Makbul Bir Kulluk Hayatının Sırrı
Kalbin Allah ile beraber olması ve kulun her an kendini ilâhî huzurda bilmesi; makbul bir kulluk hayatı için elzemdir.
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Miskin Yunus gözün aç bak,
İki cihan dopdolu Hak!
Sıdk oduna gümânı yak,
Ol eşkere pinhandadır…
Gözün görebilmek, kulağın işitebilmek için sınırlı bir kapasitesi vardır. İnsan, bu sınırların dışında kalan ses ve ışıkları kavramaktan âcizdir. Cenâb-ı Hak ise o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâibdir. Yani O’nun yüce Zât’ını dünya gözüyle görebilmek, dünyevî imkân ve intibâlarla idrâk edebilmek mümkün değildir. Zira imtihan sırrına binâen, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı, bizler için kalben tasdik edip teslîm olduğumuz bir gaybî hakîkattir.
Zaman ve mekândan münezzeh olan Rabbimiz, her hâlimize vâkıf ve her amelimize şahittir. Dolayısıyla mü’minler olarak, bu hakîkatin şuur ve idrâkiyle, kulluk edebine yakışmayacak hâl ve davranışlardan titizlikle sakınmalı, Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve muhabbetini celbedecek amel-i sâlihlere samimiyetle gayret göstermeliyiz.
Bu bakımdan kalbin Allah ile beraber olması ve kulun her an kendini ilâhî huzurda bilmesi; makbul bir kulluk hayatı için elzemdir.
İLMİNİ NEREDE KULLANDIN?
Şu kıssa ne kadar hikmetlidir:
Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahsederek:
“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harâma-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..”
Bunların ardından; “Şunlar şunlar da sorulacak!..” diye, hepsi de son derece mühim olan pek çok husus saydı.
Fakat bu kadar tafsîlâtlı îzâha rağmen, meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine, Şiblî Hazretleri yumuşak bir üslûpla vâize seslendi:
“–Ey vâiz efendi! Suallerin en mühimlerinden birini unuttunuz! Allah Teâlâ esas şunu soracak:
«Ey kulum! Ben her an seninleydim, (sana şah damarından daha yakındım); sen kiminleydin?!»”
İşte kulluğun özü; bu şuur ve idrâke sahip olabilmektir. Hakîkaten insan, Rabbiyle beraberliği nisbetinde hak yolda ve istikâmet üzeredir. Kalbi “Allah” diyen bir kul; harama el uzatamaz, besmele çekerek bir çelme takamaz, Rabbini zikrederek bir gönle diken batıramaz. Yani en ağır hatâlar, günahlar, mânevî kayıp ve zararlar; dâimâ Cenâb-ı Hak’tan gâfil kalındığı zaman devreye girmeye başlar. İnsan, Hâlık’ını unuttuğu vakit nefsinin esâretine dûçâr olur, şeytanın idlâline mâruz kalır.
Cenâb-ı Hak, bu hâlden îkaz sadedinde şöyle buyurur:
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
O hâlde sayılı nefeslerimizi gafletle ziyan etmemek, çok mühim bir meseledir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:
“Cennet halkı, başka bir şey için değil, sadece dünyada Allâh’ı zikretmeden geçirdikleri vakitler için hasret ve nedâmet duyacaktır.” buyrulmuştur. (Heysemî, X, 73-74)
Yani bizler, bu dünyada Rabbimiz’i ne kadar zikredersek yarın ukbâda ilâhî vuslata da o nisbette nâil olabiliriz.
Bundan dolayıdır ki ârif kullar da;
“Zâyî olmuş, anladık; Sen’siz geçen saatimiz.” kelâm-ı kibârının ifade ettiği hissiyatla, Cenâb-ı Hak ile kalben beraber olabildikleri vakitleri, ihyâ edilmiş en bereketli vakitler olarak telâkkî etmişlerdir. Bunun zıddına, Allah’tan gâfil hâlde geçirilen vakitleri de en büyük zarar ve ziyan saymışlardır.
Hükümdarlık yıllarının neredeyse tamamını seferde geçiren, derviş meşrepli bir pâdişah olan Yavuz Sultan Selim’in şu hâli ne kadar ibretlidir:
Nedîmi Hasan Can şöyle anlatır:
“Ömrünün son günlerinde Yavuz’un sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Âdeta yaralı bir arslan gibiydi. Buna rağmen acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengâver askerlerine tâlimat vermeye devam ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hâlini kastederek:
«–Hasan Can, bu ne hâldir?» dedi.
Ben de, artık fânî yolculuğun sonuna, bâkî hayatın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için hüzünle:
«–Pâdişâhım, artık Allah ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!» dedim.
Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı ve:
«–Hasan, Hasan! Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin?! Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusur mu müşâhede eyledin?!» dedi…
Bu sözler karşısında mahcub olarak:
«–Hâşâ Sultanım! Öyle demek istemedim. Sadece içinde bulunduğunuz zamanın, diğerlerinden farklı olduğunu ifade için buna cür’et edebildim.» dedim.
Artık bambaşka âlemlere dalmış olan Sultan, bana son olarak Yâsîn Sûresi’ni okumamı emretti. «Selâm» âyetine geldiğim zaman da rûhunu Rabbine teslîm etti.”
Velhâsıl kulluk edebi; fânî dünyanın gel-geç sevdâlarını ve nefsânî câzibelerini kalpten çıkararak, gönül sarayını, ona en lâyık olana, yani Hâlık’ına tahsis etmeyi gerektirir. Zira İmâm Şâfiî g’in buyurduğu gibi; “Hak ile meşgul olmayan bir kalbi, bâtıl işgâl eder.”
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2021 – Ocak, Sayı: 419
YORUMLAR