Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun Eserlerinden Seçmeler
Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri büyük bir emek vererek ve göz nûru dökerek nice hikmetlerle dolu pek çok eser telif etmiştir. Sami Efendi'nin eserlerinden seçilen yazıları sizler için derledik.
Sami Efendi Hazretleri eserlerinde, yaşadığı asra en uygun ve lüzumlu bilgileri, en münâsip bir lisanla kaleme almıştır. Hazırlanan mevzular, önce kendi devlethânelerinde hâne halkına, sonra sohbetlerde okunmuş, daha sonra da kitap hâlinde neşredilmiştir. Çok kıymetli bir ilim ve hikmet hazinesi olan bu eserlerden seçtiğimiz bâzı kısımları aşağıya dercediyoruz:
EHL-İ SÜNNET YOLUNA İTTİBÂ
“Öğütlerin hulâsası ve nasihatlerin özü şudur: Dindar ve İslâmî hükümlere hassâsiyetle riâyet eden kişilerle ünsiyet kurarak beraberliği temin et! Dindarlık ve şerîate bağlılık da ancak Ehl-i Sünnet yoluna tâbî olmaya bağlıdır. Zira kıyâmet günü kurtuluşa erecek olan grup onlardır. Bu gibi istikâmetteki mü’minlere tâbî olmadan kurtulmak imkânsızdır.”[1]
DİNİ İLİMLERİ TAHSİL
“Ey birâder! Vakit âhir zamandır. Din zayıflamış, Sünnet terk edilmiş, bid’atler ise her tarafa yayılmıştır. Böyle karanlık bir devirde, en mühim şey olan akāidi ve diğer dînî ilimleri tahsil etmeye gayret eylemek zarurîdir.”[2]
“Her belde ve her kabîlede dînî meseleleri tâlim edecek bir âlimin bulundurulması farz-ı kifâyedir. Eğer bulundurulmazsa oradaki halkın hepsi günahkâr olur. Fakat her mü’minin ilm-i hâlini, yani kendini ilgilendiren dînî hükümleri öğrenmesi de farz-ı ayn olduğundan, bunları öğrenmeyen kimse günahkâr olur. Çünkü İslâm diyârında cehâlet, mâzeret sayılmaz.”[3]
İSTİKÂMET
“İstikâmet sahibi, dağ gibi müstakîm olmalıdır. Çünkü dağın dört alâmeti vardır:
1) Sıcaktan erimez,
2) Soğuktan donmaz,
3) Rüzgârdan devrilmez,
4) Sel alıp götürmez.”[4]
[Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Efendimiz’i gıyâbında medhederek şöyle buyurmuştur:
“Sen, şiddetli kasırgaların bile yerinden hareket ettiremediği, kuvvetli sarsıntıların bile yok edemediği yüce bir dağ gibiydin!”[5]
KALB-İ SELÎM
“Ehl-i hikmete göre gönlün rûhâniyet ve hikmetle müzeyyen hâle gelebilmesi, yani mükerrem insan olabilmek için şu beş esâsa riâyet şarttır:
1) Sâlih ve sâdıklarla beraber olmak,
2) Mânâsını düşünerek çokça Kur’ân-ı Kerîm okumak ve namaz kılmak,
3) Oruç tutmak, az yemek, açlığa ağırlık vermek,
4) Devamlı zikir hâlinde olmak,
5) Seher vakitlerinde tazarrû ve niyazda bulunmak.”[6]
“Kalb-i selîm sahibi; dîninde cehâletten, kötü ahlâktan, mal ve evlâdın şerrinden sâlim ve pâk olarak huzûr-i ilâhîye gelen kişidir. Malını hayır yollarına sarf eden, evlâdına dînî hükümleri öğreten ve yaşatan; kalbî hastalıklar, kötü ahlâk ve cehâletten sâlim olarak âhirete giden kişiler, mal ve evlâdından menfaat göreceklerdir…
Kalb-i selîmin üç alâmeti vardır:
1. Hiç kimseye eziyet etmemek,
2. Hiç kimseden incinmemek,
3. Bir kimseye iyilik yaptığında ondan bir karşılık ve mükâfat beklememek.”[7]
“İnsan bedeni, türâbîdir, toprağa mensuptur. Yemek içmek, uyumak ve şehvet gibi işler îtibârıyla diğer mahlûkât ile aynıdır. Ama rûh itibârıyla da nûrânîdir, Allâh’a mensuptur. İnsanda nefsânî arzular gâlip olursa, Allah’tan uzaklaşır, rûh âlemi incelik, zarâfet ve derinliğini kaybeder, kalp kararır... Fakat insanda rûhânî hayat gâlip olursa, Allâh’a yaklaşır, kalbi de, bedeni de nurlanır.
Bunun için kalbi tasfiye ve tezkiye etmek, yani nurlandırmak lâzımdır. Kalp temizlenmedikçe nurlanamaz ve bu hâlde insan aslâ kalbî hastalıklardan kurtulamaz...
Bir ağacın kökünde çürüklük varsa, onun alâmeti dallarında ve yapraklarında belli olur, meyvesinde görülür. Kalpte de hastalık, çürüklük olursa bedenin her uzvunda ve her işinde onun eseri ve zararı görülür. Onu tedâvi etmek lâzımdır.
Kalbin tedâvisi, rûhun mensub olduğu Allâh’ı zikretmekle yapılır. Kalbin hastalığı, zikrullâh ile temizlenir.”[8]
TASAVVUF
“Tasavvuf, şerîatin âdap ve erkânının kaynağıdır.
Tasavvuf, Allâh’a karşı kuvvetli bir muhabbet duymak ve neticesinde benlik dâvâsını terk etmektir.
Tasavvuf, zikr-i dâimîde bulunarak Allah’tan başka her şeyden gönlü temizlemektir.”[9]
TARÎKAT VE SEYR U SÜLÛK
“Tarîkat, şerîatin hâdimidir. Abdest, temizlik ve tahâret namaza hazırlık olduğu gibi, tarîkat da kalbi temizleyip huzûra hazırlar.”[10]
“Tarîkat-i aliyyede feyz ve terakkînin en mühim sebebi, muhabbet ve râbıtadır. Bu da mürşidinin teveccüh, nazar ve himmetini kazanmak sûretiyle olur. «Muhabbetin şartı, muvâfakattir.» Yani mürşidin sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemektir.”[11]
“Bedenî hastalıklardan şifâyâb olmak için bir tabîbin teşhis ve tedâvisine ihtiyaç olduğu gibi; kibir, haset, dünya sevgisi gibi kalbî hastalıkların tedâvisi için de bir mânevî tabîbin tedâvisine daha fazla ihtiyaç olduğu hakîkatinden gaflet edilmemelidir.”[12]
TEZKİYE
“Hakîkî îmânı elde edebilmek için kalbî hastalıkların izâle edilmesi zarurîdir… Bunun için de tezkiye-i nefs zarurîdir… Nefsin emmârelikten kurtulması, ancak onu tezkiye ederek mutmainne makâmına çıkarmakla mümkündür. O zaman îmânın hakîkati zuhûr eder ve kuvvet bulur. Bu seviyede îman, vicdânî olur ki, bu kısım îman zevâlden korunmuştur…
Bir kişi zâhirî ve cismânî hastalığını tedâvi etmek için gayret ettiği hâlde, kalbin giriftar olduğu mânevî hastalıklarla ilgilenmez ve gâfil davranırsa, bu, nâdanlıktan başka bir şey değildir.”[13]
“Hakîkî mânâda İslâm’a girebilmek, nefs-i emmâreyi bertaraf etmeye ve ilâhî emirlere tâbî olmaya bağlıdır. Binâenaleyh, nefs-i mutmainne’ye ermeden evvel, yalnız kalbî tasdîk ile meydana gelen İslâm’a, «İslâm-ı mecâzî» derler. Nefs, mutmainne makâmına erdikten sonra olan îmâna da, îmân-ı hakîkî denir.”[14]
“Nefs-i emmâreye hizmet eden kişi, huzûr-i Bârî’ye vardığında Cenâb-ı Hak’tan mükâfat taleb edemez. Zira dünyadayken Cenâb-ı Hakk’ı unutarak nefs-i emmâreye hizmet etmiştir.”[15]
CİHAD
“Cihad iki kısma ayrılır:
1. Küçük cihad: Küffâr ile yapılan mücâhede ve muhârebedir.
2. Büyük cihad: Nefse karşı cihâd etmektir ki gönül âlemini ıslah etmekten ibârettir. Muhârebe, zâhirin ıslâhıdır. Gönül âlemini ıslah ise zâhiri ıslahtan daha zor ve uzundur. Küçük cihâdın gâyesi, Cennet ve rahmete nâil olmak; büyük cihâdın gâyesi ise Hak Teâlâ’yı ve cemâl-i ilâhîyi müşâhedeye vâsıl olmaktır. Küçük cihâdın gâyesi şehâdet, büyük cihâdın gâyesi sıddîkıyettir. Sıddîkların derecesi ise şehîdlerin derecesinden üstündür.”[16]
“Nefisle mücâdelede muvaffak olmak için zikre devam ve teslîmiyet şarttır. Nefisle cihad en büyük cihaddır. Çünkü o, ardı arkası kesilmeyen ve ölünceye kadar devam eden bir mücâdeledir. Düşmanla mücâdele, muayyen bir vakitte olup biter. Nefisle cihâd ise her zaman olacaktır. Nefisle cihad, hem zikirle, hem teslîmiyetle, hem ibadetle, hem de Kur’ân ve Sünnet’in ahkâmını hayatın her safhasında yaşamakla mümkün olur.
Bütün düşmanlar iyilik edince dostluğa döner, fakat nefs aslâ dost olmaz! Ona ne kadar iyilik edersen et, o daha çok azar ve azılı düşman olur, onunla cihad ve mücâdele de gittikçe zorlaşır. Bu sebeple nefisle cihad, en büyük harptir ve bu hepimize farz-ı ayndır.”[17]
Sâmi Efendi Hazretleri Tebük Seferi’nden mâzeretsiz olarak geri kalan sahâbîlerin çektiği vicdan azâbı ve sıkıntılardan bahsettikten sonra şöyle buyurur:
“Küçük cihad denilen muhârebeden geri kalmak, böyle hacâlet (utanç sebebi) ve hüsran olursa, en büyük cihâd olan nefs tezkiyesi ve kâmil insan olmak yolu terk edilirse, hüsran ve azap ne kadar büyük olur, düşünelim!.. Bu hüsran ve azap hem dünyada hem âhirette vuk¯u bulur.”[18]
ZİKİR
“Zikrin hakîkati ve kemâli, zikir ânında zikredilenden başka her şeyi unutabilmektir. Hak yolunun yolcusuna gereken de, en büyük gâye olan zikr-i hakîkîye ulaşmaktır.”[19]
“Hasenâtın en güzeli, tâatlerin en fazîletlisi, Allah hakkında ilim sahibi olmak, O’nun tevhîdinin yolunu bilmek ve nefsin hevâsına muhâlefet etmektir. Kul, zikrullâh ile günahlardan arınır. Tezkiye-i nefse de ancak zikrullâh ile nâil olabilir. Tasfiye-i kalbin de yegâne medârı, zikrullâh’a çokça devam etmektir. Zikrullâh ile kul, Allâh’a ibadete kuvvet kazanır, şeytanın hîle ve tuzaklarından kurtulur.”[20]
“Akıllı insan, Allâh’ı çok çok zikretmelidir. Zira zikir, iç dünyanın temizlenmesine sebep olduğu gibi kalbin cilâlanmasını da sağlar.”[21]
“Hakîkî hayat sahibi, ancak kalbi diri olan kimsedir. Çünkü kalp, Beytullah’tır. Orada Allah muhabbeti ve zikri yoksa o kalp ölüdür… Hakîm et-Tirmizî Hazretleri der ki:
«Zikrullah kalbi diri tutar ve yumuşatır. Kalp, zikirden uzaklaşınca nefsin harâreti altında kalır, şehvet ateşleriyle kurur, katılaşır, diğer uzuvları ibadet edemez hâle getirir, kaskatı yapar. Eğer bu hâlinde devam ederse kuru bir ağaç gibi, taş gibi kesilip ateşte yanmaktan başka bir işe yaramaz. Bu duruma düşmekten Allâh’a sığınırız.»”[22]
EVLİYÂ
“Evliyâullah yağmur gibidir. Maddî yağmur olmadan beşerî hayatın bekāsı mümkün olamayacağı gibi, mânevî yağmur olmadan da mükevvenâtın bekāsı mümkün değildir. Her yağmurun zamanına göre faydası olduğu gibi, evliyâullâh’ın da zamanına göre faydaları vardır. Her birinin Cenâb-ı Hak katında ayrı bir mevkii vardır. Bu sebeple önceki zamanlarda geçen evliyâullah ile sonradan gelenleri mukayese etmemelidir.
Meselâ birkaç asır evvel irtihâl eden evliyâullâh’ı bu zamanda insanların ekseriyeti kabûl ederler. Bunun sebebi şudur: Vefât eden evliyâullâh’ın şu anda irşad vazifesi yoktur. Bu sebeple şeytan onların tasdik edilmesine mânî olmaz. Ancak şeytan, insanları, hayatta bulunan, irşâda memur kâmil velîlere yaklaştırmamak için büyük gayretler sarf eder, onları inkâr ettirmeye çalışır. Çünkü şeytan, mü’minlerin selâmetini hiç arzu etmez.”[23]
İSLÂM KARDEŞLİĞİ
“İslâmî esaslara uygun olarak birbirlerine acımak, birbirlerini sevmek, birbirleriyle yardımlaşmak, İslâmiyet’in haklarını korumak ve Dîn-i Muhammedî’yi şerefli makâmına ulaştırmak, bütün müslümanların üzerine vâciptir. Bu bakımdan bütün mü’minler tek kişi, tek vücut gibidirler.”[24]
“Müslümanlar kendi aralarında Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde birleşmiyor ve Allâh’ın Kitâb’ının, Rasûlullâh’ın Sünnet’inin hâricinde bir yol takip ediyorlarsa, Allah muhâfaza buyursun, zilletin çukuruna yuvarlanmışlar demektir… Ancak kalpler tevhîdin hakîkatinde birleştiği zaman nusret ve selâmete ulaşılır, dilekler kemâliyle tahakkuk eder.”[25]
İNFAK
“Kul, elindeki malın en güzelini Allâh’a verdiği gibi Allah da ona kendi nezdindeki nîmetlerin en güzelini verecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: «İyiliğin mükâfatı ancak iyilikten başka bir şey midir ki?!» (er-Rahmân, 60)”[26]
“İnfak, insanların derecelerine göre farklı farklıdır. Avâmın infâkı yalnızca malını vermektir ki, mükâfatı Cennet’tir. Havâssın infâkı malını infâk etmekle beraber nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmektir ki, ecri kıyâmet gününde Cemâlullâh’ı müşâhede nîmetine nâiliyettir. Bu sebeple mü’mine yakışan, malını infâk ederken nefsini de temizlemek ve kalbini Allâh’a tahsîs etmektir. Kalbinde mal ve dünya sevgisi bulunan bir mü’min, îmânın zevkine ve kemâline eremez. Cimrilikten sakınmak ve elinde bulunan mal nisbetinde cömert olmaya çalışmak da mü’minliğin şiârındandır.”[27]
“Sâil (muhtaç), Cenâb-ı Hakk’ın bir hediyesidir. Sâili boş çevirmek; «Cenâb-ı Hakk’ın hediyesine ihtiyacım yok!» demektir. Verecek bir şeyiniz yoksa onu tatlı bir sözle gönderiniz! Husûsiyle akşam namazından sonra gelen sâillere dikkat etmek lâzımdır.”[28]
VAKİT
Vakit sermâyesini, en mühim amel-i sâlihlere harcamak lâzımdır… Dedikodu, insanın gafletini artırmaktan başka bir işe yaramaz. Herkese karşı hüsn-i zan besleyen temiz bir kalbe sahip olmak için gayret sarf edin! İlâhî azameti tefekkür edip sizi ilgilendirmeyen şeylerden tamamıyla yüz çevirin! Bütün himmetinizi, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmaya sarf edin! Nefsin hazlarına takılıp kalmayın! Vakitleri boş geçirmekten şiddetle sakının! Ehl ü iyâlinize şefkatle muâmele edin! Âhireti kazanma iştiyâkı dünyadaki çalışmalarınızdan çok daha ötede olsun! Dünya nîmetlerine aldanmanın neticesi, cennet nîmetlerinden mahrûmiyet ve nedâmetten başka bir şey değildir…
Başıboş kalmayın! Takvâya mânî olan boş şeylerle meşgul olmayın! Dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ve tazarrû edin! Üzerinizde hakkı olan insanlarla ancak zaruret miktârı beraber olun! Böylece hatır ve gönüllerini almış olursunuz. «Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker»i ihmâl etmeyin! Bütün hâne halkını namaza, sâlih insan olmaya ve İslâmî esasları tatbik etmeye teşvik edin! Zira emriniz altındaki bu insanlardan mes’ûlsünüz, kıyâmet günü hesâba çekileceksiniz…
Allah Teâlâ’nın kulundan yüz çevirdiğinin alâmeti, o kulun faydası olmayan lüzumsuz şeylerle meşgul olmasıdır.”[29]
AKILLI KİMDİR?
“Akıllı; her hâline dikkat edip içinde bulunduğu zamanı değerlendirmeye gayret eden ve tûl-i emeli, yani dünyada ebedî kalacakmış gibi lüzumsuz arzular peşinde koşmayı terk eden kişidir.”[30]
“Akıllı olan, dünya nîmetlerine aldanmaz. Allah’tan başka bir şeyle sevinmez. Zira Allah’tan başka her şey, yok olmaya mahkûmdur. Fânî ve zevâle mahkûm bir şeyle sevinmek, akıl ve irfan kârı değildir.”[31]
“Akıl sahibi kişiler, dünya oyuncaklarından, yani nefsin arzu ve heveslerinden vazgeçmelidir. Çünkü dünya oyun ve oyuncaktan ibârettir, kandırıcıdır, fitneleri ve âfetleri çoktur. Hevâ kuyusuna düşmemek için nefsin arzularını terk etmekten başka çâre yoktur. Hevâyı defetmenin çâresi de mâsivâya meyli terk edip Hakk’a yönelmek ve zikrullâh’a devam etmektir.”[32]
DÜNYA MUHABBETİ
“Âhireti unutturan dünya muhabbeti, her günahın başı, büyük günahların en büyüğüdür. Nitekim her türlü günahın, dünyaya beslenen aşırı muhabbet sebebiyle işlendiği görülmektedir.”[33]
“Akıllı olana yakışan, dünyanın çer-çöpüyle uğraşarak kendini yormamaktır. Zira rızık taksîm edilmiştir. Hiç kimse, kendisine ayrılan rızıktan fazlasına ulaşamayacaktır.”[34]
DUÂ
“İlaçların en faydalısı duâdır. Duâ belânın gelmesini önler, gelen belâyı da hafifletir. Duâ, mü’minin silâhıdır. Ancak huzûr-i kalp ile Cenâb-ı Hakk’ın azametini tefekkür ederek ve duâların kabûl edildiği vakitlerde yapılmalıdır. Meselâ, gecenin son üçte birinde, kıbleye karşı boyun eğerek, gönül kırıklığı ile, tazarrû ve niyazla ve pâklık ile Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ ve Rasûlü’ne salât ü selâm etmeli ve evvelâ tevbe ve istiğfâr edip bir miktar sadaka vermiş olmalı ve duâsında da kesin kararlı ve ısrarcı olmalıdır.”[35]
“Bâzıları, «Filân duâyı şu kadar okursanız şu murâdınız hâsıl olur.» gibi ifâdeler kullanırlar. Kalp temiz olmadıktan sonra duâyı çok okumak fayda vermez. Meselâ dünya üzerinde pek çok su mevcuttur. Menbaı birdir. Lâkin kimisi gâyet güzel ve tatlıdır, kimisi ise bataklıkta olup içilmez ve faydası olmaz. Öyleyse her hâlükârda menbaın temiz olması lâzımdır. Menbâ ne kadar temiz olursa, suyun kıymeti o nisbette artar. İşte aynen bunun gibi, mânevî bir menbâ olan kalbin de temiz olması lâzımdır.”[36]
EVLÂT TERBİYESİ
“Müslüman anne-baba, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine İslâm fıtratı üzere bahşettiği evlâdına dînî terbiye vermek ve akîdesini tâlim ve telkîn etmekle mükelleftir. Aksi takdirde mes’ûldür.”[37]
FÂİZ
“Fâizde ısrar eden kimsenin her ne kadar malı çok olsa da âkıbeti fakirliğe ve malının bereketi zevâle mâruz olur. O kimse halk arasında kötü, îtimâda ve îtibâra lâyık olmayan fâsık biri diye tanınır ve kalbi iyice katılaşır.”[38]
HASET
Haset, nefsin kötü ahlâkındandır. Tevhid, yani «لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» demeye ve zikirlere çok devam etmek sûretiyle bunların izâlesine çalışmak lâzımdır.”[39]
“Haset edersen, hasedin, düşmanına değil sana zarar verir.”[40]
AZIK
“«...Azığınızı alın! Azıkların en hayırlısı takvâdır...» (el-Bakara, 197) Yani âhiret azığınızın, çirkin şeylerden sakınmak şeklinde olduğunu biliniz. Zira azıkların en hayırlısı, Allah’tan korkmaktır. Yoksa yiyeceklerden elde edilen azık değildir. Sözün özü şudur ki:
İnsanoğlunun iki yolculuğu vardır. Birisi dünyadaki yolculuğu, diğeri de dünyadan yolculuğu. Dünyadaki yolculuğunda mutlakâ azık lâzımdır ki, o da yiyecek şeylerdir. Dünyadan yolculuğunda da mutlakâ azık lâzımdır. Bu da Allâh’ı tanımak, sevmek, O’ndan başkasına gönül vermemek, devamlı O’na tâatle meşgul olmak, O’na muhâlefetten sakınmak ve yasaklarından kaçınmaktır.
İşte bu azık, dünyadaki yolcunun azığından daha hayırlıdır. Zira dünya azığı, yalnız bedenin ihtiyacını görür. Âhiret azığı ise ebedî azaptan kurtarır. Dünya azığı fânîdir. Âhiret azığı ise bâkì ve hâlis lezzetlere ulaştırır.”[41]
AZALAR
“Allah Teâlâ, her bir âzâyı ne için yarattıysa o yolda kullanılmasını irâde etmektedir. Kalbin yaratılış sebebi, mârifet ve tevhidle meşgul olmaktır. Lisânın vazifesi, şehâdet ve tilâvetle meşgul olmak, insanların ayıplarını araştırmamak ve insanlara yumuşak ve gönül alıcı bir üslûb ile hitâb etmektir. Her bir âzâyı yaratılış maksadına göre kullanma hususunda Cenâb-ı Hakk’a verdiği sözü tutmayan kişi, O’nun gazabına uğrar.”[42]
Not: Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’nin kitaplarını temin etmek için tıklayınız.
Dipnotlar:
[1] M. Sâmi Efendi, Musâhabe, I, 118.
[2] M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 101.
[3] M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 64.
[4] M. Sâmi Efendi, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, s. 145.
[5] Ebû Nuaym, Mârifetü’s-Sahâbe, Riyâd, 1419, I, 264.
[6] M. Sâmi Efendi, Musâhabe, II, 13; Bayram Sohbetleri, s. 41; Mükerrem İnsan, s. 26-64.
[7] M. Sâmi Efendi, Hz. İbrahim, s. 163-164.
[8] M. Sâmi Efendi, Bayram Sohbetleri, s. 76-77.
[9] M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 13.
[10] M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 156.
[11] M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 176.
[12] M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 146.
[13] M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 124-125.
[14] M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 127-129.
[15] M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 151.
[16] M. Sâmi Efendi, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 273.
[17] M. Sâmi Efendi, Bayram Sohbetleri, s. 30-31.
[18] M. Sâmi Efendi, Mükerrem İnsan, s. 18-19.
[19] M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 95.
[20] M. Sâmi Efendi, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsirî, s. 148.
[21] M. Sâmi Efendi, Bakara Sûresi Tefsirî, s. 259.
[22] M. Sâmi Efendi, Hz. Yûsuf, s. 26.
[23] M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 160.
[24] M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 14.
[25] M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 18-19.
[26] M. Sâmi Efendi, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 361.
[27] M. Sâmi Efendi, a.g.e, s. 346.
[28] M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 207.
[29] M. Sâmi Efendi, a.g.e, I, 111-113.
[30] M. Sâmi Efendi, a.g.e, IV, 171.
[31] M. Sâmi Efendi, Hz. İbrahim, s. 143.
[32] M. Sâmi Efendi, Hz. Yûsuf, s. 30.
[33] M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 36.
[34] M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 40.
[35] M. Sâmi Efendi, a.g.e, III, 249.
[36] M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 152-153.
[37] M. Sâmi Efendi, a.g.e, II, 67.
[38] M. Sâmi Efendi, a.g.e, VI, 69.
[39] M. Sâmi Efendi, Hz. Yûsuf, s. 19.
[40] M. Sâmi Efendi, a.g.e, s. 21.
[41] M. Sâmi Efendi, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 249-250.
[42] M. Sâmi Efendi, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, s. 79.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları
YORUMLAR