Mallarını ve Canlarını Allah’a Satanlar

HİZMET

İyiliğin karşılığı nedir? Hayır-hasenat nasıl yapılır? Malını ve canını Allah yolunda infak edenler...

Malın ve hattâ canın Allâh yoluna tahsîsi mânâsına gelen infak ve benzeri kelimeler, Kur’ân-ı Kerîm’de 200’den fazla yerde zikredilmektedir. Sadece bu rakam bile infâkın şümûl ve ehemmiyetini kavramaya kâfîdir.

MALINI VE CANINI ALLAH YOLUNDA İNFAK EDENLER

İkinci Akabe bey’atinde Abdullâh bin Revâha radıyallâhu anh:

“–Yâ Rasûlallâh! Rabbin ve senin için bize istediğin şartı koşabilirsin.” demişti.

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

“–Rabbim için şartım, O’na ibâdet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartım ise, canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız beni de öylece korumanızdır.”

Ashâb-ı kirâm sordular:

“–Böyle yaparsak bize ne vardır?”

Cevâben Hazret-i Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem:

“–Cennet vardır!” buyurunca, oradakiler:

“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

İşte bu konuşmalardan sonra şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Allâh, müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111)

KENDİLERİNE VERİLEN HER TÜRLÜ RIZIKTAN İNFÂK EDERLER

Canın Allâh’a satılmasının en müşahhas ve ideal tezâhürü, şehitlik ve gâziliktir.

İslâm’ın ilk mübârek şehidi Sümeyye Hatun’un hâli ne kadar ibretlidir. O, canını ulvî bir îmân heyecanıyla Allâh yolunda infâk etmişti. Şimdi cenneti satın almış ve kıyâmete kadar gelen müminlerin gönüllerinde taht kurmuş olarak, ebedî mükâfâtının verileceği ânı beklemektedir. Bu durum karşısında bizim de Allâh rızâsına nâil olabilmek için, malımızla ve canımızla infâka yönelmemiz gerekmektedir.

Yine Çanakkale Harbi’nde, Türk ordusunun ateşleyecek barutu bile kalmamış olmasına rağmen, müşahhas bir can ve mal infâkı yaşandığı için, zafer müyesser olmuştu. Târihte buna benzer misâller pek çoktur.

Malın Allâh’a satılması, aslında mecâzî bir tâbir olup, onun Allâh yoluna harcanmasını ifâde eder. Cenâb-ı Hak, müttakîlerin vasıflarını sayarken:

“(O müttakîler,) kendilerine verdiğimiz her türlü rızıktan (Allâh yolunda) infâk ederler.” (el-Bakara, 3) buyurmaktadır.

Allâh için vermenin umûmî ismi olan sadaka ve infâkın çeşidi çoktur.

Sadaka ve infak, var olanı vermekten başlar. Buna göre, yarım hurmayı vermek dahî bir infak olup, kulu cehennem ateşinden muhâfaza eder. Dolayısıyla Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem her mümini zengin kabul eder. Çünkü O, hadîs-i şerîflerinde mümindeki emr-i bi’l-ma’rûf, mazlûma yardım, mümini tesellî, muzdarip gönülleri sevindirme, yoldan eziyet verici şeyleri izâle, hasta ziyâreti vb. hususların da birer sadaka, yâni infak hükmünde olduğunu beyan buyurmuştur. Bunlar ise, mâlî güce bağlı olmayan hizmetlerdir. Bu demektir ki en güçsüz müminin bile gerçekleştirebileceği pek çok sadaka ve infak çeşidi mevcuttur.

HAYIR YALNIZCA MAL İLE YAPILMAZ

Gerçekten hayır, yalnız mal ile yapılmaz. Bir işte yol göstermek, tesellî etmek, nasihat etmek ve insanlara tebessümle yaklaşmak gibi sayısız ve herkesin muktedir olabileceği fiiller de cemiyetin huzur ve sükûnunu, kardeşlik duygularının kökleşmesini ve ictimâî tesânüdün (yardımlaşmanın) gerçekleşmesini sağlayan âmillerdendir.

Cemiyetin fakir ve sıkıntılı fertlerine yardım mâhiyetindeki sadaka ve bağışlar, ictimâî âhenk ve nizâmın devâmını temin ettiğinden dolayı dünyada da âhirette de bir bereket vesîlesidir. Şu misâl, bu gerçeği ne güzel aksettirir:

Bir gün dilencinin biri Hazret-i Ali radıyallâhu anh’ın önünde durup bir şeyler istedi. Hazret-i Ali, oğulları Hasan ve Hüseyin radıyallâhu anhümâ’ya:

“–Annenize gidin ve evdeki altı dirhemi alıp getirin!” dedi.

Hazret-i Hasan ve Hüseyin radıyallâhu anh gittiler ve altı dirhemin hepsini getirip babalarına teslîm ettiler. Hazret-i Ali de bu dirhemleri dilenciye verdi. Hâlbuki o esnâda kendilerinin de bu dirhemlere ihtiyacı vardı. Hazret-i Fâtıma radıyallâhu anhâ onunla un alacaktı. Bir müddet sonra Hazret-i Ali radıyallâhu anh eve gitmek üzere yola koyuldu. Henüz evden içeri adımını atmamıştı ki yanına devesini satmak isteyen bir kimse geldi:

“−Parasını sonra verirsin.” diyerek devesini Hazret-i Ali’ye yüz kırk dirheme sattı ve hayvanı kapıya bağlayıp gitti. Kısa bir süre sonra bir başka kimse çıkageldi ve deveyi iki yüz dirheme satın aldı. Parasını da hemen ödeyip gitti.

Hazret-i Ali radıyallâhu anh, yüz kırk dirhemi deveyi satın aldığı kimseye verdi, arta kalan altmış dirhemi de Hazret-i Fâtıma’ya teslim etti ve şöyle dedi:

“–Bu, Allâh’ın: «Her kim bir iyilik yaparsa ona, o yaptığı iyiliğin on katı vardır.» (el-En’âm, 160) buyurarak bize vaad ettiği ihsânıdır. Biz o altı dirhemi verdik. Allâh Teâlâ da on misliyle mukâbelede bulundu!..”

İYİLİĞİN KARŞILIĞI ANCAK İYİLİKTİR

Bu bereketlere ilâveten Cenâb-ı Hakk’ın:

“İyiliğin karşılığı, ancak iyilik değil midir?” (er-Rahmân, 60) beyânı mûcibince zekât ve infaklar, kullara nice rahmet kapılarını aralarken, şer kapılarını da kapatıcı bir mâhiyet arz eder.

İstanbul’da anarşi hâdiselerinin zirvede olduğu bir dönemde yaşanan şu hâdise, bu hakîkatin ibretli tezâhürlerinden biridir:

Beş-altı soyguncu, büyük bir markete girmişler ve dükkan sâhibine kasada ne varsa vermesini istemişlerdi. İhtiyar adamcağız, çâresiz bir şekilde kasanın anahtarlarını tam eline almıştı ki, gelen gideni kontrol için kapıda bekleyen soyguncu, onu fark etti ve birden yerini terk ederek süratle içeri girip yaşlı dükkan sâhibine siper oldu. Silahını da arkadaşlarına doğrultmuş bir vaziyette haykırdı:

“–Buradan tek kuruş almadan çıkacağız!”

Bu âni gelişme karşısında şaşıran arkadaşları:

“–Hayrola! Buraya kadar kaç dükkan soyduk; bir şey demedin! Ne oldu sana birden?!. Çekil önümüzden de işimize devam edelim!” dediler.

Fakat o, arkadaşlarına mânî olabilmek için hem kararlı hem de mahcup bir edâ ile şunları söyledi:

“–Hayır! Buradan bir iğne bile almayacağız! Sakın ısrar etmeyin. Bilin ki, benim cesedimi çiğnemedikçe bu dükkandan size hayır yok! Bu ihtiyar amca kim biliyor musunuz? Ben yıllar yılı kumarhâne ve meyhâne köşelerinde âilemi ve çocuklarımı ihmâl ederken, şefkat ve merhamet elini uzatarak, âdetâ onlara babalık yapan ve yavrularımı büyütüp okutan müstesnâ bir insan!..”

Bu hâl üzerine arkadaşları, başlarını önüne eğdi ve hep birlikte özür dileyip oradan ayrıldılar.

İşte Allâh için infâkın dünyevî fâidesinin yaşanmış, ibret dolu ve müşahhas bir misâli! “Az sadaka çok belâyı defeder.” ifâdesinin bir tecellîsi…

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfâk-Hizmet, Erkam Yayınları