Mâlik bin Dinar’ın (r.a.) Sohbeti
İlk zâhidlerden Mâlik bin Dinar’ın (r.a.) sohbetini yazımızda okuyabilirsiniz...
Mâlik bin Dinar -rahmetullâhi aleyh- bir sohbetinde şöyle buyurur:
KUR’ÂN-I KERÎM KALBİN YAĞMURUDUR
“Dünya bir büyücüdür. O, dünya âlimlerini büyüler, onun büyüsünden kendinizi koruyun. Dünyalık için ne kadar üzülürsen, o nispette âhiret kalbinden çıkar. Âhiret için ne kadar üzülürsen de o nispette dünya sıkıntısı kalbinden çıkar. Sanki dünya sevgisi üzerinde sulha oturmuş ve anlaşmış gibiyiz. Kimse kimseyi îkaz etmez, emir ve nehiyde bulunmaz. Bu hâl böyle devam etmez. Allah Teâlâ bizi bu kadar serbest bırakmaz. Allah Teâlâ’nın hangi azâbıyla muazzeb olacağımızı bilemiyorum.
Dünyada en güzel kazanç şu üç şeydir; Allâh’ın sevgili kullarının sohbetinde bulunmak ve din kardeşleri ile sohbet etmek, geceleri teheccüd namazı kılmak ve doya doya Kur’ân-ı Kerîm okumak ve Allâh’ı hiç unutmayıp, O’nu zikretmek, anmaktır.
Bazı eski kitaplarda okudum ki, Allah Teâlâ buyuruyor: “Dünyayı sevdiği vakit âlime vereceğim en küçük ceza, kalbinden bana münâcaat sevgisini çıkarmaktır. İnsanlar ile düşüp kalkmaktan ziyade Allah ile münâcattan zevk almayan kimsenin ilmi az, kalbi kör ve ömrü boşa gitmiştir. Âlim bildiği ile amel etmediği zaman, yağmur damlasının yalçın kayadan kayması gibi vaz u nasihati gönüllerden silinir gider.
Bir kitapta okudum: Hatibin hutbesi ameli ile karşılaştırılır. Şâyet muvâfık geliyor ve söylediğini yapıyorsa, tasdik edilir. Hutbesi ameline uymuyorsa, dudakları ateşten makaslarla kesilir ve her kesildikçe yeniden biter ve tekrar kesilir. Allah o kimseye rahmet etsin ki, kusurlarından dolayı kendini yerer ve Allâh’ın kitabına dâvet eder.
Doğru ile yalan, biri diğerini çıkarıncaya kadar kalpte boğuşur dururlar. Kulun lüzumsuz ve boş sözlerle vakit geçirmesi, kalbi karartır, bedeni zayıflatır, geçim sebeplerini de zorlaştırır. Üç şey gönlü öldürür: Çok yemek, çok uyumak, çok konuşmak.
Benî İsrâil devrinde zuhura gelen bir kuraklıktan dolayı duâya çıkmışlardı. Allah Teâlâ onların peygamberlerine şöyle bildirdi: “Sen onlara haber ver, pis beden, haram ile dolmuş mide ve kana bulanmış eller ile benim karşıma çıkmış, benden rahmet diliyorlar. Hâlbuki bu vaziyette rahmet şöyle dursun, ancak benim gazabımı, benden uzaklığı kazanırlar. Bu hâllerinden vazgeçsinler ki, onlara rahmetimi vereyim.
Ey Kur’ân okuyanlar! Kur’ân-ı Kerîm kalplerinize neler ekmiştir? Bahar yağmurları yeryüzünü yeşillendirdiği gibi Kur’ân-ı Kerîm de kalbin yağmurudur, onu canlandırır. Gece ibâdetine kalkan kimseye, (mânen) Allah Teâlâ yaklaşır, hatta içlerinde duydukları yumuşaklığı, zevki ve nuru, Allah Teâlâ’nın kalbe tecellî etmesinden bilirler.
İsâ aleyhisselâm havârileri ile birlikte bir köpek leşinin yanından geçiyordu. Havâriler: “Bu ne pis kokuyor.” deyince İsâ aleyhisselâm: “Ne parlak dişleri var.” dedi. İsâ aleyhisselâm, onları kusur aramak suretiyle gıybet etmekten alıkoymak, hem de ne olursa olsun, bir şeyin mutlak surette iyi bir tarafı olabileceğini göstermek ve kusur araştıracak yerde iyiliğini bulup söylemenin doğru olacağını tembih etmek için bu şekilde konuştu.
Bir keresinde mezarlığa uğradım ve şöyle bir şiir söyledim: “Nerede büyükleriniz ve hakirleriniz? Nerede o saltanatıyla böbürlenip serveti ile övünenler?” Bu sırada aralarından, kendisini görmediğim ve fakat duyduğum bir ses bana: “Hepsi yok oldu, haber veren de yok, yerden çıkan pınarlar arasında sabahlar ve akşamlarsın. Hâlbuki o güzel suretler mahvolur. Ey geçmiş insanlardan soran! Gördüklerin içerisinde senin için ibret alacak bir şey yok mudur?” dedi, bunun üzerine ağlayarak geri döndüm.”
On kişi arasında iki kişi anlaşırsa, bunlarda birbirinin vasıflarından vardır. Bu hususta insanlar, kuşlara benzerler. Havada uçan kuşlar, aralarında münasebet bulunmayan (yani bir cinsten olmayan) diğer kuşlarla buluşup anlaşamadıkları gibi, insanlar da aralarında münasebet olmayan fertlerle buluşup anlaşamazlar. Bir keresinde bir karga ile bir güvercinin bir arada uçtuğunu görünce hayret ettim, “bunların arasında hiç bir münasebet yok, böyle iken nasıl oluyor da bir arada uçabiliyorlar!” diye merak ettim. Biraz sonra, ikisinin de topal olduğunu öğrenince hayretim geçti.
İnsanlardan olan şeytanlar, benim için cinlerden olan şeytanlardan daha tehlikelidir. Çünkü cinlerden olan şeytanlardan Allâh’a sığınırsam kaçar giderler. Ama insan şeytanları göz göre göre gelip beni günahlara sürüklemeye çalışırlar. Bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı görünüşü güzel ve süslü, aslı bâtıl ve yalan olan sözler fısıldarlar.
Allah’a Dua Et
“Allâh’a duâ et, bize rahmet versin” dediklerinde: “Siz yağmurun geciktiğinden şikâyet ediyorsunuz. Ben ise bizim bu hâl ve hareketlerimize göre, üzerimize taş yağmasının gecikmiş olduğunu söylüyorum” dedi.
Bir gün sokakta yürürken canının arzuladığı bir şeyi gördü ve kendi kendine “Sabret, benim seni bu arzumdan alıkoymam ve isteğini yerine getirmemem, benim katımda kıymetin olduğu içindir” dedi.
Kadının biri ona “ey mürâî” diye seslenince: “Bu kadın kimdir? Basralıların bilemedikleri ismimi bildi” diye latife yaptı.
Yanına bir köpek gelip oturduğu zaman ona bir şey yapmaz ve kovalamazdı. “Neden kovalamazsın?” denildiğinde: “Bu köpek, kötü arkadaştan daha iyidir; kişinin iyi insanları yanında bulup da doğru yola gitmemesi, kötülük olarak kendisine yetişir” buyurdu.
Bir geceyi sabaha kadar, “Yoksa kötülük işleyen kimseler, ölümlerinde ve diriliklerinde kendilerini; inanıp yararlı iş işleyen kimselerle bir mi tutacağız sandılar.” (Câsiye, 21) âyetini tekrarlamak suretiyle geçirdi.
Bir keresinde “nasıl sabahladın?” diye sordular; “ömrüm azaldığı ve günahlarım çoğaldığı hâlde sabahladım” dedi. Muğîre bin Habib’in anlattığına göre de bir keresinde yatsı namazını kıldıktan sonra tekrar abdest aldı ve namaz kılacağı yerde sakalını eline alarak: “Allâhım! Mâlik kulunun ağaran şu sakalını cehennem ateşinde yakma. Allâhım! Kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğunu sen bilirsin; acaba Mâlik kulun hangi taraftadır?” diye niyaz ederek sabah etti.
Ey Nefis!
Şöyle anlatıyor: Bir gün bir çocuğun yanından geçiyordum. Çocuk toprakla oynuyor, bir gülüyor, bir ağlıyordu. Şuna selâm vereyim dedim, nefsim büyüklüğe kapılıp beni bundan vazgeçirdi. Sonra dedim ki: Ey nefis! Nebî-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem büyüklere de selâm verirdi, küçüklere de. Vardım, selâm verdim. “Ve aleyke’s-selâm ve rahmetullâhi ve berekâtüh ey Mâlik bin Dînâr!” diye mukabelede bulundu. Şaşırdım, dedim ki: “Bugüne kadar görüşmediğimiz hâlde beni nereden tanıdın?” Dedi ki: “Rûhum rûhuna melekût âleminde karşılaştığında Hayy u lâyemut olan Allah seni bana tanıttı.” Sordum: “Akıl ile nefis arasındaki fark nedir?” Dedi ki: “Bana selâm vermeni önleyen nefsindir, selâm verdiren aklındır.” Hayretle sordum: “Derdin nedir, bu toprakla oynuyorsun?” Dedi ki: “Çünkü biz ondan yaratıldık; yine ona döneceğiz.” Tekrar sordum: “Görüyorum ki onunla oynarken bir gülüyor bir ağlıyorsun?” “Evet,” dedi. “Rabbimin azabı gözümün önüne geliyor, ağlıyorum, rahmetini hatırlayınca da gülüyorum.” Dedim ki: “Yavrum daha senin ne günahın olsun ki ona ağlayasın?” Bana: “Böyle deme amca! Her vakit görüyorum, annem büyük odunları yakarken onları küçük dallarla tutuşturuyor. Onun için ağlıyorum” dedi.
Ey Genç Nereden Geliyorsun?
Yine anlatıyor: Haccetmek üzere Beytullâh’a doğru yola çıktım. Yolda azığı ve bineği olmadığı hâlde yaya giden bir gence rastladım. Selâm verdim, selâmımı aldı. Ona: “Ey genç, nereden geliyorsun?” dedim. “O’nun yanından.” dedi. “Nereye gidiyorsun?” dedim. “O’na gidiyorum.” dedi. “Azığın nerede?” dedim. “Azığım O’na âittir.” dedi. “Bu yol su ve azık olmadan geçilmez. Senin yanında bir şey var mı?” dedim. “Evet, var; yola çıkarken yanıma beş harf aldım” dedi. “O beş harf nedir?” dedim. “Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd” (Meryem, 1), dedi. “Bunların mânâsını açıklar mısın?” dedim.
“Kâf”, el-Kâfî (Allah her şeye yetendir); “Hâ”, el-Hâdî (doğru yola ulaştıran); “Yâ”, el-Müeddî (maksada, gidilecek yere vâsıl eden); “Ayn”, el-Âlim (her şeyi bilen) ve “Sâd”, es-Sâdık (sözünde ve vaadinde sâdık) demektir. Kimin arkadaşı her şeye kâfi, yol gösterici, varacağı yere ulaştıran, her şeyi bilen ve sâdık olursa hiçbir zaman kaybetmez, hiçbir şeyden korkmaz, azık ve su ihtiyacı da olmaz.” dedi.
Mâlik der ki: “Ben bu sözleri işitince gömleğimi çıkardım ve ona giydirmek istedim. Ancak o, bunu kabul etmedi ve bana: “Ey şeyh, benim için çıplak olmak, fânî dünyanın elbisesinden daha hayırlıdır. Çünkü dünya malının helâl olanın hesabı, haram olanın ise cezası vardır” dedi. Gece karardığı vakit genç yüzünü semâya kaldırdı ve şöyle duâ etti: “Ey taatlar kendisini hoşnut eden ve günahlar kendisine zarar vermeyen Allâhım, bana seni memnun eden şeyi yapmayı bahşet. Sana zarar vermeyen şeyleri yaptığımda da beni affet.”
İnsanlar ihrama girip de “Lebbeyk Allâhümme lebbeyk” diye telbiye getirmeye başlayınca o gence: “Sen niye telbiye getirmiyorsun?” dedim. Genç şöyle dedi: “Ey şeyh lebbeyk (buyur ya Rabbi) demeye cesaret edemiyorum. ‘Lebbeyk’ dediğim zaman bana: ‘Senin için lebbeyk ve sa’deyk yoktur. Senin sözünü dinlemiyorum, yüzüne de bakmıyorum’ denilmesinden korkuyorum” dedi ve oradan geçip gitti. Bundan sonra onu bir müddet göremedim.
Minâ’ya vardığımda genci tekrar gördüm, şöyle duâ ediyordu: “Allâhım, insanlar kurban kestiler, kurbanlarıyla sana yaklaştılar. Benim nefsimden başka sana kurban olarak arz edebileceğim bir şeyim yok. Onu benden kabul eyle.” Sonra derin bir nefes aldı ve oracığa düşüp öldü. Orada bulunanlardan biri: “O, Allâh’ın sevgilisidir. O, Allâh’ın maktulüdür. O, Allâh’ın kılıcı ile öldü” diyordu. Gencin cenâzesinin kaldırılmasıyla ilgilendim ve onu defnettim.
O gece gencin hâlini düşünerek uyumuştum. Rüyamda onu gördüm ve “Allah sana nasıl muamele etti?” diye sordum, şöyle dedi: “Allah bana, kâfirlerin kılıçları ile öldürülen Bedir şehitlerine yaptığı muameleyi yaptı. Çünkü ben de Cebbar olan Allâh’ın kılıcı ile öldürüldüm.”
Bu Parayı Bana Vermez misin?
Cafer b. Süleyman’ın şöyle dediği rivâyet edilir: Bir keresinde Mâlik b. Dinar ile Basra’ya gitmiştik. Oraya vardığımızda yolumuz henüz inşa edilmekte olan bir sarayın önüne düştü. Baktık ki onu yakışıklı bir genç yaptırıyor. Oradakilere “şunu şöyle yapın, burasını güzel edin” diye emirler verip duruyor.
Gencin yanına vardık ve selâm verdik. O da selâmımıza mukabelede bulundu. Sonra Mâlik o gence: “Bu saray için ne kadar harcamayı göze aldın?” diye sordu. Genç: “Yüz bin dirhem.” dedi. Mâlik: “Bu parayı bana vermez misin? Onu yerinde kullanayım ve Allah katında bu saraydan daha hayırlısını sana garanti edeyim. Üstelik içerisinde hizmetçileri de olsun. Kubbe ve çadırları cevherlerle süslü kırmızı yakuttan olsun. Toprağı zâferândan, harcı da miskten olsun. İnsan eli değmemiş, insan tarafından yapılmamış, Allah “ol” deyince hemen oluvermiş olsun.”
Mâlik’in bu sözleri delikanlıya çok tesir etti. Söylediği parayı hazırladı. Mâlik de kalem kâğıt isteyip şunları yazdı: “Rahman ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla. Mâlik b. Dinar’ın falan oğlu falana taahhüdüdür. Ben senin sarayının yerine Allâh’ın sana belirttiğim evsafta bir saray vereceğini taahhüt ediyorum. Daha fazlasını vermek de Allâh’ın lütfu olacaktır. Bu para ile senin için cennette senin sarayından daha geniş bir saray satın aldım. Bu saray koyu gölgelikler altında olup Cenâb-ı Hakk’a yakındır.”
Sonra kâğıdı katlayıp gence verdi. Ondan saray yapımında harcamak üzere ayırdığı parayı alarak yoksullara dağıttı. Aradan kırk gün geçmeden genç vefat etti. Gencin vasiyeti, Mâlik’in yazdığı senedin, kefeni ile vücudu arasına konulmasıydı. Öyle yaptılar. Mâlik, gencin vefat ettiği gece mihraba konulmuş bir kâğıt buldu. Alıp açtı, bir de ne görsün? İçerisine mürekkepsiz olarak şöyle yazılmış: “Bu Aziz ve Hakîm olan Allah’tan Mâlik’e bir berattır. Gence taahhüt ettiğin köşkü yetmiş kat fazlasıyla verdik.”
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları