Mâide Suresi 118. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Mâide Suresi 118. ayeti ne anlatıyor? Mâide Suresi 118. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...
Mâide Suresi 118. Ayetinin Arapçası:
اِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَاِنَّهُمْ عِبَادُكَۚ وَاِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَاِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Mâide Suresi 118. Ayetinin Meali (Anlamı):
“Onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki sen kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olansın.”
Mâide Suresi 118. Ayetinin Tefsiri:
Burada
yer alan azarlama hitabından, Hz. İsa’nın ulûhiyet makamına karşı nasıl bir
acizlik ve kulluk mevkiinde bulunduğu anlaşılmaktadır. O, ilâh değil sadece bir
kuldur. Bu azarlamanın asıl hedefi ise Hz. İsa değil, onu ilâh edinen
kimselerdir. Dolayısıyla bu yanlış inanç sahiplerinin kıyamette nasıl dehşetli
bir hesap ile karşılaşacakları haber verilmek istenmektedir. Bu âyetlerden
anlaşıldığına göre, Hıristiyanlardan Hz. İsa’yı ilâh edinenler olduğu gibi,
annesi Hz. Meryem’i de ilâh kabul edenler vardı. Nitekim tarihî bilgiler
Arabistan’da Collyridienler ismiyle anılan sapık bir Hıristiyan grubunun Hz.
Meryem’i tanrıça olarak kabul ettiğini göstermektedir. Ayrıca onlar, “Meryem
bir insan doğurmadı, o bir ilâh doğurdu” dediklerine göre ve anne ile çocuk
arasındaki mevcut münâsebet sebebiyle, annenin de doğurduğu kişi mesâbesinde
olması gerektiğini kabul etmek zorundadırlar. Bunu kabul etmek zorunda
oldukları takdirde ise, Hz. Meryem hakkında bu sözü bizzat söylemiş gibi
olmaktadırlar.
Cenâb-ı
Hakk’ın bu dehşete düşüren ve titreten azarına karşılık Hz. İsa’nın
söyledikleri, kulun Allah karşısında takınması gereken edebi en ince
noktalarıyla ortaya koyan bir güzellik ve keyfiyettedir:
İsâ
(a.s.) ilk olarak Allah Teâlâ’yı, kendisinden başka ilâh olması, dengi ve
ortağı bulunması, çocuk edinmesi gibi şânına yaraşmayan noksan sıfatlardan
tenzih edip temiz ve pâk olduğunu belirterek söze başlıyor. “Senden başka ilâh
edinilmesini söylemiş olmamdan veya böyle bir sözün söylenmiş olmasından sana
sığınır, seni sana layık bir şekilde tenzih ederim” diyor. Allah’ın yüce izzeti
ve sonsuz kudreti karşısında boyun eğerek O’nun azametinden korkuyor.
Kendisinin hakkı olmayan, kul olmasının gereklerine uymayan bir sözü
söylemesinin mümkün olmadığını belirtiyor. Fakat bu konuda da fazla ısrarcı
olmuyor, nefsini temize çıkarmıyor. “Eğer böyle bir şey söyledimse mutlaka sen
onu bilmektesin. Çünkü sen benimle ilgili her şeyi bilirsin; gizlediğimi, açıkladığımı,
ne istediğimi, gönlümden geçip benim farkında olmadığım şeyleri de bilirsin.
Fakat ben seninle ilgili her şeyi, gizlediklerini ve sırlarını bilemem. Şu
halde söylemediğimi bildiğim halde, bana bu soruyu sormaktaki ilâhî hikmetini
de bilemem. Şüphesiz sen bütün gizlilikleri hakkiyle bilensin” diyerek buna
Cenâb-ı Hakk’ın ilmini şâhit getiriyor. Sonra kavmini, ilâhî emir gereği sadece
Allah’a kulluğa davet ettiğini, aralarında bulunduğu müddetçe de onları
murakabe ettiğini, durumlarını denetlediğini, onları ilâhî emirlere itaata
teşvik yasaklarından men etmeye çalıştığını beyân ediyor. Fakat aralarından
ayrıldıktan sonraki hallerini bilmediğini, bunu da en iyi yine Allah Teâlâ’nın
bildiğini ikrar ederek işi yine O’na havale ediyor. Neticede sözünü bir niyaz
makamında şöyle bağlıyor: “Onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin
kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki sen kudreti dâima üstün gelen,
her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olansın!” Yani sen her şeye kadirsin;
cezalandırmaya da bağışlamaya da gücün yeter. Cezalandırman hikmet gereği
olduğu gibi bağışlayıp mükafatlandırman da hikmet gereğidir. Günahkârı
bağışlamanın güzel bir şey olduğu bellidir. Eğer azap edersen bu senin adâletin
gereğidir; eğer bağışlayacak olursan bu da senin fazlu kereminden, ihsan ve
cömertliğindendir. Şu da var ki ne azap etmende bir haksızlık, ne de
bağışlamanda bir düşüklük, bir isabetsizlik düşünülebilir. Yaptığın her şey
hikmetin ve doğrunun ta kendisidir. Hükmüne karışılmaz, hikmetine karşı
gelinmez. Her korkunun kaynağı sen, her ümidin mercii de yine sensin. Hâsılı ilâhlık
ve hükümranlık ancak senindir. Tek ilâh sensin, senden başka ilâh yoktur.
Hz. İsa’nın bu 118. âyette yer alan yakarışı Allah
Resûlü (s.a.s.)’i derinden etkiler ve dua olarak tekrar ederdi. Birgün
Efendimiz, Hz. İbrâhim’in “ Rabbim! Bu
putlar, insanların pek çoğunun yoldan çıkmasına sebep olmaktadır. Bundan böyle
kim bana uyarsa şüphesiz o bendendir” (İbrâhim 14/36) sözünü ve Hz. İsa’nın da “Onlara azap
edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki
sen kudreti dâima üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olansın!” (Mâide 5/118) duasını okudu. Akabinde ellerini kaldırdı ve:
“Allahım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
“– Ey Cebrâil! Rabbin herşeyi daha iyi bilir ya, git, Muhammed’e niçin
ağladığını sor” buyurdu. Cebrâil (a.s.) geldi. Resûlullah
Efendimiz ona, ümmeti için duyduğu endişeden dolayı ağladığını söyledi.
Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine Allah Teâlâ:
“– Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve ona: «Ümmetin konusunda seni râzı edeceğiz
ve seni asla üzmeyeceğiz» müjdemizi
ulaştır” buyurdu. (Müslim, İman 346)
Mahşerde vuku bulacak bu sorgulamanın
dehşetinden sarsılan gönüllere su serpmek, heyecanlarını teskin etmek ve
doğruların kurtuluşa ereceklerini haber vermek üzere şöyle buyruluyor:
Mâide Suresi tefsiri için tıklayınız...
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Mâide Suresi 118. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...