Marifetullah ve Ariflerdeki Tecelliler
Veresetül enbiyâ ne demektir? Ariflerin farik vasıfları nelerdir? Allah ile beraber olma halleri nasıldır? Hakk’a yakınlığın sırrı nedir?
Mârifetullâh, bütün kâinattaki sır ve hikmetleri muhtevî, sınırsız ve sonsuz bir ilm-i ilâhîdir. Bu ilmi, tam anlamıyla târif etmek, beşer idrâkinin üzerindedir. Ancak herkes, iktidar, istîdat ve gayreti nisbetinde bu ilimden haz duyar ve nasiplenir. Bu sebeple Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“(Allâh’ım!) Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” buyurmuşlardır. (Müslim, Salât, 222)
Hadîs-i kudsî olarak rivâyet edilen:
“Ben gizli bir hazine idim, mârifetime (tanınmama) muhabbet ettim ve Ben’i tanımaları için mahlûkâtı yarattım.” [1] ifâdeleri de, mârifetullâhın ehemmiyetine işaret eder.
VERESETÜL ENBİYA NE DEMEK?
Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîs-i şerîflerinden sonra Rabbin mârifete ermiş has kullarının davranış ve sözlerinden daha güzel hiçbir söz ve davranış yoktur. Çünkü, onların müstesnâ fiil ve sözleri, derûnî ve ledünnîdir, kesbî değildir. Bu sebeple onlara “veresetü’l-enbiyâ” denir. O has kulların davranışlarını müşâhede eden ve kelâmlarını işitenlerin gönülleri feyz ile dolar. Gayretleri artar, sırlar kendilerine ayân olmaya başlar, şeytânî vesveselerden ve dünyevî ihtiraslardan halâs olurlar.
Bu Hak dostlarının bir kısmı, Hazret-i Âdem sıfatlı; bir kısmı Hazret-i İbrâhim sıfatlı, bir kısmı Hazret-i Mûsâ sıfatlı, bir kısmı Hazret-i Îsâ sıfatlı; bir kısmı da Muhammediyyü’l-meşrebdir.
MUHAMMEDİYYÜ’L-MEŞREB OLANLARIN FÂRİK VASIFLARI
Muhammediyyü’l-meşreb olanların fârik vasıfları; mârifet, muhabbet ve tevhîd ehli olmalarıdır. Bu zevât-ı kirâm içerisinde öyleleri de vardır ki onlar bütün fârik vasıfları kendilerinde cem ettiklerinden bî-sıfattırlar. Yâni îzahtan vârestedirler.
Cenâb-ı Hak, sevdiği bu kullarına, hâllerine göre muhtelif tecellîler bahşetmiştir. Bu meyanda kimini Şâh-ı Nakşibend eyleyip tasarruf ve mârifetullâhta sonsuz ve eşsiz bir himmet deryâsı kılmış; kimini Mecnûn gibi aşk çöllerinde dolaştırmış; kimini hayret vâdîlerinde gezdirmiş; kimini azamet-i ilâhiyye karşısında dilsiz eylemiş, kimini Yûnus Emre gibi aşk bülbülü kılmış, kimini de Hazret-i Mevlânâ gibi dilinden hikmetler fışkıran ve nâdîde inciler saçan bir mânâ deryâsı eylemiştir.
Cenâb-ı Hak, bu farklı tecellîlere mazhar kıldığı cümle velîlerini, dostluk iklîminde mârifet ilmiyle donatıp müstesnâ rehberler hâlinde bütün insanlığa ihsân buyurmuştur.
Mârifetullâha eren kâmil insan, Hakk’ın aşk ve muhabbetinin tecellîsi altında olduğu için, mercek altındaki bir kağıdın yanması gibi, onda nefsânî temâyüller ömrünü tüketmiştir. Böylece, nûrânî bir câzibe merkezi hâline geldiğinden, diğer insanlar da gayr-i ihtiyârî olarak onu sever ve sayarlar. Ancak o, fânî iltifat ve alâkaların kıskacından kendini kurtarmış olduğundan; gurur, kibir ve ucub gibi mezmûm sıfatların girdabına düşmez. Halk içinde Hak ile berâberdir. “Ta‘zîm li emrillâh” yâni Allâh’ın emirlerine hürmetle riâyet ve “Şefkat li halkillâh” yâni Allâh’ın mahlûkâtına şefkat ve merhamet duygularıyla yaşar. Ancak Allâh’a muhabbeti muktezâsınca, zıdd-ı kâmili olan zâlim ve nankörlere aslâ muhabbet ve meyil göstermez. Yalnız, merhameti îcâbı, onlara da acır, hidâyetlerine duâ eder.
Mal-mülk ve dünyâya âit bütün servetler, ona yalnız infak için lâzımdır. Kâmil insan, kendini mârifetullâha ve vâsıl-ı ilâllâh olmaya adamıştır. Artık o, bu cihânın kendine âit dert ve ıztıraplarına aldırmayan, has bir kuldur.
ALLAH İLE BERABER OLMA HALLERİ
Mevlânâ -kuddise sirruh-, ruhların, nefislerin ve istîdatların insandan insana farklı olduğunu, herkesin kendi aynasında kâinât nakışlarını, değişik açılardan ayrı ayrı gördüklerini ve kalabalıklar içinde dahî Allâh ile berâber olma hâllerini şu kıssa ile ne güzel ifâde eder:
“Bir sûfî, neş’elenip tefekküre dalmak için müzeyyen bir bahçeye gider. Bahçenin rengârenk tezyînâtı karşısında mest olur. Gözlerini kapayarak murâkabe ve tefekküre dalar.
Orada bulunan gâfil bir kişi, sûfîyi uyur zanneder. Onun bu hâline hayret eder, canı sıkılır. Sûfîye:
«–Ne uyuyorsun? Gözünü aç da üzüm çubuklarını, çiçek açmış ağaçları, yeşermiş çimenleri seyret! Allâh’ın rahmet eserlerine nazar et!» der.
Sûfî de ona şöyle cevap verir:
«–Ey gâfil! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesâbesindedir. Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün...
Su içine aksedip görülenler, hayâlî bir bağ-bahçedir. Asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir. Onların zarîf ve latîf akisleri, su ve çamurdan olan dünya âlemindedir.
Eğer bu âlemdekiler, gönül âlemindeki o neş’e selvisinin aksi olmasaydı, Cenâb-ı Hak bu hayal âlemine, aldanış mekânı demezdi.
Âl-i İmrân Sûresi’nin 185. âyet-i kerîmesinde:
«...(Bu) dünya hayatı, aldanma metâından başka bir şey değildir.» buyrulur.
Gâfil olanlar ve dünyayı cennet zannederek «Cennet budur!» diyenler, bu derenin görüntüsüne kananlardır.
Asıl bağ ve bahçelerden, yâni evliyâullâhtan uzakta kalanlar, o hayâle meylederek aldanırlar.
Birgün bu gaflet uykusu nihâyete erer. Gözler açılır, hakîkat görülür. Fakat son nefeste o manzaranın ne faydası olur?
Ne mutlu o kimseye ki, ölmeden evvel ölmüş, onun rûhu, bu bağın hakîkatinden koku almıştır...»”
Gerçekten bir kimse, dünyanın nefsanî lezzetlerine itibar etmez, ondan yüz çevirirse, Allah -celle celâlühû-, o kulun rûhunu saf, kalbini nurlu kılar.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“İçine nur giren kalb, açılır ve genişler.” buyurduğunda;
“–Yâ Rasûlallah, bunun alâmeti nedir?” diye sorulmuş, O da:
“–Fânî dünyadan uzaklaşmak, ebedî olan âhiret yurduna gönül vermek ve ölmeden evvel ölüme hazırlanmaktır.” (Taberî, Tefsir, VIII, 37) şeklinde cevap vermişlerdir.
Bu şerefli mârifet yolunun sâdık yolcuları olan ehlullâh, yâni Hak dostlarının gönülleri, nîsan yağmuru damlalarından iri inciler peydâ eden sedefler gibidir. Kendilerine muhabbet gösteren nice ham gönülleri, Allâh’ın lutfu ile birer iri inci sedefi yapmaktan uzak kalmazlar. Yeter ki bu tâlipler, bu sedefte saklanacak yağmur damlasını idrâk edebilsin!
HAKK’A YAKINLIĞIN SIRRI
Mesnevî şerhinde buyrulur:
“Kelâm sâhibi olan Allah, bulutun kulağına bir sır söyledi, onun gözünden su tulumu gibi yaşlar boşandı. Gülün kulağına bir sır söyledi; onu renk ve râyiha saltanatıyla güzelleştirdi. Taşa bir sır söyledi; onu mâden içinde akik etti. Yâni latîf sıfatıyla tecellî edip buluttan su akıttı, gülü güzelleştirdi, taşı da kıymetlendirdi.
İnsan vücûduna da bir sır verdi; o sırrı muhâfaza eden mârifet ehlini sonsuzluğa yüceltti. İlâhî âlemden ilham alan bu Hak dostları, cisimden kurtulup Hakk’a yakınlığın sırrına erdi.”
Hiç şüphesiz ki bu sırlar, farklı tecellîler hâlinde mârifete medâr olan muhabbet sırrıdır. Muhabbet sırrı ki, her şeyin kemâli ve güzelliği onun feyizli iklîminde gizlenmiştir.
Yüksek seviyedeki Allah dostlarında zâtî muhabbet tecellîleri ziyâdeleşir. Zâtî muhabbet, bir kişinin bir fânîyi gayr-i irâdî sevmesi ve bir aşk bağlantısı kurmasıdır. Bu muhabbet mecâzîdir. Hakîkî zâtî muhabbet ise Rabb’e bu tür bir meclûbiyet ve O’nda fânî olma hâlidir.
Bu zâtî muhabbet tecellîlerine mazhar olan Hak dostları, ikram gördükçe seven, kahra uğrayınca da sevgisi zayıflayan kişiler değildir. Şu mecâzî hikâye, zâtî muhabbete âit güzel bir misâl teşkîl eder:
Mevlânâ Câmî -kuddise sirruh- anlatıyor:
“Pîrimiz Mevlânâ Sâdeddîn Kâşgarî’nin sohbet halkasında bir genç vardı. Bu gençte, riyâzat, halvet ve aşk, en ileri derecede idi. O da benim gibi, bir fânî güzele tutulmuştu. Böylece gönlünde biriktirdiği kıymeti bir lahzada o tarafa devretmişti.
Altından ve pırlantadan hediye sadedinde bir şey alıp, o güzelin geçeceği yola bırakmış ve oradan geçenlerden birinin onu almaması için de bir kenara gizlenmişti. Fikrince sevgilisi oradan geçecek ve hediyeyi görüp alacaktı. Fakat kimden ve nasıl geldiğini bilmeyecekti. Ben vaziyeti öğrenince ona dedim ki:
«–Ne garip bir iş işlemektesin! Türlü zahmetlerle elde ettiğin şeyi onun yolu üzerine bırakıyorsun! Bulsa, görse, alsa bile, kimden ve niçin olduğunu bilmeyecek. Bâri bir şey yap ki, onun senden geldiğini bilsin!»
Genç âşık, gözyaşları ile sarsılarak cevap verdi:
«–Sen ne diyorsun? Yaptığım işin tuhaflığını ben bilmiyor muyum sanıyorsun! Bu işi yaparken hiçbir karşılık beklemiyorum. Zîrâ hediyelerimden dolayı onun bana karşı bir minnet altına girmesini istemiyorum!»
Bu cevaptan titredim. Bir fânîye olan mecâzî muhabbet, bu gibi derinlik, incelik, zarâfet ve davranış güzelliği sergiler ise, kimbilir, «zâtî muhabbet»e nâil olanlar, mârifetullâhın ne ulvî tecellîlerine mâkes olurlar.”
Kalbin bu safhalarını îzah sadedinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Selçuklu Medresesi’nde zâhirî ilimlerin zirvesinde “dersiâm” iken, içinde bulunduğu hâlini “hamdım”; mârifetullâh tecellîlerine nâil olup kâinattaki sırlar kendine ayân olmaya başladığındaki hâlini “piştim”; zâtî muhabbette fânî oluş hâlini ise “yandım” diye ifâde etmiştir.
Mârifetullâha erişebilmek, ancak Zât-ı Ulûhiyyet’e mutmain bir îman ve ilâhî tecellîlere, beşer idrâkine sığabilecek ölçüde bir vukûfiyet kesbetmekle mümkündür.
Dipnot:
[1] Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 132.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları
YORUMLAR