Marifetullaha Ulaşmanın İki Yolu
Marifet ilmi nedir? Marifetullaha ulaşmanın iki yolu...
Birincisi: Sûfiyenin yoludur ki mücâhededir. Dâimî zikir ile bâtın tasfiye edilir. Bir zaman gelir bu zikir zikredene Allah’tan başka her şeyi unutturur. O zaman o, iç âlemiyle hâdisatın ve eşyanın hakikatlerini görmeye başlar ve Hak Teâlâ’nın azameti zâhir olur.
İkincisi: Mârifet ilmini öğrenmektir.
Mârifet ilmi, Kelâm ilmi ve diğer ilimler demek değildir. Mârifet ilminin başı ilâhi san’atın acâibi üzerinde tefekkürdür. Kul tefekkürle Zât-ı Hakk’ın Celâl ve Cemâline doğru terakkî eder. Esmâ ve sıfâtın hakikatlerine vâkıf olur. Bu ilim uzundur. Fakat daha kısa yoldan vâsıl olmak mümkündür. Ârif bir üstâd-ı kâmil bulur. Terbiyesine girer. Fakat murdar şeyleri terk etmeyenler, hüsn ü niyet sahibi olmayanlar üstad-ı kâmili bulamazlar. Burası bir tuzak değildir ki av gelip oraya düşsün. Nasıl rızkını aramak için ticâret gibi kazanç yollarını araştırıyorsa, bunu da araması lâzımdır. Mârifeti arayan da bu iki yoldan birinde aramadıkça aradığını bulamaz ve ele bir şey geçmez.
ALLAH'A MUHABBET OLMADAN AHİRET SAADETİ OLMAZ
Allahü Teâlâ’nın muhabbeti olmadan âhiret saadetine erişebileceğini söyleyen câhilce bir lâf etmiş olur. Âhiret Cemâl-i hazreti ilâhi âlemidir ki, bütün güzellikler orada zâhir olur. Mes’ud ve bahtiyar odur ki, kendini o âleme göre hazırlar. İşte bütün riyâzatlar, ibâdetler, mârifetler bu âlem ile o âlem arasındaki münâsebeti temin etmek içindir. O’nun muhabbeti ise bu münâsebetin tâ kendisidir. İnsan bu dünyada ne durumda ise, âhirette de o durumda olacaktır. Ancak âhirette bu dünyadaki durumunun hakiki vechesini görecektir. Ayeti kerimede buyuruluyor: “Nefsini temizleyen muhakkak felâh bulmuştur.” (Şems, 9)
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmakdadır:
Bugün mülk ü saltanat kimindir? El- Vâhidu’l Kahhar Allâh’ındır.” (Mü’min, 16)
Onlar, Allâhü Ekber sözünden -hâşâ- O, kendinden başka şeylerden büyüktür, mânâsını anlamazlar. Vücûd âleminde ondan başkası yoktur ki O’ndan büyük olsun. O’ndan başkasının varlığı da yoktur. Mevcûd ve vâcibul vücûd ancak kendisidir. O, kendisine izâfe ve mukâyese yoluyla ekber denilmesinden de büyük ve münezzehtir. O, büyüklüğünün künhü idrâk olunamayacak kadar büyüktür. Bir nebinin, bir meleğin idrak edemeyeceği büyüklüktedir. Kendisini ancak kendisi tam olarak tanır.
Allâh’ı kendisinden başkası bilemeyeceği için O’ndan büyük yoktur. İşte ârifler, hakikat semâsına yükseldikten sonra cümlesi birden ittifakla el-vâhidül- Hak sübhanehu ve Teâlâ hazretlerinden başka bir varlık görmemişlerdir. Kimisi bu müşâhedeye ilim ve irfan yoluyla ermiş, kimisi de hâl ve zevk yoluyla ermişlerdir. Kesretten tamamen kurtularak ferdâniyyet-i mahzaya mustağrak olmuşlardır. Akılları o hususta kemâlini bulmuş ve vahdet-i ilâhiyye karşısında mebhût kalmışlardır. Ve zikrullahtan başka yapacak bir iş bulamamışlardır. Kendilerini unutmuşlar ve Allahü Teâlâ’dan başka hiç bir şeye iltifat etmemişlerdir. Kimi vakit sekre tutulup, akıllarının murâkabesinden çıktıktan sonra, birisi ‘‘Enel-Hak’’ demiş diğeri de “Subhanî ma a’zame şani” demiştir.
Kaynak: Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri-4, s.8, Erkam Yayınları