Manevi Yolda Marifetullaha Ulaşmanın Şartı

Manevi yolda marifetullaha nasıl ulaşılır? Manevi yolda marifetullaha ulaşmanın şartı şudur...

Alîm olan Cenâb-ı Hak, ilim sıfatını mahlûkuna bildirmek için bu sıfattan bir nebze mahlûkunda halk buyurmuştur ki onunla Cenâb-ı Hakk’ın ilim sıfatı bilinsin. Eğer bir kulda ilim sıfatından bir nebze olmasa, Cenâb-ı Hakk’ın ilim sıfatına mârifet hâsıl olmaz.

MANEVİ YOLDA MARİFETULLAHA ULAŞMANIN ŞARTI

Diğer sıfat-ı İlâhiyye de bu minvâl üzeredir. Meselâ anadan doğma gözü görmeyen ve kulağı işitmeyen bir kimse, görmenin ve işitmenin ne demek olduğunu bilemez. Kezâ, Cenâb-ı Hakk’ın “mürîd” sıfatı vardır. Kulunda irâde-i cüz’iyyeyi halk buyurmuştur. Eğer kulda irâde-i cüz’iyye olmasa, Cenâb-ı Hakk’ın irâde-i külliyesi de bilinemez. Meselâ, gözü açık olarak aynaya bakan kimsenin in’ikâs eden hayâlinin de gözü açık olması lâzım geldiği gibi. Hak Teâlâ hazretleri, mürîd sıfatına mukâbil insanlara da irâde-i cüz’iyye vermiştir ki yevm-i kıyâmette onları hesaba çekebilsin. Çünkü tekâlif-i şer’iyye irâde-i cüziyyenin bulunması üzerine terettüb ediyor. Nefs-i emmâresini hiçbir kayıt altına almamak fikrinde bulunanlar; “Cenâb-ı Hak salâhımı murâd ederse sâlih olurum, etmezse olmam.” tarzında kaçamak yapıp bâtıl yola sapmak isteyenler kendilerini aldatmış olurlar.

Nitekim âyet-i celîlede:

“Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere gelince biz onlara elbette yollarımızı gösteririz.” (Ankebût Sûresi, 69) Yani, bizim hidâyetimiz, kulların mücâhedelerine bağlıdır, buyuruluyor. Ve yine:

“Hakîkat, insan için kendi çalıştığından başka (bir şey) yoktur.” (Necm Sûresi, 39) âyet-i kerîmesi de yalnız maîşet-i dünyeviyeye münhâsır olmayıp, maişet-i uhreviyyeye de âittir. Hadîs-i şerîfte: “Ulemâ vâris-i nebîdir.” denilmek câiz olduğu gibi, “Kim vâris-i nebî ise ancak âlim odur.” diye mânâ vermek de câizdir.

Bu îtibarla bu hadîs-i şerîfe ikinci mânâyı vermek uygun olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı bilmeyen ve tanımayan, Cenâb-ı Hak’tan korkmayıp ma’siyet işleyen kimseye hakîkî âlim denilmesi câiz olamaz.

Âlim billâh olan, halkı, garazsız ve ücretsiz hiçbir menfaat mukâbili olmayarak livechillâh Hakk’a, şerîat-ı mutahharanın emirlerine dâvet eder. Nitekim:

“Siz insanlar için (insanlığın fâidesi için gaybdan, yahut levh-i mahfûzdan seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız.” (Âli İmrân Sûresi / 110) buyurulmuştur.

Hiçbir peygamberin ümmeti, vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yani, hiçbir peygamberin ümmetine emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker vazîfesi verilmemiş ancak bu vazîfe ümmet-i Muhammed’e tevdî ve ihsân buyurulmuştur. Bu vazîfeyi îfâya memur olan ümmetin hayırlısından murad; ulemâ-yı zâhir değildir. Zîra ulemâ-yı rüsûm denilen zâhir ulemâsına peygamber vârisi denilemez. Çünkü “irs” tâbiri bir pederden evlâda bilâ-kesb intikal eden şeye denir. Ulemâ-i zâhirin ilmi ise irsî değil, kesbîdir. Medreselerde tahsil edilir, vehbî değildir. Vehbî olmayan ve kesbî bir ilme irs tâbiri sahîh olamaz, ulemâ-yı zâhir de vâris-i enbiyâdır, demek asla doğru olamaz. Âyette:

“Allah’tan kulları içinde ancak âlimler korkar.” (Fâtır Sûresi / 28) buyurulmuştur. Hadîslerde de:

“Erkek ve kadın her müslim için ulûm-i dîniyyesini taleb edip öğrenmek farzdır.”

“Velev ki Çin’de dahî olsa ilim taleb ediniz.” buyurulmuştur.

Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bu hadîs-i şerîflerde tahsîlini emir buyurmuş olduğu ilmi yalnız zâhirî ilme tahsis etmek doğru değildir. Çünkü mârifetullaha ve havf-i ilâhîye mukârin olmayan ve dünyadan zühdü artırmayan ilim, ind-i ilâhîde şâyân-ı kabûl bir ilim sayılmaz.

Her asırda neşr-i din vazîfe-i mukaddesesi ulemâ-yı zâhir ve bâtın; yani ulemâ-i meşâyıh-ı kirâm efendilerin uhde-i liyâkatlarına tevdî ve tahmil buyurulmuştur.

Ulemâ-i zâhir ve bâtının vazîfeleri umumun menfaatine hizmet edeceğinden fâidesi yalnız kendi nefsine münhasır olan âbidden onların derecesi daha yüksek ve daha hayırlıdır. Elbette ibâdet-i müteaddiye, ibâdet-i lâzimeden hayırlıdır. İşte bu hikmete mebnî Rasûlullah -sallallahü aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretleri, Hazret-i Ali -kerremellahü vecheh- Efendimiz’e:

“Yâ Ali! Senin delâletinle Cenâb-ı Allah’ın bir şahsı hidâyete ulaştırması dünya ve mâfîhânın senin olmasından daha hayırlıdır.” buyurmuştur. (Mahmud Sâmî Ramazanoğlu, Musâhabe-6, s.115)

Kaynak: Altınoluk Dergisi, Sayı: 469

İslam ve İhsan

MANEVİ DERS ALMAK İSTEYENLERE SORULAN SORULAR

Manevi Ders Almak İsteyenlere Sorulan Sorular

MANEVİ YOL, MÜRİTTEN NE İSTER?

Manevi Yol, Müritten Ne İster?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.