Mânevî Terbiye Usulleri
Mânevî arınma ve tekâmül yolculuğu olan seyr-u sülûkte, sohbet, zikir, muhabbet ve hizmetin dışında da pek çok mânevî terbiye usûlü bulunmaktadır. Bu terbiye metodları; zaman ve zeminin şartlarına, kişilerin karakter ve şahsiyetine göre pek çok farklılık ve çeşitlilik gösterebilir. Bazı manevi terbiye usulleri...
Seyr u sülûkte tatbik edilegelen umûmî ve husûsî pek çok terbiye usûlü vardır. Biz burada umûmî mânâdaki terbiye usullerinden birkaçı üzerinde duracağız:
1- SOHBET
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Sen öğüt ver (vaaz ve nasihatte bulun)! Çünkü nasihat (ve hatırlatma) mü’minlere fayda verir.” (ez-Zâriyât, 55)
Bu vaaz ve nasihatlerin en bereketli zeminleri de tasavvufî sohbetlerdir. “Sahâbî” ve “sohbet” kelimelerinin aynı kökten gelmesi de, bu hususun ehemmiyetini açıkça ortaya koymaktadır. Zira sahâbeyi sahâbe yapan en mühim vesîlelerden biri, onların Peygamber Efendimiz’in sohbetinden istifâde etmiş olmalarıdır. Bu sebeple “Sohbet, bir Sünnet-i Müekkede’dir.”[1] diyebiliriz.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, her sahâbînin eline birer kitap-defter vermedi. Bunlardan ziyâde, sohbete ve kalbî beraberliğe ehemmiyet verdi. Ashâb-ı kirâm da mânevî hâllerini doğrudan doğruya Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sadır âleminden aldılar. Mânevî in‘ikâs ve insibağ neticesinde, gönülleri rûhâniyet-i Rasûlullâh ile doldu. Zira huşû içinde icrâ edilen sohbetlerde, söz ve bilginin beraberinde, gönüllerden gönüllere bir enerji transferi, yani feyz ve rûhâniyet akışı da vâkî olmaktadır. Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, sahâbeyi sahâbe yapan en mühim sırlardan biri, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu feyizli sohbetlerine mazhar olmuş bulunmalarıdır. Nitekim sohbetin bu husûsiyeti sebebiyledir ki, sahâbeden sonra gelen sâlih zâtların hiçbiri -onlardan daha fazla ibadet etse bile- Peygamber sohbetine nâil olmuş bulunan sahâbî derecesine yükselemez.
Peygamber Efendimiz’den sonra da sohbet, hemen hemen bütün tarîkatlerde ve bilhassa Nakşîlikte, kalpten kalbe feyz nakli için husûsî bir ehemmiyete sahip olmuştur. Nitekim Şâh-ı Nakşibend Hazretleri:
“Bizim terbiye yolumuz, sohbet üzerine kuruludur.” buyurmuştur.
Sohbet ve zikir meclisleri, ilâhî rahmet ve sekînetin âdeta sağanak hâlinde yağdığı, dünyadaki cennet bahçeleridir. Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anhumâ-, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğuna şâhitlik ederler:
“Bir topluluk, Allah -azze ve celle- Hazretleri’ni zikretmek üzere oturduklarında, mutlakâ onları melekler kuşatır, ilâhî rahmet kaplar, üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları, katında bulunan üstün kulları (nebîler ve büyük melekler) arasında zikreder.” (Müslim, Zikir, 39)
Burada zikredilen sekînet hususunda Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Îmanlarını bir kat daha artırsınlar diye mü’minlerin kalplerine sekîneti indiren O’dur...” (el-Fetih, 4)
Cenâb-ı Hak, üzerlerine sekînet indirdiğinde, sohbete gelen mü’minlerin, din, îman, hidâyet ve basîret üzere sebatları artar, vakarları ziyâdeleşir, mânevî bir heybet kazanırlar. Böylece İslâmî emirlere karşı itaat ve bağlılıkları kuvvetlenir, Allâh’a ve Rasûlü’ne olan tâzim ve muhabbetleri daha da ziyâdeleşir. Neticede mânevî huzur, sükûn ve yakîne ererler.
O hâlde sâdık ve sâlihlerin böyle meclislerini ganimet bilmek gerekir.
Sohbet meclislerinin en bereketli neticelerinden biri de, orada bulunanların müsbet hissiyâtının birbirine sirâyet etmesidir. Zira mânevî sohbetlerde, fizikteki birleşik kaplar kânunu[2] misâli, kalpler birbirinden istifâde eder. Hâl transferi ve tesir alışverişi gerçekleşir. Zamanla kalbî keyfiyetler de birbirine benzemeye başlar. Zevkler, nefretler, duyuşlar ve görüşler aynı hâle gelir.
Fakat bu istifâdenin şartı da, sohbetlere bir ibadet vecdiyle katılmak; muhabbet, hürmet ve edep duygularıyla dinlemek; kalbi alıcı ve uyanık hâlde tutmaktır. Zira gerçek bir sohbet, muhâtaplarının durumuna göre şekillenir. Muhâtapların kalbî durumuna göre zuhûrat vâkî olur. Yani makbûl bir sohbetten, herkes kendi kusur veya noksanını anlayıp telâfi ve tedâvi reçetesi alır. Böylece Hakk’a yakınlık yolundaki şevk ve gayretini artırır. Bu neticeleri hâsıl etmeyen bir sohbet ise, dört duvar arasındaki faydasız bir beraberliğe dönüşür.
2- ZİKİR / EVRÂD
“İnsan” kelimesi, menşe itibârıyla bir görüşe göre “nisyan”dan gelir. Nisyan, zikrin/hatırlamanın zıddıdır ve unutkanlığı ifâde eder ki, insanoğlunun en büyük zaaflarından biridir. Rabbimiz, biz kullarını bu zaafa düşmekten şöyle îkaz buyurur:
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
Nisyan zaafını asgarîye indirebilmenin en güzel yolu ise “zikir”dir.
Cenâb-ı Hakk’a hakîkî mânâda kulluk yapabilmek ve bu sûretle mârifetullâh’a ulaşmak, zikrin kalpte kazandığı seviye ve hissedilişindeki derinlik nisbetinde gerçekleşir.
Zikir, Allâh’a yükselen amellerin en sevimlisi ve ilâhî vuslata nâil olmak isteyen kullar için vesîlelerin en güzelidir. Kulluk vazifeleri içindeki bu husûsî mevkii sebebiyledir ki “zikir”, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz elliden ziyâde yerde geçmektedir. Cenâb-ı Hak pek çok âyet-i kerîmede kullarına çok çok zikretmeyi, hattâ düşmanla savaşmak gibi hayatın en hassas anlarında dahî zikirden gâfil kalmamayı emretmektedir.[3]
İbn-i Abbas -radıyallâhu anhumâ-; “Ey îmân edenler! Allâh’ı çokça zikredin!” (el-Ahzâb, 41) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şöyle demiştir:
“Allah Teâlâ, kullarına farz kıldığı her ibadete belli bir sınır tâyin etmiştir. Bu hususta mâzeret sahibi olanların da özürlerini kabûl etmiştir. Ancak zikir, bunun dışındadır. Allah Teâlâ, zikir hakkında sonuna varılabilecek bir sınır tâyin etmemiştir. Aklını kaybedenden başka, zikri terk eden hiç kimsenin mâzeretini de kabûl etmez. Allah Teâlâ, insanlara her hâlükârda zikir hâlinde olmalarını emretmiştir.”[4]
Ne kadar ibretlidir ki Cenâb-ı Hak, iki peygamber kulu olan Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn’u Firavun’a tebliğe gönderirken; “Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün. Ben’i anmayı ihmâl etmeyin.” (Tâhâ, 42) buyurmuştur. Böylece iki peygamber kulunu bile zikrin ihmâlinden uyararak, onların şahsında bütün insanlığı îkâz eylemiştir.
Bu sebeple tasavvufta, Hakk’a vâsıl olmak isteyen müridlere, belirli periyodlar hâlinde muhtelif zikir ve virdler tavsiye edilerek mânen kemâle ermenin mühim bir yolu gösterilir.
Zikir, kulu Allâh’ın sıfatlarıyla mütehallî eyler. Zira isim, müsemmâyı çeker. Kişi Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsını zikre devam ettikçe, ilâhî ahlâk ile ahlâklanma yolunda mesâfe kateder.
Zikir, kulun Allah ile beraber olma hususunda en büyük yardımcısıdır. Allâh’ın isim ve sıfatlarını tefekkürle zikreden mü’min, Allâh’ın devamlı kendisiyle birlikte olduğu ve kendisini gördüğü şuuruna erer. Zamanla ahlâkı güzelleşir ve kalbinde Allah muhabbeti artar.
Zikir, mahzun ve mağmum zamanlarda bir sığınaktır. Neşeli zamanlarda ise rûhâniyetin tezyîdine vesîledir.
Zikir, cennet havasını daha bu dünyada iken teneffüs etmektir. Zira cennette gaflet olmadığı için insanlar dâimî zikir hâlindedirler.
Tasavvufî eğitimde verilen evrâd ve ezkâr, bütün kalbî hastalıklar için tesirli bir ilaçtır.
Zikir, kalplerin muhtaç olduğu en mühim telkindir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “…Dikkat edin! Kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur!” (er-Ra‘d, 28)
Muhammed Pârsâ Hazretleri şöyle buyurur:
“Bütün ibadetlerin gâyesi, Hak Teâlâ’yı hatırlamaktır, yani zikirdir. Kendisinde Hak Teâlâ’nın muhabbet ve ünsiyeti gâlip olarak bu dünyadan giden kişiler, büyük bir saâdetle gitmiş olurlar. Bir insanda Hak Teâlâ’nın zikri ziyâdeleşmeden (zikrin kemâlinden nasîb almadan ve tefekkürde derinleşmeden) muhabbet ve ünsiyet olmaz. Müslümanlığın aslı « لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» kelime-i tevhîdidir ve bu, zikrin ta kendisidir. Diğer bütün ibadetler, bu zikri kuvvetlendirmek (ve ona rûhâniyet kazandırmak) içindir…
Gerçek ve kâmil bir zikrin alâmeti de, ilâhî emir ve yasaklar konusunda Hak Teâlâ’yı unutmamak ve O’nun emirlerine her zaman ve mekânda âmâde olabilmektir. Aksi takdirde kişinin zikri, nefsinin fısıltı ve iğvâsından başka bir şey olmaz. Bundan dolayı zikre başlamanın esâsı, Hak ve halka nisbetle işlenen zâhirî ve bâtınî günahlara samimî olarak tevbe etmektir. Amel ve ahlâkıyla Hak Teâlâ’ya muhâlefet hâlinde bulunan bir kimsenin zikrinden, gerçek bir tesir hâsıl olmaz.”[5]
3- MUHABBET
Tasavvufî terbiyenin özüne baktığımızda; esas sermâyenin “muhabbet”, bunun en güzel tezâhür şeklinin de “âdâba riâyet” olduğunu görürüz.
Bir varlığa duyulan muhabbet şiddetlendikçe, bu muhabbetten o varlıkla alâkası olan her şeye, yakınlığı nisbetinde bir pay isâbet eder. Meselâ, mürşidini seven bir mürîd, ona âit tavırlardan -nâkıs da olsa- benzer davranışlara sahip olanlara bile muhabbet duyar. Mürşidinin bir yakınıyla karşılaşsa, onu Kâbe’den henüz dönmüş bir hacıya mülâkî olmuşçasına iltifatlara gark eder. Mürşidinin kullandığı herhangi bir eşyâya sahip olmak, onun rûhunda târifsiz bir sürûr meydana getirir. Bu keyfiyet, Veysel Karanî Hazretleri’nin Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından kendisine gönderilen Hırka-yı Saâdet karşısında duyduğu sürûrun bir benzeridir.
İbrahim Desûkî Hazretleri şöyle buyurur:
“Kim kalbinde şeyhine karşı muhabbet beslerse, Allah onu mânevî derecelere yükseltir. Yalnız şunu unutmamak gerekir: Şayet şeyh, müridlerini Allâh’a yaklaştırmada merdiven vazifesi görmeseydi, içinde kendisinden başka muhabbet bulunan bütün kalplere Allah gazap ederdi. Zira Allah bu hususta çok gayûrdur, bütün muhabbetlerin ancak kendisine yönelmesini ister.”[6]
Allah’tan gayrısına duyulan bütün muhabbetler “mecâzî”dir. Zira kalp, mutlak mânâda Allâh’a mahsustur. Dolayısıyla hakîkî mâşuk, Allah’tan gayrısı olamaz. Diğer sevilenler ve onlarla yaşanan hâller, tıpkı bir saraya çıkıştaki merdiven basamakları mesâbesindedir. Bunlar, kalbin muhabbetullâh’a hazırlanması yönündeki alıştırmalar hükmündedir. Bu gayretlerde en feyizli merhale, gerçek bir mürşid-i kâmile mülâkî olmak ve onunla ünsiyet ve muhabbetin mânevî heyecanını yaşamaktır. Bunun en verimli vâsıtası ise râbıtadır. Gönülde mânevî rehbere duyulan muhabbetin kuvvetlenerek sıradan ve basit alâkalarla kıyaslanamayacak derecede yüksek bir seviyeye ulaşması, “râbıta”nın ta kendisidir.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-, üvey dayısı Hind bin Ebî Hâle’ye Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hilyesini sorarken, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi şu sözleriyle dile getirmiştir:
“Dayım Hind bin Ebî Hâle, Allah Rasûlü’nün hilyesini çok güzel anlatırdı. Kalbimin O’na bağlı kalması ve O’nun izinden gidebilmem için, dayımın Allah Rasûlü’nden bir şeyler anlatması, benim çok hoşuma giderdi.” (Tirmizî, Şemâil, s. 10)
Bu söz de, fiilen râbıtayı ifâde etmektedir. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tasvîrini dinlemek, O’nunla kalbî bir bağ kurmak için en feyizli vesîlelerden biridir.
Râbıtanın lügat mânâsı, bağ ve alâkadır. Bu yönüyle esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir canlı yoktur. Her şey birbiriyle irtibat hâlindedir.
Bir annenin oğlu askere gittiğinde, anne hep oğlunu düşünür. Bir yemek pişirdiğinde; “Ah, oğlum bunu severdi.” der. Veya bir delikanlı nişanlandığında, müstakbel zevcesini düşünmeden duramaz. Güzel bir manzarayla karşılaşsa; “Nişanlım da bu manzarayı görseydi.” diye içinden geçirir. Önüne leziz bir yemek gelse; “Sevdiğim de, bu yemeği yeseydi.” diye düşünür. Yani dünyevî ve fânî şeylerde bile böylesine tabiî bir muhabbet bağı varken, mâneviyatta bu bağın olmaması düşünülemez. Bilâkis mânevî hâl yükseldikçe, gönüllerdeki muhabbet bağının, yani râbıtanın da kuvveti artar. Bundan dolayıdır ki sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e samimiyetle; “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyebilmekten, büyük bir haz ve lezzet almışlardır. Allah ve Rasûlü’nün yolunda her şeylerini fedâ etmeyi, canlarına minnet bilmişlerdir.
İşte tasavvuftaki râbıta da, kâmil bir mürşide duyulan muhabbeti dâimâ gönülde tâze tutarak onun sâlih amellerini ve güzel hâllerini taklide çalışmaktır. Mürşide duyulan hürmet ve muhabbetin bu sûretle dâimâ tâze tutulması, mürîde mânevî bir dirilik kazandırır. Zira sâlih zâtların sohbeti kadar muhabbeti de tesirli ve faydalıdır.
Muhabbet ve ülfet, iki kalp arasında bir cereyan hattıdır. Bu hat ne kadar kuvvetli olursa, mürşidden mürîde o kadar çok hâl sirâyet eder.
