Manevi Rehberlere Neden İhtiyacımız Var?
Zâhirî ilimlerde rehberlik eden sâlih âlimler, fakihler, müfessirler ve muhaddisler gibi, bâtınî meselelerde yol gösteren Hak dostu mürşid-i kâmiller vardır. Onlar, Allâh’ın dînini önce kendi hayatlarında yaşar, sonra da hâl, söz ve fiilleriyle insanları irşâd ederler.
Mâneviyat yolunda ilerleyen bir mü’min, çok değişik tecellîlerle karşılaşır. Zira insan kalbi, uçsuz bucaksız bir okyanus gibidir. Bu okyanusun suları bâzen çok durgun, bâzense korkunç dalgalar ve girdaplar hâlindedir. Bu sebeple okyanusu sağ-sâlim geçip sâhil-i selâmete ulaşmak için geminin sağlamlığı kadar dirâyetli bir kaptana da ihtiyaç vardır. Eğer kaptan, fırtınalar esnâsında gemisine hâkim olamazsa, onu okyanusun girdaplarında helâk eder. Fakat usta ve tecrübeli bir kaptan, nice fırtınalar içinde bile sâlimen yol alır.
Bu sebeple Hakk’a vuslat için mânâ okyanusunu aşmak isteyen biri, öncelikle ehil bir kaptan bulmalı ve onun refâkatinde, onun telkin ve tâlimatları istikâmetinde yol almaya çalışmalıdır. Aksi hâlde sayısız tehlikeler barındıran bu seyahatte, yolunu şaşırıp helâk olabilir.
Henüz mânevî yolun başındakilerde çok ağır ve girift imtihan tecellîleri pek görülmez. Fakat bu deryâda açıldıkça Rahmânî mi şeytânî mi olduğu bilinemeyen rüyalar, zuhûratlar, fertten ferde değişen bâzı mânevî cilveler, inkıbaz ve inbisat[1] gibi birtakım hâllerle karşılaşılır. İşte bunların doğru bir şekilde tespit ve tedbiri için; tecrübeli, dirâyetli ve kâmil bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç vardır.
İSLAM YAŞANDIKÇA İDRAK EDİLEN BİR DİNDİR
Diğer taraftan, başlangıcından bugüne kadar İslâm dîni, yazı ile kayda alınmış olmakla birlikte, daha çok yaşanarak öğrenilip öğretilen, yaşandıkça idrâk edilen bir din olagelmiştir. Nitekim insanların pek çoğu kitap okumaya fazla vakit ayıramazlar. Dolayısıyla dînî bilgilerini de ekseriyetle ya âlimlerin sohbetlerini dinleyerek ya da numûne-i imtisâl şahsiyetlerin hayatlarından görerek öğrenirler. Zira insanoğlu, mücerred hakîkatlerden ziyâde, o hakîkatlerin hâl ve davranışlarında mâkes bulduğu, yüksek karakter ve şahsiyetlere hayrandır. Böyle müşahhas örneklerden görerek öğrenilenler, gönüllerde silinmez izler bırakır ve daha kalıcı olur.
Dînin, tatbikî olarak nesilden nesile intikal ettirilmesi, aslında yazı ile nakledilip öğretilmesinden daha sağlam bir yoldur. Bu yol, İslâm’ı tam olarak ve tatbikâtıyla birlikte öğrenmeyi sağlar. Zira sadece kitaptan öğrenilen bir dînin tatbîkinde ihtilâf ve tereddütler ortaya çıkar. İşte İslâm’ı büyük bir muhabbet, vecd ve heyecan içinde yaşayan Allah dostları, dînimizin bozulmadan nesilden nesile intikal etmesinde çok büyük bir hisseye sahiptirler.
MANEVİ HAYAT OKUYARAK DEĞİL TATBİK EDİLEREK ÖĞRENİLİR
İnsanın mânevî tekâmülü için gerekli olan tasavvufî terbiye de, sırf kitaplardan okumakla gerçekleştirilemez. Kitâbî bilgiler lüzumlu ve faydalı olmakla birlikte, onun mutlakâ hayata tatbik edilmesi ve yaşanması îcâb eder. Bu hususta karşılaşılması muhtemel müşküllerin halledilmesi için de, mânevî yolun inceliklerine vâkıf, örnek alınabilecek, tecrübeli bir rehbere ihtiyaç vardır.
Nasıl ki bir tıp kitabı okumakla ameliyat yapılamazsa, bir hukuk kitabı okumakla dâvâlar çözülemezse, mânevî hayat da, mücerred hakîkatleriyle birlikte, asıl amelî ve tatbikî bir hayattır. Bu sebeple onun tahsili, âdeta usta-çırak münâsebetine benzer bir staj görmeyi, pek çok hususu kalemsiz-deftersiz, fem-i muhsinden dinleyerek veya ehlinden müşâhede ederek öğrenmeyi gerekli kılar. Tatbikî ve tecrübî bir eğitim sahası olan tasavvufî hayatta önder, örnek ve yol gösterici durumundaki mürşid-i kâmiller de, müridleri için bu hizmeti îfâ ederler. Onların, hatâ ve yanlışlara sürüklenmeden yollarını sâlimen katedebilmeleri için, mânevî rehberlik vazifesi görürler.
Bu sebepledir ki kâmil bir mürşide gönlü bağlamadan, düzgün bir tasavvufî hayattan söz edilemez. Zira bu yola rehbersiz adım atanlar, ekseriyetle ayak kaymasından sâlim kalamazlar. Bir üstâdın mânevî terbiyesine girmeden kendi başına sûfîliğe kalkışanlar, çabuk yanılırlar, fakat kendilerini îkâz eden biri olmadığı için de hatâlarının farkına varamazlar. Çoğu zaman nefs ve şeytanın hîle, vesvese ve iğvâlarına aldanırlar.
İRŞAD EHLİ VELİ KULLAR
İnsanın bu ihtiyacı sebebiyledir ki Cenâb-ı Hak, yeryüzünü hiçbir zaman irşâd ehli velî kullarından mahrum bırakmamıştır. Şüphesiz ki bu, Yüce Rabbimiz’in kullarına olan nihâyetsiz şefkat, merhamet ve lûtfunun bir tezâhürüdür.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimden bir tâife, Allâh’ın emirlerini ikāme etmeye devam edecektir. Onları yardımsız bırakan veya muhâlefet edenler, onlara zarar veremeyecektir. Nihâyet onlar, insanlara gâlip iken (hizmetlerinde muvaffak olup dîni üstün kılmış iken) Allâh’ın emri, (yani kıyâmet öncesi mü’minlerin rûhunu alacak olan rüzgâr) gelecektir.” (Müslim, İmâre, 174)
“Kıyâmete kadar her devirde ümmetimden bir grup çıkar ve hakîkatin ortaya çıkıp yaşaması için mücâdele ederler. Bunlar dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın yardımına mazhar olur ve neticede hep gâlip gelirler.” (Müslim, Îman 247, İmâre 173)
İşte bunlar; zâhirî ilimlerde rehberlik eden sâlih âlimler, fakihler, müfessirler ve muhaddisler gibi, bâtınî meselelerde yol gösteren Hak dostu mürşid-i kâmillerdir. Onlar, Allâh’ın dînini önce kendi hayatlarında yaşar, sonra da hâl, söz ve fiilleriyle insanları irşâd ederler.
MÜRŞİD-İ KAMİLLER HAKK'A ULAŞMADA VASITADAN İBARETTİR
Şuna da dikkat etmek gerekir ki mürşid-i kâmiller, Hakk’a vuslat yolunda birer vâsıtadan ibârettirler ve aslâ gâye değildirler. Bu yönüyle mürşid-i kâmilleri, hristiyanlıktaki ruhbanlar gibi görmek son derece yanlıştır. Zira hristiyanlıkta, ruhban olmaksızın kul Rabbine bizzat ve re’sen yönelemez. Mürşid-i kâmiller ise, kulun Hakk’a bizzat, doğrudan, kendi irâde ve arzusuyla, makbûl bir kıvamda yönelebilmesinin ve hattâ her an Hak ile beraber olabilmesinin yolunu açmaya çalışır, bunun mânevî zeminini hazırlamaya gayret ederler. Buna engel olan nefsânî arzuları bertaraf etmeyi, kalbi mâsivâ esâretinden kurtarmayı, gönlü yalnızca Allâh’a has kılmayı telkîn ederler. Nitekim kul, bu kıvâma erdikten sonra artık mürşid devreden çıkar. Nitekim büyük mürşid Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bu gerçeği şöyle ifâde etmiştir:
“Bizler, maksada ulaşmaya vâsıtayız. Sâliklere lâzım olan, kemâle erip bizlerden kesilerek maksûda ulaşmaktır. Zira terbiyecilerin yolu budur ki; onlar bu yolun çocuklarını, yani tâlip olanları, tarîkat beşiğine bağlarlar, terbiye memesiyle, himmet sütüyle onları yetiştirip vuslat haddine erdirirler; sonra kendilerinden ayırıp dergâh-ı ehadiyyete dâhil ederler. Bundan sonra onları Rabbü’l-Âlemîn terbiye eder.”[2]
Görüldüğü üzere mürşid-i kâmiller, mü’mini “takvâ” kıvâmında bir kulluk hayatına ulaştırmak için gayret ederler. Takvâ hâli kalplerde karar kılınca artık başka bir mânevî pusulaya ihtiyaç kalmaz, Cenâb-ı Hak o kalbi dâimâ hakka ve hayra istikâmetlendirir, ona hayrı şerden, hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek bir firâset ve basîret nûru bahşeder. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“…Allah’tan korkun (takvâ üzere olun!) Ve (bilin ki) Allah size (bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282)
“Ey îmân edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız (takvâ üzere yaşarsanız) O, size bir furkan (iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı ayırt edecek bir anlayış) verir...” (el-Enfâl, 29)
[1] İnkıbaz (kabz): Korku ve benzeri duygularla mânevî daralma; İnbisat (bast): Ümitle mânevî ferahlamadır.
[2] Bkz. Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 97.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları