Biliyor musunuz, gıybet nedir?”diye sormuştu. Ashâb-ı kirâm:

“–Allah ve Resûlü daha iyi bilir” karşılığını verdi. Peygamberimiz (s.a.v.):

“–Gıybet, din kardeşinden, onun hoşlanmayacağı bir şekilde bahsetmendir” buyurdu. Yanındakilerden biri:

“–Söylediğim ayıp eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.v.):

“–Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa, ona iftirâda bulundun demektir” buyurdu. (Müslim, Birr 70; Ebû Dâvûd, Edeb 40/4874)

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Miraca çıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve sadırlarını tırmalayan bir topluluğa rastladım.

«–Ey Cebrâil! Bunlar kimlerdir?» diye sordum.

«–Bunlar, gıybet etmek sûretiyle insanların etlerini yiyenler ve onların şeref ve namuslarıyla oynayanlardır» cevabını verdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb 35/4878; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 224)

Muhammed b. Sirin (k.s.)’a birisi geldi ve:

“- Senin gıybetini ettim. Bu hâlimi hoşgör ve hakkını helâl et” dedi. Hazret şöyle cevap verdi:

“- Allah Teâlâ, müslümanların şerefiyle oynamayı ve onların namusuna dil uzatmayı haram kılmıştır. O’nun haram kılıp yasakladığı bir şeyi ben nasıl hoş görüp helâl ederim. Ancak Rabbimden seni bağışlamasını isteyebilirim, o kadar…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 114)

Hasan-ı Basrî (k.s.)’ta ise daha farklı bir tecelli vardır. Nitekim bir gün onun kulağına, “Falan kişi senin hakkında gıybet etti” diye bir söz ulaşınca hemen bir tabak üzerine koyduğu birkaç hurmayı o kişiye göndererek özür dileme sadedinde:

“−Haber aldığıma göre kazanmış olduğun sevapları, benim amel defterime nakletmişsin. Bundan dolayı seni mükâfatlandırmak istedim, seni hakkıyla mükâfatlandıramadığım için mazur gör” diye haber göndermiştir. (Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 70-71)

Allah Teâlâ gıybet etmenin çirkinliğini beyân etmek için onu ölü eti yemeğe benzetmiştir. Gerçekten de arada benzerlik vardır. Çünkü ölen kişi etinin yendiğinin farkında olmaz. Gıybet edilen de o anda gıybet edenin söylediklerini bilmez. Ayrıca bu benzetmede insanın şeref ve namusunun, eti gibi haram olduğuna da bir işaret vardır. Ölü eti insana iğrenç gelir. Hele insan ölüsünün etini yemek daha iğrençtir. Ölen insan kendi kardeşi olursa onun etini yemek daha da iğrenç olur. İşte Yüce Allah, mü’minleri gıybetten şiddetle sakındırmak için, onun, ölü kardeşinin etini yemek gibi insan fıtratının asla hoşlanmayacağı çirkin bir şey olduğunu haber vermektedir.

Görüldüğü üzere İslâm, insanının her türlü hakkını böyle koruma altına almakta, ona en büyük değeri vermekte ve bütün insanlığı bu yüce değerleri benimseyip yaşamaya ve takvânın zirve noktalarına doğru tırmanmaya çağırmaktadır:

  1. Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Soyunuz sopunuzla birbirinize karşı övünesiniz diye değil, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır. Hiç şüphesiz Allah, her şeyi hakkiyle bilir, her şeyden haberdardır.

Önceki âyetlerde iman edenlere hitap edilirken bu âyet-i kerîmede bütün insanlara hitap edilir. Çünkü âyetin mesajı yalnız müslümanları değil tüm insanlığı ilgilendirmektedir. Yüce Allah yaratılış itibariyle insanların eşitliğini, faziletin kişinin bağlı bulunduğu kabile, soy ve ırkta, malda mülkte değil, yalnızca hür iradesiyle kazanacağı takvâ seviyesi ve ahlâkî fazilette olduğunu beyân buyuruyor.

Cenâb-ı Hak önce Âdem ve Havva’yı yarattı. Sonra teselsül halinde tüm insanlığı bunlardan yaratıp çoğalttı. Onları milletlere, ırklara, kavim, kabile ve aşiretlere ayırdı. Her millet ayrı bir dilden konuştu; kendilerine ait örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri oluştu. Fakat Yüce Allah bunu karşılıklı övünme ve kavga vesilesi olsun diye değil, insanlar birbirleriyle tanışsınlar, bilişsinler, kültür ve medeniyet alış verişinde bulunsunlar, dünyayı birlikte imar etsinler ve dünya imkânlarından birlikte istifade etsinler diye böyle yapmıştır. Kimsenin bağlı olduğu aile, kabile, kavim ve ırkla övünme hakkı yoktur. Çünkü insanların hepsi bir erkek ve bir kadından yaratılmıştır. Hiç kimsenin ana ve babasını seçme hakkı da yoktur. Bu bakımdan insanın kendi kazancı olmayan bir şey ile övünmesi veya kınanması doğru değildir. Dolayısıyla Allah katında insanın değeri, tercihi elinde olmayan soyu, sopu ve nesebiyle değil, bizzat kendi tercih, niyet, gayret ve çabasıyla kazanacağı takvâsı yani Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından sakınması ve ahlâkî faziletleri iledir. Nitekim Ebû Hüreyre’nin anlattığına göre bir gün Resûlullah (s.a.v.) ashâbına:

“–Şu kelimeleri kim benden alıp hem onlarla amel edecek hem de bunlara göre davranabilecek olana öğretecek?” buyurdu. Ben hemen atılıp:

“–Ben, ey Allah’ın Resûlü!” dedim.

Efendimiz (a.s.) elimden tuttu ve şu beş şeyi saydı:

  • “Haramlardan sakınırsan, Allah’ın en âbid kulu olursun!
  • Allah’ın sana olan taksîmine râzı olursan, kanaatta insanların en zengini olursun!
  • Komşuna ihsanda bulun ki kâmil bir mü’min olasın.
  • Kendin için istediğini, başkaları için de iste ki gerçek bir müslüman olasın!
  • Fazla gülme! Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür.” (Tirmizî, Zühd 2/2305; İbn Mâce, Zühd 24)

Şu bir târihî gerçektir ki, Kur’ân-ı Kerîm’in indiği dönemlerde Araplarda kavim ve kabileleriyle övünme, kendilerini bu yüzden başkalarından üstün görme âdeti son derece güçlü idi. İslâm insanların eşitliği gerçeğini ilan edince bunu sindir­mekte zorlananlar oldu. Bazı soylu aileler kızlarını, fazla değer vermedikleri kabile gençlerine, fakirlere veya azatlı kölelere vermek istemiyorlardı. Allah Resûlü (s.a.v.) bunlarla mücadele et­ti ve onları sabırla terbiye etmeye çalıştı. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Allah sizden câhiliye gururunu ve atalarla övünme adetini giderdi. İnsanlar iki kısımdır: Biri dindâr, müttakî ve Allah katında değerli olan, diğeri de günahkâr, isyankâr ve Allah katında değersiz olan kimsedir. İnsanlar Âdem oğullarıdır. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bir toplum atalarıyla övünmekten vazgeçsin; yoksa onlar, Allah indinde burnuyla necâset yuvarlayan böcekten daha değersiz olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 361)

Resûl-i Müctebâ (s.a.v.) meşhur Vedâ hutbesinde bütün insanlığa şöyle seslendi:

“Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki Rabbiniz birdir, babanız birdir. Arabın baş­ka ırka, başka ırkın Araba, beyazın siyaha, siyahın beyaza, dindarlık ve ahlâk üs­tünlüğü dışında bir üstünlüğü yoktur. Dinleyin! Bu ilâhî gerçeği size tebliğ ettim mi, bildirdim mi?” Hep birden “Evet” dediler. “Öyleyse burada olanlar olmayan­lara bildirsin” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411)

İslâm’ın değer ölçüsü, Allah’a ve Resûlü’ne yakınlaşabilmenin tek yolu takvâdır. Allah saygısının ve korkusunun kalbi bütün yönlerinden kuşatması, gönlün derinliklerine işlemesi, rûhun en latîf ve hassâs inceliklerine sinmesi ve böyle yüksek bir takvâ hissiyâtının tesiriyle kulun Allah Teâlâ’nın hoşnut olmayacağı her türlü düşünce, söz, fiil ve davranışı terk etmesi, buna mukâbil Allah Teâlâ’nın hoşnut olacağı her türlü güzel niyet, söz, fiil ve davranışa bütün gücünü harcayarak koşmasıdır. Efendimiz (s.a.v.)’in çok sevdiği ve terbiyesine özel ihtimâm gösterdiği mümtâz sahabî Muâz b. Cebel (r.a.)’in kendisiyle alakalı naklettiği şu hâdise pek şayân-ı dikkattir:

“Resûl-i Ekrem (s.a.v.) beni Yemen’e vâli olarak gönderirken, uğurlamak için Medine’nin dışına kadar teşrîf etti. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra:

“–Ey Muâz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!” buyurdu.

Bu sözleri duyunca, dosttan yâni Allah Resûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım. Resûlullah (s.a.v.):

“–Ağlama ey Muâz!” buyurdu ve sonra yüzünü Medine’ye doğru çevirerek:

“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allah’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 235)

Yine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz:

“Şüphesiz benim dostlarım gönülleri Allah saygısı ve korkusuyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınan kullardır” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242)

Dinî gerçekleri bilenler, bilmeyenlere öğretmelidir. Zira insanın iman ve islâmın hakikatine nüfûz edip olgun bir mü’min seviyesine yükselmesi kolay bir durum değildir. Bunun için ilme, irfana, terbiyeye ve tezkiyeye, bedel ödemeye, samimiyetle çalışıp gayret göstermeye ihtiyaç vardır. Değilse şöyle bir manzarayla karşılaşmak işten bile değildir:

MEÂLİ:

  1. Bedevîler: “İman ettik” dediler. De ki: “Siz henüz iman etmediniz. Fakat «biz, sadece boyun eğdik» deyin. Çünkü iman henüz tam olarak kalplerinize yerleşmemiştir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, Allah sizin amellerinizden hiçbir şeyi boşa çıkarmayacaktır. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Âyet-i kerîmenin, Esed b. Huzeyme oğullarından bedevî Araplar hak­kında indiği rivâyet edilir. Bunlar bir kıtlık senesinde Resûlullah (s.a.v.)’in huzuruna gelmiş ve zahiren şehadet kelimelerini söylemişlerdi. Ancak içten içe inanmış değillerdi. Medine yollarını pisliklerle berbat etmiş, fiyatların yükselmesine sebep olmuşlardı. Üstelik Peygamberimiz (s.a.v.)’e: “Biz sana yüklerimizle, ailelerimizle birlikte gel­dik. Filan oğulları seninle çarpıştığı gibi, biz seninle savaşmadık. Bunun için bize zekâttan bir şeyler ver” demeye ve Peygamber Efendimize minnet etmeye başlamışlardı. Yüce Allah da onlar hakkında bu âyet-i kerîmeyi in­dirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 412) Bunlar gerçekten inanmadıkları halde, öldürülmek ve çoluk çocuklarının esir alınması korkusuyla teslimiyet göstermiş kimselerdir. Bu ise münafıkların sıfatıdır. Çünkü onlar kalpleri iman etmediği halde zahiren iman etmiş görünmekle, ölüm ve esaretten kurtuldu­lar. Halbuki imanın gerçeği kalp ile tasdiktir ve onun dışa yansıması gereken çok önemli alametleri vardır:

  1. Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah ve Rasûlü’ne iman ederler, sonra imanlarında en küçük bir şüpheye düşmezler, malları ve canlarıyla da Allah yolunda cihad ederler. İman iddia ve ikrarında özü sözü doğru olanlar işte bunlardır.

Gerçek iman kuru bir iddiadan ibaret değildir. Onun zaruri yansımaları vardır. Hakiki imanın kalpte yerleşmesi için gönülde tam bir tasdikin olması ve buna en küçük bir şüphenin karışmaması zaruridir. Çünkü şüphe imanı zayi eder. Sonra sâlih ameller işlemek ve Allah yolunda mallarla canlarla cihad etmek suretiyle imanın iyice tahkike erdirilmesi lazımdır. İşte imanlarında sadık ve samimi olanlar bunlardır. Yoksa öldürülmek korkusu ve menfaat elde etmek arzusuyla inanmış gibi görünenlerin değil. Nitekim bu gibi samimiyetsiz kişilerin hallerine ışık tutmak üzere buyruluyor ki:

  1. Rasûlüm! De ki: “Gerçekten dine bağlı olup olmadığınızı ve dindarlık derecenizi siz mi Allah’a öğreteceksiniz? Halbuki Allah, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini bilir. Çünkü Allah, her şeyi hakkiyle bilendir.
  2. Onlar zâhiren müslüman oldukları için seni minnet altında bırakmak istiyorlar. De ki: “müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Tam aksine, eğer iman iddianızda doğru ve samimi iseniz, asıl sizi imana eriştirmekle Allah size iyilik ediyor demektir.”
  3. Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin bütün gizliliklerini bilir. Allah, sizin bütün yaptıklarınızı da görmektedir.

Bazı insanlar müslüman olmalarını Resûlullah (s.a.v.)’in başına kakmaya çalışmışlardı. Âyetlerde onların böyle bir hakkı olmadığı ve yaptıklarının çok yanlış bir tavır olduğu bildirilmektedir. Çünkü müslüman olmaları Peygamberimiz yararına değil, kendi yararlarına olan bir şeydir. Esasen minnet etme, başa kakma hakkı Allah’a aittir. Zira lütfedip onları iman etmeye muvaffak kılmıştır. Dileseydi kılmayabilirdi. O halde başa kakmayı bırakıp, verdiği iman nimeti ve diğer nimetleri için Allah’a şükretmeye çalışmak gerekir. Allah ise göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, insanların yaptıkları her şeyi hakkiyle bilmektedir. O, gönüllerden geçeni de bilir. İşte insan Allah Teâlâ’ya böyle inanır ve O’nu böyle tanırsa hem kalbini yanlış inanç ve düşüncelerden hem de dış azalarını her türlü çirkin fiil ve davranışlardan koruma gayreti içine girer. Allah’ı aldatmasının mümkün olmadığını bilince, bu kez O’nun râzı olacağı güzel bir kul olmaya çalışır.

Dipnotlar:

[1].  Anlatıldığına göre, Mûsâ (a.s.) rüyâsında meleklere: “Rabbimiz uyur mu?” diye sordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklere onu uyku bastırınca üç kez uyandırmalarını ve uyumaya bırakmamalarını emretti. Sonra Mûsâ’ya: “Eline iki dolu bardak almasını” emir buyurdu. O da aldı. Hemen Mûsâ’yı uyku tuttu ve bardakların ikisi de elinden yere düşüp kırıldı. Sonra Allah Teâlâ, Mûsâ’ya: “Ben, kudretimle gökleri ve yeri ayakta tutmaktayım. Şayet bana uyku veya uyuklama arız olsa yer ve göklerin hali nice olurdu” diye vahyetti. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 146)

[2].  Sehâvet ehli: Cömert olanlar; Cânân: Sevgili, kula en sevgili olan Allah Teâlâ; Fedâ-yı cân: Can vermek

[3].  Allah Resûlü (s.a.v.) Efendimiz’e bir sahâbî gelerek: “Ya Rasûlallah! Birisi kahramanlık göstermek için, birisi aile ve yakınlarını koruma gayreti için, birisi de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?” diye sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Ancak Allah’ın kelimesi daha yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolundadır” buyurdu. (Buhârî, İlim 45; Müslim, İmâre 150-151)

[4].  Tağlip kaidesi: İfadeyi, çoğunluğu dikkate alarak kullanmak.

[5].  Haset-perver: Hasete düşkün, haset eden. Beter: Kötü. Müziç: Acı ve ızdırap veren.

[6].  Nahiv âlimi: Arapça dilbilgisi ve gramer âlimi, nahivci.

Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik, Tefsîr Usûlü ve Tarihi, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

TABİÎLER DÖNEMİNDE SONRAKİ TEFSİR FAALİYETLERİ

Tabiîler Döneminde Sonraki Tefsir Faaliyetleri

ALLAH'IN SIFATLARI

Allah'ın Sıfatları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.