Rivâyete göre, büyük velî Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, Şehrisebz’deki bağda bir dut ağacına yaslanmıştı. Yıllar sonra bunu öğrenen Ubeydullah Ahrâr Hazretleri o bağı satın almış ve zaman zaman o ağacı seyretmeye gitmiştir.[7] Bu hâl, bir mürîdin, şeyhinin şeyhine karşı duyduğu muhabbetin hayranlık uyandıran bir tezâhürüdür.
Mânevî ilerleme için muhabbet zarurîdir. Zira mürîd, mürşidinin davranışlarını taklid etmek ve onun mânevî hâlini kendi üzerine yansıtabilmek için onunla kalbî bir irtibat hâlinde olmak durumundadır. Bunun yolu da muhabbettir. Çünkü ancak seven kişi sevdiğini taklid eder ve ona benzemek ister.
Râbıta yoluyla, mürşidle mürîd arasında gerçekleşen hâl transferi, mürîd için aynîleşme istikâmetinde bir gelişmeye mazhar olmak demektir. Zira hadîs-i şerîfte:
“Kişi sevdiği ile beraberdir...” buyrulmaktadır. (Buhârî, Edeb, 96)
Tabiî ki bu beraberlik, zâhirî beraberlikten ziyâde, hâl ve davranış beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği, tavır ve istikâmet beraberliğidir. Bu beraberlikleri meydana getirmeyen bir sevginin hakîkî olup olmadığı şüphelidir.
Râbıta ile mürîd, mürşidinin rûhâniyetinden feyz alır, kalbini dünyevî düşüncelerden temizleyerek huzur hâlini muhâfaza eder.
Diğer taraftan, gönlünü mânevî rehberlere bağlayamayan insanların; “Tabiat boşluk kabûl etmez.” hakîkati mûcibince, gönüllerini nefsânî arzulara kaptırması ve süflî rehberlerin peşine takılması da kuvvetle muhtemeldir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minleri sâdık ve sâlih kullarıyla beraber olmaya teşvik ederek şöyle buyurmaktadır: “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)
Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurur:
“Bu âyet-i kerîmedeki «Beraber olun!» emri, dâimî bir sûrette beraberliği ifâde eder. Âyette «beraberlik», mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hükmî beraberliği ifâde eder. Fiilî beraberlik, sâdıkların meclisinde kalp huzûruyla fiilen bulunmaktan ibârettir. Hükmî beraberlik ise gıyâblarında da onların hâllerini tahayyül etmekten ibârettir.”[8]
Demek ki sâdık olma yolunda atılacak ilk adım, sâdıklarla beraber olmak, yani onlarla muhabbetli bir ünsiyet içinde bulunmaktır. Sâdık olmak, bu durumun tabiî bir neticesidir. Nitekim; “Üzüm üzüme baka baka kararır.” sözü de, birbirinden in’ikâsla olgunlaşma hakîkatinin bir ifâdesidir.
Nitekim ashâb-ı kirâm;
“–Allâh’ın velî kulları kimlerdir?” diye sorduklarında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “(Allâh’ın velî kulları) yüzlerine bakıldığında Allah Teâlâ’yı hatırlatan kimselerdir.” buyurmuşlardır. (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4)
Dolayısıyla Hakk’ın velî kullarıyla beraber olmak ve onların mübârek sîmâlarını edeple temâşâ etmek, gönüller için ayrı bir feyz, rûhâniyet ve inşirah vesîlesidir.
Râbıtanın gâyesi de, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ulaşan Allah dostları silsilesiyle mânevî irtibâtı kuvvetlendirerek bu beraberlikten feyz almaktır. Muttasılan bir elektrik kablosuna tutunan insanlar gibi en sondaki insan da aynı akımdan istîdâdına göre bir hisse alabilir.
Allah dostlarıyla olan bu mânevî beraberliğin yanında maddî beraberlik de olabilirse bu, “nûr üstüne nûr” olur. Fakat tasavvufî terbiyede kuru kuruya bir fiilî beraberlik de makbûl değildir. Zira kimileri, bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde bulunurlar da gafletlerinden dolayı bir hisse alamazlar. Öte yandan uzak diyarlardaki nice samimî müridler, mürşidlerine duydukları engin hürmet, hasret, aşk ve bağlılıkları vesîlesiyle müstesnâ nasiplere nâil olabilirler. Nitekim büyükler; “Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” buyurmuşlardır. Bu sebeple asıl mühim olan, nerede olursa olsun, kalbî beraberlik duygusunu yitirmemektir.
Her hususta olduğu gibi râbıtada da edebe riâyet şarttır. Nitekim Hâcegî İmkenegî’nin müridlerinden Hacı Abdülazîz, râbıtada mürîdin hayâl yoluyla şeyhini kendi yanına getirmektense, kendisinin hayâlen şeyhinin huzûruna gitmesinin, tasavvufî edebe daha münâsip olacağını ifâde etmiştir.[9]
Tasavvufî terbiyede çok ehemmiyetli bir usûl olan râbıta, adı ve tatbik şekli az çok farklı olsa da, hemen hemen bütün tarîkatlerde mevcuttur.
Diğer taraftan râbıta, bilhassa 19. asırdan itibâren bâzıları tarafından bir îman-küfür meselesi hâline getirilerek şiddetle tenkid edilmiştir. Hâlbuki râbıta, -yukarıda da ifâde edildiği üzere- gâyet tabiî bir psikolojik vâkıadır. Onun îtikadla bir alâkası yoktur. Bu hususta Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuştur: “…Kalbi mal-mülk gibi dünyevî şeylere bağlı olan ve bunları düşünen kişi kâfir olmuyor da, kalbi bir mü’mine bağlamak, niçin küfre sebep olsun?”[10]
Velhâsıl râbıta, mürîdin mürşidine duyduğu muhabbeti dâimâ gönlünde tâze tutmasından ibârettir. Mürşide ulûhiyet izâfe etmek gibi bir dalâletle uzaktan-yakından alâkası yoktur. Zira İslâm, hristiyanlıktaki “ruhbanlık” gibi şirke kapı aralayan her şeyi reddeder.
Unutmamak gerekir ki peygamberler dışında her kul, âciz ve kusurludur. Hattâ peygamberler bile beşer olmak hasebiyle zelle işlerler. Fakat te’yîd-i ilâhîye mazhar oldukları için tashih edilirler.
Dolayısıyla mâneviyat büyüklerine muhabbet ve hürmet ne kadar gerekliyse, onları yüceltmede şer’î hudutlara riâyet etmek de son derece zarurîdir.
4- HİZMET
Îmânın en büyük meyvesi merhamet, onun neticesi ise “hizmet”tir. Merhamet etmek/acıyabilmek, Allâh’ın büyük bir lûtfudur. Zira yalnızca acıyabilen insan için, kalp, iz’ân ve vicdandan söz edilebilir. Hadîs-i şerîfte de:
“Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!” buyrulmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)
Merhamet; sende olanı, ondan mahrum olanlara ikram etmendir. Diğer bir ifâdeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telâfî için onların yardımına koşmaktır.
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de en çok “Rahman” ve “Rahîm” sıfatlarını bildiriyor. Dolayısıyla “Allah” diyen bir kalbin; merhamet, infak ve hizmetten nasipsiz olması düşünülemez. Yine kâmil bir mü’min, başta insan olmak üzere mahlûkattan hiçbirinin sesli veya sessiz feryâdına bîgâne kalamaz, elinden gelen hiçbir şeyi esirgeyemez.
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri buyurur ki:
“Şems g bana bir şey öğretti: «Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.» Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”
Yani Şems, Mevlânâ’ya, Allâh’ın kullarının üşümesinden ürperen bir vicdan hassâsiyetini öğretmişti. Bedenin ısınması elbiselerle kābildir. Lâkin vicdânın ısınabilmesi, ancak şefkat ve merhamet mahsulü hizmetlerle, kalbin Hakk’a yaklaşmasına bağlıdır.
Bu misal, mahlûkâtın her türlü mahrûmiyeti karşısında kullanılması gereken bir şablon gibidir. Bu yüzden her türlü felâket ve sefâlet manzaralarının, bedenlerden evvel vicdanları ürpertmesi îcâb eder. Bu şekilde Hakk’a istikâmetlenen vicdânî ürperişler, gönüllerin ısınıp huzura kavuşmasına vesîle olur.
Tasavvufî terbiyede de hizmetin ehemmiyeti çok büyüktür. Gönülleri; tevâzû, mahviyet, mahlûkâta şefkat ve merhamet duygularıyla tezyîn etmenin en müessir yolu, Allah rızâsı için hizmet etmektir. Bu bakımdan bütün mürşid-i kâmiller, sâliklerinin terbiyesinde hizmeti mühim bir ilerleme vâsıtası olarak telâkkî etmişler ve; “Hizmet eden, himmete nâil olur.” buyurmuşlardır.
Hizmet, gönülleri mânevî zirvelere ulaştıran müstesnâ ve ulvî bir basamaktır. Öyle bir basamak ki, ilâhî vuslat ve sonsuz mükâfâta mazhar olanların cümlesi; peygamberler ve evliyâ, ebrâr ve asfiyâ, hep bu basamağın üzerinde yücelmişlerdir. Yani bir ömür Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in:
“Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.”[11] hadîs-i şerîfinin müşahhas numûneleri olmuşlardır.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurur:
“Şeyhlerimiz, istikbâlinden ümitvâr oldukları kişileri hizmet ile meşgul ederlerdi.”[12]
“Zamanın îcâbı ve zarureti ne ise onunla meşgul olmak lâzımdır. Zikir ve murâkabe, bir müslümanı huzura kavuşturacak olan bir hizmet bulunmadığı zaman yapılır. Bir insanın sıkıntısını giderip gönlünü kazanmaya vesîle olacak olan hizmet; zikir ve murâkabeden daha önde gelir. Bâzıları nâfile ibadetle meşgul olmayı, hizmetten daha mühim zannederler. Hizmetin semeresi, gönüllerde muhabbet ve huzurun yeşermesidir. «Kalpler, kendisine iyilik eden kişiye muhabbet besleyen bir tabiatta yaratılmıştır.» sözü bunu açıklamaktadır. Nâfilelerin neticeleri, mü’minlerin sevgisinin neticeleriyle aslâ bir olamaz... Ben bu yolu sûfîlerin kitaplarından öğrenmedim, halka hizmetle elde ettim.”[13]
Nasıl ki bedenin maddî gıdâlara ihtiyacı varsa, rûhun da mânevî gıdâlara ihtiyacı vardır. İbadet, muâmelât ve ahlâk, rûhun en hayâtî ve zarurî gıdâlarıdır. Mü’minin ictimâî kulluk vazifelerinden biri olan hizmet de bunları tamamlayıcı bir mâhiyettedir. Mü’min, mümkün olduğu kadarıyla bunların hiçbirini ihmâl etmeyip hepsini şahsiyetinde cem etmeye çalışmalıdır.
Kâmil bir mü’min;
–Ahyâr sıfatında olmalı; takvâ ile ibadet ve nâfilelere ehemmiyet vermelidir.
–Ebrâr sıfatında olmalı; nefsini terbiye için çile ve hizmetlere koşmalıdır.
–Şüttâr sıfatında olmalı; Hakk’a vuslat yolunda ibadet ve hizmet vazifelerini, büyük bir aşk, vecd ve mânevî istiğrak hâlinde îfâya gayret göstermelidir.
Ahmed Kâsânî g böyle bir gönül kıvâmıyla îfâ edilen hizmetlerin ehemmiyetini ne güzel hulâsa etmiştir:
“Dünya hizmet yeridir, âhiret ise kurbet, yani Allâh’a yakınlık yeridir. Kişinin kurbeti ise, hizmeti nisbetinde olacaktır.”[14]
Allah dostları, hizmet vâsıtasıyla, sevenlerini hem terbiye eder, hem de Allâh’a yaklaştırırlar. Bu sebeple “Tasavvuf, bir hizmet yoludur.” diyebiliriz.
Nitekim Nakşibendî mürşidlerinin biyografisi mâhiyetindeki Reşahât adlı eserin müellifi olan Ali bin Hüseyin Safî g bir gün abdest almak için kalktığında, yeğeni hemen ibriği su ile doldurup hazırlamak istedi. Ancak Safî:
“–Hâcegân yolu, hizmet etme yoludur, hizmet edilme yolu değil!” diyerek buna müsâade etmedi.[15]
Hâsılı, terakkî etmek isteyen bir mü’min, ebedî kazancı için dâimâ hizmet yolları aramalı, büyük-küçük her hizmeti Allah rızâsı için îfâ etmenin gayreti içinde olmalıdır.
Mânevî arınma ve tekâmül yolculuğu olan seyr u sülûkte, sohbet, zikir, muhabbet ve hizmetin dışında da pek çok mânevî terbiye usûlü bulunmaktadır. Burada bahsedilenler, umûmî mânâdaki usullerin birkaçıdır. Bu terbiye metodları; zaman ve zeminin şartlarına, kişilerin karakter ve şahsiyetine göre pek çok farklılık ve çeşitlilik gösterebilir. Zira şerîatte, umûma mahsus ve herkes için aynı olan kâideler geçerli iken, tasavvufta ise, şer’î hükümlerin yanı sıra, tıpkı numaralı gözlükler gibi, kişiye has terbiyevî metodlar da kullanılır.
[1] Sünnet-i Müekkede: Peygamber Efendimiz r’in devamlı olarak yaptığı, sırf bağlayıcı ve kat’î bir emir olmadığını göstermek için nâdiren terk ettiği; farz ve vâcip olmayan amelleri.
[2] Birleşik kaplar kânunu: Farklı iki veya daha çok kabın, tabanlarının birleştirilmesi ile elde edilen kaplara, birleşik kaplar denir. Birleşik kaplardan herhangi birine konan sıvının, diğer kaplara akışı, diğer kaplardaki sıvı seviyesi eşitleninceye kadar sürer. Yani aynı tabanda oldukları için, bir kaptaki sıvının özelliği, diğer kaplardaki sıvıların özellikleriyle aynı hâle gelir.
[3] Bkz. en-Nisâ, 102-103.
[4] Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Beyrut 1995, XXII, 22; Kurtubî, XIV, 197.
[5] Muhammed Pârsâ, a.g.e, s. 45-46.
[6] İmâm Şârânî, İbrahim Desûkî’den Öğütler, (trc. Erdoğan Baş), İstanbul 1996, s. 64.
[7] Muhammed Hâşim Kişmî, Nesemâtü’l-Kuds min Hadâikı’l-Üns (thk. Münîr-i Cehân Melik), Tahran Ün. Edebiyat Fak. (Yayınlanmamış doktora tezi) 1375/1996, s. 167.
[8] Tafsîlâtı için bkz. Reşahat, s. 453.
[9] Kişmî, Nesemâtü’l-Kuds, s. 340.
[10] Ali bin Hüseyin Safî, Reşahât-ı Aynü’l-Hayât (thk. Ali Asgar Mu‘îniyân), Tahran 2536/1977, II, 636-637.
[11] Beyhakî, Şuab, I, 334; VI, 334; Deylemî, Müsned, II, 324; Ali el-Müttakî, Kenz, no: 24834.
[12] Kişmî, Nesemâtü’l-Kuds, s. 244.
[13] Mîr Abdülevvel, Mesmû‘ât, İstanbul 1993, s. 16, 89; Safî, Reşahât, I, 94, II, 407-408.
[14] Ahmed Kâsânî, Âdâbu’s-Sâlikîn, İstanbul Ün. Ktp., FY, nr. 649, vr. 53b-54a.
[15] Kişmî, Nesemâtü’l-Kuds, s. 213.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları